KATEGORİLER

9 Ağustos 2019 Cuma

ÖLÜLER DİYARI - JEAN CHRISTOPHE GRANGE

Kitabın Adı: Ölüler Diyarı
Yazar: Jean-Christophe GRANGE
Çeviri: Tankut Gökçe
Sayfa Sayısı: 462
Yayınevi: Doğan Kitap
Türü: Roman-Polisiye, Macera, Psikolojik


Kitap Hakkında: Jean Christophe Grange'ın son kitabı Ölüler Diyarı, toplumun gözden ırak yaşamlarını deşifre eden polisiye bir kurgu. Aynı yazarın "Kongo'ya Ağıt" isimli romanını daha başarılı bulmuştum. Grange bu romanında da ayağı yere sağlam basan bir tema üzerinde sürükleyici bir yapıt çıkarmış ortaya. Her kitabı geniş bir hayran kitlesi tarafından takip edilen yazar, kendine has bir tarzın dışına çıkmıyor. 

Cinayet büro amiri Staphane Corso birbiri ardına işlenen iki cinayetin peşine düşüyor. Katilin peşinde iz sürerken yolu, karanlık dünyanın dehlizlerinden, sadomazoşizm ve türlü cinsel sapkınlıkların yer aldığı türlü ortamlardan geçiyor. Kısa sürede katili deşifre ettiğini sanıyor ancak yanlış yolda olduğunu çok geç öğreniyor. Aslında olaylar Corso'yu da içine alan bir şekle bürünüyor ve katilin kimliği ve işin iç yüzü kitabın sonunda açıklanıyor. Yazar'ın en önemli özelliği yer, zaman, kişi, sanat ve kültür öğelerinde kullandığı benzetmelerdeki zenginlik. Bu bakımdan öğretici aynı zamanda. Kitabı okurken bir eliniz Google arama motorunda olmalı. Örneğin Jacquemart eski bir adli polis; katili bildiğini söyleyip Corso'ya bazı fotoğraflar gösteriyor, Ona göre "La cour des Miracles" resmi portre ressamını bulmuştu. Bu tür terimler bazen sayfa alt notlarında açıklanmakla birlikte çoğu kez okurun bildiği kabul ediliyor Katil tuhaf çizimleri olan bir ressam. "La cour des Miracles" terimi ile Wikipedia'da Fransa'nın gecekondu bölgelerine atıf yapıldığını görüyoruz. Diğer taraftan "Notre Dame de Paris" müzikalinin en güzel şarkılarından birinin adıymış. Çingeneleri konu alan ve onlara hayranlık uyandıran bu şarkıya gönderme yapan yazarın artık şu cümlesi daha fazla anlam kazanıyor: "... sanatçı, derin bir empati sayesinde, bu kadın ve erkeklerin trajedisini, onları birer meleğimsi ruhani varlıklara dönüştürmeye kadar vardırmıştı." Kitapta buna benzer öğeler oldukça fazla.

Yazarın mekan ve kişisel betimlemeleri, gözlem ve araştırma yeteneği tartışılmaz. Konu örgüsü ve zenginliği, okurda merak duygusunu uyandırması, olayların kusursuz bir şekilde yoğrulması başarılı olsa da gerçekliği üzerinde şüpheyi ortadan kaldırmıyor. Kitabın kurgusal özelliğinin zihinlerden atılamaması doğallıktan uzak bir algı yaratıyor. Özellikle bu durum sonuç kısmında katilin ortaya çıkması ile zirveye ulaşıyor. Büyük marifet isteyen seri cinayetleri gerçekleştirmek için katil, fikren ve psikolojik durumu bakımından makul ve yeterli kabul edilebilse bile fiziken bunu nasıl başardığı sorusu havada kalıyor. Bu yüzden katilin cinayetleri nasıl işlediğine dair detay bulamıyor okur.  

Sonuç olarak çok fazla hoşuma giden bir kitap olmadı. Elimde fazla kalmasını istemediğim için biraz sıkıntı vermesine rağmen tamamladım.    

4 Ağustos 2019 Pazar

GODOT'YU BEKLERKEN - SAMUEL BECKETT



Ayvalık'ta balkonumuza sessiz sedasız sızmaya çalışan bir sabah güneşi... Biliyorum çok kalmayacak, İşte, çekilmeye başladı bile ama bu kısa süre içinde beni gölge bir köşeye atmayı başarıyor.

Nereden sürüklendiysem buraya, Didi ve Gogo'nun yalnız bir ağaç altında yaptıkları uzun, sevimli ve ciddi sohbetlerinin içinde buldum kendimi. Onlar yani, Vladimir ve Estragon, ısrarla birinin gelmesini bekliyorlar, Godot'yu... Hala bekliyorlar mı, bilinmez. Hayır, ben iki saatlik film boyunca Godot'yu beklemedim, sadece onların çaresizlik içinde bekleyişlerini izledim. Bana benzer bir karakter yok bu eserde. Ne Pozzo'ya ne de Lucky'yle örtüşüyor kaderim. Ne dünyadan ümidini kesmiş bir derbeder, ne her arzusunu zenginliğiyle ya da birilerini ezerek tatmin eden bir gaddar, ne de hiçbir şey yapamayacak kadar çaresizim. Eğer dünya sadece bu karakterler üzerinde kuruluysa ben bir hiç'im. Godot'mu? Ne gelmesini isterim, ne de korkarım gelmesinden. 

