KATEGORİLER

12 Aralık 2016 Pazartesi

YAĞMUR BEKLENTİSİ

12/12/2016 Pazartesi, Tire

Dün bir değişiklik yapıp şehirdeki evimizde geçirdik geceyi. Bu sefer Taş Ev daha bir evimiz gibi geldi bana. Şehirdeki evimiz ise adeta bir otel odası gibi göründü gözüme. Kızım yılbaşı konulu hayaletli bir film buldu izleyelim diye. İlk çeyrek saatte uyuklamaya başladım.

Sabah yağmurlu olacağı söyleniyordu. Biraz serpiştirdi o kadar. Fırtınaya dönüşen rüzgar bir türlü yağmur doğurmadı. Yağmur yağması lazım artık buralara.

Kahvaltıdan sonra kızımızı uğurladık İzmir'e. Yaylaya çıktık. Kapı açık olduğuna göre Hüseyin gelmiş olmalıydı. Temizliğe başlamadan önce Zeytin'i serbest bırakmış. Bizimki bir sağa bir sola depar atıyor.

Hemen çıkmam lazımdı. Her şeyden önemlisi sol yanımdaki köprü dişim düşmüş yine tek tarafla idare etmeye çalışıyordum. Hatta sabah tesadüfen karşılaştığım diş doktoruma "Benim dişler sizi çok sevdi" diye takılmıştım. İlk iş olarak gidip dişlerimi yaptırdım.

Yağhaneye uğrayıp yağlarımızı aldım. İki sene öncesinin üçte biri kadar yağımız oldu bu sene ama yine de beklediğimizin üzerindeydi. Havanın kuraklığı mı, çiçek zamanı sıcak bir rüzgarın değmesi midir sebep yoksa bizim şanssızlığımız mı bilinmez az çıktı yağımız. Dışarıdan yağ almak biraz dokunacak bu yıl bize ama kısmet, ne diyelim.

Akşam üzeri güzel bir teklif alıyoruz. Slow Food Terra Madre programı kapsamında bir yemek organizasyonu durumu var ki tanıtım için güzel bir fırsat.

Arayıp yılbaşı programını soranlar, rezervasyon yaptırmak isteyenler var. Yılbaşı çamımız ve sürpriz hediyelerimiz hazır. Biraz daha süsleyip güzelleştirmemiz lazım Taş Ev'imizi.

BAĞIRIN BEYLER

Terör yurdumuzun her köşesine yayılmış. Üzülüyor muyuz? Elbette. Ancak hayatını kaybeden ya da yaralanıp sakat kalan insanların ailelerine düşen ateşi ne kadar hissedebiliriz içimizde. Bizim üzüntümüz o ailelerin çektiği acının yanında nedir ki?

Elimize bayrakları alıp "Şehitler ölmez, vatan bölünmez" diye bağırınca ölen insanlar geri mi geliyor? Ya da yüksek yerlerde oturan idarecilerin "Yanlarına bırakmayacağız, misliyle karşılıklarını alacaklar." beyanları ne kadar su serpiyor yüreklere. Ölenlerin eşleri, çocukları, anneleri, babaları ailelerinde bir şehit olduğu için çok mu mutlu oldular?

Uzun seneler önce bir PKK tuzağına kurban verilen İzmirli bir yedek subayın acılar içindeki annesinden duymuştum ilk kez. "Hayır, vatan sağ olmasın, benim evladım sağ olsun"

Büyük bir aldatmaca bu. Ben olaya çok farklı bir gözle bakıyorum. Belki de umursamazlığım bundan. Oğlunu genç yaşında teröre kurban vermiş, yüreği yanan bir ananın milyonda biri kadar olur mu üzüntüm? Her gün bir yerlerde patlıyor bombalar, silahlar. Ülke bayram havasında (!) Her tarafa bayraklar asılmış. Galata Köprüsü ışıklara boyanmış, duvarlarına Türk bayrağı yansıtılmış, köprüler ışıklandırılmış, her bina bayraklarla süslenmiş. Caddelerden motosikletli gruplar, taksiler geçiyor korna sesleriyle, bayraklarını sallayarak. Terörü protesto ediyorlar, birlik mesajı veriyor (!) Anlayan kim?

