KATEGORİLER

16 Ağustos 2019 Cuma

TEHLİKELİ SULAR

Özel kliniğin geniş bekleme salonunda sessiz bir bekleyiş... Genç anne adayını doğumhaneye uğurlayan yakınları birbirlerinden destek umuyorlar, hepsi çaresizlik içinde, gözleri yaşlı. Yaklaşık iki yıl önce aynı bekleme salonunun mavi koltuklarında oturmuş heyecanla doğumu beklerken yaşadıkları mutluluktan eser yok. Dakikalar ilerledikçe duymak istemedikleri kötü haber katlanarak kabus gibi çöküyor üstlerine. Genç baba adayı ellerini kenetlemiş, dişlerini sıkarak hemşirenin getireceği habere kilitlenmiş, bir saatin sarkacı gibi ağır ağır sallanıyor yerinde, bir sağa, bir sola. Dayanamayıp kalkıyor sonunda ve alt kata inen merdivenlere, doğumhanenin bulunduğu yere doğru yaklaşıyor. Kat hemşiresi kesiyor önünü, "Lütfen burada bekleyin, doğumdan sonra doktor bey size gerekli açıklamayı yapacak."

Çaresiz yerine dönüp başını yaslıyor annesinin omzuna. Zaman durmuş geçmek bilmiyor. Ailesini düşünüyor, sonra eşinin ailesini. Hiçbirinde çocuğa aktaracakları ciddi bir rahatsızlık yok, eşi onun bir yakını, akrabası değil. Bütün bunlar yeterli mi? Üç beş aylık olsa aldırabilirlerdi belki bu talihsiz çocuğu. Yapabilirler miydi bunu, ondan da çok emin değiller. Şimdi artık bunları düşünmenin ne anlamı var ne de zamanı. Son aylarda ortaya çıkan vahim bir durum onların da kapısını çalmış. Dünya gündemine bomba gibi düşmüştü. Hiç kimse ne açlıktan ne savaştan bahsediyordu artık. Bilim, teknoloji, dinler böylesine büyük bir çaresizlik içine düşmemişti tarihler boyu. İnsanlar yaşanan felaketin sebebini düşünmeden geleceklerini konuşmaya başlamışlardı bile. Dün akşam televizyon haberlerinde bilim adamlarının önerisinden sonra yeni bir açıklama yapışıncaya kadar İngiliz hükümetinin gebeliklerin önlenmesi hususunda vatandaşlarına çağrı yaptığı haberi geldi aklına. Gelen her haber ümit ışıklarını söndürmekten başka bir işe yaramıyordu. 

Koridorun kapısı açılıp ayak sesleri duyulduğunda artık yapacak bir şeyin olmadığını ve kaderin karşısında elden giçbir şeyin gelmediğini düşünüyordu. Beyaz bir bez parçasına sarılmış bebeği kucağına almış bekleme salonuna doğru ilerliyordu beyaz giyimli hemşire. Salonundakiler deprem oluyormuşçasına panik içinde yerlerinden fırlayıp yüzüne en ufak bir tebessümün uğramadığı hemşirenin etrafını sardılar. Müjde demeye dilleri varmıyordu kimsenin. Donuk bir ifadeyle uzattı bebeği babaya asık suratlı hemşire, donuk bir ifadeyle. "Kızınız oldu, doktor az sonra burada olacak." Nur topu gibi bir bebek. Hemşirenin etrafını saranlar bebeğe bakar bakmaz arkalarını dönüyor, hıçkırıklara boğuluyorlardı. Hemşire bebeğin üç kilo dört yüz gram ağırlığında doğduğunu söylemişti. Anneanne yaşlı gözlerle kendini toparlamaya çalışarak cevabını bildiği soruyu alçak sesle sordu hemşireye. "Ağlamadı değil mi?" Hemşire, gözlerini yere indirdi, "Üzgünüm." dedikten sonra bebeği alıp yanlarından sessizce ayrıldı. Birkaç dakika sonra yeşil önlüğü içinde genç bir doktor geldi yanlarına. Saçı başı dağılmış, üzgün bir haldeydi. Şimdi ise doğum yaptırmaktan daha zor bir işi üstlenmişti. Bir iki kez öksürüp boğazını temizlerken toparlanmak için biraz zaman kazandı. Yanındakilere normal bir doğum olduğunu ve annenin sağlık durumunun iyi olduğunu söyledi. Bu işin kolay kısmıydı. Biraz bekledikten sonra çevresini saranların meraklı bakışları altında bilgi vermeye başladı. "Ancak, bildiğiniz üzere..." Acı bir sessizlik yürekleri parçalıyor, duvarları deliyordu. 

Dünya Sağlık Örgütü seferber olmuştu. Toplantı üzerine toplantı düzenliyor, insan neslinin geleceği üzerinde kara bulutlar estiren gelişmeler karşısında çaresizliğini gizlemekten uzaktı. Yaptıkları duyuru ve açıklamalar halkı tatmin etmiyordu. Dünyaya gözlerini açan hiçbir insan evladı doğarken ağlamıyordu. Bunun dışında hiçbir sağlık sorunu olmasa bile bilim dünyasının göz ardı edemeyeceği bir husustu bu. Tam aksine durum son derece ciddiydi. Halkta paniğe yol açmadan doğru bilgilendirmenin hayati önem taşıdığı tartışılmaz bir gerçekti.

Bebeğin doğarken ağlaması hayatın başlangıcıydı. Bebek ağlamıyorsa yaşama dair bir şeylerin ters gittiği belliydi. Bütün iletişim araçları ve sosyal medyanın baş konusuydu doğarken ağlamayan bebekler. Sonradan bebeklerin ağladığı fakat sesinin çıkmadığına dair bazı açıklamalar yapılmıştı. Sağlık Bakanlığı'nın önemsiz bir vaka olduğuna dair yuvarlak cümleleri insanların yüreklerine biraz su serpmiş olsa da tıp dünyası aynı fikirde değildi.

Doğmadan önce bebeklerin akciğerlerini kullanamadığından temiz kanı göbek kordonu vasıtasıyla annesinden alıyor, anneyle tek bağlantıyı sağlayan göbek kordonu kesilince bebek ilk kez akciğerlerini kullanıyor ve onların içine hava doldurarak nefes alıp vermeye başlıyordu. İşte tam da o anda, dünyaya adımını atan insanoğlunun duyduğu ilk acıya olan tepkisiydi ağlamak. Son günlerde yeni doğan bebeklerin durumu farklıydı. Bebek ağzını açıyor, yüzünü buruşturuyor, küçücük ciğerlerine dolan havayı içine alırken canı yanıyor ama hiç sesi çıkmıyordu. Sorun nefes alıp vermeyle ilgili değildi. Nitekim yapılan kontroller ciğerlerinin iyi çalıştığını ve solunumla ilgili bir problem yaşamadığını göstermişti.