Samuel Beckett (1906-1989) İrlanda doğumlu ve 1969 yılında Nobel Edebiyat ödülü sahibi bir yazar. 1949 yılında yazdığı "Godot'yu Beklerken" adlı eseri ilk kez 1953 yılında Paris'te sahneye konulduğunda anlaşılamamış. Paris'te elit kesimin anlamadığı oyunu hapishanede izleyen mahkumlar çok beğenmiş ve her biri kendilerinden bir şeyler bulmuş. Bazıları Godot'yu özgürlük, bir kısmı bir türlü kendisini ziyarete gelmeyen sevgilisi olarak sembolleştirmişler. Oyunun büyük halk kitlleleri tarafından yoğun ilgiye mazhar olması bundan sonra başlarken sonraları absürd tiyatronun bir şaheseri olarak kabul ediliyor. II. Dünya Savaşından sonraki yılların etkisinin hissedildiği eserde bolca metafor kullanıldığından kitabı/oyunu okuyan/izleyen kişilerin hepsi kendine göre bir sonuç çıkartmışlar. "Godot kimdir?" sorusu eserin yazarı tarafından cevaplandırılmamış, bu bilinmezlik edebiyatın yetkin kişilerince bile farklı kimliklere ve olgulara bürünmüştür. Bazılarına göre tanrı, bazılarına göre sevgili, mutluluk, aşk, kimine göre ise ölüm (!)  

Eser'in ikincil karakterleri Pozzo ile Lucky, efendi ve köle ilişkisinden yola çıkarak sömüren-sömürülen, ezen-ezilen kişi/toplumları temsil ederken insanların içinde bulunduğu durumu çaresizlik içinde ve doğal olarak kabullenişini işliyor. Bu sebeple olsa gerek, oyunun ülkemizde ilk kez Küçük Sahne'de sergilenmesine müteakip Demokrat Parti tarafından komünizm propogandası yapıldığı gerekçesiyle bir süreliğine yasaklanmış.

Youtube'ta Türkçe alt yazılı film versiyonu var eserin. İzlemek isteyenler buradan bulabilirler. Ayrıca her birine derin anlamlar yüklenen diyalogları internet üzerinden bulmak mümkün. Yer ve zaman faktörünü hiçe sayan bir ortamda olayın başlangıcı ve bitişi sırrını muhafaza ediyor. Samuel Beckett'in nihilizm yani hiçlik felsefesini taçlandıran bu eseri başarılı ve gündemden düşmeyecek bir baş yapıt. 

Vladimir: Hiç terk ettim mi seni?
Estragon: Gitmeme izin verdin.

"Bir ayağımız mezarda dünyaya getirirler bizi, güneş bir an parıldar, sonra yeniden gecedir."

"Dünyadaki gözyaşı miktarı sabittir, ağlamaya başlayan biri için bir başka yerde keser biri ağlamayı. Aynı şey gülmek için de geçerli."

"Hepimiz deli doğarız, bazılarımız öyle kalır."

Gogo: Hadi gidelim artık.
Didi: Olmaz.
Gogo: Nedennn?
Didi: Çünkü Godot'yu bekliyoruz.
Gogo: Ah, evet...

31 Temmuz 2019 Çarşamba

HOCA CAMİDE: İZ BIRAKANLAR (3)

Oturduğumuz yere en yakın lisenin haylazlıkta adı çıkmıştı. Ondan daha iyi bilinen bazı liseler ise adresimiz tutmadığı için kaydımı almamışlardı. Yine paşa paşa bize en yakın liseye kabul edilmiştim. Bütün öğrencilik hayatımda bende en çok iz bırakan hocamla lise birinci sınıfta karşılaştım. Matematik hocam Mualla Şengonca. En yakın arkadaşlarım ile birlikte ona "Muallacım" derdik. Yeni mezun genç bir öğretmendi o. Siyah dalgalı saçlı, beyaz tenli, giyimine kuşamına dikkat eden, kararında makyaj yapan bir kadın. Ama onun bakışları en unutamadığım yanıydı. O baktığında ne demek istediğini anlardık. Her zaman iri kahverengi gözlerinin içi gülerdi. Gözleri ile gülen başka birini görmemiştim onu tanıyana dek. Garip bir şekilde kızdığında bile gözlerinin içi gülmeye devam ederdi. 

Ah Muallacım, sadece ben değil, yakın arkadaşlarımla birlikte aşıktık ona. Matematik dersini daha çok sever olduk. Gözüne girmek için daha çok çalışrdık. Yüksek notlar aldığımızda o güzel gözlerinden alırdık aferinimizi. Serhat adında haylaz bir arkadaşımız vardı. Yumruk yaptığı elinin iç yüzünü kullanıp birbiri ardına darbeler indirdiği burnunu kanatırdı. Sonra sol avucu ile kanayan burnunu tutup "Hocam burnum kanıyor, çıkabilir miyim?" der, Mualla Hocamdan müsaade isterdi. Derslerden kaytarmak amacıyla diğer derslerde de bu yola sıklıkla başvuran Serhat'ın burnu duruma alıştığından artık bir iki küçük darbeyle kanar hale gelmişti. Muallacım elbette yemiyordu artık Serhat'ın numarasını ama ne yapsın? Kolunu gergin bir şekilde uzatıp kapıyı işaret ederken "Lütfen dışarı çıkar mısın?" diye çıkışırdı. Ben yine o bakışlara, gözlere dikkat kesilmiştim. O iri kahverengi gözlerinde sinirden şimşekler çakarken müstehzi bir gülümsemeyi aynı gözlerin içine nasıl yerleştirebiliyordu (!)

