KATEGORİLER

30 Ocak 2017 Pazartesi

BOZDAĞ

29/01/2017 Pazar, Tire

Uzun zamandır ilk kez bir gün gecikmeli yazıyorum. Ne kadar yazmak istesem de bedenim razı olmuyor. Geceleri yazmak üzere bilgisayarımın başına geçiyorum geçmesine lakin koltuğumda sızıyorum.

Neyse fazla uzatmadan pazar gününe döneyim. E, sabah kahvaltı servisini hazırlamamız lazım, şömine soba yanacak, hava soğuk mu soğuk. Fırat'ı bıraktığımız otelden alıyoruz. Eşim beni bugün yalnız bırakmıyor. Yaylaya gelip Taş Ev'e kapağı atıyoruz. Fırat sobayı yakmakla meşgul olurken benim aklımda tuvaletler var. Kötü bir sürpriz beni bekliyor. Erkek ve kadınlara ait dört tuvalet de donmuş, hiçbir musluk, rezervuar çalışmıyor. Bugün pazar, gelen insanlara ne diyeceğiz. Aklımda iki fikir çarpışıyor. Biri hiç kimse gelmesin de rezil olmayalım, diğeri gelsinler erkeklere ağaç altını gösterir, bayanlara kendi özel tuvaletimizi açarız.

Saatler ilerledikçe güneş ısıtmaya başlıyor. Kahvaltı servisinin arkasından yoğunluk artıyor. Tuvaletlere sıcak su döküyoruz, çaputlarla boruları sarıyoruz değişen bir şey yok. Bir önceki gece en soğuk gece olmuş burada. Her taraf buz.

Bahçe kapısına doğru yürüyorum. Kapıda bir araba var. İçinden iki kişi soruyor açık olup olmadığımızı. Bulunduğumuz yerden Bozdağların karlı zirvesi görünüyor. Kayalıklara manzara seyretmeye gelmişler. İçlerinden biri Kars'tan. Dönüşte uğrarız diyorlar. Yarım saat sonra gelip Taş Ev'e konuk oluyorlar. Seneler önce gittiğim Kars'ı ve oradaki Kaz Evi restoranı konuşuyoruz.

Güneş yüzünü gösterince insanlar evlerinden çıkıyor, oluk oluk araba akıyor Kaplan yollarına. Malzemeler bitiyor. Tam dört sefer şehre inip çıkıyorum. Akşama doğru ilave garson ihtiyacımız kaçınılmaz oluyor. Alp'i arıyorum. Evde dinleniyormuş. O da benim şansım. Hemen gidip alıyorum onu. Gecenin geç saatine kadar devam ediyor hareket. Güzel bir hafta sonu oluyor, tatlı bir yorgunluk çöküyor geceyi tamamlarken.

28 Ocak 2017 Cumartesi

NIGHTHAWKS

28/01/2017 Cumartesi, Tire

Şöyle uzun uzun yazmak istiyorum aslında. Hafta sonları ki, buna cuma günlerini de eklemek lazım, yorucu oluyor. Yorulmuyorum, şikayet etmiyorum ama yazmaya, okumaya zaman kalmıyor. Dün sabaha karşı ikiye doğru kalktı misafirlerimiz. Eski okul arkadaşlarının senelik buluşmasıymış. Sabah kahvaltı servisimiz olduğunu bilmiyorlar tabii. Misafire kalk denmez elbet.

Sabah eşime gelme dedim, biz hallederiz. Soğuğa daha az tahammül ettiğini biliyorum. Hazırlanıp kapıdan çıkmak üzereydik. Fırat'ı kaldığı otelden aldım. Belki de senenin en soğuk günü. Bayanlara ait tuvaletlerin her ikisi de donmuş. Erkekler tuvaletinin her ikisi de çalışıyor.

Aşkın Şef gelene kadar sobayı canlandırmaya uğraştık. Fırat'ın bir tanıdığı ona güzel bir ev bulmuş. Hem onu götürmek hem de alışveriş yapmak üzere Taş Ev'i Aşkın Şef'e teslim edip alelacele şehre iniyoruz. Ben işimi görürken Fırat da evi görüp beğenmiş. Yukarı çıkıyoruz. Aşkın tek başına kahvaltı misafirlerini ağırlamış.