Günler günleri kovalıyor, bebekler ağlamadan dünyaya gelmeye devam ediyordu. Hiçbir istisnası yoktu bu yeni doğumların. İkinci ayına giren ilk bebekler ise ağlamama konusundaki ısrarlarını devam ettiriyorlardı. Evlerde yeni doğan bebek sesleri duyulmaz olmuştu. Bunun bütün dünyayı saran bir konuşma bozukluğu olduğu düşünülüyordu artık. İşitme yeteneklerinde bir sorun görünmeyen bu neslin ses telleri binlerce yıl üstlendiği görevini artık yapmaktan vazgeçmişti.

İngiltere'nin Oxford Üniversitesinden bir bilim adamının yaptığı açıklama dünyayı bir kez daha sarsıyordu. Profesör Tim Crown'a binlerce yıl önce insanın bir genetik mutasyon geçirerek konuşma yetisini kazandığını, insan ırkındaki Y kromozomunu değişikliğe uğratıp bir dizi biyokimyasal değişime yol açan bu genin bazı dış etkiler sonucunda artık görevini yapamaz hale geldiğini öne sürüyordu. İnsanın kendisini dünyanın hakimi kılan bu özellikten mahrum kalması çok ciddi problemlerle karşılaşılacağının habercisiydi. Crown'a göre insanlığın 30.000 yıl öncesine kadar türünü devam ettirmeyi başaran ve gen yapısı itibarıyla günümüz modern insanına  en yakın ırk olan ve kendisiyle kuzenlik derecesinde bağlarımız bulunan neandertal insanına evirilmesi söz konusuydu.

Modern insanın atası olan homo sapien insanını üstün kılan FOXP2 olarak adlandırılan gen konuşma davranışını düzenliyordu. Bu gene sahip olmayan atalarımız gırtlak ve ağız boşluğundaki farklı sesleri ve bunların gelişimini kontrol edemiyorlardı. Crown, yaptığı basın açıklamasında, yeni doğan bebeklerde bir mutasyon dönüşümü yaşanmış olabileceğini ve yeni doğanlarda FOXP2 geninin bulunup bulunmadığının araştırılması gerektiğini söylüyor, günümüz insanında az da olsa neandertal geninin bulunduğunun kesin bir şekilde kanıtlandığına işaret ederek bu şekilde yeni bir gen transferinin ya da gen yapısında bozulmanın olabileceğini iddia ediyordu. Mutasyonda geri dönüşüm mümkün müydü? Bu soruların cevaplanabilmesi için genetikçilere çok iş düşecek ve uzun bir zamana ihtiyaç olacaktı.

Zaman içinde Crown'la aynı düşünmeyen ve ondan farklı bir çok teori üreten bilim insanları, genetik uzmanları seslerini duyurmaya çalışıyorlardı. Ama yeni doğan bebeklerdeki kusurun nedeni üzerinde hepsinin birleştiği tek husus FOXP2 geninin mutasyona uğramasıydı. Ancak böylesine ani ve kitlesel etkili olumsuz bir mutasyon nükleer reaksiyon kaynaklı radyasyona maruz kalanlar dışında şimdiye kadar görülmemişti.
  
İnsanoğlunu aciz kaldığı bu gelişmeler dünya toplumlarının değişik kesimlerince uzun uzun tartışılıyordu. Sadece tıp dünyası değil, politikacılar, gazeteciler, dini çevreler, sosyologlar, sanat ve bilim dünyası, her sektörden insanın birincil konusuydu. Ama asıl beklenen tıbbi yönden olayın nedenlerinin ve çarelerinin ortaya çıkarılmasıydı. Yeni neslin karşılaştığı bu ses bozukluğuna çare bulunsa bile her ay 7,5 milyonluk bir nüfus eklenen konuşma engelli çocukla nasıl başa çıkılacağı dünya liderlerini kara kara düşündürüyordu. İngiltere'nin ardından Birleşmiş Milletler bütün dünyada yeni doğumların engellenmesi için çağrıda bulunmuştu bulunmasına ancak bir yılda en az 80 milyon özürlü çocuğun dünyaya gelmesini engellemek zor görünüyordu bu aşamada.

Birleşmiş Milletlerin son basın açıklamasında konu ile alakalı olarak farklı çalışma grupları teşkil edildiğini, birinci grubun olayın nedenleri üzerinde araştırma yapacaklarını, ikinci grubun yeni doğan çocukların tedavisi ve topluma kazandırılması üzerine mesai harcayacaklarını üçüncü grubun ise sorunun tamamen ortadan kaldırılıp normal doğumu mümkün kılacak yolları arayacaklarını duyurmuştu. Bilim ve teknolojinin bütün imkanlarının kullanılacağı bu insanlık savaşında bütün dünya ülkelerinin her yönden katkı sağlamasının beklendiği belirtiliyor, Dünya Sağlık Örgütünün bununla ilgili olarak kurulacak grupların organizasyonunu ve birbirleri arasındaki koordinasyonu sağlayacağı ifade ediliyordu. 

Bütün bunlar yaşanırken bazı kesimlerin olaya farklı bir açıdan bakıyordu. Onların cevabını aradıkları sorular tamamen farklıydı. Ya mutant doğumların önüne geçilemezse? En azından çözümü için yıllar süren bir araştırma ihtiyacı varsa? Bu durumda insan yaşamının nasıl şekilleneceği, mutant neslin nelerden yoksun kalacağı ya da başka nelere ihtiyacının olacağı gibi konular masaya yatırılıyordu. Yeni nesil konuşamayacak, şarkı söyleyemeyecek, şiir okuyamayacak, dedikodu yapamayacak, birbirlerini çekiştirip durmayacaktı. TV haberlerini okuyan kimse kalmayacaktı artık. Kendi aralarında yeni iletişim yolları keşfetmek gerekiyordu. Yeni bir dünyanın kurulması, eskisinin çöpe atılması demekti bu.