İlk yıl edebiyat ve ingilizce derslerimiz öğretmen olmadığı için boş geçiyordu. İkinci sömestrede bir ara sonradan eczacı olduğunu öğrendiğimiz bir hoca gelmeye başlamıştı derslere. Lisede birçok öğretmenimizin lakabı vardı. Tarih dersimize yaşı kırkı aşkın yeşil gözlü sarışın bir afet girerdi. Onun adını bilmezdi hiçbirimiz. Lakabı Afrodit'ti. Biyoloji hocamız kısa boylu, şişman bir tipti. Neşeliydi, öğrencilerle iletişimi iyiydi. Onun lakabı Çiko'ydu. Eskiler bilir çizgi roman kahramanı Zagor'un arkadaşı Çiko'yu. Biyoloji hocamız Çiko bir ara boş geçen fizik derslerine girmeye kalkınca olan olurdu. Adamcağız örnek bir problem çözmeye kalkar, öyle yapar olmaz, böyle yapar olmaz, içinden çıkamayacağını anlayınca döner bize aynı soruyu ödev olarak verirdi. Ne olursa olsun kızamazdık Çiko'muza. 

Edebiyat dersine giren hocamız, sağ elindeki dosyayı göğsüne sıkıştırdığı halde sınıfa dalar sol eliyle ayağa kalkmış öğrencilerin yerlerine oturmasını işaret ettikten sonra dersi anlatmaya başlardı. En nefret ettiğim dersti edebiyat. Fuzuli'ler, Baki'ler, mefailatünler, fa'lünler hiç sarmazdı beni. Kompozisyonum süperdi lakin. Herkesin döküldüğü derste aldığım notlar her zaman iyiydi. Ne gülerdi, ne kızardı. Ruhu vücudundan sökülüp alınmıştı sanki. Ona robot adını uygun görmüştük. 

Sınıfta kapının hemen solundaki ilk sıranın duvar tarafında oturuyordum. İkinci sene yeni bir İngilizce öğretmeni derse girmeye başlamıştı. Bizlerden olsun en fazla beş yaş daha büyüktü. Minyon tipli esmer güzeli genç bir kızdı. Her zaman süper mini etek giyer, sütun gibi bacaklarını sergilemekten kaçınmazdı. Oturduğum yer öğretmen kürsüsünü çaprazdan gören bir konuma sahipti. Gözümüzde o daha hoca olmamış, stajyer öğretmendi henüz. Kürsüde bacak bacak üstüne atıp bize göz ziyafeti çektirdiği için bütün erkek arkadaşlar benimle yer değiştirmek için az yalvarmıyorlardı.  

Lise ikinci ve üçüncü sınıflarda genel olarak kaliteli hocalarımız oldu. Sınıfımız da akıllı çocuklarla doluydu. Fizik hocamız meslek hayatının en başarılı sınıfına ders verdiğini söylüyor, emeğinin karşılığını almasının gururunu yaşıyordu. Son sene Namık Kemal lisesinden gelen Hamiyet Hoca bir matematik profesörüydü. Bu hocalar sayesinde üniversite sınavında açıkta kalan hemen hemen hiçbir arkadaşımız olmamıştı. 

Üniversite yıllarımda hoca sayısı inanılmaz ölçüde artmıştı (!) Arkadaşlar kendi aralarında birbirine "hocam" diye hitap ederlerdi. Öğretim üyeleri zaten hocaydı ama çaycılar, temizlik görevlileri, çevrede kimi görürseniz hepsi hocaydı. Bu bir ODTÜ kültürüydü. Ağzımız o kadar alışmıştı ki her önümüze gelene "hocam" demeye. Ankara'lıların da bunu kabul ettiğini görecektim kısa zamanda. Manavda "Hocam oradan bana iki kilo patates veriver." demek, berberde "Hocam şu saçları biraz kısalt" demek gayet olağan karşılanırdı. Bizim o yıllarda jandarma ile yakın temaslarımız olurdu. Polis giremezdi kampusa. Hele bir girsindi. Jandarma da hocamızdı, nizamiyedeki bekçi de. Elbette bu duruma bozuk atanlar da oluyordu. Hidrolik dersimize giren profesör Cahit Çıray hiç hoşlanmazdı kendisine hocam denilmesinden. "Everybody is hoca, I am not your hoca" derdi. Herkes hocaysa ben hocanız değilim yani. 

Tatillerde İzmir'e gittiğimde manava hocam deyince bön bön bakardı yüzüme. Hemen toparlardım kendimi. İşte böyle. Perran Kutman'ın Hayat Bilgisi dizisindeki "Hoca camide" ifadesini dönemin Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik eleştirmiş. Camide hocanın değil, imamın olduğunu, kültürümüzde öğretmenlere hocam denilmesinin yadırganmaması gerektiğini söylemiş. Ona bir gün  gelip de hak vereceğimi hiç düşünmezdim doğrusu.

(Son)



30 Temmuz 2019 Salı

HOCA CAMİDE: İZ BIRAKANLAR (2)

Sıcak bir yaz sabahı. Ağustos böcekleri mesaiye başlamış bile ama sesleri cılız, rahatsız etmiyor. Ortaokul birinci sınıftan aklımda kalan bir buçuk hoca var. Öğretmenlerimizi bir daha göremeyeceğimiz ilkokul sıralarında bıraktık. Ayşe Balık, matematik hocam. Soyadı gibi balık etli, uzun düz saçlı, orta yaşlarda ve orta boylu sıradan bir kadın. Bu renkli gözlü kadın bana matematik dersini sevdirmişti. Ne tarih, ne coğrafya ne de başka bir ders. En yüksek notları matematikten alacaktım onun sayesinde.

