KATEGORİLER

6 Kasım 2017 Pazartesi

ŞÖMİNE KEYFİ

31/10/2017 Salı, Tire

Büyük pazar alışverişi çileye dönüyor. Arabamı park edecek yer bulamıyorum. Dar sokak aralarından ilerlemeye çalışırken hareket halindeki ya da talih yüzüne gülüp park edebilmiş araçların arasından teğet geçiyorum. Sonunda pazar yerine oldukça uzak bir yerde güçlükle bir yer buluyorum kendime.

Personel servisini geciktirmemek için pazar alışverişini yarıda kesince yeniden şehre inmem farz oluyor. Pazar yeri olağan üstü kalabalık. Geçen haftanın yağmurlu olması diyorlar buna sebep. Yine aynı manzaralar. Daracık yollarda bebek arabalarıyla alışveriş yapan genç anneler, iki bastonla yürüyebilen yaşlı teyzeler, herkesin elinde pazar arabaları...

Dönüş yolunda eşim arıyor. "Misafirlerimiz var." Gelenler yabancı değil. Haftada en az bir kere ziyaret eder onlar bizi. Hava serin olmasına rağmen terasta, açık havada güneşlenmek istiyorlar. Geçen hafta yedikleri ayva tatlısının tadını unutmamışlar ki yemekten hemen sonra "Ayva tatlısı var mı?" diye soruyorlar.

Lüks bir arazi aracıyla zarif bir hanımefendi geliyor. Urla'da bir butik oteli varmış. O da duymuş namımızı. Lion kulüp dönem başkanlarını ağırlamıştık epey önce. Onlardan biri tavsiye etmiş. Salona çıkınca manzara büyülüyor onu. Şarap gurmelerinden oluşan kırk kişilik grubu getirmekmiş niyeti.

Gecenin sürprizi İzmir'den. Telefon ediyor hanımefendi, "Servisiniz var mı?" Sormakta haklı. Açılalı beri değişik nedenlerle üç kez değişti tatil günümüz. Dün kapalı olduğumuzu bilmeden kapıdan dönenler oldu. Telefon edip kapalı olduğumuzu öğrenenler daha şanslıydı tabii. Açık olduğumuzu söylüyorum. "Birazdan İzmir'den yola çıkıyoruz, sanırım bir, bir buçuk saat sürer yol." Taş Ev uzak diyen Tireliler geliyor aklıma. İnsanlar en az yüz kilometre yapmayı göze alabiliyorsa demek iyi şeyler yapıyoruz.

Quora'dan ilginç bir soru ve ilginç bir yorum dikkatimi çekiyor. Soru şu: ABD Irak'a girmeseydi şimdiki durum ne olurdu? Cevap verip yorum yapanlar hiç boş insanlar değil. Bütün sorulara verilen cevaplar bilgi, belge ve araştırmaya dayanıyor. Cevaplar olabildiğince özgür ve tarafsız. Bir ABD vatandaşı diyor ki "Şüphesiz Saddam ülkesinin başında olur, Işid ve benzeri terör örgütleri ortaya çıkmazdı. İran bu kadar güçlü olmazdı. Orta Doğu'da sükunet hakim olurdu. Unutmamak gerekir ki Saddam, Osama Bin Ladin'den en az bizim nefret ettiğimiz kadar nefret ederdi." diyor. Ben devam edeyim. Suriye karışmaz, üç milyon mülteci Türkiye'ye gelmezdi. Irak'ın Saddam döneminde o topraklarda yaşayan biri olarak cevabı gerçekçi buluyorum. Neydi Irak'a girmek için gösterilen asıl neden? Ülkeye demokrasi getirmek. Alın size demokrasi...

01/11/2017 Çarşamba, Tire

Hava mevsim normallerinin altında seyrediyor. Gündüz saatlerinde idare etse de geceleri şömine sobayı yakmaya başlayacağız artık. Alışveriş yapmadığım nadir günlerden biri.

Dört genç arabalarını bahçe kapısının önünde park edip bahçe içindeki yürüyüş yolundan yaya olarak yaklaşıyorlar. İzmir Alsancak'ta bir kafeyi işletiyorlarmış. Onlar da "Kahvaltı için harika bir yer burası." diyorlar. "Keşke burada bir de konaklama imkanı olsaydı." diyor bir diğeri. Eleman sıkıntısından bahsediyoruz.

Şömine sobayı yakmak konusunda karar veremiyorum. En azından hazırlık yapmak lazım. Erdal'ın kestiği kestane kütüklerini salona istif ediyorum. Her gün böyle biraz stok yapabilsem sonra rahat ederim.

Venüs'e mamasını veriyorum. Yüzüne bakmıyor. Pirzola kemiklerine alıştığından olsa gerek. İlginç olan kara kızların gelip Venüs'ün kulübesinin önündeki köpek mamasını yemesi. Serbest bıraksam en az bir tavuğu katleden Venüs yanına gelen tavuklara o kadar ilgisiz ki.

Ödemiş'ten sadık misafirlerimizden biri rezervasyon yaptırıyor. Eşi ile birlikte artık aşina oldukları mezelerimizden sipariş ediyorlar. Son derece kibar bir çift. Teşekkür sözcüğü dillerinden düşmüyor.

Akşam misafirlerini erken uğurladıktan sonra erken kapatıp dinlenme hesapları yaptığımız bir anda bir rezervasyon daha alıyoruz. Geç vakitlere kadar onları ağırlıyoruz. Bu sayede bu satırları yazma imkanım oluyor.

02/11/2017 Perşembe, Tire

"Hiçbir şeyden çekmedi dünyada, nasırından çektiği kadar." Orhan Veli "Kitabe-i Seng-i Mezar" isimli şiirini Süleyman Efendi için değil de benim için yazsaydı herhalde şöyle derdi. "Hiçbir şeyden çekmedi dünyada, şu Tire'nin esnafından çektiği kadar." Bir aydır çay ocağının tamiratıyla uğraşıyorum. Dün "Servisteyim, işim bitince gelirim." demişti. Yorulmaması için "Yok sen zahmet etme, ben gelir alırım seni." desem de kar etmedi. Bugün telefonuma cevap bile vermiyor.  "Adam mı yok, başkasına gidin siz de." diyorsunuz değil mi? Yok arkadaş, hepsi aynı. "Bu işi yapacak zamanım yok." demiyorlar, sizi bağlıyorlar ama işinizi de yapmıyorlar. Eğitimle alakası yok bu durumun, tarihine yakışmayan bir kültür oluşmuş burada, sözlerin namus olmaktan çıktığı, yoz bir kültür. Eşim "Böyle değildi benim memleketim otuz sene önce, nasıl bu hale geldi anlamıyorum." der durur.

Sabah gıdak gıdak sesleri ta uzaklardan geliyor. Emine Hanım, "Sessizce git yanına oraya yumurtlamış olmalı." diyor. Kümesin arka taraflarından gelen sese doğru ilerliyorum. Kara kızlardan biri koca bahçe dar gelmiş olmalı ki, tel çitin arkasındaki ormana geçmiş. Ormanda yumurta aramak işime gelmiyor. Bahçede atılı bulduğum eski bir kümes telini kümesin ortasındaki ağacın etrafına sarıyorum. Böylelikle kümesin çatısına, oradan da dışarı atlayacak bir yolu kapattığımı umuyorum. 

Hava soğudukça kış hazırlıkları daha fazla önem kazanıyor. Dün başladığım yakacak odun istifine devam ediyorum. Girişte geçen sene odun istiflediğimiz yeri ağaç kütükleri ile dolduruyorum. Akşama doğru şömine sobayı yakmak üzere hazırlıkları tamamlıyorum. Depodan odunluk ve maşa takımlarını çıkarıp şöminenin yanına yerleştiriyorum.

Akşama doğru şöminede yılın ilk ateşi yanıyor. Kestane odunlarının çıtırtısı oldukça büyüleyici. Akşam yemeğine yakınlarda bir baraj inşaatını yapan şantiye şefi ve çalışma arkadaşları konuğumuz oluyor. Konu baraj, barajın tipi de silindirle sıkıştırılan beton SSB olunca muhabbet derinleşiyor. Sohbet ettikçe Kayseri'den, Zonguldak'tan, Aydın'dan pek çok ortak tanıdıklar çıkıyor ortaya. 

03/11/2017 Cuma, Tire

Biraz geç kalınca ikinci defa şehre inmek zorunda kalıyorum. Malum bu gün küçük pazar. Sabahın serinliği diri tutuyor insanı. İlk olarak çay ocağını tamir edecek ustanın dükkanına uğruyorum. Artık bu son gidişim. Yapmayacaksan yapmayacağım de. Dükkan kapalı. Telefon ediyorum, tahmin ettiğim gibi yine cevap vermiyor. Cevap verecek yüzü yok çünkü. Başka birini buluyorum bakalım o sözünde duracak mı?

Pazar oldukça kalabalık. Bebek arabasıyla arada sıkışan genç bir kadın elindeki pazar arabasını yolun ortasında bırakıp alışveriş yapmaya koyulan orta yaşlı bir kadına çıkışıyor. "Şu arabanızı önünüze alsanız da yol verseniz." Kadın bir şey demeden arabayı çekip yolu açıyor. Fırıncı Hatice Hanımın işleri yolunda. Pazarın içine nasıl girdiğini anlayamadığım bir pikabın arkasına ekmek dolduruyor. "İdare edebilirsen gerisini yarın vereyim." diyor. "Tamam, olur." diyorum gülümseyerek.

Akşama yine bir doğum günü yemeği var. Şömine sobayı erken yakıyorum. Geçen seneden işi öğrendiğim için sobayı yakmak uğraştırmıyor. Salon oldukça keyifli bir mekana dönüşüyor. Hem sıcacık hem de şöminenin ateşinde çıtır çıtır yanan kestane odunları güzel bir görsellik veriyor.