Hava çok soğuk olmasına rağmen nem oranı düşük sanırım. Çünkü dünkü kadar üşümüyorum. Güneşi gören soluğu Taş Ev'de alıyor. Bugünkü misafirlerin kahir ekseriyeti gençlerden oluşuyor. Öğleden sonra oldukça meşhur bir internet gezi sitesinin sahibi geliyor eşimin tanıdıkları vasıtasıyla. Detaylı bilgi alıyor, bol bol resim çekiyorlar. Kartvizitini alıyorum. Özel olarak davet mi etsem bir gün?

Öğleden sonra gelen misafirlerimizden biri de kırımızı şarap ısmarlıyor. Rakı, bira değil de şarap içenlere daha farklı gözle bakıyorum. Taş Ev'de şarap içen misafirlerin sayısının artması daha çok hoşuma gidiyor.

Son masadaki gençleri uğurlamayı bekliyoruz. Şöminenin karşısında bira içiyorlar.  Keyiflerine diyecek yok. Yine nöbetçiyiz bu gece. Daha Fırat'a kalacak otel ayarlayacağız. Yarın sabah da kahvaltı servisi var üstelik.  

Resim Internetten - Nighthawks (Gece Kuşları) ABD'li ressam Edward Hopper'in gece geç bir saatte Amerikan tarzı bir restoranda oturan insanları betimleyen tablosu.

27 Ocak 2017 Cuma

SOĞUK

27/01/2017 Cuma, Tire
Soğuk, soğuk, soğuk. Hayatımda hiçbir dönem soğuktan bu kadar şikayet ettiğimi hatırlamıyorum. Ankara'dayken elbisemin üzerine mont, kaban, palto türünden hiçbir şey giymiyordum. Evet, dışarıda, otobüs kuyruklarında falan beklediğim de yoktu. Evden işe, işten eve. Ev sıcak, iş yeri sıcak. İş görüşmeleri için gittiğim yerler haliyle sıcak oluyordu. Aslına bakarsanız Ankara havası üşütmezdi beni. Bu bakımdan özlüyorum Ankara'yı. Erzurum'da eksi 25 santigrat derecede bile ceketim elimde dolaşırdım. Hoş, deli derlerdi bana. Eee, deliler üşümezmiş. Ben de üşümediğime göre deli olabilirdim. Hem delilik öyle sandığınız kadar kötü bir şey değil ki. Mesela deli olsaydım memleketin diktatörlüğe geçiş referandumu beni hiç ilgilendirmeyecekti. Hatta gidip "Evet" oyu bile kullanabilirdim. Sahi, oy kullanan seçmenlerin zeka seviyesini kontrol ediyorlar mı? Bildiğim kadarıyla nüfus kaydına göre 18 yaşını dolduran herkes oy kullanabiliyor. O zaman ülkenin durumu vahim. Delilerin sayısı bayağı artmış son yıllarda. Önümüzdeki referandum memlekette akıllıların mı delilerin mi daha fazla olduğunu gösterecek.

Ankara'dan İzmir'e göçeli beri ben de akıllandım maalesef. Çünkü üşümeye başladım. Hatta donuyorum. Dışarısı soğuk, buz gibi. Sular bile donuyor. Şömine sobaya kocaman kocaman kütükler atıp salonu ancak ısıtıyoruz. Yeni garsonumuz Fırat işe başladı bugün. Sabah onunla birlikte çıkıyoruz yaylaya. İlk işimiz sobayı yakmak. Şehirde ev tutmuş. Ev dayalı döşeli ama temizlik yapması gerekiyormuş. Elektrik, su bağlayacak ayrıca. Sobayı yaktıktan sonra işlerini görsün diye onu şehre bırakıyorum. Sabahın kör saatinde aradılar bugün de. Kahvaltı etmek için kapıya gelmişler, kapı duvar tabii. Kahvaltı servisimiz sadece hafta sonları diyorum telefondaki beyefendiye.