İlk defa karşılaştığım İngilizce dersi ise kâbusum olmuştu. Elinden bastonunu düşürmeyen engelli bir hoca geliyordu dersimize. Buçuk dememin sebebi adını hatırlayamadığımdan. Kara gözlükler vardı gözünde. Hani başına bir de fötr şapka geçirse Amerikan caz şarkıcılarından farkı kalmazdı. Çok çalışmama rağmen en düşük notları alıyordum. Mr and Mrs Brown ailesi ile yıldızlarımız bir türlü barışmıyor, yeni çıkan yardımcı ders kitapları da dersi anlamama yetmiyordu. Belki de İngilizce kelime hazinesi bakımından sınıfın en iyisiydim ama o kelimeleri cümle içinde doğru yerlerine oturtamıyordum. Gatenby'ın incecik kitabı, her konunun arkasında cevaplanmak üzere hazırlanmış sorular rüyalarıma giriyordu.

İlk sömestrenin son sınavında soruların yarısının kelime bilgisi olması geçer not almamı sağlamışsa da karneme kırık not gelmesine engel olamamıştı.

Sömestre tatilinde zamanımın çoğu İngilizcede cümle kuruluşunu anlayabilmek için çabalamakla geçti. Bir yabancı dili çözmenin yolu, önce anadile hakim olmakla başlar. Bunu çözdüğüm anda gerisinin çorap söküğü gibi geleceğini düşünüyordum. S+V+O, subject+verb+object. İşte kavramam gereken bütün mesele buydu. Ama yine de acaba sorusu beynimi kemiriyordu.

Okullar açıldı, İngilizce dersinde ilk yazılı sınav geldi, çattı. Yine düşük not alırsam, havluyu atacak, okuldan, okumaktan nefret edecektim. Hayatımın bir dönüm noktasıydı yaşadığım bu anlar. Sınav bitti. Ne yaptım, ne yazdım kafamdan silinmiş. Bir hafta içinde sonuçlar açıklanacaktı. Karamsarlık her yanımı sarıyor, aklımdan geçen küçük bir ümit kıvılcımından medet umuyordum. Keşfettiğim Amerika kıtasının Hindistan çıkmasından korkuyordum(!)

O gün hoca elinde engelli bastonu, aksak adımlarla kürsüye gelip oturduğunda sınıf ölüm sessizliğine bürünmüştü. Hoca ne sınav sonuçlarından bahsetti ne de yeni derse başladı. Başını kaldırıp şaşkın gözlerini sınıfta gezdirirken birini arar gibiydi. Aradığını bulamadı ki, dönüp kürsüye koyduğu kâğıt tomarına indirdi bakışlarını. Sınıfta sinek uçsa kanat seslerini duyabilirdik. Hiddetle adımı çağırdı. Telaş içinde kalktım ayağa. "Tahtaya gel." dedi hükmedercesine. Ayaklarım titreye titreye kürsünün yanındaki yeşil boyalı kara tahtaya doğru ilerledim. Yazılı sınavlarda kötü not alanları sözlüye kaldırırlardı hocalar. Bir kez daha bir çektiğimi, bu kez hocanın beni sınıf önünde rezil edeceğini düşünüyordum. Zaman akmıyordu, bir an önce bitsin istiyordum bu işkence. Kulağımı çekecek, niçin ders çalışmadığımı mı soracak, azarlayacak, arkadaşlarımın önünde beni küçük mü düşürecek...

Hocanın durumu da zordu. Bir önündeki kağıda bakıyor, ardından baştan aşağı beni süzüyor. O ana kadar hiç fark etmediği bir öğrenciyi karşısına almış sınav sonucunu söylemekte zorlanıyor. "On almışsın." sözcükleri dökülüyor dudaklarından. Geçen sömestrenin son yazılı sınavı dışında bütün sınavlardan bir, ikiden başka not almayan bir öğrencinin aldığı tam nota o da inanamıyor benim gibi. Sınıf şaşkın gözlerle bana bakıyor, utanıyorum. Beni niye tahtaya kaldırdı ki diye soruyorum kendime. Kopya çektiğimden şüpheleniyor olmalı. Bu düşünce sevinmeme engel. Şimdi sınavda sorduğu soruları bir kez de tahtada soracak bana. Bütün bilgilerim kanatlanmış uçmuş kafamdan. Ayaklarımın bağı çözülmüş heyecandan. On aldığım falan yok benim, bu bir rüya. Keşke beş altı alsaydım da bu durumu yaşamamış olsaydım. Hoca nedense soru sormadı, aferin de demedi. "Yerine geçebilirsin." dedi sadece. Sınav sonucunu bildirmek için beni niye tahtaya kaldırdığını hâlâ anlamış değilim onca zaman geçse bile. Sırama oturdum. İçim kıpır kıpır. Oldu bu iş be. Çözdüm sonunda. Hoca o gün sınav sonuçlarını okudu not defterinden. Genel olarak bütün sınıf dökülmüştü. En yüksek notu bütün sorulara doğru cevap veren ben almışım. Benden sonra gelen ikinci kişi sınıf birinci olan arkadaşım ancak sekiz alabilmişti.

O sınavdan sonra bütün okul hayatım boyunca en başarılı ve en sevdiğim derslerden biri olmuştu İngilizce.