Sorunlu ilk doğumdan bu yana tam üç ay geçmişti. Özellikle hastalığın ilk kurbanları titizlikle takip ediliyor, gelişmeler izleniyordu. Bilinmezlerin en büyüğü mutasyonun aniden ortaya çıkıp aynı anda bütün insan türüne yayılmış olmasıydı. Yayılma hızından bahsedilemezdi bile. Bir anda değişim yaşanmış ve o tarihten sonra hiçbir normal doğumla karşılaşılmamıştı. Sorun ses tellerinden kaynaklanıyordu. Ses tellerinin sanıldığı gibi tele benzer bir yapısı yoktu. Bunlar soluk borusunun en üst kısmında sağlı sollu yer alan üç farklı tabakayı barındıran birer kas kıvrımından ibaretti. Kasın üzerinde yarım milimetrelik jölemsi bir tabaka ve en üstte çok ince epitel bir tabaka. Bu kasların düzenli çalışabilmesini ve kontrolünü sağlayan Nervus Vagus sinirinin görevini yapmaması bebekleri sessizliğe mahkum ediyordu. Ses telleri açık pozisyonda kaldığında ses oluşmadığı gibi özellikle yemek yeme esnasında ciddi başka sorunlar da baş gösteriyordu. Yiyecek ve içeceklerin soluk borusundan akciğerlere kaçma, boğulma ve öksürük gibi sorunlar. Bu süre içinde doğan her üç bebekten birinin ölüm nedeni annesini emerken nefes yolunun kapanmasıydı. Diğerleri öksürerek tıksırarak bir şekilde hayatta kalmayı başarmışlardı ama ne zamana kadar sürecekti bu durum.

"Tanrı'nın gazabı" diyordu Papa. İnsanoğlunun işlediği büyük günahların bir sonucuydu yaşananlar. Bütün ibadethaneler tövbe eden insanlarla doluyordu. Yaptığı haksızlıklardan, zulüm ve her türlü kötülüklerden kendi payına düşeni alanlar büyük pişmanlık içinde secdeye kapanır olmuştu. Yeni bir düzen kurulacaktı bundan böyle, belki insanın içinde kendine yer bulamadığı. Yeni doğan bebeğini kucaklayan yatırlardan türbelerden medet umuyor, yaratandan mağfiret dileniyorlardı. Üç büyük dinin en büyük alimleri kutsal kitaplarda boşuna arıyorlardı bu işareti. Hiç birinin beklediği değildi böylesine bir son.

ABD ve Rusya başta olmak üzere diğer ülkelerin tamamı savunma bütçelerini olduğu gibi sağlık bakanlıklarına aktarmışlardı. Yeni hastaneler, ses terapi merkezleri, araştırma laboratuarları, psikiyatri merkezleri açılıyordu durmaksızın. Ne yazık ki arpa boyu kadar ilerleme kaydedilememişti henüz. Toplumun psikolojisi bozulmuş, intihar vakaları her geçen gün artmaktaydı. Dünya Sağlık Örgütünden gelen haberlere göre gerekli açıklamalar yapılıyor, yeni önlemler devreye sokuluyordu. 

Eğer bilim çare üretmezse en çok seksen yıl sonra neredeyse konuşan insan türü kalmayacaktı dünyada. TV programlarında geleceğin dünyası konuşuluyordu. Dini kanalların birinde sakallı bir profesör, onca derdin arasında sanki en önemli konu buymuş gibi "Düşünebiliyor musunuz?"diye sormuştu diğerlerinin dikkatini çekerek,  "Camilerde ezan sesi duyulmayacak artık(!)" Karşısındaki ellerini masaya vurmuş, büyük bir acıyı içinde hissederek destek vermişti berikine. "Kuran sesine bile hasret kalacak insanlar, okuyan olmayınca." Bir değeri çözüm yolunu teknoloji sayesinde bulmuştu çözüm yolunu hemen. "Digital kayıtlar önemli, onları dikkatli bir şekilde nesilden nesile aktarmalı." Olmaz, olmaz dediler diğerleri, "İnsan sesi önemli, hem de çok önemli." 

Yeni nesilden yaşama tutunanlar belli ki farklı olacak. Annelerinin sesini duyacaklar ama annelerine seslerini duyuramayacaklar. İletişim büyük sorun. Klasik okullar işe yaramayacak. İşaret dili önemli, onu öğretmek kadar öğrenmek de önemli. Yazmak da önemli. Hatiplik işe yaramayacak. Belki de hatipler yüzünden verildi bu ilahi ceza insana. Nasıl olacak şimdi propagandalar, pazar yeri esnafının bağırıp çağırması. Sessizlik... İnsan sesi olmayacak artık. Kuş sesleri, derenin şırıltısı, dalganın sesi, rüzgarın uğultusu duyulacak sadece.

Kitaplar, kitaplar... Hepsi yerli yerinde. İnsanlığa hizmet etmeye, bilgi dağıtmaya devam edecek. Sözlü sınavı tarihe karışacak ama yazılılar tam gaz. Okulda öğretmen ders anlatmayacak artık. Ya öğretmene soru sormak isterse çocuk? O da yazılı sorsun. Hem sen öyle dedin ben böyle dedim tartışması da olmaz. Her şey yazılı, belgeli. Öğretmenlik de öyle bildiğiniz gibi bir meslek olmayacak elbette. Anlatmak istediği bütün dersleri bilgisayara yükleyecek. Öğrencilerle iletişim sadece bilgisayarlarla. Sessiz bir sınıf, sadece tuş sesleri. Hem müzik dersleri güzel olur çıt çıkmayan sessiz bir sınıfta. Klasik müzik konserleri de öyle, insan sesinin olmadığı salonlarda. Operalara, tiyatrolara paydos...

Politikacıların işi çok zor bundan böyle. Seçim zamanı bindirilmiş kıtalar işe yaramayacak. Kim anlatacak ki yapamayacaklarını, dinleyen yığınlar bulunsa da. TV programları gözden geçirilecek. Sessiz filmlere geri dönüş. Sadece alt yazılı olacak yeni çevrilen filmler. Yok, izleyen için değil, konuşan aktör, aktris ve politikacı bulunmadığından. Reklamlar bile alt yazılı verilecek. Ağzı olan konuşamayacak artık, okuryazar olmayan şempanzeler gibi birbirlerinin bitlerini ayıklayacak.