Çok geçmeden Aşkın Şef geliyor. Şömine sobaya devamlı odun atmasını tembihleyip Fırat'ı aşağı bırakıyorum. Dün onardığımız yollar iyi görünüyor. Yol kenarlarındaki su birikintileri donmuş. Yolun en kritik yerlerini onardık ama daha çok yer var yapılacak. Köy muhtarına telefon ediyorum. Sıcacık evinden çıkmak istemiyor. Hava soğuk çünkü. Nezleyim, soğuk algınlığım var diyor. Taş Ev'e henüz ayak basmadı daha. Israr ediyorum, seni gelip alacağım şöminenin başında sana çay ısmarlayacağım diyorum. Başka zaman diyor. Israrım bitecek gibi değil. Sonunda teslim oluyor. Ben gelirim diyor. İşi şansa bırakmak istemiyorum. "Yok, sen çık köy meydanına ben seni gelir arabamla alır, daha sonra geri götürürüm." diyorum.

Salı günleri kaymakam muhtarları topluyor, köylerin sorunlarını dinliyormuş. Hiç olmazsa yolların durumunu muhtara gösterir kaymakama iletmiş olurum. Hemen yola çıkıyorum. Köy meydanı bir kilometre aşağıda zaten. Muhtarı alıp yola çıkıyorum. Her adımda yoldaki tahribatı, risk oluşturan yerleri, dün onardıklarımı teker teker gösteriyorum. Bu köy Tire'nin en meşhur, en turistik köyü. Bütün şehrin kuş bakışı görüldüğü bir yer. Hem manzarası, hem havası hem de restoranları ile ünlü. Muhtara Taş Ev'i gezdiriyorum. Şaşırıyor mekanı görünce. Geç bir ziyaret. "Köye değer katmış burası." diyor. "Yazın daha da güzel olur." diyor. Şömine ateşinin karşısında çaylarımızı içiyoruz. Eşimin hazırladığı kurabiyelerden ikram ediyorum. Camdan şehre bakıyoruz. Eşimin dedesi Tayyar Bey'den bahsediyor. Yol yapılmadan önce at sırtında av tüfeği ile yukarı çıkışını, çocuklara simit dağıtışını anlatıyor. Havada hiç pus yok. Şehrin bütün ayrıntıları gözler önünde. Şehri temaşa edip sohbet ediyoruz uzun uzun.

Muhtarı köye bırakıp Fırat'ı almak üzere şehre iniyorum. Dönüş yolunda önce soğuğun sonra yeni inşa edilen rüzgar tribünlerinin resmini çekiyorum. Köye geldiğimde sıcaklık göstergesi eksi iki dereceyi gösteriyor. Rezervasyonlar başlıyor. Sobaya bir odun daha atıyoruz.  

26 Ocak 2017 Perşembe

YOLLARIMIZI ONARDIK

26/01/2017 Perşembe, Tire

Sabah kahvaltısını evde yapıyoruz birkaç gündür. Önce muhasebeye uğrayıp para bırakıyorum. Arkasından Alp'i alıyorum her zamanki buluşma yerimizden. Havaların yeniden soğuyacağı haberleri geliyor. İstanbul'da kar yağışı başlamış bile. Artık yağmasın, yollarımız kapanmasın diye dua ediyorum. Yaylaya geldiğimizde Alp'e sobayı yakmasını söylüyorum.  Hemen yakarsak salonu ancak ısıtabiliriz. Hava soğuk mu soğuk.

Henüz açılış saatimiz gelmeden bir araba giriyor bahçeye. Kahvaltı servisimiz olup olmadığını soruyorlar. Salonda şömine sobayı yaktık ama daha içerisi ısınmadı henüz. Normalde hafta içi günlerde kahvaltı servisimiz yok ama geri çevirmek istemiyoruz gelenleri. Küçük bir bebekleri var yanlarında. Arabadan tonla bebek eşyası indiriyorlar. Bebek puseti, çantalar, battaniyeler ve çantalar. Yardım edip içinde uyuyan bebeğin olduğu puseti üst kata çıkarıyoruz. Aşağıdan hemen bir elektrikli ısıtıcı getirip çalıştırıyorum. Aşkın Şef hemen kahvaltı hazırlığına başlıyor. Gelenler Denizli'den misafirlerini getirmişler kahvaltı için. Kısa bir süre sonra Alp beni yukarı istediklerini söylüyor. Salonun yeterince sıcak olmadığını ileri sürüp bin bir özür dileyerek kalkmak zorunda olduklarını söylüyorlar. Bebekleri hastaymış zaten. Anlayışla karşılıyor ve yardımcı olup bebek arabasını yeniden aşağı indiriyoruz. Onca bebek eşyası da gerisin geriye arabalarına yükleniyor.