Saat yedi deyince misafirlerimiz gelmeye başlıyor. Eşimin TV de tiryakisi olduğu kelime oyununun başladığı saatler. Emine Hanım bizi çok güldürüyor. Dışarıdan mutfağa girsem "Ay korkuttunuz beni." diye çığlık atıyor. Hadi buna alıştık ama bugün ne dese beğenirsiniz? Salonda pencerenin kenarında duran bir iki biblo var. Benim çok hoşuma giden, bir dostumuzun hediye getirdiği dekoratif süs eşyaları. Biri saksafon çalan şapkalı zenci, diğeri gitar çalıyor. "Yukarıdakiler ne korkunç değil mi? Ben çok korkuyorum." demesin mi? Ne korkunç? "Hani pencerenin yanında duruyorlar ya, gece rüyama girmesin diye temizlik yaparken gözlerimi kapıyorum." 

Misafirlerimizden bir diğeri incir üreticisi. Arkadaşlarıyla birlikte gelirken bir torba incir getirmişler, tadımlık. Torbayı eşime uzatıyorum. "Balık getirmişler pişirilmesi için." Yüzüme şöyle bir bakıyor. Gülmeye başlıyorum. "Yok, yok hediye incir getirmiş misafirlerimiz." 

Eşimin kahvaltı ısrarı var yine. Bana söz veriyor. Sadece pişi ve börek vereceğim, aşırıya kaçmayacağım diye. "O zaman sadece rezervasyon yaptıranlara veririz kahvaltıyı." diyorum.

Misafirleri uğurladıktan sonra Venüs'ü serbest bırakıyorum. Sevinci görülmeye değer. Bu kadar enerjiyi nereden buluyor bilmiyorum.

04/11/2017 Cumartesi, Tire

Güzel başlayan bir gün. Venüs ile Fifi birbirleriyle eskisi kadar boğuşmuyor. İkisinin karşımda poz verir gibi durmaları üzerine vakit geçirmeden deklanşöre basıyorum.

Diğer günlerin aksine şarap siparişleri rakıyı solluyor. Ağırlamaktan büyük zevk duyduğumuz misafirlerimiz son geldiklerinde ayırtmışlardı masalarını. Talihsizlik işte, geçen geldiklerinde değerli bir yüzüklerini düşürmüşler. Ne kadar arasalar nafile. Yanlarında İzmir'den gelen misafirleri var bu kez. Hanımefendiler şarap beyefendiler rakı içiyor. İçtikçe coşuyorlar, kahkahaları ortalığı inletiyor.

Yan masada genç aşıklar. Onlar da şarap içiyor. Şömine ateşinde Tire manzarası ve şarap. Keyifler tıkırında. Benim ise başıma geleceklerden haberim yok.

Misafirleri yavaş yavaş uğurluyoruz. Hanımefendiler kendi aralarında karar vermişler. Bu mezeleri yapanın elinden öpülür. Eşimin elini öperek ayrılıyorlar. "Ayılabilirsek sabah kahvaltısında görüşmek üzere."

Genç çift, çifte kumrular gibi yan yana oturmuş şaraplarını yudumluyorlar. Kalkmaya hiç niyetleri yok gibi. Elemanları bırakmak için şehre iniyorum. Yakıt göstergesi sona dayanmamış ama ışık yanıyor. Şansıma güvenip eşimi yalnız bırakmamak için yakıt alma işini yarın sabaha bırakıyorum. Maceramız da böyle başlıyor. Dönüş yolunda Taş Ev'e varmaya iki yüz metre kala arabam yolun en dar kısmında kalıyor. Ne direksiyon dönüyor, ne fren tutuyor. Hemen dörtlüleri yakıyorum. Arkamda bir başka araba beliriyor. Arabadan inip emniyetli mesafeye kadar geri gitmelerini istiyorum. Fren de direksiyon da kazık gibi. Bir taraf uçurum. Diğer taraf budanmış ağaç dallarıyla kaplı. Zor bela biraz sola yanaşıp arkamdaki aracın geçmesini sağlıyorum. Şanssızlık işte! Neyse, yürünebilecek bir yol. Depoda bir bidon benzin olacaktı. Eşime durumu anlatıyorum. Depodan aldığım bidonu ve huni görevi görecek plastik bir şişeyi alıp aracın yanına varıyorum. Karanlık bir taraftan, bidonu tek başıma huniyi tutarak depoyu doldurmanın zorluğu diğer taraftan, bu işin tek başına olmayacağına kanaat getirip benzin bidonunu arabanın bagajına koyuyor, gerisin geriye Taş Ev'e dönüyorum.

Genç kumrular hala yukarıda oturuyorlar. Bir ihtiyaçları olup olmadığını soruyorum bir kez daha. Teşekkür ederek bir istekleri olmadığını söylüyorlar. Saat 12.00 olunca müzik yayınını kesiyorum. Kalkma zamanının geldiğini anlıyorlar böylelikle. Hava oldukça serin. Durumu anlatıp bizi arabanın yanına kadar bırakmalarını rica ediyorum. Yanımızda götürdüğüm beş litrelik su bidonu işe yarıyor. Depoya üç dört litre kadar benzin boşaltıyorum. Eşim bir an önce dönmek için sabırsızlanıyor. Biraz daha benzin koymak niyetindeyken işi yarına bırakıyorum. Bir iki denemeden sonra araba çalışıyor ve arabayla Taş Ev'e geliyoruz.

Arabadan inerken aklım başıma geliyor. Yahu benim araba dizel. Ben kalktım benzin koydum. Tamam, şimdilik işimi gördü ve arabamı bırakılmaz bir yerden Taş Ev'e kadar getirdi. Hemen internete giriyorum. Aman Allah'ım ben ne yaptım? Motoru parçalarsınız diyen mi ararsın, krank milini kesersin diyen mi. Bazı yorumlarda araba ateş alır diyen bile var. Hemen arabayı olduğu yerde bırakıp depoyu boşaltın, benzin giren ne kadar aksam varsa servise temizletin yorumları iyiden iyiye canımı sıkıyor. Yarın pazar, kahvaltı vermeye karar verdik, alışveriş yapmam lazım, elemanları erken getireceğim. Yarın ola hayrola.

05/11/2017 Pazar, Tire

Ne zaman başımı yastığa koydum, nasıl uyandım hatırlamıyorum. Eşim kahvaltı telaşında, benim zorum arabanın durumu. Saat 07.30 da taksi duraklarından birini arıyorum. Cevap veren yok. Pazar sabahı kimin işi olur taksiyle. Canım sıkılıyor. Bir başka taksi durağını arıyorum. Uzun uzun çaldırdıktan sonra Mustafa isminde biri açıyor telefonu. Hemen gelmesini istiyorum. Niyetim şehirden mazot alıp mümkün olduğunca benzini mazot içinde seyreltmek. Hafta arası olsa tamircimi arayacağım ama bugün sanayide çalışan olmaz. Elimdeki 25 lt lik bidonda hala bir miktar benzin var. Şansım yaver gidiyor pazar olmasına rağmen 25 litrelik bir bidon daha alıyorum. Benzinlikten ikisini de mazotla doldurduktan sonra geri dönüyoruz. Mustafa arabasını o kadar yavaş kullanıyor lakin sesimi çıkartamıyorum. Elemanları alış saatim yaklaşıyor. Taş Ev'e varıyoruz. Bidonları indirdikten sonra elemanları almaya gidiyoruz birlikte. Mustafa "Şansımız varsa hortumla depodaki benzini çekebiliriz belki." diyor. Biraz da olsa rahatlıyorum.

Hortum işe yaramıyor. Aldığımız iki bidon mazotu aracın yakıt deposuna zor bela boşaltıyoruz. İnternet yorumlarında böyle bir durumda sakın ola sürat yapmayın diye uyardıklarını hatırlıyorum. İkinci sefer kontağı çevirince araba çalışıyor. Rolantide yarım saate yakın çalışır durumda bırakıyorum. Kahvaltı rezervasyonları başlayınca iyice daralıyorum. Bu benzin kokusundan nasıl arınacağım?

Taksi şoförünü gönderiyorum. İlk kahvaltı misafirleriyle ilgilendikten sonra acil ihtiyaçları almak üzere şehre iniyorum yavaş yavaş. Pencerem açık. Dışarıdan kuş seslerine benzer sesler geliyor. Sesler beni takip edince bunun motordan geldiğini anlıyorum. Benzinli motorine motorun alışma sesleri bunlar. Bir süre sonra sesler kesiliyor. Alışverişimi tamamlayıp kazasız belasız dönüyorum Taş Ev'e.

Yoğun bir pazar günü. Misafirleri ağırlama telaşıyla arabayı unutuyorum. Yoğunluk öyle bir hal alıyor ki rezervasyonsuz gelen bazı misafirlerimizi geri çevirmek zorunda kalıyoruz. Taş Ev övgü üstüne övgü alıyor. Telefonlara bile cevap veremez haldeyim. 24 Kasım Öğretmenler günü rezervasyonları gelmeye başlıyor. Böyle zamanlarda vakit hızlı ilerler. Bir bakmışız akşam olmuş. Öyle oluyor. Eşimle birlikte elemanları şehre bırakıyoruz. Arabada sorun yok görünüyor. 

31 Ekim 2017 Salı

HANİ...

24/10/2017 Salı, Tire

Yağmurlu bir güne uyanıyoruz. Gece boyunca yağan yağmur hız kesmeden devam ediyor. Büyük pazar alışverişini yağmur altında yapacağım böyle giderse. Şemsiye kullanmayı hiç sevmem. Hani mecbur kalıp kullansam bile büyük bir ihtimalle ilk gittiğim yerde unuturum. 