Güzel şiirler yazılacak, duyguların daha gün yüzüne çıktığı. Ne var ki sessiz şiirler olacak bunlar, sessiz şarkılar gibi. Ezan sesi duyulmayacaktı ama kilise çanları çalmaya devam edecek. Buna rağmen görünen o ki camiler kiliselerden daha kalabalık olacak.

Suç oranları muhtemelen düşecek. Mahkemelerde avukatlar yazılı olarak sunacak savunmalarını bundan böyle. Kimse kimseye sözlü hakarette bulunamadığından kavgalar gözle görünür şekilde azalacak. Yalan söyleyemeyecek artık kimse. Yalan yanlış yazanların foyası çıkacak ortaya çok beklemeden. Bütün konuşmalar yazılı, yazılar bilgisayarlarda saklı olacak çünkü. Laf cambazları değil, meramını yazıya en güzel döken kişiler sivrilecek toplumda. İşte böyle bir gelecek konuşuluyordu dilden dile.

Bu arada yeni doğanların boğularak ölmesine çare bulmuştu bilim adamları. Doğan her bebeğe vurulan ilk aşıdan önce acil bir operasyon yapılıp açık ses telleri kapatılmaya başlanmıştı. Böylelikle solunum yollarından akciğere yabancı madde girmesi önlenmişti. Altıncı aya girerken doğumlar azalmış, çocuk aldırma sayıları ise tam tersine zirve yapmıştı. Neredeyse hiçbir kadın hamile kalmıyordu artık.

Genetik mühendisleri gece gündüz çalışmalarına rağmen FOXP2 geninin yok oluş sırrını çözememişlerdi. Dünya Sağlık Örgütü kontrolündeki birinci grup araştırma ekipleri, mutasyonu gerekli kılacak tek bir neden dahi ortaya koyamamışlardı. Belli bir bölgede olsaydı yaşananlara çok daha kolay neden üretebilirlerdi belki de. Evrimciler tesadüfler halkasına bir yenisini eklemişlerdi. Evrim karşıtları ise her zamanki gibi Allah'ın insan türünü cezalandırdığına inanıyorlardı. Sonuçta bilim ve din dünyası ilk kez fikir birliğine varıyorlardı. Mutasyonun nedenini aramak boşa geçirilen bir zamandı. Bilim adamları yeni duruma göre toplumun yaşam düzenini ayarlayacak, din adamları ise tanrıyı bir daha kızdırmamak için insanları kötülüklerden uzak durmaya teşvik edeceklerdi.

Ölümler hariç mutant neslin sayısı 37 milyonu aşmış, dünya toplam nüfusunun % 0,5'ine yaklaşmıştı. Moleküler Biyoloji ve Genetik dalında haklı bir şöhrete sahip Harvard Üniversitesi profesörleri yayınladıkları makalede mutant neslin çocuklarının kısır doğabileceğini ileri sürüyordu. Bu insan neslinin yok olması anlamına geliyordu. Birleşik Krallık Cambridge Üniversitesi Genetik bilimi uzmanları ise o kadar karamsar değildi. Onlar bir nesil sonra durumun normale döneceğini iddia ediyorlardı. Çok ama çok küçük bir ihtimal... Yine de en doğru analiz Amerika Birleşik Devletlerinin meşhur Massachusetts Institute of Technology (MIT) profesörlerinden gelmişti. Bekle ve gör. Yeni nesil büyüyecek ve insanın kaderini çizecekti. Her şey bir tarafa mutant neslin birbirleri arasında yapılacak evliliklerin yaratabileceği sakıncalara ilişkin dile getirilen varsayımların ardı arkası kesilmiyordu.

Kosta Rika'nın başkenti San Jose'deki Cima Hastanesinin doğumhanesinde başlayan sevinç ve şaşkınlık ışık hızıyla bütün dünyaya yayılmıştı. Son dokuz aydır ilk defa normal bir doğum gerçekleşmişti. Andrew adı verilen erkek bebeğe ilgi inanılmaz ölçekteydi. Bütün medya bebek hakkında bilgi almak onu dünyaya göstermek için  doğal güzellikleri ile isim yapmış Orta Amerika ülkesine akın ediyordu. Dokuz ay önce ilk mutant bebeğin doğumunda bile bu denli bir sansasyona şahit olunmamıştı. Dünya yeni bir Adem'in doğuşunu kutluyordu adeta. Bütün kiliseler Andrew'un doğumunu kutsuyorlardı. Zira mutant bebeklere yapılan gırtlak operasyonundan sonra ölüm oranı azalmasına karşın hayatta kalanlarda ortaya çıkan değişiklikler endişe yaratmaya devam ediyordu. İkinci aydan itibaren bebekler normalin üzerinde kıllanmaya başlamışlardı. Mutant bebeklerin anatomik inceleme sonuçları tıp ve bilim adamlarını karamsarlığa sürüklüyordu. Bunun sebebi çocukların kafatası, kaburga ve leğen kemiklerinin oluşumunun neandertal insanının özelliklerini taşıyor olmasıydı. Eğer böyle bir geri dönüşüm söz konusu ise büyük bir olasılıkla kısır bir nesil türüyordu. Bu ise insanlığın yok oluşu demekti. İşte bu yüzden beklenmedik bir anda Andrew'un dünyaya gelişi muazzam bir heyecan yaratmış, yeniden umutları yeşertmişti.

Sağlık Bakanlığı sadece İstanbul'da mutant çocuk sayısının 70.875 olduğunu, 30.375 çocuğun ise doğumdan sonraki üç ay içinde yaşamını yitirdiğini açıklamıştı. Tüm dünyada olduğu gibi şehir hastaneleri, özel klinikler yeni doğan bebeklerin gırtlaklarını kapatmaya ayırmıştı zamanlarının büyük bölümünü. Psikiyatr ve psikologlar gün geçtikçe garip bir şekle bürünen çocuklarına nasıl yaklaşacaklarını bilemeyen ailelere olabildiğince destek olmaya çalışıyorlardı. Anneler kıl torbasına dönen, kendine ve yakınlarına benzemeyen yaratıklara alışmakta güçlük çekiyor, onları kucaklarına aldıklarında içlerini tuhaf bir huzursuzluk kaplıyordu..