Cumhurbaşkanı, Sağlık Bakanı ile yaralı ziyaretinde. Yaralı polislere moral veriyor. "Bir tarafım ağrıyor deme sakın, nişanlın üzülür sonra."  Diğer bir yatağın yanına gidiyor. Yaralı çevik kuvvet polisi başını kaldırıyor. "İki çocuğum var Sayın Cumhurbaşkanım." Eziliyor karşısında, gözlerini indiriyor ve devam ediyor. "Ama üçüncüyü de yapacağız İnşallah." Cumhurbaşkanı "Olmaz" diyor. "Üç tane yetmez en az beş tane yapacaksın."

Bol bol çocuk yapın. Teröre kurban edecek çok insan lazım. Siz yapın biz öldürelim, adına şehit diyelim. Bir zamanlar Irak-İran savaşı vardı. Amerika ve diğer silah tüccarları her iki ülkeye de silah satıyordu el altından. Savaşın sonunda sınırlarda en ufak bir değişiklik olmadı. Olan sadece masum yüzbinlerce cana oldu. Füze atışları oluyordu ülkelerin birbirlerine. Füze hedefi belli olmayan bir yere düşünce onlarca kişinin canını alıyor, sakat bırakıyordu. Bir füze o taraftan, bir bu taraftan. Dünya bu manzarayı uzun süre seyretmişti timsah göz yaşlarıyla. Orada da her ölen kişinin aileleri çekti acıyı. Enka'daki koordinatör göndermek istemişti beni Irak'taki baraj inşaatına. Savaş halindeki bir ülkeye gitmem konusunda beni ikna etmek için "Ben her ay gidiyorum, füzenin isabet olasılığı çok düşük" dediğini hatırlıyorum. Savaş bitene kadar gitmedim. Ülkenin durumu farklı değil. Savaş ortamında yaşıyoruz. Füzelerin düşme olasılığından daha fazla bir yerde canlı bomba patlaması ya da görevini yapan güvenlik güçlerinin bir pusuya düşürülmesi.

Ne yapalım. Üzülelim mi? Üzülelim mi FETÖ örgütünün darbe gecesi öldürdüğü insanlara? Üzülelim mi İsrail karasularına giren Marmara gemisindeki kahraman şövalyelere? Ne oldu şimdi. İsrail ile durumlar iyi. Değil mi? Ya ölenlerin ailelerindeki durum. O hayatını kaybeden gençlerin annelrine bir sorun bakalım unutmuşlar mı oğullarını?

Üzülmek durumu düzeltmiyor. Size bir sır vereyim. Şehitler de ölüyor. Bana inanmıyorsanız gidin anne babalarına değil, onların yüreklerine sorun. Ne mi yapın? Biraz kafanızı çalıştırın sadece, başka bir şey istemiyorum.

Doğal değil bu terör meselesi. Yani bu kadar kangrenleşmesi. Neden Amerika'da, Avrupa'da yok. Kaç yıldır ülkenin insan kaynakları, ekonomisi zarar görüyor. Kimdir bu işin sorumlusu. Elbette siyasi iktidar. Garip olan şu ki, kimse bunu görmüyor. Canlar gittikçe siyasi iktidara destek artıyor. FETÖ ile ortaktılar. Bütün ülkeyi teröristlere teslim ettiler. Askerin gücünü kırdılar. Uçak kullanacak pilotumuz kalmadı. Kandırıldık deyip sıyrıldılar işin içinden.