Ortaokul ikinci sınıfa taşındığımız yere yakın bir okulda başlamıştım. Öğretmenler, okullarda yazın düzenlenen ilave kurslarla ikmale kalan öğrencileri belli bir ücret karşılığı sınava hazırlıyorlardı. İkmale kalmadığım halde annem kendimi yeterli hissetmediğim dersleri almamı sağladı. Zira geldiğim okulda hocaların bir kısmı ders yılı içinde müfredatı bile tamamlayamamışlardı. Bu konuda anneme minnettarım. Onun sayesinde yeni okuluma eksiksiz başlıyordum.

Ortaokul iki ve üçüncü sınıflarımda hafızamda derin izler bırakan olaylar yoktu. Yine de matematik hocam Bakiye Aytaçları unutamam. Kısa boylu, yaşlıca, kendine fazla bakmayan ama hocalığı mükemmel biriydi. Defter çılgınlığı yaşadığımız bir dönemdi. Her ders için ayrı bir defter tutmamız isteniyordu. Sarı saman kağıtlı defterler, düz çizgili defterler, çizgisiz beyaz defterler, kare çizgili defterler... Matematik dersi için defter sayımız dörde çıkmıştı. Günlük defterimiz dışında aritmetik, geometri ve cebir derslerine ait sadece verilen günlük ödevlerimizi yaptığımız ödev defterleri. Hepsi güzelce kağıtla kaplanıp etiketlenecek, her ödevimizin ait olduğu tarih, sayfanın üst sağ köşesine yazılacaktı. Dersimiz ödevlerin kontrolü ile başlar, her sayfa hocamız tarafından imzalanırdı. Ödevlerimi eksiksiz yapardım her gün ama defterlerimin kaplanmasından hoşlanmazdım. Genellikle defter kapaklarında ya manzara, çiçek ya da vak vak amcanın resimleri olurdu. Kitapları kaplamak iyi de o güzelim defter kapaklarını kırmızı ya da mavi renkli garip kağıtların altına gizlemek hangi aklın ürünüydü. Ödev notu defterlere göre verilirdi. Her şey tamam olsa da aldığım en yüksek not dokuz olurdu. Matematik hocam defterlerin kaplanması işine taktığı için bir puanı benden keserdi daima.

Düşünüyorum da, hiç bir hocam bana Türkçe'yi ve edebiyatı sevdirme gayreti içinde olmadı. Belki de bu yüzden kader bana Türkçe ve edebiyat öğretmeni kıymetli eşimi çıkarttı karşıma. Yine ortaokul ikinci sınıfta Türkçe dersimize giren bir Hayat Hanım vardı. Esmer, balık etinde, gözlüklü, minyon tipli biriydi. Matematik ve fen derslerim ne kadar iyiyse Türkçe dersim o kadar kötüydü. Hele kitap okuma alışkanlığının kazanıldığı o yıllarda kitap okumamızı teşvik eden tek bir söz söylediğini hatırlamıyorum.

Okul müdürümüz Raşit Hoca resim dersimize giriyordu. "Herkes sulu boya bir afiş resmi yapacak ve bir sonraki ders sınıfa getirecek" demişti. Özene bezene Omo deterjanının bir afişini hazırlamıştım. Ders başlayınca bütün öğrenciler yaptığı eserleri sıralarına dizmişler, Raşit Hoca'nın değerlendirmesini bekliyorlardı. Sıradan bir hoca değildi Raşit Hoca. Aynı zamanda okul müdürü olduğu için disiplini kendi yöntemlerine göre sağlardı. Saçı uzayan erkekler, saçları dağınık kız öğrenciler, kılık kıyafeti düzgün olmayanlar, ders saatine yetişemeyenler hocanın tedrisatından geçerlerdi. Öyle tokat yumruk, tekme atmazdı ama hepsinden beterdi cezaları. Ya bütün el parmaklarının yukarıda birleştiği uca cetvelin kenarıyla şiddetli bir şekilde vurur ya da kulak arkalarındaki kıkırdak kısmı baş ve işaret parmakları arasında sıkar canımızı yakardı.

Derse girdikten sonra sıraların arasında bir tur attıktan sonra acı bir gülümseme yayılmıştı hocanın suratında. Bu ifadenin gelecek tehlikenin habercisi olduğunu öğrenmiştik artık. Hoca sınıfın başına dönüp ilk afiş çalışmasını eline alıp şöyle bir baktıktan sonra yerine bırakmıştı. Eliyle işaret ederek afişi hazırlayan arkadaşın ayağa kalkmasını sağladı. Kulağına yapıştığı gibi o çok iyi bildiği hassas noktayı yakalayıp olanca kuvvetiyle sıkıştırdı. Zavallı arkadaşımızın yüzü kızarmış, gözlerinden yaş gelmişti. Sonra onun yanındaki aynı kaderi paylaştı, sonra bir başkası. Sadece aralarında bazılarına dokunmuyor, "Aferin" diyor, diğerlerinin kulak tozlarını almaya devam ediyordu. Sıra bana gelince çoğunlukla aynı kaderi paylaştım. Kulağımın koptuğunu hissettiğim o acı içinde zevk alırcasına iri gözlerini bana diktiğini hatırlıyorum. Bu kulağı çekilenler ve aferin alanlar arasındaki farkı bir sonraki derse kadar anlayamamıştık. Meğer afiş resminde kağıt yatay değil düşey tutulurmuş(!)

Bu eğitim tarzı üzerinde sonraları çok düşündüm. Eğer hoca kulağımızı çekmeyip bize dersin başında doğru olanı söyleseydi, bu konu hafızamızda bu kadar yer eder miydi? Şimdi hangi afişe baksam Raşit Hoca gelir aklıma, iz bırakanlar arasında...