Harvard Üniversitesi Genetik Mühendisliği Bölüm Başkanı Profesör Ruth Hubbard ve 814 bilim adamının imzalayıp hükümetlere ve uluslar arası forumlara gönderdiği mektup yeni bir tartışmayı ateşlemişti. Profesör Hubbard, genetiği değiştirilmiş gıdaların insan sağlığına verdiği zararlara dikkat çekerek mutant doğumların bunun bir sonucu olabileceğini dile getiriyordu. Açık mektubunda Hubbart, "Ne yazık ki, dünyamızda GDO'nun ve insan sağlığına zararlı kimyasalların kirletmediği bir ürünün kalmadığı gerçeğini artık kabul etmemiz gerekiyor. Zira genetiği değiştirilmiş polenlerin kilometrelerce yol alabileceğini, kuşların, böceklerin ve hatta havanın genetiği değiştirilmiş polen ve tohumları taşıması olağan." diyerek insanlığın içine düştüğü durumu gözler önüne seriyordu. Bütün bu açıklamalara itiraz eden ve iddiaya kanıt arayan biyoteknolojik şirketler yaşanan bu kaotik ortamda seslerini çıkartmaktan korkmuşlar, kendilerini toplumdan gizlemeyi tercih etmişlerdi. Akıllı bir tercihti bu. Aksi takdirde dünyanın başına gelen bu belanın tek sorumlusu olarak mücadele etmek akıl karı olmazdı. Her şeye rağmen Dünya Sağlık Örgütü Profesör Hubbart ve bilim insanlarının yaptığı varsayımın kesin olarak kanıtlanmadığını, bu nedenle kabul edilemeyeceğini açıklayarak olası aşırı tepkileri önlemeye çalışmıştı.

Mutasyonun nedenleri konusunda kesin bir sonuç elde edilemese de mutant bebeklerde görülen rahatsızlığı gidermek için bazı adımların atılıyordu. İlk şokun atlatılmasıyla beraber ses telleri felci tedavisinde uygulanan cerrahi müdahaleler bebeklerde olumlu sonuç vermeye başlamıştı. Ses tellerindeki açıklık jelatinimsi bir dolgu ile doldurularak başarı sağlanamamıştı ama tiroplasti ameliyatından sonra ümit verici gelişmeler kaydedilmişti. Bu cerrahi işlem sırasında bebeğin doğumundan hemen sonra soluk borusuna takılan kapak alınıyor, yemek borusu ve nefes borusu arasında bir geçiş sağlanıp açık durumdaki ses telleri arasına kalıcı bir implant yerleştiriliyordu. İmplant kapak görevini görüp öksürük ve boğulma tehlikesini ortadan kaldırırken nefes borusundan çıkan hava kapanan ses tellerini titreştirip sesin oluşumunu sağlıyordu. Ameliyat sonrası çıkartılan sesler başlangıçta kaba, anlamsız ve köpek ulumasına benziyordu. Bundan sonra aylarca sürecek bir ses terapisi süreci başlıyordu. Doğan bebeklerin hepsine bu ameliyatın yapılması ve uzun terapi seansları sağlık bakanlığının mevcut imkanları dahilinde olası görünmüyordu. Mutant bebeklerin zeka ve algılama kabiliyetlerinin normal hatta normalin üzerinde olması işleri kolaylaştırsa bile ne hekim ve terapist sayısı ne de ameliyat için fiziki imkanlar ihtiyaca cevap vermekten uzaktı. Mevcut hasta sayısı sabit kalsa bile söz konusu operasyon on yılda tamamlanabilecekti. Bütün ülkelerdeki durum üç aşağı beş yukarı aynıydı.

Bir yılın sonunda dünyada ilk kez nüfus azalmıştı. Savaş yıllarında, büyük kuraklık senelerinde bile karşılaşılmayan bir durumdu bu. Doğum sayısı neredeyse sıfırlanmış, gözler, kulaklar BM'nin yapmakta olduğu açıklamalardaydı. Tabii bir de Kosta Rika'dan beklenen haberlerde...

Kosta Rika'da doğumdan sonra ağlayan bebek, hiçbir sağlık sorunu yaşamadan büyümeye devam ediyordu. Atenas, San Jose'nin yaklaşık 30 km batısında 27.000 nüfuslu bir kasaba. 2012 yılının 9 Mart Cumartesi günü, kasaba meydanında toplanan halk yapılan referandum sonucunda GDO'lu tohumların bölgelerinde kullanımına karşı oy kullanmış, coşkuyla zaferlerini kutluyorlardı. Bebek Andrew'un ailesi, bu kasabaya bağlı Rio Grande adındaki küçük bir köyde yaşıyorlar, kendi yetiştirdikleri meyve sebzeleri, hayvan ve hayvan ürünlerini tüketiyorlardı. Dünya GDO'lu tohum ve zirai kimyasal üretiminin % 90'ına sahip küresel şirketi "Monsanto'yu topraklarımızda istemiyoruz" sloganıyla çıkmışlardı yola. Uluslararası biyoteknoloji devini dize getirmeyi başarmışlardı. Dünyanın değişik ülkelerinden gazeteciler, bilim adamları akın etmişti Atenas'a. Harvard Üniversitesi'nin dünyada GDO'nun ve zehirli kimyasalların etkilenmediği bir ürün kalmadığı açıklamasından sonra Atenas bu zararlardan kendini nasıl koruyabilmişti de Andrew normal bir bebek olarak dünyaya sesini duyurmuştu? Andrew'un doğumundan sonra Atenas kasabasında yaşayan her beş gebe kadından biri normal bebek doğurmaktaydı. Aslına bakılırsa aynı ortamda bulunmaları, aynı gıdayı tüketmelerine rağmen böyle bir sonucun çıkması zihinleri bulandırmıştı. Zira son gelen haberler, Hindistan'da, Etiopya'da, Meksika'da, İsviçre'de ve son olarak ABD'de nadiren normal doğum olaylarına rastlanmıştı ama hiç birinin oranı % 5'ten fazla değildi. Medya ordusu Kosta Rika'yı terk etmeye başlamıştı.

İsviçre'de bulunan Organik Tarım Araştırma Enstitüsü (FIBL) yaptığı araştırma sonucunu açıkladı. Buna göre 282 Euro'luk kişi başı organik gıda tüketimi ile İsviçre başı çekiyor onu Danimarka, İsveç, Lüksemburg, Avusturya, Almanya, ABD gibi ülkeler takip ediyordu. GDO'lu ürünlerin ve toksik kimyasalların üretiminde tekel oluşturan bu ülkelerin kişi başı en çok organik ürün tüketen ülkeler olması insanların kafalarını karıştırıyordu. Daha ilginci ise 75 milyar dolarlık organik ürün pazarının neredeyse yarısının % 90'lık GDO'lu tohum üretimine ev sahipliği yapan ABD'nin elinde olmasıydı.