Ülkeyi bölmek isteyenleri sınırdan törenlerle karşıladılar. Onların kim olduklarını sormayın. İşte canlı bombaları gönderenler onlar. "Açılım" dediler, valilere emir verdiler. Dokunmayın onlara dediler. İlçeleri cephane yaptırdılar. Sonra onca insan malını mülkünü bırakıp terk etti topraklarını. Terk edilen ilçeleri kurtarınca muzaffer oldular. Halkımız neden görmez bunları.

Bu takımın gücü PKK ya değil gezi olaylarında gözlerinden zeka fışkıran pırıl pırıl gençlere yeter. Çünkü onların silahı bombası yoktur. Zeka değil kaba kuvvet söker ancak onlara. Ülkenin bir avuç zeki çocuğunu öldürdüler, öldüremediklerini sindirdiler. Şimdi sokaklarda bir yığın insan düşünmeyen, düşünemeyen, düşündürtülmeyen... Ellerinde bayraklar. "Şehitler ölmez, vatan bölünmez." Bağırın, bağırın bayanlar, beyler. Ne şehitler ölecek ne de vatan bölünecek siz güzel bağırırsanız eğer.   

11 Aralık 2016 Pazar

MEVZUAT HANIM

11/12/2016 Pazar, Tire
Kahvaltıya İzmir'den kalabalık bir grup rezervasyon yaptırmıştı. Adnan Şefi almak üzere erken yola çıkmam lazım. Saat dokuzda telefon ediyorum. Cevap yok. Beş on dakika sonra dönüyor bana. Uykudan yeni uyanmış. Akşam ayrılırken onu saat onda alacağını söylemişim meğer. Üst üste iki gün aynı şey oluyor. Erken aramamın bir sebebi İzmir'den gelecek grubun telefon edip yola çıktıklarını söyleyerek beni panikletmesi. Hüseyin'i arıyorum. Önce onun telefonu da cevap vermiyor. Beş dakika sonra geri dönüp işyerinde olduğunu söylüyor. Saate bakıyorum, misafirler yarım saat sonra gelmiş olacaklar. Adnan Şef buluşma yerine gelir gelmez çıkıyoruz yaylaya.

Masalar düzenleniyor. Kahvaltılıkları zaten hazırlamış eşim. Sadece servis açıldıktan sonra küçük kahvaltı tabakları yerleştirilecek. Bir çeyrek saat içinde her şey hazır oluyor.
Aşkın Şef de zamanında geliyor.
Misafirlere vereceğimiz menü hakkında ekibi bilgilendiriyorum. Çok geçmeden misafirler gelmeye başlıyor. Her ilk gelen gibi önce bahçeyi ve binayı gezip bol bol fotoğraf çekiyorlar. Hava oldukça güzel. Gün ilerledikçe sabahın serinliği güneşin sıcaklığına bırakıyor yerini. Salonda her ihtimale karşı şömine soba yanıyor.
Gelen ailelerin hepsi kültürlü, yemeyi ve gezmeyi seven kişiler. Taş Ev'e hayran kalıyorlar. Tek tavsiyeleri bol bol tanıtım yapmamız yönünde. Bu esnada kahvaltıya gelen başka aileler de var. İlginç bir rastlantı gelen bütün misafirlerin arabalarının rengi beyaz. Daha sonra gelen iki gri renkli araba ile tılsım bozuluyor.