(Devamı gelecek)







29 Temmuz 2019 Pazartesi

HOCA CAMİDE: İZ BIRAKANLAR (1)

Perran Kutman'ın bir dizisi vardı bir zamanlar bilmem hatırlar mısınız, Hayat Bilgisi. Perran Kutman, "Hocam"  diyen öğrencilerine "Hoca camide, hoca camide." diye çıkışır, kendisine "Öğretmenim" denilmesini isterdi. İlkokula giderken öğretmenlerimiz, ortaokula geçtiğimizde birden hocalarımız olunca büyümenin gururunu yaşadığımızı düşünürdük eskiden.

Eğitim hayatımız boyunca bize ışık olan, verdikleri bilgilerle hayatımıza yön veren  onlarca öğretmenimiz, hocalarımız oldu. Bunlardan bazıları hafızalarımızdan silinip giderken içlerinden bazıları derin izler bıraktı...

Yaşar öğretmenimi hatırlıyorum. Henüz yedi yaşında olmama rağmen bütün hatları ile zihnime kazınmış. Yuvarlak yüzlü, kıvırcık olmasa bile yoğun dalgalı kısa saçları, iri mavi gözleri, yuvarlak burnu, pembe tombiş yanakları ve her zaman güleç ve şefkatli bakışlarıyla. Üzerinde pöti kare önlüğü, tebeşir tozuna bulanmış irice elleri ve makyajsız yüzü, silindirik vücudu ile cinsiyetini saklarmış gibi bir havaya sokardı kendini. Başarılı öğrencilerin formalarına, önce beyaz, okumayı sökenlere kırmızı, en başarılılara ise metal bir yıldız takardı. Beyaz kolalı yakalarla süslenen kara önlüklerimizin sol göğüs kısmı önce beyaz, sonra kırmızı ve en sonunda altın rengi yıldızlarla bezenirdi. Göğsümüzdeki o sembol değiştikçe terfi almış memur gibi sevinir, gururlanırdık.

Sene sonunda ilk öğretmenimizle ayrılmak vakti gelmişti. Ne yazık ki bu ayrılış onu bir daha hiç göremeyeceğiz anlamına geliyordu. Çok sevdiğimiz Yaşar öğretmenin tayini çıkmış, Adana'ya gidecekti. Bizimle vedalaşırken gözlerinin dolduğunu dün gibi hatırlıyorum. Ben dahil pek çoğumuz ne olduğunu idrak edemezken, bazılarımız haberi öğrenince hüngür ağlamaya başlamışlardı.

İkinci ve üçüncü sınıfta öğretmenimizin adı Zehra olmuştu. Sanki bize hiçbir şey öğretmemiş gibi kalmış aklımda. Dolgun vücudu, boyalı ve fön çekilmiş saçları vardı. Ders sırasında el çantasından küçük aynasını çıkarır, kürsüde otururken makyajını yapar ve dudaklarına ruj sürerdi. Bir gün ormanı andıran ağaçlıklı bir bölgeye götürdüler bizi. Sonbahar, rüzgarını arkasına alarak çınar ağaçlarının yapraklarını ayırıyordu dallarından. Tahta piknik masalarına kurulmuş, annelerimizin hazırladığı ekmek arası peynir, börek, çöreklerle karnımızı doyurmaya başlamıştık ki, Zehra öğretmen diğer öğretmenlerle birlikte oturduğu biraz ötemizdeki piknik masasından seslenip beni yanına çağırdı. Heyecanla yanına koşup gittiğimde bir tarafından ısırılmış olduğu diş izlerinden belli olan, kağıt peçeteye sarılmış bir kek parçasını burnuma doğru uzatıyordu. Geri çevirmemin ayıp olduğu aklımdan bile geçmez iken bunu yaparsam kızacağından korkarak keki dikkatlice küçük ellerime almıştım. Bir yandan o kadar arkadaşım dururken niye beni çağırdığını düşünürken küçük bir parça aldım ağzıma. Ağız kokusu. Berbat bir şey. Midem bulanırken göz ucuyla öğretmenimi kesiyordum. Yemez bırakırsam sanki beni azarlayacakmış gibi geliyor, elimdeki keki agzıma götürürken, Zehra öğretmenle göz göze geliyor, korkum mide bulantımı yeniyordu. O bana gülücükler atarken "Aferin, ye bitir hepsini" dermiş gibi baktıkça ben kabus yaşıyordum. O piknik bana zehir olmuştu.

Dördüncü sınıfa geçtiğimde Zehra öğretmenden ayrıldığıma hiç üzülmedim. Ancak bu kez karşıma çıkan yaşlı, bilgili ve sert biriydi. Hesna öğretmen. Belki de bizi mezun edip emekliye ayrılacaktı. Zehra öğretmenden sonra ondan bize kalan bilgi eksikliklerini yaşıyor ve normal seviyemize erişmek için zorlanıyorduk. Zehra öğretmenin aksine dolu dolu bir öğretmendi Hesna öğretmen. Zayıf, kırlaşmış saçları vardı. Artık kırışmaya başlamış yüzünün bir kez olsun güldüğüne dair hafızamda bir iz yok. Tabiat bilgisi dersi için ince bir tele kartondan kesilmiş insan vücudunu yerleştirir, üzerine iskeleti çizer, kemiklerin isimlerini, organlarımızın yerlerini ezberlerdik. Öğrencilerden her birinin kendine özel olarak yaptığı bir iskeleti vardı ve onu okul çantasında taşırdı her zaman. Sonradan tıp öğrencilerinin eğitim esnasında kullandıkları kadavralara "Mahmut Amca, Makbule Teyze" diye isim taktığını öğrendiğimde keşke bizim iskeletlere de birer isim koysaydık diye hayıflandığım olmuştur. Derslerinde ne kadar zorlansam da ona çok şey borçlu olduğumu hatırlıyorum.