Bütün ülkelerde ABD karşıtı protesto gösterileri büyük artış gösteriyordu. Yine bağımsız bir araştırma kurumu, yaptığı açıklamada Dünya üzerindeki topraklarda kirlilik oranının son 25 yılda 48 kat arttığını duyurmuştu. ABD başta olmak üzere bütün ülkelerin vatandaşları hükümetlerine tarihleri boyunca eşi benzeri görülmemiş düzeyde tepki gösteriyor, devlet güçleri halkı yatıştırmakta aciz kalıyordu.

Bir yıl boyunca dünya gündeminin ilk sırasından düşmeyen sessiz bebekler konusunun yarattığı kaos artarak devam ederken gözler genetik mühendislerine çevrilmişti. Çin'de bir doktor tüp bebek tedavisi sonucu doğan bebeklerin DNA'sını CRISPR-Cas9 olarak biline bir gen teknolojisi ile değiştirdiğini açıklamıştı. Son birkaç yıl içinde İsviçre ilaç devi Novartis tarafından kanser türlerine ve SMA'lı hastalara uygulanacak Car-T ve Zolgensma gen tedavilerine FDA'nın onay verdiğini ve bazı ülkelerde uygulanmaya başladığını açıklamıştı. Bütün bu gelişmelerin anlamı şuydu: Teknoloji sadece bitki ve hayvanların değil insan genlerine de müdahale edebilecek düzeye gelmişti. Yani, hastalıklı ve kusurlu genler ayıklanıp mükemmel bir insan yaratılabilecekti artık. Ne var ki bu işlerin kişi başı maliyeti beş milyon dolar gibi fahiş fiyatlara kadar çıkabiliyordu. Gen tedavisi ile mutant bebeklerin normal yapıya kavuşturabilesi olanak dahilinde görünüyordu ancak dünya buna henüz hazır değildi. İlk olarak 1972 yılında başlayan çalışmalarda her geçen gün ilerlemeler kaydedilmesine karşın tedavide olası yan etkilerin kontrol altına alınması için daha fazla zamana ihtiyaç vardı. Bir tarafta tedavi bekleyen kanser ve genetik bakımdan sorunlu hastalar dururken devletlerin koyduğu doğum yasağına rağmen artık 50 milyonu bulan yeni hasta sayısı içinden çıkılmaz bir durumdu. Buna yetecek sağlık çalışanı, gerekli cihaz, araç, ilacın, hastane ve ameliyathane temin edilse bile bütün dünya ülkelerinin toplam 80 trilyon dolarlık ekonomik gücünün yaklaşık üç katını aşan bir maliyet nasıl karşılanacaktı? 

Bilim insanlarının mutant bebekler üzerinde yaptığı yoğun araştırmaların sonucunda bazı kesin bulgulara ulaşıldı. Mutasyona sebep olan genler her iki cinste eşit dağılım gösteriyordu. Bu husus Birleşmiş Milletler Örgütünün oy birliği ile aldığı karar gereği muhtemelen daha sonra kısırlaştırılacak bireylerin belirlenmesinde büyük önem arz ediyordu. Diğer bir sonuç, mutantların en fazla 20 ila 25 yıllık bir yaşam süresine sahip olacağıyla ilgiliydi. Bu ciddi bir sorun olarak görülmemişti. Aileler mutant çocuklarını bir türlü kabullenemiyorlardı. Anne ve babalar arasında sıklıkla intihar vakalarının artmasının yanı sıra bazı aileler canavar gibi gördükleri bu canlılardan kurtulmak için onları aç bırakıyorlar, hatta zehirliyorlar, tanrının gazabı gördükleri masum yaratıkları yok etmenin çarelerini arıyorlardı. Hükümetlerin işine gelen bu tavır, insanların yaşadıkları psikolojik travmaya dayalı işlenen suçlar kapsamında en hafif şekilde cezalandırılıyordu.

Son bir yılda dünyada meydana gelen doğum vakalarında ağlayan çocuk sayısı toplam 500.000 civarındaydı. Bu nüfus içinde  sadece 2.643 erkek, 2.807 kız bebek Türkiye'de dünyaya gelmişti. Dünya Sağlık Örgütü tavsiyelerine uyan Sağlık Bakanlığı sağlıklı doğan bu bebeklere ilişkin özel önlemler almaya başlamıştı. Edremit Körfezinde tahsis edilen özel bir arazide 20.000 kişilik bir Eko-Köy kurulacaktı. Proje, insan neslini kurtarma projesi olarak nitelendiriliyordu. Eko-Köylerde normal doğan bebeklere aileleri ile birlikte sağlıklı yaşam için gerekli ne varsa devlet eliyle karşılanacaktı. Kafaları kurcalayan tek sorun bu bebeklerden sonra gelecek neslin doğumunda kaçının ağlayıp kaç tanesinin ağlamayacağıydı. Sonuç ne olursa olsun çarenin bulunması için belli bir süre kazanılmıştı. Belki o zamana kadar mucizevi bir kurtuluş kapıyı çalacaktı.

Bütün ülkelerde halkın baskısına karşı koyamayan hükümetler ABD'nin Alman Bay-er firmasına 66 milyar dolara sattığı Monsanto ve Çinlilere 43 milyar dolara satılam İsviçre'nin Syngenta'sı gibi GDO'lu tohum ve zirai kimyasal üreten uluslararası dev şirketlerin faaliyetlerini yasaklamış ve kapılarına mühür vurulmuştu. Siyanürle altın aramalar, çevre tahribatına ve kirliliğine yol açan her türlü aktivite bıçak gibi kesilmişti. Bunun doğal bir sonucu olarak dünya büyük bir kıtlıkla karşı karşıya kalmıştı. İnsanlar yiyecek bulamıyorlardı. Devletlerarası anlaşmazlıklar askıya alınmış her toplum kendi derdine düşmüştü. Halkın tepkisi dinmiyordu. Göstermelik de olsa GDO'lu gıda üretimine, çevreye ve insan sağlığına risk oluşturan kimyasal maddelerin üretiminde, pazarlanmasında görev alan yasa dışı yollarla sahte belge düzenleyen, bu tür maddeleri zararsız gösterip tüketiciye ulaşmasında rol alan, izin ve onay veren yönetici ve sorumlulardan bazılarının yargılanıp hapis cezalarına çarptırılması ateşi söndürememişti.