Dün kızımla Zeytin'i eğitim yürüyüşüne çıkarmıştık. Bugün de bir fırsatını bulursak yine çıkalım istiyoruz. Kızım Sağlık Bakanlığının ne kadar yönetmeliği varsa sıralıyor. O kadar çok kural var ki uyulması gereken. Onca yıllık tecrübem şunu göstermiştir bana. Sözleşmeler, yönetmelikler, yasalar sadece güçlü olana işler. Eğer niyet yok etmekse karşısındakini, hepsi birer araçtır sadece. Memurun niyeti olsun işyerini kapatmaya yeter ki. Mutlaka açık bir noktanı bulacaktır. Vergide de durum aynı belediyede de. Bazen siyaset girer işin içine bazen ticaret. Çoğu denetçi niye denetlediğini bilmez bile. "Mevzuat efendim, mevzuat" der durur. Bu açıdan taş duvar içinde bakır gaz borusunu geçirmek için bıraktığım boruyu beğenmeyip ahşap doğramada delik açtıran itfaiyecilere benzerler. Her ne kadar istisnalar kaideyi bozmasa da yönetmelikleri çok abartılı ve işgüzar bulur, onları memurun elini güçlendirmek için bir araç olarak görürüm. Yönetmelik maddelerinden biri de şuymuş (!) Sıvı sabunluklar mikrop yuvası olduğundan her boşaldığında üzerine yenisini eklemeden yıkanıp kurutulmalıymış. Teneffüs edilen havada da mikrop var aslında. Doğrusu maskeyle dolaşmak. Kızıma "Mevzuat Hanım" demeye başlıyorum. Sanki bana inat okudukça okuyor Sağlık Bakanlığı mevzuatlarını. "Biraz daha okursan bayılacağım şimdi ."diyorum. "Denetlemede soracaklar ama bunları." diyor. Aklıma çimenlerin üzerindeki uzun yol geliyor. Uzun parke döşeli yolda bir sürü yönlendirme levhası. Ancak üzerinden geçen bir Allah'ın kulu yok. Bütün insanlar karşı tarafa geçmek için en kestirme yolu kendileri yaratmışlar. Yol olarak kullandıkları dar şeritte çimler yok olmuş üzerinde gidip gelmekten. Bir şeye uyulsun isteniyorsa çok fazla detaya girmeyeceksin. Her şey için geçerli bu kural. Yazdığın yazının okunabilir olması için kısa olması gerektiği gibi. Fazla uzatmayım bu lafımın üzerine.

Zeytin'le dolaşıyoruz. Kızım güzel fotoğraflar çekiyor.  

Gündüzün yoğunluğu yerini akşamın sakinliğine bırakıyor. Bu gecenin Mevlit Kandili olmasının etkisi büyük elbette.      


ÇAM ORMANI

10/12/2016 Cumartesi, Tire

Yorucu bir gündü. Zeytin hasadına başlayalı bugün üçüncü gün. İş bitsin diye ekibi arttırdım. Havanın alaca karanlığında önce Boynuyoğun Köyüne, oradan Işıklı Köyüne uğrayıp toplayıcı kadınları aldım. Silkicilere ve iki toplayıcı kadına yer kalmadı arabada. Bir araba dolusu kadını zeytinliğe bıraktıktan sonra yeniden geri dönüp kalanları getirdim.

Hüseyin'e telefon ediyorum. Yukarıda temizliği tamamlamış. Az önce kahvaltıya birilerinin geldiğini söylüyor. Hemen yaylaya gidip nöbeti devralıyor, onu zeytinlikte işçilerin başına gönderiyorum.

Hava çok güzel. Böyle güzel havaları kaçırılmaz. Biz de kızımla birlikte Zeytin'i dolaştırmaya çıkıyoruz. Yan komşumuz çam ormanının bir kaç kare fotoğrafını çekiyorum.

Kahvaltıyla başlıyor servisimiz. Kızım yukarı gelip salondaki masalardan birinde tez hazırlığına başlıyor.

Öğleden sonra saatler çabuk geçiyor. Hüseyin'e soruyorum kaç çuval zeytin topladıklarını. Bir müddet sonra dayıbaşı arıyor. Zeytinliğe gidip çuvalları yüklediğim gibi yağhaneye doğru yol alıyorum. Bu şehre yaptığım üçüncü sefer bugünkü. Dönüp iki postada işçileri köylerine bırakıyorum. Burada adet, ödemelerin Salı günleri yapılmasıymış. O güne nerede bulacağım dayıbaşını? deyip işçilik paralarını ödüyorum. Döndüğümde hava kararmış oluyor.