Bugünü iyi değerlendirmem gerek. Kendimi enerjik hissediyorum nedense. Depoyu açtıktan sonra içeriden ağaç testeresini alıyorum. Bu sefer mutlaka çalıştıracağımdan eminim. Öyle de oluyor. Bir iki sefer ipini çektikten sonra motor çalışıyor. Bahçede yığılı ceviz ağaçlarının üzerindeki naylon örtüyü kaldırıyorum. Ağaçlar o kadar büyük ki, nasıl yüklemişler traktöre kocaman kütükleri anlamıyorum. Motorlu testerenin boyu ufak kalıyor ağaçların kutrunun yanında. Kırk yıllık ormancı gibi bir sürü kalın ağacı şömineye sığacak büyüklükte kesip hazırlıyorum. Bıçkı zinciri yeni olduğu için testere ağacın içinde kolay ilerliyor. Ağacın enine kesilmesi gerekiyormuş. Öyle ağaç parçaları var ki enine değil boyuna kesmek zorunda kalıyorum. Nedeni bu mu bilmem ama o canavar testere birden kör bıçak gibi oluyor. Epeyce bir hazırlık yaptım nasıl olsa deyip çalışmayı kesiyorum. Kestiğim iki araba odunu depoya taşıyorum. İki araba odunu da Taş Ev'in girişinde yaptığımız odun köşesine götürüyorum.

Enerjik hissediyorum dedim ya. Defalarca rica ettiğim halde belediyenin onarmadığı, büyük tehlike arz eden yol tamiratlarını yapalım diyorum Aşkın Şef'e. Alp'i Taş Ev'de nöbetçi bırakıp ölü saatlerde bu işi kaçırmak iyi bir fikir olabilir. Depoda birkaç torba çimentoyu arabanın arkasına atıyoruz. Yol boyunca akan su da kesildiğinden taşıma suyla harç yapacağız. Sağdan soldan bulduğumuz taşlarla büyük çukurları kapatıyor, derzleri çimento harcıyla dolduruyoruz. Suyumuz, çimentomuz bittikçe gidip takviye ediyorum. Çimentomuz bitinceye kadar devam ediyoruz. esas problem yaratan çukurları kapatıyoruz. Bir iki tane daha kalıyor. Kötü durumda olan bir çukuru taş ve toprakla dolduruyoruz.

Akşamın erken saatlerinde rezervasyonlar başlıyor. Misafirler bu akşam erken gelip erken kalkacağa benziyor. Soğuğun etkisi olmalı bunda.

DEMOKRAT DİKTATÖR

25/01/2017 Çarşamba, Tire

Sabah dalgınlıkla Alparslan'ı almaya gittiğimde jeton düştü. Doğru ya, onun "büt" ü vardı bugün. Evdeki hazırlıkları alıp çıktım yukarı. Hava oldukça mülayim, hafif yağmur atıştırıyor. Aşkın Şef biraz gecikince trileçenin karamelini dökme işi bana kaldı. Tam işe başlayacaktım ki verandada birilerinin dolaştığını fark ettim. Çalışma saatimizin başlamasına henüz on beş dakika kala gelip Taş Ev'in etrafında fotoğraf çekiyorlar. İçlerinden biri tanıdık geliyor gözüme. Daha önce defalarca konuk ettiğimiz bir hanım. Bu sefer Antalya'dan abilerini alıp gelmiş ve Taş Ev'i göstermek istemişler. Aşkın Şef çoktan gelmiş olmalıydı. Bu kez ben ve misafirler Taş Ev'de tek başımayım. Salona buyur ediyorum. Kahve içmek istiyorlar. O kadarsa sorun değil. Hemen trileçeyi dolaba kaldırıyorum. Kahve makinesini kullanmaya başladım artık ama yine de elim çok alışkın değil. Bütün kahvelerin sade olması işimi kolaylaştırıyor.

Kahveler içildikten sonra dışarı avluya çıkıyorlar. Fotoğraf çekimleri devam ediyor. Bütün ailenin fotoğrafını çekmek bana düşüyor. Arabalarına binip ayrılırlarken motosikletiyle Aşkın Şef görünüyor. Nerede kaldığını soruyorum. Bilemek için yanına aldığı bıçakları gelirken getirmeyi unutup geri dönmüş.