Yağmur altında pazar alışverişine başlıyorum. Tezgahlar arasında çekilen brandadan tenteler insanları ıslanmaktan büyük ölçüde koruyor. Yine de sürprizlere hazırlıklı olmak lazım. Yeterince gerilmeyen tentelerin üzerinde biriken yağmur suları hiç beklemediğiniz bir anda başınızdan aşağı boşalabilir. Pazar esnafı alışkındır bu duruma. Önlem alacak yerde tezgahının arkasında dikilip kurbanının düştüğü müşkül duruma sırıtır. Bu sefer hedefte ben varım. Yağmur sularının çukurlaştırdığı brandada biriken bir teneke kadar su yarım metre yanımda aniden foş diye birden boşalıveriyor. Sırıl sıklam ıslanmaktan ani bir hareketle kurtarıyorum kendimi.

Eşimin sıkı sıkıya almamı tembih ettiği istiridye mantar sadece iki yerde var. İlk gördüğüm yerde kilosu 13 liraya satılıyor ama pek beğenmiyorum. Yirmi metre ileride başka bir satıcı yarım kiloluk paketleri 7 liradan, 750 gramlık paketleri 14 liradan satıyor. Büyük paketler daha güzel. Pazarlık yapıp paketini 12 liradan alıyorum. 

Yaylaya dönerken yağmur şiddetini azaltıyor. Bu havada kimse çıkmaz evinden. Sakin bir gün geçireceğiz gibi. Bu rahatlıkla öğleden sonra tekrar iniyorum şehre. Bankada işimi halledip kasap alışverişini yapıyorum.

Erdal yağışlı bir gün olması sebebiyle kestane toplama işine ara veriyor. Yine yağmur başlıyor. Bunu fırsat bilip mutfakta hazırlık işlerine yoğunlaşıyoruz.  

25/10/2017 Çarşamba, Tire

Gece boyunca yağış devam etti. Sabah kalktığımda yükselen hava güneşli bir günün sinyallerini veriyor. Elemanları aldıktan sonra yeniden şehre inmeye hazırlandığım sırada kalabalık bir grup bahçe kapısından girmiş yerdeki kestaneleri toplaya toplaya Taş Ev'e doğru ilerlediklerini fark ediyorum. Yaklaşık kişilik grup gezmeye gelmiş olmalılar. Hiç istifimi bozmadan kümese yumurtaları toplamaya gidiyorum.

Dönüşte elimdeki yumurta kovasını gören yumurta sipariş etmeye başlıyor. Meğer, hanımlardan birinin gün toplantısıymış bu gelişlerinin sebebi. İçlerinden biri "Biz çok memnun kalmıştık, bakın yine geldik." deyince hatırlıyorum. Geçen sefer rezervasyon yaptırmıştı gün sahibi. Şehirden minibüs tutup geliyorlar. Bu kadar kalabalık gruplara menü öneriyorum aslında. Neyse, salona çıkıp yerleşiyorlar. Teker teker siparişler alınıyor. Sakızlı dondurma eşliğinde kestane tatlısının methini duydukları için tabak tabak servis yapılıyor. "Köftenin yanında ayran için para alıyor musunuz?" diye soranlar da olsa keyifli bir ağırlama oluyor.

Yağış kesildi. Pırıl pırıl bir güneş ortalığı aydınlatıyor. Venüs'le nasıl baş edeceğimi bilemiyorum. Kulübesinin çatı kaplamasından sonra şimdi de kapısını parçaladı. Gün sahibi adet gereği misafirlerine un helvası yapmış. Bize de ikram ediyorlar. Açık söylemek gerekirse çok hoşuma gidiyor. Hesapları ayrı ayrı ödedikten sonra yumurta satın almak isteyenlerin taleplerini karşılıyoruz. Son yumurtaya kadar hepsini satın alıyorlar. Kara kızların daha çok çalışması lazım. Çay ve kahve servisini verandada yapıyoruz. İçtikleri çay ve kahvenin parasını ödemek istiyorlar. Onlar bizim size ikramımız diyorum. Üniversiteyi yeni bitirmiş genç bir hanımefendi var aralarında, adı Irmak. Kızımın adına sahip olduğu için onun adını unutmam mümkün değil.

Şanlı Urfa'da memurluk görevini yapan genç beyefendi zarif yanındaki hanımefendiye güzel bir atmosferde evlilik teklif etmek istiyor. Aslen Ödemiş'li olan çift internet üzerinden gidebilecekleri güzel bir yer araştırıyorlar. Taş Ev düşüyor ekranlarına. Masaları özenle süslenmiş onları bekliyor. Fonda Beethoven'in Für Elise'si çalıyor. Hani bir reklam fragmanı vardı ya; "Ninemin yaş gününü hatırladım, ona sürpriz hazırladım. Dışı çikolata kaplı, içinde kar gibi bir bulut saklı."  Yıllar önce yaş günümde küçük kardeşimin bana hediye olarak verdiği "Çokomel" i unutamam. Genç çift'in bu özel geceyi unutamayacakları gibi...

26/10/2017 Perşembe, Tire

Serin ama güneşli bir hava. Venüs'ü özgürlüğüne kavuşturmak için kara kızları koruma altına almak lazım. Kümesten rahatlıkla ağaçlara atlayıp oradan bahçeye yayılan tavuklar Venüs'ün azabına uğruyor. İlk işim hırdavatçıdan on metre kadar kümes teli almak oluyor. Birkaç parça alışverişten sonra yaylaya dönüyoruz. Fifi sırt üstü yatmış güneşleniyor. Bahçeye dökülen cevizleri sağlam çenesiyle kırıp içini mideye indiren Venüs bu konuda oldukça maharetli.

Meral Akşener'in kurduğu yeni partiyi ilgiyle izliyorum. Her ne kadar görüşlerimiz uyuşmasa da Atatürk'e ve onun kurduğu cumhuriyete bağlılığı, üzerine atılan iftiralara karşı dik duruşu, azmi ve cesaretini takdir ediyorum. Siyaset denilen her türlü hokkabazlığın, yalancılığın, dolandırıcılığın, yalakalığın yuvalandığı kuruma oldum olası mesafeli durmuşumdur. Sosyal demokrat karakterim hiç bir zaman Cumhuriyet Halk Partisine bağımlı hissettirmedi beni. Yeri geldi Ankara Büyük Şehir Belediye Başkanlığı seçimlerinde Melih Gökçek'e karşı adam kalmamış gibi Karayalçın'ı aday gösteren CHP'nin yerine MHP adayı Mansur Yavaş'ı destekledim. Kılıçdaroğlu'nun CHP'si hiçbir varlık gösteremiyor. Halkçı politikalar gütmesi gereken bu parti, bir avuç elit kesimin desteğiyle ayakta duruyor. Oysa bugün yoğun bakımda yaşam mücadelesi veren Baykal'ı yapıştığı koltuktan indirdiğinde Kılıçdaroğlu bir umut ışığı olmuştu çevremdeki herkese. Araştırmacılığı ve Melih Gökçek'i bile mat eden sakin tavırları ve proje üretmedeki başarılarından eser yok şimdi.

Osmanlı'yı hortlatmak için Atatürk Cumhuriyet'ini ortadan kaldırmanın fırsatını kollayan AKP taifesi, memleketi yüz yıl geriye götürdükten sonra Akşener'in İyi Parti'si ne yapar bilinmez ama yeni bir umut ışığı oluyor halk nazarında. Sabah sosyal medyada bir fotoğraf gördüm. Başları kapalı küçük kız çocukları ellerinde "Kızlar okula gitmeyin, çünkü ahirette okulda öğrendikleriniz sorulmayacak size." yazılı pankartlar taşıyorlar. Bu  gördüğüm fotomontaj bile olsa ülkemizin getirilmek istendiği durum çok da farklı değil. Şimdi Akşener iktidar uğruna değişik kesimlerden kopup yanına gelenlerin hepsine sorgusuz sualsiz kapılarını açar da kadrolarında yer verirse, ki bütün beklentim bu yöndedir, değişecek hiç bir şey olmaz.

Hani bir yiğit çıksa meydana, dese ki; İmam Hatip okullarını kapatacağım, Diyanet İşleri Başkanlığını lağvedeceğim, bunların yerine bilimsel eğitim yapan okullar kuracağım, Köy Enstitülerini ve eski öğretmen okullarını yeniden hayata geçireceğim, Avrupa ve Amerikan kiliselerinde olduğu gibi toplumun dini inançlarını yerine getirmeye imkan tanıyan, gelirini mensuplarının bağışlarıyla karşılayan dini cemaat örgütlerine devlet denetimi altında müsaade edeceğim, okullarda din eğitimi yerine ahlak eğitimine, çevre bilincine, hayvan sevgisine yer vereceğim. Ve devam edip dese ki; ülkesini seven liyakatli kadrolara devlet yönetiminde yer vereceğim, özellikle güç kaybettirilen, içine din ve siyaset bulaştırılan güçlü Türk Ordusuna eski itibarını yeniden kazandıracağım, ülke kaynaklarını yerliye ve yabancıya peşkeş çektirmeyeceğim. En önemlisi, bağımsız bir adalet kurumu tesis edeceğim. Üniversiteleri dogmatik fikirlerden arındırıp bilimsel eğitim yuvaları haline getireceğim, Diyanet İşlerine ayırdığım bütçeyi eğitim ve bilimsel araştırmaya, kültür ve sanata ayıracağım, fikir ve basın özgürlüğünü tesis edeceğim.  Komşu ve dünya ülkelerinin karşısında düştüğümüz aciz hallerden ülkeyi sıyırıp dış politikamıza saygınlık kazandıracağım. Vergide adaletsizliğin önüne geçip gelir dağılımında belli bir kesimi gözetmeyip refahı ülke genelinde yükselteceğim. Devletin ve milletin çıkarına uygun olmayan hiçbir yabancı ülke politikasının taşeronu olmayacağım. Teröre destek veren bir süper güç bile olsa "Ey Amerika, Ey Almanya" deyip dayılanmak yerine sonucu ne olursa olsun ona karşı yapılması gereken davranışı sergileyeceğim. Biliyorum, ne öyle bir yiğit çıkar meydana ne de dediklerini yaptırırlar. Sözde demokrasi dedikleri bu kirli oyunda toplumun geneli bu yiğitlere destek olmak yerine bol bol karşılıksız vaatlere, manevi duygularının sömürülmesine, bazen bir çuval kömüre ya da iki kilo pirince satar çocuklarının geleceğini.