10 Aralık 2016 Cumartesi

ZEYTİN SEFERBERLİĞİ

09/12/2016 Cuma, Tire

Bu sabah alarmı yarım saat daha geç kurdum. Avluya çıktığımda hava yeni yeni aydınlanmaya başlamıştı. Hemen hazırlanıp yola koyuluyorum. Arabanın sıcaklık göstergesinde dışarıdaki sıcaklığın 3 derece olduğunu okuyorum. Kapının önü çığ tabakası ile beyaza boyanmış. Alt seviyelere doğru artması gereken sıcaklık derecesi beklenenin tam aksine şehre doğru inildikçe düşmeye başlıyor. Kaplan Köyünden geçerken 2 dereceyi, şehre vardığımda ise yılın ilk 0 derecesini görüyorum. Bu garip durumun ancak şu şekilde izah edilebileceğini düşünüyorum: Araba hareketsiz durmakta iken gerçek sıcaklık okunurken hareket halinde sıcaklık, ayazın vurmasıyla birlikte birkaç derece daha düşüyor olmalı.

Kaç sefer indim çıktım yaylaya bugün sayısını bile hatırlamıyorum. Önce silkicileri, sonra kadın toplayıcıları alıp zeytinliğe bırakacaktım. Işıklı köyüne geldiğimde yine yoktu kimse ortalıklarda. Elimi cebime atıyorum, telefonum da yok yerinde. Adamlara geldiğimi nasıl haber veririm? Buluşacağımız yerdeki kahvehaneye girip dayıbaşının telefonunu soruyorum kahveciye. Kahveci kapıyı işaret ederek "Orada yazıyor." diyor ilgisizce. Esas sorunun telefonumu yanıma almayı unutmuş olmam olduğunu söyleyince bana doğru uzatıyor telefonunu. Kapının yanındaki camekan üzerine yapıştırılmış kartvizit üzerindeki numarayı çevirip dayıbaşını arıyorum, "Geliyorum, yoldayım." diyor. Beş on dakika sonra çıkıyor ortaya. "Patronla konuştum." diyor. "Kimmiş bu patron?" Merak edip soruyorum. Hesap sorarmışçasına dönüp "Sen patron değil misin?" diyor. "Allah korusun." diyorum lafın gelişi. Patronluk zor iş. Meğerse kimin işini yapıyorlarsa ona patron diyormuş. Ekibi toplayıp zeytinliğe geldiğimde saat dokuzu buluyor. Hüseyin'i arıyor gözlerim. Taş Ev'e gitmiş, orada temizliğe başlamış olabilir.  

Bugün bir de küçük pazar kuruluyor burada. Hüseyin artık zeytin toplayıcılarının başına geçmiştir diye içim biraz rahat. Hemen şehre dönüp pazar alışverişini yapıyorum. Her zamanki buluşma yerinde Adnan Şefi bekliyorum. Yanımda telefonum olmadığı için onu arayıp haber vermem mümkün değil. Bir çeyrek saat geçiyor, ne gelen var ne giden. Eşim yukarıda yalnız. Hani beni arayacak olsa ulaşamayacak. Hüseyin deseniz o ne alemde bilmiyorum. Bir an önce telefonuma kavuşmak istiyorum. Alışveriş ettiğimiz kasabın çalışanlarından biri yardımcı oluyor. Adnan Şefin numarası varmış kendisinde. Arayıp onu beklediğimi söylüyor. Uykulu bir sesle "Geliyorum." dediğini öğreniyorum. Üzerinden bir çeyrek saat daha geçiyor. Kızmaya başlıyorum için için. Nihayet beyefendi görünüyor. "Neredesin?" diye sorunca "Erken geleceğinizi söyleseydiniz ona göre hazırlanırdım." diye cevap veriyor. Meğerse her zamanki saatten bir saat önce gitmişim onu almaya. "Haklısın, hatayı ben yaptım, kusura bakma" diyorum.     