İlkokul son sınıfa geçtiğimde başka bir semte taşındığımız için okul değiştirmek zorunda kalmıştım. Hesna öğretmen sayesinde yeni sınıfımda bir anda sivrilmiştim. Yeni öğretmenim Müşerref İyibak, (soyadıyla aklımda kalan tek ilkokul öğretmenim) dört yıl okuttuğu diğer öğrencilerine (sınıflarına yeni katılmama rağmen) beni örnek almalarını söylerdi. Bütün derslerde benim ve başarıda devamlı yarıştığımız Fahrettin'in parmağı her zaman havadaydı. Öğretmenimizin dersle ilgili sorduğu her soruyu önceden hazırlandığımız için güzel bir şekilde cevaplandırır, ikimiz de aferin alır, onun gözüne girerdik. Gel zaman git zaman, Müşerref öğretmen nasıl olsa bunlar biliyor diye olsa gerek, ne bana ne de Fahrettin'e soru sormayı bırakmış, soruları hep başkalarına sormaya başlamıştı.

O günü unutmam mümkün değil. Yaz tatiline iyice yaklaştığımız sıcak, bunaltıcı bir gündeydik, dersimiz tarih. Öğretmen Otlukbeli Savaşını kim anlatacak bize diye soruyor. Her zamanki gibi Fahrettin ve benim parmaklar havada. Önceleri tek tük de olsa arada kalkan cılız parmakları arıyor gözlerim. Ama yok işte, yok. "Yok mu bu arkadaşlarınızdan başka dersini çalışan?" diye sınıfa yüklenirken beni allar basıyor. Ve o an geliyor, bana veriyor sözü. O kadar emindim ki, her zaman olduğu gibi bize sormayacağından. Bu yüzden kitabın kapağını bile kaldırmamışım. Neler zırvaladığımı hatırlamak bile istemiyorum. Hani öğretmen bir şey sorar, bilemezsin ya da yanlış cevap verirsin. Yok, bu başka bir şey. Bunun medeni cesaretle alakasi yok, resmen öğretmeni kandırmışım. Öğretmen durumu anlıyor elbette. Hiçbir kötü laf etmeden Fahrettin'e veriyor sözü bu kez. O hazırlıklı, bir güzel anlatıyor. Ben de hayat derslerimden birini almış oluyorum. İnsan başkasını değil sadece ve sadece kendini aldatır.

Okul bitene kadar Fahrettin'le birincilik yarışımız devam ediyor. Arada en yüksek notu ben alsam da genellikle onun arkasından gelir, nefesimi kulağında hissettirmeye devam ediyorum. İkincilik bir bakıma daha iyi. Kaçmak yerine kovalamak hoşuma gidiyor. Lakin yaşadığım talihsizlikten sonra bir an önce okulun bitmesini istiyordum.

Eskiden ilkokulda sınıfları geçmek diploma alabilmek için yeterli değildi. Ayrıca bitirme sınavını geçmek zorundaydık. Benim için hiç de zor olmayan bir sınavdı bu. Sınavı geçince artık ortaokula kaydolmamız için hiçbir engel kalmamıştı.
(Devamı gelecek)


28 Temmuz 2019 Pazar

DOĞRU ve BİZ: YANILTICI KAVRAMLAR

Bu aralar kitap okuma modundayım. Dün Jean-Christophe Grange'ın Ölüler Diyarı adındaki polisiye-macera romanına başladım. Geçen sene aynı yazarın "Kongo'ya Ağıt" kitabını okuyup sevmiş ama blogumda ondan bahsetme fırsatını bulamamıştım. Polisiye tarzı romanlar pek tarzım olmasa da bakalım "Ölüler Diyarı" hakkında ne fikirler üreteceğim. 

Halkın genel inanışına zıt düşünceler birbiri ardına sıralanmış, tören alayı gibi birbiri ardına geçiyor aklımdan. Doğru nedir? Güzel bir şeydir, iyi bir şeydir. Neye göre? Kime göre? Herkesin doğrusu aynı mı, yoksa farklı mı? Bazılarının doğrusu başkalarına göre yanlış değil midir? Herkesin hemfikir olduğu mutlak bir doğru var mıdır? İlk akla gelen doğru, inanan insanların yaratıcısı, onun varlığı, birliği ve koyduğu yasak ve kurallar. Bunlar inanmayanlar için doğru değil. Yani yok, mutlak doğru diye bir şey yok. Dolayısıyla mutlak yanlış da yok. Bu, yapıma ters gelse de kabul etmek zorundayım. Çünkü bana göre bir iş veya bir olgu ya doğrudur ya da yanlış. Bilim ve teknoloji bile bazı doğru bildiklerinde yanılmadı mı?

Eğer halk üzerinde bir uzlaşma sağlayamıyorsa bir konuda bireysel düşünmekte fayda var. Benim doğrum bana, senin doğrun sana. Garip bir tesadüf: "Lekum dinikum veliyedin." Yani kısa ve öz olarak senin dinin sana, benimki bana.