Siyaset böyle bir şey işte, girdin mi çıkamıyorsun içinden. Neyse ben yine yaylama döneyim. Aldığım gözenekli teli kümesin yanına ağaçlarla irtibatını kesecek şekilde güzelce çiviliyorum. Hava henüz kararmadan bir beyefendi Tire'de yaşayan yaşlı annesini alıp geliyor Taş Ev'e. Uzun yıllar Kutsan fabrikasında çalıştıktan sonra emekli olup İzmir'in Göztepe semtine yerleşmişler. Baba tarafından Giritli olması sohbeti koyulaştırıyor. Annesinin ayaklarından rahatsızlığı var, salona çıkamayınca verandada misafir etmek zorunda kalıyoruz. Üşümesin diye bir şal veriyorum üzerine. Yediklerini çok beğendiklerini söylüyorlar.

Erdal yukarı yayladan topladığı kestanelerin bir kısmını gömüye sokuyor. Beş çuval kadar akıntı kestaneyi şehirde satmak üzere Çukurköy'den Gani'nin traktörüne yüklemiş.

27/10/2017 Cuma, Tire

Havalar iyice serinlemeye başladı. Bahçedeki masa ve sandalyeleri terasa taşıyoruz. Yağmurdan sonra ağaç diplerine bir sürü ceviz dökülmüş. Elime bir kova alıp toplamaya başlıyorum. Venüs'ün kulübesinin altında cevizleri toplarken kümesteki folluk yerine bahçenin bir köşesini tercih eden kara kızların günlerdir bulamadığım yumurtalarını bıraktıkları iki farklı yer keşfediyorum. Cevizlerle birlikte yumurtaları alıp dönüyorum.  

Bugün "Rembetiko" günümüz. Mekana çok güzel gidiyor bu müzik. Araştırmalar "Rembetiko" nun İzmir'de doğup dünyaya yayıldığını gösteriyor. 1983 yılı yapımı aynı adı taşıyan Costas Ferris'in efsane filmi 1984 yılında Gümüş Ayı ödülünü almış. İki savaş, iki ülke ve iki erkek arasında kalmış Marika'nın öyküsü. "Tıpkı senin İzmir hakkında söylediğin gibi, birileri karar veriyor, ve diğerleri bedelini ödüyor." Evlerini, kimliklerini Anadolu'nun değişik köşelerinde bırakıp mübadele ile Yunanistan'a göçen ve yeni topraklarında dışlanan, tarifsiz acılar çeken insanların müziği rembetiko. Girit'ten, Selanik'ten ve ülke topraklarına zorunlu olarak göç eden büyüklerimizle aynı acıları çeken bu insanlar kederlerini ağıtsal sözlerle neşeye dönüştürmüşler. Bir bakıma hayatı ti'ye almışlar.

Sakin geçen bir günün akşamında en vefalı dostlarımızdan biri, bu kez babasını misafir ediyor. Hava oldukça serin olmasına rağmen ısrarla verandadaki her zamanki masalarına geçiyorlar. Peder Bey, kızınla iftihar ediyor. Güzel bir baba kız ilişkisi. Hanımefendi her zaman rembetiko çalmamı ister zaten. Babasının da Selanik göçmeni olduğunu öğreniyorum.

28/10/2017 Cumartesi, Tire

Sabahları çok güzel oluyor yayla. Derin bir sessizliği daha da güzelleştiren kuş seslerini dinliyorum. Gece serbest bıraktığım Venüs ortalarda gözükmüyor. Sincap yavruları oradan oraya koşup duruyor önümde. Kümesin ağaçlarla bağlantısını kesince tavuklar dışarı çıkamamış. Eşim bugün yumurtaları kendisinin toplamak istediğini söylüyor. Personel servisi için yola çıkıyorum. Telefonum çalıyor. Arayan dün anlamsız bir şekilde kestane toplama işine ara veren Erdal. Kapının açık olup olmadığını soruyor. Dar ve virajlı yolda dönmeye üşendiğimden geri geri bahçe kapısına doğru ilerliyorum. Arkamdan hızla gelebilecek bir araç için ciddi bir tehlike. Neyse ki gelen olmuyor. Kapının kilidini açıp yeniden düşüyorum yola.

Dün gecenin geç bir vaktinde doğu şiveli bir hanımefendi telefon etmiş ve ikindi vakti misafirlerini getirmek istediğini söylemişti. Sekiz kişi geleceklermiş. "Sizde yemek kaç para?" sorusundan işkilleniyorum. "Ne yiyeceğinize bağlı." oluyor cevabım. Bir kaç meze ve ana yemek fiyatını söylüyorum. Çiçek Taksi'den bir şoför tavsiye etmiş bizi. Çoktandır zamanımı saatten takip ettiğimden ikindi vaktinin saat kaça denk geldiğinden de haberim yok. "Eğer karar verirseniz önceden arayın lütfen." deyip konuşmayı bitiriyorum.

Yağış yok ama hava kapalı. Dün bir gün ileri gitmişim ve günlerden cumartesi olduğu yer etmiş kafamda. Eşim, "Bir an önce pazartesi gününün gelmesini beklediğinden olmalı." diyor gülerek. Malum pazartesi bizim tatil günümüz.

Erdal annesi ve kız kardeşiyle birlikte aşağı yaylada kestane toplamaya devam ediyorlar.

Son bir haftadır önceki blog yazılarıma saçma sapan reklam yorumları yapılıyor. "Ücretsiz Google+ çevreleri mi arıyorsunuz? Like 4 Like'a kayıt yaptırıp bunları otomatik olarak kesinlikle bir ücret ödemeksizin alabileceğinizi biliyor musunuz?" şeklinde yapılan yorumlar rahatsızlık verici. Telefonla olur olmaz yerde ve  zamanda arayan bankalardan sonra bir de bu çıkıyor başıma. Bu tür emri vaki reklam yöntemi çok itici geliyor. Hani ürüne ilgi duysam bile birden ondan soğuyorum.

29/10/2017 Pazar, Tire

Geçen hafta verdiğimiz karar gereği açıldığımızdan bu yana ilk kez kahvaltı servisimiz yok. Bu nedenle artık pazar günleri de haftanın diğer günlerinde olduğu gibi saat 12.00'de başlıyor çalışma saatimiz. Facebook sayfamızda gerekli duyuruyu yapmamıza ve çalışma saatlerini değiştirmemize rağmen kapıdan dönen misafirlerimiz çok oluyor. Rezervasyon yaptırmak isteyenlere dilimiz döndüğünce durumu anlatmaya çalışıyoruz.  Gerçekten de çok güzeldi kahvaltımız. Gösterilen ilgiyi hak ediyordu. En çok İzmir'den, sadece güzel bir kahvaltı etmek için o kadar yolu tepip gelenlere üzülüyoruz. Keşke yola çıkmadan bir arasalardı. Gelip hayal kırıklığıyla geri dönenler arttıkça eşimin yufka yüreği kabarıyor. "Yanlış karar mı verdik?" diye mırıldanmaya başlıyor. "Yok hayatım kararımız doğru, senin sağlığın her şeyden önemli."

Kahvaltı misafirleri rezervasyon yaptırıp gelseler belki bu hizmetimiz devam edecekti. Ne yazıktır ki insanımız genel olarak buna alışkın değil. Doğrusunu söylemek gerekirse biz de farklı değildik. Rezervasyonun ne kadar önemli olduğunu iş başa gelince öğrenmiş olduk. Ama biz çat kapı gittiğimiz yerlerde istediğimizi bulamayınca kaderimize razı olurduk. Kahvaltı için gelen misafirlerimizin çoğu da öyleydi zaten. Çoğu durumu olgunlukla karşılarken bir kısmının rahatsızlığı yüzlerine yansıyordu. Bazı misafirlerimiz kahvaltı olmayınca yemek yemeyi tercih ettiler. Saat 14.30'da dahi kahvaltı servisimizin olup olmadığını soranlar bizi hayli şaşırttı.

Kahvaltı telaşı olmayınca o kadar yıpratıcı geçmiyor günümüz. İzmir Karşıyaka ve Torbalı'dan gelen misafirlerimiz son derece hoşnut ayrılıyorlar. Teras'ta gençlerin sürpriz doğum günü kutlaması ve ardından kesilen pasta günümüze renk katıyor. Eşim misafirlerimizden meraklı bir hanımefendiyi kıramayıp çok beğenilen kaymaklı ayva tatlısının tarifini veriyor.

30/10/2017 Pazartesi, Tire

Nedir bu Venüs'ten çektiğimiz? Nasıl becerdiyse tasmasını çıkarmış boynundan. Fifi'ninki de yok. Bunlar anlaşıp birbirlerine mi yardım ettiler? Taş fırının arkasında parçalanmış bir tavuk buluyorum. Yine Venüs'ün marifeti. Bu kaçıncı?

Demir bahçe kapısını açıyorum. Kestane toplayıcı kadınlar hemen işe koyuluyorlar. Bugün eşimle önemli işler yapıyoruz. Yeri ve zamanı gelince yazacağım onları...

29 Ekim 2017 Pazar

NEYİ KUTLUYORUZ?