Adnan Şefle birlikte Taş Ev'e döndüğümde eşim Hüseyin'in telefon ettiğini söylüyor. Motosikleti arızalanmış. Hemen arıyorum onu. Motoru tamir ettirip az önce zeytinliğe geldiğini söylüyor. "Ekip güzel çalışıyor amca, ben de şimdi yanlarından ayrıldım onlara su getirmeye gidiyordum." diyor.  

Dün yağhaneye götüremediğim yedi çuval zeytini Adnan Şefle birlikte arabaya yüklüyoruz. Telefonu alıyorum yanıma. Şarjı azalmış. Zeytinleri tanıdık bir yağhaneye bıraktıktan sonra yağları koymak için teneke satın alıp yağhaneye teslim ediyorum. Telefonumun şarj olması için yağhanenin ofisinde bir süre bekliyorum. Akşam yemeği revizyonları geliyor. Bir hanım İzmir'den arıyor. Pazar kahvaltısı için büyük bir grup rezervasyonu yapıyor. Yukarıdan telefon ediyorlar. "Isırgan otu al, ekmek almayı unutma." 

Yarım saat kadar telefonumun şarj edilmesini bekledikten sonra alışverişi tamamlayıp yukarı çıkıyorum. Zeytinliğin önünden geçerek doğruca Taş Ev'e varıp malzemeleri indiriyorum. Saat dörde doğru tekrar yola çıkmadan önce Hüseyin'i arıyorum. Bana sekiz çuval zeytin toplandığını söylüyor. "Bugün iş bitmez amca, yarına devam edecekler." Nasıl olur yarın hafta sonu, kahvaltı var, kalabalık olur. Sen yoksun, ben yokum nasıl olacak bu iş?

Zeytinliğe vardığımda dayıbaşıyla konuşuyoruz. "Yol tarafındaki ağaçlar yüklü çıktı." deyip ekliyor. "Yarına toplayıcı sayısını arttırmamız lazım." "Eğer her biri elli kilo zeytin toplayacaksa istersen on tane ilave kadın getir, öbür türlü yevmiyesini kurtarmaz." diyorum. Dayıbaşı bana bahçede biriken zeytin kümelerini gösteriyor. "Burada toplar elli kilo her biri." diyor. Toplayıcı sayısı artınca hepsini bir seferde getirme imkanım kalmıyor. "O zaman iki sefer yaparsınız." diyor. "Eğer o kadar zeytin çıkacaksa üç sefer de yaparım, sorun değil." diyorum. "Pazartesi devam edersiniz hafta sonu yoğun olur Taş Ev diyorum." Dayıbaşı "O zaman bir hafta sarkar senin iş." diye tehdit ediyor. Çaresiz yarın işe devam etmelerini kabul ediyorum. 

Akşama doğru sekiz çuval zeytini arabaya yükleyip yağhaneye bırakıyorum. Hemen geri dönüp ekibi köylerine götürüyorum.

Gece misafirleri geç saatlere kadar oturuyorlar. Tavsiye üzerine geldikleri Taş Ev'den çok memnun kalıyorlar. Aşkın Şef'i yolcu ediyoruz. Ekibin yarısı beklemede. Misafirler gidince oturduğum yerden Taş Ev'in salonunun resmini çekiyorum. Tarihi bir binaymış gibi duruyor.  

Kızım telefon edip yola çıktığını haber veriyor. Gecenin sürprizi. Hafta sonu birlikteyiz. Ne güzel...

8 Aralık 2016 Perşembe

KESTANE&ZEYTİN İŞLERİ

08/12/2016 Perşembe, Tire
Güç geçen gecenin ardından kendime gelmem vakit aldı. Sabah erkene kurduğum saatin alarmı uyandırdı. Dün gece tembihlediğim saat "Kalk, doğru Işıklı Köyüne git, zeytin silkicileri ve toplayıcı kadınları al gel." diye bağırıyordu. Henüz bir saatten fazla zamanım var. Gideceğim yolsa ancak yarım saat.