İşler iyice çığırından çıkmış, toplumun dengesi, değer yargıları, ahlak anlayışı değişmişti. Açlık yaşananların içinde en karşı koyulmaz olanıydı. Parası olan da olmayan da karnını doyuramaz hale gelmişti. Ülkeler arasında savaş kesilmişti ama umutsuzluk, bilinmezlik, en önemlisi açlık insanları birbirine kırdırıyordu. Fabrikalar, okullar, mağazalar, dükkanlar kapanıyordu teker teker. Paranın değeri olmadığı gibi insanın çoluğuna çocuğuna bırakacak bir miras da söz konusu değildi. Çünkü yaşayanların  çocukları da olmayacaktı artık. Her birey devlet tarafından zorunlu olarak kısırlaştırılıyordu. Böyle giderse en fazla 60-70 yıl sonra ülkenin nüfusu sadece Eko-Köy'de yaşayanlardan ibaret olacaktı. 88 milyonluk koca ülkenin nüfusu 32.000 kişiye düşecekti yani. Dünya nüfusu 3.000.000'u bile bulmayacaktı. Bu sayı ile dünya tam 30.000 yıl önceki nüfusuna gerileyecekti. Neandertal insanının yok oluş yıllarındaki dünya nüfus sayısına geri dönmek sadece bir tesadüften ibaret miydi?

Ülke yöneticilerin en önemli görevi kendi nüfuslarına orantılı büyüklük ve sayıda kurdukları Eko-Köy'lerin güvenliğini sağlamak ve gelecekleri olan bu insanların ihtiyacı olan her şeyi vermekti. Bu yüzden bu özel köylerin etrafı yüksek surlarla çevrilmişti. Silahlı kuvvetlerin görevi sınırları korumak değil bu köyleri korumaktı artık. Zira aç kaldığı için taşkınlık yapan halkın yiyecek bulabileceği yegane yerdi oraları ve dikkatle korunmaları gerekiyordu türün devamı için. Şehirlerde yaşam tükeniyordu yavaş yavaş. İnsanlar kendi ekip biçtikleri topraklara, köylerine geri dönüyorlardı.

Hükümetler birbiri ardına istifa edip bürokratlar, memurlar ve işçiler işlerine gelmez oldular. Bundan sonra ne iktidarın ne şan şöhretin ne de paranın önemi vardı. Devlet yönetimi hiçbir menfaat beklemeden sadece insanlık namına bildiklerini ortaya koyan, çalışıp çabalayan insanların eline geçmişti. Dünyanın bütün ülkeleri zengin, fakir, gelişmiş, gelişmemiş, ya da az gelişmiş sıfatlarından arınmış tek bir ideal uğruna savaşan insanların eline kalmıştı. O ideal, insan neslinin devamıydı.

Önce insanların karınlarını doyurmak gerektiği sonucuna vardı yeni yöneticiler. Gıda stokları gün geçtikçe tükeniyordu. İnsanlar kendi canlarını kurtarmak telaşındaydılar. Düzeni sağlamakla görevli yeni hükümetlerin ilk icraatı halkın açlığına çare bulmak olmalıydı. Aksi takdirde çalışacak adam bulunamayacaktı. Mevcut yerli tohum bulunamadığından köylüye Monsanto'nun GDO'lu tohumları ücretsiz olarak dağıtılmaya başlandı. Bu yeterli olmayacaktı. Toprak bitkileri besleyen özlerini kaybetmiş olduğundan kimyasal gübrelere muhtaçtı. Mecburen ücretsiz olarak köylüye bu sakıncalı gübrelerden dağıtıldı. Yine de yeterli değildi bu; aç kalan sadece insanlar değildi. Bitkilerin zararlı haşerattan korunması için kimyasal ilaçlara ihtiyaç vardı. Zor bir karardı bu yöneticiler için. Yaşamak için kendini zehirleyen tek canlı türüydü insan. Olan olmuştu zaten. Açlıktan ölmek daha kötüydü. Tek fark, insanın soyunu tüketen, onlara yaşam alanı bırakmayan bu gıdaları, sebep olduğu sonuçları görerek, çaresizlik içinde ancak BİLEREK tüketmeye karar vermesiydi. Sadece meyve sebze değil protein ihtiyacı için besi hayvanlarını, tavukları ve balıkları GDO'lu yemlerle beslemeye devam edecekler, bunlarla birlikte süt ve süt ürünleri, her türlü hayvansal gıdalar insan sağlığını tehdit etmeyi sürdürecekti. Türünün son insanları geride çocuklarına bir şey bırakmayacaklardı. Çünkü hiçbirinin çocukları olamayacaktı.

Çok değil 1982 yılında Monsanto, ilk kez bir bitkinin genetiğini değiştirmeyi başarmıştı. Üzerinden kırk yıl geçmeden bu büyük başarı canlılar için dünyanın sonunu hazırlamıştı. Çevrenin korunması, mümkün olduğu kadar toprağın ve suyun kirlenmemesi için ne kadar tedbir alınırsa alsın yaşam savaşı veren son insan kalana kadar dünya kirlenmeye devam ediyordu.

Dünya ülkeleri kontrolü sağlamaya başlamışlardı yavaş yavaş. Genel af ilan edilmiş, hapishanelerin kapıları açılmıştı. Devlet bütçelerinde en büyük pay sağlık harcamalarına verilmişti. Yeni doğumlara izin verilmemesinin yanı sıra, şiddet, yaşlılık ve salgın hastalık gibi nedenlerle dünya nüfusu hızla eriyordu.