Bugün Cumhuriyet Bayramı. Zamanın emperyalist güçlerine ve iş birlikçi mollalarına karşı büyük önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün büyük bir kararlıkla 29 Ekim 1923'te ilan ettiği Cumhuriyet'in 94. yıl dönümü. İşin kolayına kaçarsak anlamını ve mahiyetini önemsemeden elimize birer bayrak alıp şen şakrak kutlanacak bir gün. Oysa neyi kutladığımızı bilen kaç kişi var?

Cumhuriyet, halkın egemenliğini kendi elinde bulundurduğu ve bunu, arasından seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullanan bir devlet şeklidir. Sözlük anlamı "halk yönetimi" olan Cumhuriyet, ilk çağda Yunan şehir devletleri, orta çağda Venedik, Cenova ve Floransa gibi devletçikler için kullanılan bir sözcük olsa da yurttaşlarına özgürlük ve eşitlik tanıyan gerçek halk yönetimi ise Fransız İhtilalinden sonra gerçekleşme yoluna girmiştir. Arapça kökenli "Cumhuriyet" ile Türkçe'ye Fransızcadan geçen tüm üye veya vatandaşlarına organizasyon veya devlet politikasını şekillendirmede eşit hak tanıyan bir tür yönetim biçimi olan "demokrasi" sözcükleri genellikle birbiriyle karıştırılır. Demokrasi kısaca yaşam biçimi, Cumhuriyet ise onun yönetim şeklidir.

Cumhuriyet, Osmanlı Saltanatına karşı kesin bir galibiyet, emperyalist devletlerin boyunduruğundan kurtulmak anlamına gelir. Kurtuluş Savaşımız birçok devletin bağımsızlık mücadelesine ilham kaynağı olurken Cumhuriyetle birlikte başlayan devrimler bütün dünyada hayret ve hayranlıkla izlenmiştir.

Hiçbir şey kolay kazanılmıyor. Önce vatan topraklarını, namusumuzu, şerefimizi kurtarmak uğruna ne şehitler ne gaziler verdik, yeni cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte millet olarak ne açlıklar, yokluklar çektik. Bütün bunları, bedeli ağır bütün bu kazanımları unutup ellerimizde bayraklarla cumhuriyeti bayram olarak kutlamak ne kadar acı. 

NEYİ KUTLUYORUZ?

Cumhuriyetinin teminatı Türk Ordusunun gücünü ve itibarını yok edip dış güçlerin ekmeğine yağ sürmeyi mi? Cumhuriyet, düşünce özgürlüğü, aklın özgürlüğüdür. Bütün medya organlarının iktidarın borazanı olmasını mı yoksa yazdığı yazıdan dolayı hapislerde çile çeken gazetecilerin, yazarların bayramını mı kutluyoruz?

Cumhuriyet cahilliği yenmektir, kız çocuklarını okutmaktır. Bağnaz çevreler kızlarını okula göndermiyor artık. "Okulda öğretilenler size ahirette sorulmayacak." deniyor onlara. Mustafa Kemal Atatürk'ün kadına verdiği hakların dini inanç kisvesi altında teker teker geri alınmasını mı kutluyoruz? Modern Türk kadının giyim kuşamının orta çağ rahibelerine dönmesini mi yoksa evlere kapatılıp toplumdan soyutlanmasını mı?

Cumhuriyet fabrikadır, üretimdir, emektir. Samanı bile ithal etmemizi mi kutluyoruz?

Cumhuriyet Türkçedir, dil bilincidir. Dilimizi unutturup Arapçaya özendirilmemizi mi kutluyoruz?

Cumhuriyet bağımsızlıktır, Atatürk'ün "Yurtta Sulh, Cihanda Sulh" özdeyişini benimsemektir. Dünya devletlerinin arasında itibarsız bir ülke haline getirilmemizi mi yoksa Orta Doğu ateşinin içine sokulmamızı mı kutluyoruz?

Cumhuriyet laikliktir, din ve devlet işlerinin ayrılması, inançlara ve inançsızlığa tahammül etmek, din istismarına izin vermemektir. İşte bu ilkeler yüzünden sevmezler cumhuriyeti, korkarlar ellerindeki tek varlık olan dini kullanamamaktan. İmam cumhurbaşkanı, imam başbakan, bakan, vali, savcıları içimize sindirmemizi mi kutluyoruz yoksa din temelli bir başkanlık sistemine emin adımlarla yürüyüşümüzü mü? 

Cumhuriyet Köy Enstitüleridir. Aydınlanmanın köyden başlaması, kendi okulunu kendin yapmaktır. Akıldır Cumhuriyet, bilimdir, akıl ve bilim eşliğinde çağdaşlaşmaktır. Mustafa Kemal Atatürk'ün müfredattan çıkarılmasını mı, Evrim Teorisinden şeytan görmüş gibi korkulmasını mı yoksa tekke ve tarikatların yeniden hortlamasını mı? Fetö denilen örgütü eğitim, güvenlik, adalet gibi kurumlara yerleştiren daha sonra sütten çıkmış ak kaşık hesabı onlara savaş ilan etmiş görünen iktidarın ülkeye vermiş olduğu yıkımı mı kutluyoruz?

Bence Cumhuriyet bayram değil. Bayram olduğu bir aldatmaca. Ne zaman ki, bağımsız, laik bir devlet yönetimine kavuşuruz, ne zaman ki ilim ve fen rehberimiz olur, ithal eden değil üreten bir ülke oluruz, hak ve adalet tecelli eder, ülkemizin her toprağında emniyet ve huzur içinde yaşamak mümkün olur, süper güçlerin taşeronluğunu bırakır, milli menfaatlerimize uygun barışçıl bir dış politika uygular hale geliriz, çocuklarımız geleceğe ümitle bakar, işte o zaman bayram olur cumhuriyet.  

28 Ekim 2017 Cumartesi

YAPACAĞIMIZ BİR ŞEY VARSA...

Her geçen gün yeni şeyler öğreniyor insan ve yazmak geliyor içinden. Günlüğümü aksatmadan tutuyorum. Yayınlamaya gelince bunu haftada bir yapmak daha kolayıma gelir oldu. Evet, biraz uzun oluyor ancak bu aralar böyle gitsin biraz.

Sosyal medya paylaşımlarını bir filtreden geçirmek imkanı olsa keşke... Zaman zaman öğretici, hoşuma giden paylaşımlar bir yana, ipe sapa gelmez pek çok paylaşım canımı sıkıyor. Mesela hoşlanacağım türden ama daha önce rastlamadığım güzel bir müzik, özgün bir tablo, veciz bir söz, belgesel niteliğindeki yazı ya da fotoğraflar ilgimi çekiyor. "Sayfamız kapanacak, çok şikayet var, bir yorum yap, bir like gönder." türündeki paylaşımlara sinir oluyorum. Whatsapp günümüzde en çok kullanılan iletişim araçlarından biri. Acil bir fotoğraf veya bir belge paylaşmak gerektiğinde hemen imdada yetişiyor. Ne yazık ki bunun da suyunu çıkarıyoruz. Telefonun PTT'ye yazdırılarak yakınların arandığı devirlerden bu yana çok değişti iletişim. Mektup tarihe karıştı çoktan. Artık telefonu da tarihin kara sayfalarına yollamak üzereyiz. 

Salı pazarında alışveriş yapıyorum. Cep telefonumun sinyal sesini duyar duymaz elimdeki yükü en yakın tezgahın önüne bırakıyorum. Tahmin ettiğim üzere bir Whatsapp mesajı bu. Kızım geliyor aklıma. Hani önemli bir şey söyleyecektir de poliklinikte işi olduğundan zaman bulamıyordur. Yok, o değil bir yakınımmış mesaj gönderen. Tek kelimelik bir mesaj. "Amca", evet mesaj bu. Kapatıyorum telefonu, elime naylon pazar poşetlerini yükleniyorum yeniden. Bir sinyal sesi daha. Hava yağmurlu, bebek arabaları pek çıkmamış ortaya. Yine de elinde pazar arabasıyla yolu kapatıp her Allah'ın günü gördüğü komşusuyla geyik muhabbeti yapan kadınlar eksik değil. Onların arasından zorlukla geçmeye çabalarken en uygun yerde elimdekileri yere bırakıp yeniden çıkarıyorum telefonumu. Yine tek kelimelik bir mesaj. "Katarakt." La havle ve la kuvvete." Ya, telefonun suyu mu çıktı. Aç telefonu derdin neyse anlat. Ya da mesaj yazacaksan bulmaca çözdürür gibi kelime kelime yazma şunu. Üşenmeden cevap veriyorum. "Konturun kalmadıysa göndereyim ama oyun oynayacak vaktim yok." Birbiri ardına iki mesaj daha. "Tamam", "Pardon" İşim bitince telefon ediyorum zat-ı muhtereme. Cevap yok. Dönüş de yok. Belli ki, bozulmuş. Merak ediyorum. Kim katarakt? Anneme koyulan teşhis mi bu? Beni arayan yakınım o kadar yakın ki bana (!) eski telgraf yöntemi ile haberleşmeye çalışıyoruz. Her kelimesi ayrı para olan telgrafta bile. "Biz iyiyiz, stop." denilip merak içinde kalmazdı insan. Annemi arıyorum. İşin aslını ondan öğreniyorum. Meğerse katarakt ameliyatımı hangi doktora yaptırdığımı sormak istiyormuş teknoloji canavarı. Benden yanıt alamayınca ikinci adres feysbuk. "Ey cemaat, ey dostlar (!) bakın bana katarakt teşhisi konuldu. Doktor önerisi olan yazsın..." Haydi, bir sürü geçmiş olsun mesajları ve bir o kadar doktor ve hastane önerileri. Seç artık içlerinden bir tanesini. 