Öğleden sonra Alparslan arıyor. "Büt" ünden çıkmış. Onu almak üzere yeniden şehre iniyorum. Döndüğüm andan itibaren hava soğumaya başlıyor. Bu sefer soğuk havanın geldiği yer Balkanlar. Sibirya'dan gelen soğuk hava dalgasına kıyasla daha insaflı olacaktır mutlaka. Ben de kısaltma işine dahil olup Alparslan'a Alp demeye başlıyorum. Sabah temizlediğim şömine sobayı yakıyor hemen. Hava gittikçe soğumaya devam ediyor. Ateşi canlı tutmak ve salonu ısıtmak için mütemadiyen sobayı besliyoruz kestane ve ceviz odunlarıyla. Güme Dağını tamamen kaplayan sis akşama doğru dağılmaya başlıyor.

Akşam saatlerinde kadim dostlarımızla birlikteyiz yine. Memleketin halinden dem vuruyoruz. Ülke Evet'çiler, Hayır'cılar olarak karpuz gibi ortadan ikiye bölünmüş. Her tarafta her ortamda referandum konuşuluyor. Aklıma 12 Eylül darbesinden sonra eski siyasetçi yasaklarının kaldırılması üzerine yapılan referandum geliyor. Turgut Özal'ın bakanlarından Güneş Taner üzerinde "No" yazan tişört giymiş meydanlarda dolaşıyor. Tarafsız kalması gereken dönemimin darbeci Cumhur Reisi ise "Hayır'da hayır var." diyor. O zaman Demirel'in ya da Ecevit'in siyasete dönüp dönmemesi o kadar da önemli değildi belki. Ancak bu sefer ülkenin geleceği referandumun sonucuna bağlı. Bu adam Hitler'in yolundan gidiyor. Yasa kural tanımadan aklına geleni yapabildiği halde hâlâ yetkisinin artmasını istiyor. Türkiye demokratik yoldan bir diktatörü seçecek bu referandumda. Yandaş medya basit propaganda yöntemleriyle cahil halkı avlıyor. Berber koltuğunda oturan çocuk yaşta biri kafasını kazıtarak "Ülkem için Evet" diye yazdırmış. Kıyasıya eleştirdiğim bir yönetim sistemi olan demokrasinin bizim gibi eğitim seviyesi düşük, sorgulamaktan aciz toplumlarda seçimle diktatör seçeceğini hep söyler dururdum. 

25 Ocak 2017 Çarşamba

GÖK KUŞAĞI

24/01/2017 Salı, Tire

Günü gününe yazmak en iyisi. Dün tarihli yazımı da yeni yayınladım. Günleri karıştırınca "Bugün 24 Ocak" deyiverdim. Aslında o gün 23 Ocak'tı. Olsun varsın. Uğur Mumcu'yu bir gün önceden anmış oldum. Bugün kapalıyız. Salı Pazarından alışveriş yapmam lazım. Park sorunu yine korkulu rüyam.

Aşağıdaki Ayvalık Tostçusundan birer tost söylüyoruz kahvaltı için. Bütün malzemeleri yaylaya taşımışız. Bir an önce havalar ısınsa da yukarı taşınsak. Pazar alışverişine çıkmadan telefonum çalıyor. Arayan İzmir'den daha önce görüştüğümüz bir eleman. Anlaşırsak şef garson olarak başlayacak Taş Ev'de. Turizm konusunda eğitimli ve hayli tecrübesi var. "Bir saat sonra Tire'de olurum." diyor.

Orta Park'ta buluşuyoruz. "Pazar alışverişini birlikte yapalım, benim zamanım var." diyor. Alışveriş mesele değil de park yeri bulmak büyük sorun burada. Pazarın kurulduğu sokakların etrafında birkaç tur atıyorum. Hiç şansım yok. Bir türlü çalıştıramadığım ağaç motorunu gösteriyorum yetkili servisine. O da başta çalıştıramıyor. Müşterilerinden biri konunun uzmanı. Birkaç denemeden sonra çalışıyor. "Nedir peki sorun?" diye soruyorum. "Benzine yağ biraz fazla katılmış ondan start almıyor motor." diyor. 