Toplumu ayrıştırma fikrine karşı çıkıp "Sen ben yok, biz varız." sloganıyla seçim kazanan İstanbul Belediye Başkanı zor bir göreve soyunuyor. Umarım başarılı olur ve ben yanılmış olurum. Zira yaşadığımız topraklarda bazılarına göre zenginlik tabir edilen kültürel farklılıkların hepsini gürültüsüz patırtısız bir potada eritmek imkansız gibi görünüyor. Mutlak doğrunun olmadığı bir düzende böyle bir birlik ütopya geliyor bana. Asgari müştereklerde anlaşmak fikri bile ne kadar acz içinde bulunduğumuzu hatırlatıyor. Çünkü bu anlaşmada benliğimizden fedakarlık edeceğimiz kim bilir neler var? Böyle olunca özgürlüğümüzü gönüllü olarak kendimiz kısıtlamış olmuyor muyuz?

Biz kimiz? Çerçevesi dahi çizilmemiş bir kavram. Bazılarına göre ümmet-i Muhammed, etnik kimliklerimiz, bazılarına göre yaşadığımız toprakların sakinleri, bazen belli bir ideolojiyi benimseyenler ve hatta takım taraftarları, kadınlar... Sıralamaya devam etsek yüzlerce, belki binlerce "biz" çıkar bu şekkilde. İlk anda kulağa hoş gelen "biz" kavramı ne kadar içi boş bir kavram şimdi. O kadar "biz" i yoğurup bir büyük "biz" mi çıkarmak daha rasyonel yoksa "biz"lerin asgari müşterek noktalarını çekip küçük bir "biz" mi üretmek? İkisi de imkansız sanki...

HAYATA DÖN - GÜLSEREN BUDAYICIOĞLU


Kitabın Adı: Hayata Dön
Yazar Gülseren Budayıcıoğlu
Sayfa Sayısı: 399
Yayınevi: Remzi Kiatbevi
Türü: Roman - Psikolojik

Kitap Hakkında: Gülseren Budayıcıoğlu'nun "Hayata Dön" kitabına başlamadan evvel "Bu son, yazarın başka kitabını okumam artık" diyordum. Hasta diyalogları, kader örgüsü, yalnızlık, sevgi noksanlığı vb. konu başlıkları altında her şeye hakim, işini bilen, başarılı ve her bakımdan kusursuz bir tabloya kendini yerleştiren bir psikiyatr hanımın anılarından alacağımı aldığımı  düşünüyordum. Bu duygu ve düşüncelerle okumaya başladığım Budayıcıoğlu'nun kitabı beni ters köşeye yatırdı. Onun kolay anlaşılır ve sağlam ifade tarzı okuru içine çekip sürüklüyor, hatta bazen duygulandırıp gözlerini yaşartıyor. 

Peki nedir bu kitabı yazarın diğer kitaplarından farklı kılan? Kaderin defalarca sillesini yemiş bir insanın yani "Ala"nın yaşam mücadelesini ele alış tarzı. Yazar yine değişik hastalarıyla yaptığı mülakatları aktarıyor kitabında. Hastaların her birinin ilginç yaşam öyküleri var. Ama "Ala"nınki başka. Bu yüzden sadece "Ala" nın yaşam öyküsü yer alsa daha güzel olabilirdi sanki.

"Ala" nın öyküsü kitabın ilerleyen sayfalarında çıkıyor karşımıza. Yazar her ne kadar bu öykülerin gerçekte yaşanmışlıkların üzerine kurgulandığını iddia etse de kurgusal tarafın ağır bastığını düşünüyorum. Aslında yaşanmış bir öyküyü yazmak yaşanmamış olanın kurgulanmasından daha kolay. Yazar   öykülerin geçtiği yeri kendi kliniği, hastaları ve kendini de yapıtının kahramanları yapınca bir taşla iki kuş vurmuş olduğunu düşünmüş olabilir ki bu da kendisinin hakkıdır. 

Kitabı çok beğendim ve rahatlıkla tavsiye edebilirim. Diğer taraftan görüşmeler boyunca süregelen diyaloglarda psikiyatr ve hastanın aynı kültür, bilgi seviyelerindeymiş hissinin verilmesini yadırgıyorum. Kim bilir, belki de kitapta kurgusal özelliğin hakim olduğunu iddia etmemin temelinde bu yadırgama durumum etkili olabilir. "Ala" nın hikayesi tamamen kurgusal olsa bile karakterler ve konu tam olarak oturmuş görünüyor. Bu yüzden eserin örgüsü zaman zaman inanılması güç olayları içerse de kitap duygusal olarak okuru içine çekiyor. Mesela kitabın yazarı olan psikiyatr hanımın hastası olan bir kişi ile dışarıda yemek yemesi, hastayı evinde ziyaret etmesi beklenen davranışların ötesinde. Fakat olayın akışında bu durum bile doğal geliyor okura.

İstanbullu Gelin adıyla TV de yayınlanan dizinin senaryosu bu kitaptan esinlenmiş. Ben diziyi izlemedim. İzleyenlerle yaptığım görüşmelere dayanarak, film senaryosunun kitabın konusunun fazlasıyla dışına çıktığı anlaşılıyor.

Psikiyatri biliminin anlaşılması, tarihi olaylar hakkında yerli yerinde verilen kitabi bilgilerin normal sohbet esnasında veriliş şekli ne kadar eğreti dursa da ilgi çekici. Freud, Hitler'in sosyal yaşantıları ve onların davranış özelliklerine, Tutankamon efsanesinden Eva Peron'un yükselişine kadar tarihin ibret verici hayat hikayelerine dokunan yazarın beşinci kitabını da okumaya karar veriyorum.