Sosyal medya üzerine kitap yazılır. Babası hastanedeki yatağında yatarken çektiği fotoğrafı koyup dua bekleyenler mi ararsın, kahve köşelerinde zaman öldürürken kopyala yapıştır yöntemiyle hayırlı cumalar dileyeni mi? Bir yerde deprem olsa ilk haberi ne radyodan ne TV'den alıyoruz. Feysbuk mesajları birbiri ardına sıralanıyor artık. "Fena sallandık (!)" Depremi beklemeye sabredemeyen mesajlar geliyor bazen. Pembe ya da mavi renkli mesaj panosunda yazılar beliriyor. "Köpekler havlamaya başladı, deprem mi olacak?"  

Ya sevdiği insan karşısında dururken cümle alemi haberdar eden sahte aşıklara ne demeli? "Aşkitom, seni çok seviyorum." Bu duygularımı senin bilmene gerek yok cümle alem böyle bilsin yeter dercesine. Feysbuk bu garip durumlara çanak tutmuyor değil hani. Sabah sabah telefonun ekranında "Bugün güneşli bir gün, neler hissediyorsun arkadaşlarınla paylaş." sözcükleri karşılıyor bizi. Kim nerede yemek yiyor, nereye yolculuk yapıyor, kimlerle birlikte hepsini biliyoruz Maşallah. Canımız sıkılır, "Stresli hissederiz." Hemen cevaplar yağar. "Hayrola canım, canını sıkan bir şey mi var?" Ya da "Mutlu hissederiz bazen." Onu da paylaşırız. "Allah mutluluğunuzu arttırsın." 

Bu işin sonu nereye varacak merak ediyorum. Yakında bir yakınınız, tuvalette sıkıntılı hissettiğini bildirebilir size. Eminim yalnız değilsiniz. Arkadaş, eş dosttan cevaplar yağar bu mesajınıza. "Yapacağımız bir şey varsa..."  

23 Ekim 2017 Pazartesi

SARI ZAMBAK

17/10/2017 Salı, Tire

Yazdan kalma bir gün. Büyük pazardan alacağım fazla bir şey yok derken pazarın kurulduğu dar sokaklara girince alacak bir sürü şey buluyorum. Esnaf işlerin durgunluğundan yakınıyor. Çalışanları alıp yaylaya dönüyorum.

Keyifli bir gün daha. İlk misafirlerimiz Rusya'dan. Eşimin yaptığı mezelere bayılıyorlar. Tire'ye dışarıdan gelenlerin ilk tercihi Tire şiş köfte. Onların da tercihleri aynı. Henüz vitrine girmemiş Ayva tatlısına gözleri ilişiyor. O kadar beğeniyorlar ki, yanlarında götürmek için ayrıca paket yaptırıyorlar.

Bugünün misafirleri yemeklerini yedikten sonra hep ayva tatlısı istiyor. Sabah eşimin yaptığı ayva tatlısından yarına bir tane bile kalmıyor.

Şehrin çalışkan esnaflarından biri eşiyle birlikte teşrif ediyorlar. Kılık kıyafetleri gayet şık. Evlilik yıl dönümleri ya da doğum günü kutlaması mı? Beyefendi çok yerde kuru domates yediğini ancak burada yediğinin bambaşka olduğunu söylüyor. Mezelerin hepsi mükemmel diyerek aynılarından birer tabak daha istiyorlar. Hava çok berrak, şehrin ışıkları keyifli bir görsellik sunuyor. Karşı dağın yamacına kurulu Bayındır bile daha yakın görünüyor gözüme.

Son günlerde misafirlerimiz Taş Ev'de konaklama imkanı olsa ne kadar iyi olacağından bahseder oldular. İlk zamanlar düşünmedim değil ama şimdi aklımın köşesinden dahi geçirmiyorum. Böyle bir işe kalkışırsak yeni elemanlar gerekecek. Eleman demek problem demek hizmet sektöründe. Hele bu yörede işini hakkını vererek işini yapan eleman bulmak çölde su bulmaktan daha zor.

18/10/2017 Çarşamba, Tire

Yapraklar iyiden iyiye sararmaya başladı. Rüzgarsız ve güneşli bir gün. Geçen sene bu zamanlar şömine sobamızı yakmaya başlamıştık. Erken saatte Erdal'ın telefonu ile uyanıyorum. Bu defa yukarı yaylanın kapı anahtarını vermeyi unutmuyorum. Böylece en azından bir saat daha geç kalkabileceğim. 

Öğlen vakti iki beyefendi geliyor. İki ay önce Taş Ev diye komşu restoranlardan birine gitmişler. Bu sefer yönlendirme levhalarını iyi takip ettik diyorlar. Verandada oturup yemeklerini yiyorlar. Yediklerine bayılıyorlar. Her geçen gün aldığımız övgüler tırmanışa geçti. "Burası bambaşka bir yer." diyor içlerinden biri ve devam ediyor. "Ah, bir de konaklama imkanı olsaydı(!)" Karşıyaka'dan geliyorlarmış. Şehirdeki bir gıda firmasının bölge sorumluları olduğunu öğreniyorum. Kartvizitimi istiyorlar. Şimdiden pazar kahvaltısı için rezervasyon yaptırıyorlar.  

Erken açtık bugün kepenkleri. Tire'den üç hanımefendi geliyor. Mezelere övgüler yağdırıyor onlar da. Yemekten sonra sıra tatlılara geliyor. Son derece memnun ayrılıyorlar.

Akşam misafirleri yabancı değil. İki gün ara verse "Bir şey mi oldu?" deyip merak edeceğimiz güzel bir hanımefendi. Telefon edip iki bayan arkadaşıyla geleceğini haber verince verandanın köşe masasını onlara ayırıyorum. 

Tanınmış bir işletmenin sahibini konuk ediyoruz. Yanında hanım arkadaşı ve esmer güzeli kızları var. Hanımefendinin ilk sorusu? "Trileçe var mı?" Elbette var. Havalar soğumaya başlayınca karpuz kavunun yerini eşimin marifetli ellerinden çıkan tatlılar alıyor. Küçük hanım bizim Fifi'yi çok seviyor, onunla arkadaş oluyorlar. Sohbet aynı yere geliyor. "Burada konaklama düşünmediniz mi?" Hanımefendi, "Şu manzaraya bak, tam kafa dinlenecek yer burası."

"Cumartesi günü kahvaltıya gelsek, bizi kabul etmez misiniz?" diye soruyorlar. "Maalesef sadece pazar günü kahvaltı servisimiz var." "Bizim için de mi yok?" Eşim kıramıyor isteklerini. "Peki, sadece size özel kahvaltı vereceğiz." 

19/10/2017 Perşembe, Tire

Güzel bir sabah daha. Bir değişiklik yapıp eşimle birlikte iniyoruz şehre, yeni bir iş görüşmesi için. Öğretmen evinin bahçesinde şartları konuşuyor, anlaşıyoruz. İyi birine benziyor ama yoğurdu üfleyerek yemeyi öğrendiğimiz için "İşte aradığımız insan bu." demek için en az üç ayı doldurması gerektiğine inanıyoruz. 

Elemanları alıp yaylaya dönünce güzel bir sürpriz karşılıyor bizi. Yerdeki sarmaşık ve kuru yaprakların arasından başını yukarı uzatmış bir sarı zambak. Öylesine taze, öylesine havalı ki dokunmaya kıyamıyor insan.

Öğlen misafirlerimiz şehrin en büyük kurumunun müdürü. İki arkadaşıyla birlikte geliyorlar. Benimle birlikte dört inşaat mühendisi oluyoruz. Onlardan biri Özal döneminde yıldızı parlayan büyük bir inşaat şirketinin genel müdürlüğünü yapmış. On yıl önce kendini emekliye ayırmış, kendi çiftliğinde hayvancılıkla uğraşıyor. "Mesleğinizi yapmak mı daha zevkli yoksa hayvancılıkla uğraşmak mı?" sorusunu yöneltiyorum kendisine? Cevabı beni ters köşeye yatırıyor. "Böylesi daha iyi." diyor. Bana sorsalar, "Mühendislik ve restoran işletmeciliği arasında tercihim ne olurdu?" diye. Sanırım şudur diyebilmem zor olurdu. İnşaat Mühendisliği deyince çoğu kişinin aklına apartman inşaatları gelir. Liseyi bitirdiğimde açıkçası ben de öyle zannederdim. Üniversitede öğrendim ne kadar geniş bir alana yayıldığını ve diğer fen ve sosyal bilimlerle olan ilişkisini. Jeoloji, harita, kimya, makine mühendislikleri başta olmak üzere bütün mühendislik dallarıyla iç içe. Hukuk, sosyoloji de öyle. Mizaç olarak biraz dik kafalı olduğumdan dolayı işime karışılması yetki alanıma girilmesi hoşuma gitmeyen tek husustu. Genel olarak aile şirketlerinde ikinci nesil benim nazarımda çoluk çocuktu. Benim tecrübem artarken onlar patron olma ve benden öğrendiklerini bana satmaya başlamışlardı. Oh kurtuldum bu işten dememe tek sebep buydu. Restoran işletmeciliğinde benim yaptığım yönetici mühendislikte olmayan eleman ilişkileri sorun. Zira yöneticilikte bütün ilişkilerim altımda çalışan mühendislerle olduğundan hiç bir zaman problem yaşamıyordum.

20/10/2017 Cuma, Tire

Bugünü gözüme kestirmiştim. Sakin bir gün geçirmekti beklentim. Nasıl olsa haftada bir gün diğer günlere göre daha sakin geçiyordu baştan beri. Küçük pazardan fazla bir şey alacağım yoktu hesapta. Dün gecenin geç misafirlerini uğurlarken hidroforun bulunduğu yerden gelen su sesinin sebebini merak ediyordum. Gecenin karanlığında bir şey görebilmem mümkün değildi.

Sabah uzun bir alışveriş listesi çıkardı yine eşim. Yeniden şehre inmek zorunda kaldım. Pazarın dar sokaklarında bebek ve pazar arabalarıyla alışveriş yapan insanlara ya sabır çektim. Tezgahlar kurulduktan sonra iki insanın zorlukla geçebilecek genişlikteki dar sokakta pazar ve bebek arabalarını yolun ortasında tutarken geyik muhabbeti yapan kadınlara kızgınlığımı içime döktüm.