Vakit kaybetmeden yaylaya çıkıyoruz. "Pazarı dönüşte yaparım." diyorum. Yolda konuşuyoruz. Evliymiş, bir buçuk yaşında bir kızı var. Ev tutup taşınmayı düşünüyor anlaşırsak. Bahçe kapısını açıp giriyoruz içeri. Sabah yağmuru ile yerler ıslanmış. Taş Ev'i gezdiriyorum. Bayılıyor. "Benim açımdan her şey güzel, eğer siz de tamam diyorsanız hemen başlayabilirim." diyor. Özellikle eğitimli kişilerin patronum olması benim açımdan daha da iyi diyor. Yapacağı işleri ve hedefimizi anlatıyorum. O zaten işi biliyor, anlaşıyoruz. Birkaç gün içinde işe başlayabileceğini söylüyor. Veranda manzarası bize güzel bir sürpriz hazırlamış. İlk kez buradan tam bir gök kuşağı görüyor, hemen fotoğrafını çekiyorum.

Dönüşte onu bırakıp pazarı yapıyorum. Olağanüstü bir kalabalık var bugün. Kuzu kulağı dışında her şeyi bulup alıyor yaylaya taşıyorum. Akşama yine balık ziyafeti var.

UMUTLARI DA GÖTÜRMÜŞTÜ GİDERKEN

23/01/2017 Pazartesi, Tire



Pazar yorgunluğunun ardından bugünü bir nefes alma günü olarak değerlendiriyorum. Bugün gibi hafta içi günlerde işe iki saat geç başlamamız bile yetiyor. Aşkın Şef bu aralar kendi imkanlarıyla geliyor. Sadece Ayten Hanım'ı alacağım. Alparslan'ın "büt" ü (!) varmış, onu sonra alacağım. Nedir bu "büt" diye sorduğumda bütünleme sınavı olduğunu söylemişti. Amerikalılar yapar bu kısaltmaları ve yerleşir dillerine. Bazen o anlamsız harf kümeleri anlam kazanırken esas isimler tamamen unutulur. Örnek mi? Laser, Türkçeye lazer olarak geçmiş İngilizce bir kelimedir. Yani "Light Amplification by Stimulated Emission of Radiation". Bir de isimleri kısaltırlar. Arkadaşım David olan ismini Dave olarak kullanırdı. Yurdumuzun gençleri arasında da yaygın. Mesela kızımın Büşra adındaki arkadaşlarına hiç Büşra dediklerini duymadım. Onun adı "Büş" tü. Bizim zamanımızda ÖSYM vardı, Altan Günalp ile özdeşleşmiş Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi. Şimdiki gibi skandallar yaşanmaz, sorular hiç çalınmazdı ÖSYM de. Hep ÖSYM kurumuna güven ve saygı duyardık o zamanlar. Sonra sınav diye bol S'li bir sürü kısaltma icat ettiler sorularının çaldırıldığı, açılımının ne olduğunu bilmediğim.  

Bugün 24 Ocak. Uğur Mumcu gibi bir değeri kaybettiğimiz gün. Cenazesi kaldırılırken izlediğim TV yayını sırasında evde yalnız olduğumu hatırlıyorum. Koca adam hüngür hüngür ağlamıştım. Nasıl bir milletiz biz böyle. Uğur Mumcu değildi orada kahpe bir tuzağa kurban edilen sadece. Umutlarımızı da götürmüştü kendisiyle birlikte.  

Evden çıkmak üzereydim. Bir mesaj geldi telefonuma. "Siz çok iyi insansınız, kızım çok hasta ben çalışamayacağım artık. Sizden çok özür diliyorum." Mesajın sahibi Ayten Hanım. Hani iki gün önce bir hanım katıldı aramıza, dünyalar iyisi demiştim ya, işte o. İşin doğası bu demek. Şaşırmadım desem yalan söylemiş olurum. Hani telefon etse normal sayılabilirdi belki bir nebze olsun. Ama mesajla gelemiyorum demek, hele hele hiç beklemediğim bir kişiden. Kızının sorunları olduğunu biliyordum ama işe başlarken de aynı sorunları vardı. Yani iki günde değişen hiçbir şey yok. Bu olay bana bu işin doğasında elemanlarla ilgili devamlı sorun yaşanmasının olağan olduğu gerçeğini çarptı yüzüme. Kısa süren şaşkınlığımı üzerimden çabuk attım. Yeni birini bulana kadar iki tabak yıkamaktan aciz miydim ki?