Rahat bir şekilde köye varıyorum. Ortalarda kimse görünmüyor. Dayıbaşını telefon ettikten hemen sonra, çıkıyor ortaya. Elindeki üç uzun sırığı arabanın üzerindeki uzunlamasına demire sıkıca bağlıyor. Yoldan bir silkici alıyoruz arabaya. Diğer silkici başka tarafa gittiği için onun yerine kendisinin geleceğini söylüyor. Kadın toplayıcılardan bir kısmını Boynuyoğun Köyünden, birini Devlet Hastanesinin önünden, sonuncuyu ise Kesikbaş mevkiinden alıyoruz.

Bu ayın en soğuk günlerinden biri. Sabah yolun üzerinden akan sular donmuştu. Zeytinliğe vardığımızda saat dokuzu geçiyordu. Yoldan geçerken bıraktığım yaygı ve çuvalları alıp yukarı tarafa çıkardılar. Sınırlar nerede? Epeyce yukarı çıktık. Üst kısımda evvelki yıl diktiğim zeytin fidanları benim için birer işaret. Yine de tereddüt ediyorum.

Hüseyin'i aradım. Uykulu bir sesle cevap verdi. Hemen gelmesini söyledim. Yaygıları ağaçların altına sermeye başladılar. Ağaçlarda çok fazla tane yok. Yerler zeytin dolu, toplanacak gibi değil. Birkaç ağacın altını ancak temizleyebildim. Hüseyin geldi.

Saat on bire doğru Adnan Şefi almaya gittim. Alışveriş olmayan nadir günlerden biriydi. "Haydi çıkıyoruz." deyince o da şaşırdı buna. Hüseyin de zeytinlikte çalışanları kendi haline bırakıp çay almaya gelmiş. Sözde bana tost yaptırmak için gelmiş. Ben ise toplayıcıların başında dursun diye onu dikmiştim oraya.

Yemek molası verdiklerinde işin bugün bitmeyeceği kesinleşmiş gibiydi. Telefonum çaldı. Arayan Adnan Şef. Kestane toptancıları gelmiş beni bekliyorlar. Onlarla istemeye istemeye anlaştık. İşçilik, sırık çuval, ilaç parası derken harcadığımız parayı ancak karşılayabildik. İnce hesap yapsak belki de içerideyiz.

Dönüp zeytinliğe gittim yine. Altı yedi çuval kadar zeytin toplanmış. Yarısı ağaçta daha. Yerdekiler ayrı. Zeytin çuvallarını arka koltuklarını yatırdığımız arabaya koyuyoruz. Eşim arıyor yağhaneyi. Telefon cevap vermiyormuş. Kapatmış olabilirler düşüncesi ile çuvalları yaylaya çıkarıyorum. Döndüğümde ekip toplanmaya başlamış. Alıp onları yerlerine dağıtıyorum.

Yok, bugün başka bir şey olmadı. Ben daha iyiyim. İnşallah yarın daha iyi olacağım.

7 Aralık 2016 Çarşamba

MELANKOLİ

07/12/2016 Çarşamba, Tire

İlk kelimenin düşmesini bekliyordu dudaklarından. Atmak istiyordu içindeki safrayı.
Ağzını bıçak açmıyor, saatler geçiyordu... "Melankoli dedikleri bu olmalı." diye geçirdi aklından. Sevdiğinin küçük bir hatasını bulmak dahi rahatlatacaktı onu. Ne kadar hatırlamaya çalışırsa çalışsın bulamıyordu şimdi.

Kızgınlık anında söylediklerini   düşündü ama tek kelimesini dahi hatırlayamadı. Oysa ne kadar çok laf etmişti yüzüne. Sebebi yok değildi bu can sıkıcı lafların.

Hepsi buharlaşıp gitmişti zihninden. Delilleri karartan kendisi olmuştu. Neydi sebebi bu kızgınlığın. Delil yoksa sebep de yok. "Suçlusun o zaman." dediler. Kabul etti.

Bugünlük böyle...