Yaylaya döndüğümde ilk işim hidrofora bakmak oldu. Adeta kazana bir bıçak sokulmuş, yarığından basınçla su fışkırıyordu. Derhal Kemal Usta'yı aradım. Yöre esnafının genel karakterinin tersine kısa bir süre sonra gelmesi benim için güzel bir sürpriz oldu. Parça almak üzere şehre inip hemen geri geldi ve sorunu giderdi. Hidroforu devre dışı bıraktık, depodan cazibeyle akan suyun basıncı yeterliydi zaten.

Akşam saatlerinden itibaren hareketli bir günün sonunda hafta sonuna dinlenmeden giriyoruz.

21/10/2017 Cumartesi, Tire

Üst üste yoğun günler. Mutfağa yardımcı olsun diye yeni bir kadınla anlaşmıştık. Sabah almaya gittiğimde yerinde yoktu. Telefonuma da cevap vermedi. Çay ocağının termostatını değiştirecek usta hala parça arıyormuş (!) Alıştık artık bu berbat kültüre. Memur şehri Ankara'daki esnafla olan düzgün ilişkilerimizden sonra yörem insanı oldukça sinir bozucu. Aralarında tek tük düzgün insan çıkıyor. Onlar da geçen gün fotoğrafını çektiğim sarı zambak gibi otların arasından kendini gösteriyor.

Gece geç vakit de olsa karalama şeklinde not alıyordum. Aklımda kalan bugün her şeyin yolunda gittiği. Mezeler ve yemekler çok beğeni topluyor. Meyve ve tatlı siparişleri de fazlaydı. Hatta hiç istemediğim halde "Maalesef kavunumuz kalmadı." demek zorunda kaldım beşinci kavun siparişini veren bir masaya. Kavun da bayağı güzelmiş demek.

Geçen hafta kahvaltı rezervasyonlarıyla salonu doldurmuştuk. Yarın için bir banka müdürünün İzmir'den gelecek misafirleri sadece on iki kişilik rezervasyon var. Yine ne olur ne olmaz diye eşim hazırlıklara geceden başladı bile.

22/10/2017 Pazar, Tire

Bugün çalışan hanımın ablasını da aldım gelirken. Misafirler için kahvaltı masasını hazırladık. Eşimle gün boyunca tartışmalarımız sürdü gitti. Kendini aşırı derecede yıpratıyor. En iyisi, en güzeli olacak. Hafta içinden başlayan yoğunluk arasında sürekli olarak mezeler yenileniyor. Kahvaltı için tepsi tepsi börekler hazırlandı, fırına sürülüyor. Misafirler geldikçe sıcak sıcak pişi ikram ediliyor. İki çeşit kurabiyenin üzerine bir de kek yapmaya kalkınca iyice gerildim. O ise gayet sakin bir şekilde "Yapsam ne olur, canım yapmak istiyor." diye cevap veriyor.

Kahvaltı bizim için son derece bunaltıcı geçiyor. Börekler aşırı derecede beğenildi. Masalara tabak tabak ekstra taşıdık. Bir yandan sucuklu yumurtalar, diğer yandan menemen talepleri... Müdahale etmesem Emine Hanım yufka açıp otlu gözleme yapacaktı bir de. Allah'tan bu konuda biraz sözümü dinledi eşim.

Rezervasyon yaptırmayan misafirlerden taşıyabileceğimiz kadarını buyur ettikten sonra gelenleri şartlı kabul etmeye başlıyoruz. "Eğer beklerseniz sizinle ilgilenebiliriz." Hemen merakla soruyorlar. "Ne kadar beklememiz lazım?" Cevabım net, "En az yarım saat." Şöyle etrafa bakınca boş masaları görüyorlar. "Ama boş yeriniz var (!)" "Evet, boş masalardan birine oturabilirsiniz ama size hemen hizmet edecek boş elemanımız yok." Bahçede boş masalardan birine oturuyorlar. "Biz beklerken birer çay alabilir miyiz?" Çaresiz çaylarını götürüyoruz. Yeni misafirler gelmeye devam ediyor kahvaltıya. "Maalesef, artık kapasitemizi aştık, keşke rezervasyon yaptırmış olsaydınız." Bu kez onlardan geliyor teklif. "Biz biraz bekleyebiliriz sıramızı." "Çok beklersiniz ama." oluyor cevabım. "Ne kadar? diye soruyor misafirimiz merakla. "Bir saat." Bu kadar uzun bir süre beklemek hiç hoşlarına gitmiyor, birkaç adım döner gibi yaptıktan sonra aralarında konuşmaya başlıyorlar. "Ama burası çok güzel." diyor birisi. Beyefendi yanıma geliyor. "Tamam, bir saatten daha uzun sürmez değil mi?" Biz şu masada oturup bekleyeceğiz."

Bütün mekanlar dolu, salon, teras, veranda ve bahçede oturan misafirlerimizin keyifleri yerinde. Bankacının grup misafirleri teker teker ama kibarca talepte bulunuyor. "Biraz zeytinyağı alabilir miyiz?" Zeytinyağı getiriyorum, "Bir parça da limon lütfen." Ekmeğimiz bitti, su getirir misiniz? Ekmekleri kızartmak mümkün mü? Bu tuzluğun tuzu bitmiş. "Derhal değiştirelim."

Telefonlar susmuyor. Biz Kaplan köyündeyiz. "Kahvaltı için yeriniz var mı?" "Maalesef efendim, yerimiz yok." Saat ikiyi geçmesine rağmen kahvaltı için geliyorlar. Kahvaltı servisimiz bitti, şükürler olsun.

Yemek servisi başlıyor aynı hızla. Mezeler birer efsane olma yolunda hızla yol katediyor. Fellah Köfte zirvedeki yerini koruyor. Hemen arkasından Girit ezme, kuru domates. Tatlılar, salatalar, meyveler... Eşimin sigortası atmak üzere. Ben bugünün de bir sonu olacağından eminim sabırla siparişleri yetiştirmeye çalışıyorum.

Bu arada Venüs geri geldi. Kısırlaştırma ameliyatı sonrasında kızımın yanında nekahet dönemini geçirmişti. Kızım onu bize teslim ettikten sonra harıl harıl tez sunumuna çalışıyor. Ameliyat dikişlerini almak için benden yardımcı olmamı boşuna bekledi. Sonunda tek başına yaptı işini. O yerinde duramayan haylaz Venüs uslu uslu önünde yatmış kıpırdamadan. Bu arada Fifi için güzel bir tasma getirmiş. Üzerinde Kontes yazılı. "Fifi adı hiç yakışmıyor ona, bundan böyle adı Kontes olsun." diyor.

Hepimizin pili bitiyor akşama. Kapıları kapatıp düşünüyor ve önemli bir karar alıyoruz. Kahvaltı çok yıpratıcı olduğundan bundan böyle kahvaltı servisini kaldırıyoruz. Rezervasyon telefonları çalmaya devam ediyor...

23/10/2017 Pazartesi, Tire

Şükürler olsun tatil günümüze ulaştık. Pazar işini yarınki büyük pazara bırakıyoruz. Kızımın verdiği talimat doğrultusunda Venüs'ün pansumanını yaptıktan sonra kara kızları besleyip yumurtalarını topluyorum.

Aklımda uzak bir yere gidip balık yemek var. Eşimi razı etmek zor, zira garip bir diyete başlamış. Bana göre gezmek demek, gidip güzel bir yerde yemek yeyip içmek demek. Yakınlarda Taş Ev'e benzer yerler arıyorum. İnternet'te yaptığım araştırmada ne Ödemiş ne de Bayındır'da aradığım özellikte bir yer bulabiliyorum. Bankadaki işlerimizi bitirdikten sonra şehirdeki balık satıcılarının birinin yanındaki pişiricide levrek ızgara yiyoruz. Hem balık taze, hem de güzel pişirmişler.

Yaylaya döndüğümüzde fırtınalı bir hava bizi bekliyor. Pazartesi gününün tatil günümüz olduğuna alışamayan misafirlerimiz arıyor. Çarşamba günü için yine bir evlilik teklifi için masa düzenlemesi isteniyor. Bugün kemiklerimiz dinleniyor biraz. Yarına yağmurlu bir güne merhaba diyeceğimizden bahsediyor hava tahminleri.


17 Ekim 2017 Salı

TİRE KANATLARIMIN ALTINDA

14/10/2017 Cumartesi, Tire

Sabahtan itibaren telefonum susmuyor, "Kahvaltı veriyor musunuz?" "Maalesef sadece pazar günleri kahvaltı servisimiz var." İki genç geliyor. Soru aynı. Eşimle konuşuyorum. "Peki madem buraya kadar yoruldunuz sizi göndermeyelim ama biraz beklemeyi göze almanız lazım çayın demini alması için." Genç hanımefendi gülümsüyor. "Beni tanımadınız sanırım." Düşünmeme fırsat vermeden söylüyor, "Ben falancanın kızıyım." "Öyle miii? Kusura bakmayın sizin için yaratırız." Hoşuna gidiyor genç hanımın bu sözler. Verandaya oturuyorlar, masa donatılıyor.

Dolu dolu bir gün. Keyifli. Bir yandan yarına kahvaltı rezervasyonları. Bir biri ardına gelen konuklar, keyifli sohbetler...

15/10/2017 Pazar, Tire

Erdal aradığında yeni uyanmıştım. Yukarı yayla kapısını açmamı istiyor. Kahvaltı için rezervasyon yaptıranlar dışında misafir kabul etmiyoruz. Rezervasyon masaları hazır. Emine hanım gözlemeleri hazırlarken misafirler gelmeye başlıyor.  Eşim minik kekler hazırlamış. Börekler fırından yeni çıktı. Şanslarına güvenip çat kapı gelen konukları geri çevirmiyoruz. Onları da verandada ağırlıyoruz.