Yaylaya yalnız çıktım. Aşkın Şef geldi az sonra. O mutfak işleriyle ilgilenirken ben şömine sobanın küllerini boşalttım. Sabah saatlerinde hava daha sıcak sanki. Bu havada sobayı yakmak için henüz erken. Aşkın Şef saat beşe doğru yakarız diyor. Dün akşamdan kalan birkaç parça bulaşığı ben hallederim diyerek elimden alıyor Şef. Sessizliği bozsun diye bir müzik başlatıyorum. Vakit çabuk geçiyor. Alparslan sınavdan çıkmış, telefon ediyor. Hemen onu almak üzere yola çıkıyorum. Henüz şehre inmeden telefonum çalıyor. "Açık mısınız? Üç kişi geliyoruz."

Ne diyeceğimi bilemiyorum. "Ne zaman?" diye soruyorum. "Az sonra." diyor telefonun ucundaki genç hanımefendi. "Şefimiz yukarıda ben de hemen geliyorum." diyorum. Beni şaşırtan bir cevap alıyorum. "Olsun canım biz yabancı değiliz."

Yolda konuşuyoruz Alparslan ile, iyi geçmiş sınavı. Vakit kaybetmeden çıkmamız gerektiğini söylüyorum. Yaylaya vardığımızda beyaz bir aracın Taş Ev'in önünde park ettiğini görüyorum. "Eyvah, geç kaldık diyorum." Aşkın Şef misafirlerin salonda olduğunu söylüyor. Yukarı çıkıp "Hoş geldiniz." diyorum konuklara. Gelen misafirlerden birini hatırlıyorum görür görmez. Defalarca konuk ettiğimiz bir hanımefendi bu. Masalara servis açılmış, mezeler söylenmiş bile. Aşkın Şef sıcakları hazırlamakla meşgul. Misafirler kalkınca Alparslan hemen sobayı yakmaya koyuluyor. İşini severek yapıyor. Daha çok genç ama sorumluluğunun bilincinde. Okullar açılana kadar onu yanımda tutmayı geçiriyorum aklımdan. Bu arada tecrübeli birini de bulmuş oluruz.

Temizlik henüz tamamlamadan misafirler basıyor bir kez daha. Bu sefer daha kalabalık bir grup. Aşkın Şef gözleme yapıyor onlara. Hayatlarında yedikleri en güzel gözleme olduğunu söylüyorlar. Uzun uzun sohbet ediyoruz. Arkadaşları tavsiye etmiş Taş Ev'i. Onlar da bayılıyorlar. Yine geleceğiz diyerek ayrılıyorlar.

Gündüzün hareketi akşam devam etmiyor. Ben de bu akşam erken kapatır dinleniriz diye geçiriyorum aklımdan. Salonun köşesindeki masadan aşağılara bakıyorum. Şehir karanlık geliyor bu gece gözüme. Köyden yukarı çıkan araçları tepeden seyretmek bir oyun oluyor bize. Köy içinden ayrılıp sapağa girenlerin yolu Çukurköy'e ya da diğer dağ köylerine gitmiyorsa bizim Taş Ev'de bitiyor. Zaman içinde kendimi bu konuda daha da geliştirdim. Artık arabaların gelişine göre yorum yapabiliyorum. Eğer ağır ağır çıkıyorlarsa yokuşu, kesin dışarıdandır. Bu bölgenin insanı artık nerede tümsek nerede çukur var gayet iyi bildiğinden dolayı daha hızlı çıkıyor yokuşu. İlk virajı dönen bir araca bakıyorum. Bu kesin bizim misafirimiz diyorum bizimkilere. Gerçekten öyle oluyor. Aslına bakarsanız oldukça geç oldu. Sadece mekanı kapalı bulmamaları için beklediğimiz bir saat yani. Araç bahçeden içeri giriyor. Genç bir çift iniyor aşağı. Rezervasyon yaptırmamışlar. Alparslan hemen tanıyor gelenleri. Ufak yerlerde böyle oluyor demek. Herkes birbirini tanıyor. "İki gün önce evlendi bu gençler." diyor. Güzel bir müzik eşliğinde hoş bir gece geçiriyorlar. Mutlu saatlere ev sahipliği yapmanın mutluluğuna eriyoruz her ne kadar geç saatlere kadar kalsak da.