Kahvaltı telaşı biter bitmez bir arkadaş grubunu ağırlıyoruz. Bir sürü ortak yönümüz var bu dostlarla. Aralarında Selanik kökenli olanlar, ODTÜ'lüler, tişörtünün üzerine Che'nin resmi olanlar, Fenerliler... Salonda köşe masayı hazırlamıştım bu özel misafirlere. Teras hoşlarına gidiyor. Güneşten yanınca yeniden salona geçiyorlar. Üç kız çocuğu var aralarında. Nehir en ufakları. Serena'ya isminin anlamını soruyorum. "Bilmiyorum." diyor. "Ben bakıp öğreneceğim ." diyorum. "Samimi, neşeli, parlak" anlamında güzel bir isimmiş. En büyükleri Naz, narin güzel bir kız. Onlar büyüklerden ayrı masaya oturuyorlar. "Ne kadar şanslısınız çocuklar, böyle anne babalara sahip olmak gerçekten şans." "Eminim sizler sanatla ve sporla da uğraşıyorsunuzdur." Beklediğim "Evet" cevabını alıyorum. 

Bayındırlı dostumun misafirleri. Bu hafta Fenerbahçelileri, gelecek hafta ODTÜ'lüleri getireceğim diyor. Çeşit çeşit mezelerden ikişer tabak istiyorlar. O kadar mezemiz olduğuna ben de şaşıyorum. Hanımefendiler "Yeter artık, doyduk." diyene kadar meze taşıyorum. 

Ödemiş'ten evlilik yıl dönümü için rezervasyon yaptırılıyor. Masa düzenlemesi isteniyor. Ama bugün pazar. Yoğunluk zirve yapıyor. Söz vermiyorum ama eğer fırsatım olursa bir şeyler yapmak niyetim. Son üç ayın en yüksek cirosunu yaptığımız bir gün. Beklediğimiz misafirler biraz geç geliyor. Mahcubum onlara karşı masalarını süslemeye zamanım kalmadığı için. Salonun en güzel köşesini onlar için ayırıyorum. Masalarına bir mum yakıp özür diliyorum. Eşimin yaptığı nefis trileçe tatlısından ikram ediyorum bağışlamaları için. Çok hoşlarına gidiyor.

16/10/2017 Pazartesi, Tire

Yoğun geçen hafta sonundan sonra nihayet rahat bir nefes alıyoruz. Erdal'a yukarı yayla kapısının anahtarını vermeyi unuttuğum için bugün de erken kalkmak zorunda kalıyorum. Henüz kestane toplayıcılar gelmeden gidip kapıyı açıyorum. Taş Ev'e dönerken telefon ediyor. "Abi biz yaklaştık, kapıyı açar mısın?"

Kafamda plan yapıyorum; tatil günümüzü nasıl geçirsek diye. Eşimin aklında yine iş. "Şimdi o yorgunluğu çekemem." diyor. Gidip kara kızların yumurtalarını topluyorum. Henüz soğumaya bile fırsatları olmamış. On dakika geçmemiş kara kızlardan çıkalı. Bugün hizmet kendimize. Güzel bir kahvaltı masası hazırlıyorum, salonun en güzel köşesinde. Bütün şehir kanatlarımız altında. Güneşli, harika bir gün. "İşte, böylesi güzel." sözleri dökülüyor eşimin ağzından. "Her şey önüne geldiğinde pek bir keyifli oluyormuş."

Erdal bahçenin sınırlarını sormuştu. Kahvaltı keyfimiz sona erdikten sonra yukarı yaylaya çıkıyorum. Otuz beş dönüm ağaçlık arazi içinde bulabilirsen bul onları. Bulamayacağımı anlayınca telefon ediyorum. "Neredesiniz?" Yemek için aşağı indiklerini söylüyor. Araç yolundan aşağı iniyorum. Orta yaylada çıkınlarını açmış yemek yerlerken buluyorum onları. Kocaman bir tencere dolusu pilav ilişiyor gözüme. "Afiyet olsun." diyorum. "Çay koyalım abi." "Çay sevmiyorum ben." Pilava buyur etmiyorlar ki! Sözde şekerim var diye, pilav pişmez oldu bizim evde.

Acemi kestaneci bu Erdal. Ne kadar deli kestane varsa orta yaylada doldurmuşlar çuvala. "Yabana gitmesin diye topluyoruz." diyor. Önceden iri kestaneleri toplasanız ya. Zarar edecekler bu kafayla. Zaten hemen başlıyorlar ağlamaya. "Siz gidin iri kestaneleri bitirin, sonra konuşuruz." diyorum.

Eşimi zorla ikna ediyorum. "Hadi gel birlikte gidelim, senin için bir değişiklik olur." "İrmik helvası yapmam lazım, daha yapacak çok iş var." Hafta sonu patates, soğan, domates tükenmiş. Toplu konut pazarına gidiyoruz. Öyle ağırlık oluşturan şeyleri bu pazardan almamız ne de olsa yarınki büyük pazar alışverişini kolaylıyor. Alışveriş bittikten sonra bir yerde oturup karnımızı doyuruyoruz.

Döndüğümüzde hava kararmış çoktan. Fifi karşılıyor bizi. Belli ki acıkmış, türlü şirinlikler yapıyor ayağımızın altında. Yoğun ama zevkli bir çalışma başlıyor. Mutfakta sadece eşimle birlikteyiz. O sezonun ilk ayva tatlısını yapıyor. Harika görünüyorlar. Parasını versem, bir tane vermez bana, biliyorum. "Hayır o misafirlerin." Oldum olası misafirler öncelikli olur bizim evde. Bu sebeple hayatım boyunca hep kıskandım misafirleri. Deniz börülcesi en fazla tercih edilen bir meze. Artık zamanı mı geçti, yoksa aldıklarımda mı bir gariplik var anlamıyoruz. O incecik kılçıkları her zaman kolaylıkla ayrılırdı sıyırırken. Bu seferkiler elimizi değdirir değdirmez kopuveriyor. Her bir dalla teker teker uğraşırken cinnet geçirecek hale gelince yarın büyük pazardan yenisini alırız deyip tomar tomar haşlanmış börülceyi kara kızlara yem oluyor. Geç vakitl mangalı yakıp biberleri közlüyorum.

Kızım arıyor. Venüs'ün durumu gayet iyi. Ne zaman alabileceğimizi soruyor. O da yaylayı özlemiş olmalı. Tavukları da (!) 

15 Ekim 2017 Pazar

ÇARK-I ZAMAN

13/10/2017 Cuma, Tire

Küçük pazardan alışveriş, tavuğun yemi, evden getirilecekler derken elemanları almam on beş dakika gecikiyor. Önceden telefon edip gecikeceğimi söylüyorum onlara.

Kestaneler ağızlarını açmaya başladı. Yaylada hummalı bir hareket gözleniyor. Her yer kestane. Komşular hasada başlamış bile. Erdal bir arkadaşını getiriyor yanında. Götürü bir bedel üzerinde anlaşıyoruz. Yarın yukarı yayladan başlayacaklar toplamaya. 

Tanıtım filmini facebook sayfamızda paylaşınca büyük sükse yapıyor. Uzun zamandır görüşmediği arkadaşlar telefon ediyorlar eşime, filmi çok beğendiklerini söylüyorlar. Bazı misafirlerimiz tanıtım filmini gördükten sonra merak edip geliyor. 

Zaman çarkı hızlı dönmeye başlıyor yine. Ne çabuk geçti bu hafta anlamıyorum. Bu hafta Taş Ev'de ağırladığımız konuklarla bir ilgisi var mı bunun? Kafama uygun insanlara hizmet etmek, onlarla sohbet etmek keyif verici. Ters giden hiçbir şey yaşamıyoruz canımızı sıkacak. Zaman boyutu üzerinde uzun uzun düşünüyorum. Güç=İş/Zaman. Yani belli bir işi ne kadar kısa zamanda yaparsan o kadar fazla güçlüsün demektir. Kainat bir denklem üzerine kurulu olduğuna göre bu formülü değişik bir tarzda yorumlamaya çalışıyorum. Uyku dışında zamanımın çoğu iş yapmakla geçiyor. Yani yaşam devamlı çalışmak bir şeyler üretmek demek. Zamanı da yaşam süresi olarak değerlendirirsem, "Yaşam/Ömür" neyin karşılığı olabilir? Bunun karşılığı mutluluktan başka bir şey değil. Güç mutluluktur. Daha mutlu olmanın yolu ya daha çok çalışmak ya da ölmek. Eğer ömür sabit kabul edilirse mutlu olmak için çok çalışmak, çok üretmek gerek. Zaman çarkı hızlı dönmeye başladı diyordum. Bazen olur böyle şeyler bana. Birden hızlanır zaman. Bir hafta öncesi dün gibi gelir. Böyle zamanlarda kendimi mutlu hissederken aynı zamanda bir hüzün çöker ardından. Geçip giden zaman ömrümden almıştır gıdasını. Ömür dediğin nedir ki? Bir iz bırakmıyorsan bu dünyada yüz yıl yaşasan ne yazar? Beethoven benim yaşıma gelememişti. Yaşadığı sürenin yarısında işitme duyusunu yitirmiş. "Sadece sanat ve bilim insanı tanrısallığa yüceltebilir." diyen ünlü besteci kısacık ömründe çektiği sıkıntılara, aşk acılarına rağmen mutluluğun doruğuna ulaştığını düşünüyorum.

Saçmaladığımın farkındayım. Ama olsun ara sıra saçmalamak da iyi. Yine "La Valse d'Amelie" yine Yann Tiersen kurtaracak beni bu melankolik halimden. İyi geceler...