İnsan, çevre koşullarına ve karşılaşılması muhtemel en büyük felaketlere karşı ayak uydurabilecek, yeni durumlara kendini kısa sürede adapte edebilecek canlı türünün en gelişmişi, tarihinin en büyük sınavını veriyordu. Yaptığı hataları anlayabilmesi için ne yazık ki bu felaketi yaşaması gerekiyordu. Ona böyle bir sonu hazırlayan bencillik, aşırı hırs gibi kötü huyların, para ve makam için kendi türünü, diğer canlıları ve yaşadığı çevreyi gözünü kırpmadan hunharca katleden zarar verici özelliklerin yok edilmesi şarttı. Bilim adamlarına göre bu tür kötü özellikler neandertal insanının gen yapısında bulunmayan özelliklerdi. Atalarımız, yani homo sapienler, FOXP2 geninin sayesinde doğurganlığı artmış, konuşma yetisi kazanmış, bu sayede artan iletişim becerisi sayesinde süratle kendini geliştirmiş, teknolojide sınır tanımamış, bugünlere gelmişti. Ancak madalyonun diğer yüzü oldukça karanlıktı. Modern sıfatıyla hiç de hak etmediği şekilde taçlandırdığımız insan, kendi türüne ve çevresine hiçbir canlı türünde rastlamadığımız büyüklükte zararlar vermişti. Binlerce yıl aralıksız devam eden ve birbirlerini canice öldürdükleri anlamsız kanlı savaşlar, sömürü düzeni, adaletsizlik, daha çok para kazanma hırsıyla zehirlenen topraklar, sular, sağlığını kaybeden insanlar, canlılar, doğanın dengesinin bozulması, küresel ısınma yani insan eliyle yapılan bunca kötülük taşıdığımız FOXP2 geninin yok edilmesi gereken öldürücü yan tesirleri miydi?

Monsanto ve benzeri dünya devlerinin sahipleri, yöneticileri ve uzmanları büyük pişmanlık ve vicdan azabı içine düşmüşlerdi. Hapishaneler boşalınca onlar da özgürlüklerine kavuşmuştu. Artık onlar kapitalizme hizmet etmiyor, bütün tecrübe ve bilgileriyle insanlığın kurtuluşu için çalışıyorlardı.

Oxfort Üniversitesinde yapılan çalışmalar mutant bebeklerin gen yapısının neandertal insanının gen yapısıyla büyük benzerlik gösterdiği sonucuna varmış, buna dayanarak muhtemelen yeni nesilde akıl hastalıklarının beklenmediğini açıklamıştı. Dünyada yeni bir düzen kuruluyordu. Bu düzende eşitlik ve adalet anlayışı öne çıkıyordu. Nüfusun azalması nedeniyle yeni yatırımlara gerek kalmamıştı. Yöneticilerde liyakat ve çalışkanlık geçer akçe olmuştu. Kaynaklar gerektiği kadar ve doğru yerlere yönlendiriliyordu. Yeni idare anlayışının en fazla önem verdiği konulardan biri de eğitimdi. Ülke stratejileri bütün devletlerin eşit olarak temsil edildiği Birleşmiş Milletler Örgütü ve onun alt komisyonları tarafından belirleniyordu. Devlet sınırlarının sembolik bir önemi kalmıştı. Bütün dünya tek bir hedefe kilitlenmişti. Kaosu önlemek ve insan neslinin devamını sağlamak...

Halk zamanla mutant çocuklarla yaşamaya alışmıştı. Kıllı bebekler biraz garip de olsa yürümeye başlamış ve kendince anne ve babalarıyla, diğer insanlarla iletişime geçmişlerdi. İşitme duyuları oldukça iyiydi. Zeka seviyeleri de normal insanlarınkinden aşağı değildi. Güçleri kuvvetleri yerindeydi. Bebeklere yapılan aşılar onlara da yapılmıştı. Şimdiye kadar hiçbiri hastalanmamıştı.

Eko-Köyler hükümetlerin en fazla önem verdiği kurumlardı. Kusursuz sağlık ve eğitim hizmetlerinin yanı sıra orada yaşayan insanlara dünyanın toprağı ve suyu en az kirlenmiş bakir alanlarında üretilen doğal gıdalar getiriliyordu. Azalan nüfus sayesinde insanlar iş bulmakta sorun yaşamıyorlardı artık. Devletler bireysel varlıklara el koymuş, elde edilen gelirleri vatandaşlara eşit olarak dağıtıyordu. Yapılması gereken en önemli işlerden biri de yirmi yaşına kadar olan genç nüfusun en iyi şekilde eğitim almasıydı. Devlet her alanda ihtiyaca göre meslek gruplarını belirliyor ve yaşamakta olan son insan neslinin geleceğe köprü kurmasına çalışıyordu. İsyanlar, yağma ve şiddet gösterileri sona ermiş gizemli bir sükunet hakimdi. Tam o sıralarda dünya kamuoyu hiç beklemedikleri bir haberle çalkalanmaya başlamıştı. Vatikan yaptığı bir açıklamayla papalığı feshetmiş, bütün mal varlığı ve gelirlerini Dünya Sağlık Örgütüne bağışlamıştı. Haberler sadece bununla sınırlı değildi. Katolik dünyasının merkezi Vatikan'dan yapılan yazılı açıklamada, papalığın kurulmasından bu yana aldıkları yanlış kararları, yaptıkları haksızlıklardan dolayı ve insanların geleceğini ilgilendiren bazı önemli hususlarda uyarma görevini yerine getirmedikleri için kurumsal sorumlulukları bulunduğunu ve insanlığın yaşadığı bu büyük felakette pay sahibi olduklarından bahsediyordu. Yazılı metinde yanlış kararların ne olduğu, hangi haksızlıkları yaptıkları, hangi konularda insanları uyarmadıkları madde madde açıklanıyor, adeta günah çıkartılıyordu.

Ülkemizde durum farklı değildi. İlk mutant bebeklerin doğumundan sonra halk camileri doldurmuş, yaşananları Allah'ın insanlara yaptığı bir uyarı olarak görmüş, dualar ederek mağfiret dilemişlerdi. Olayın ilk şokunun atlatılmasına ev sahipliği yapan ibadethaneler, açlık baş gösterince terk edilmiş, camileri dolduran kitle yaratandan ümidini kesip market ve çarşılara koşmuş birbirlerinin malını yağma etmişlerdi. Uzun süren isyan ve şiddet hareketleri devlet tarafından bastırıldıktan sonra cami ve diğer ibadethanelerden el ayak çekilmeye başlamıştı. Hükümet güvenliği sağlar sağlamaz Diyanet İşleri bütçesini Sağlık Bakanlığı ve araştırma çalışmalarına aktardığından din adamlarının maaşı kesilmişti. Artık tek tük kapısı açılan camilerde gönüllü imamların cılız ezan sesleri duyuluyordu. Kilise, cami ve sinagogların siyaset ve ticaretle bağı kesildiği için bu yapılar inanan insanların gerçek ibadethaneleri olmuştu. Vatikan'ın almış olduğu bu önemli karardan sonra zaten sadece kağıt üzerinde temsil edilen Diyanet İşleri Başkanlığı ve diğer ülkelerin benzer dini kurumları lağvedilmişti birbiri ardına.

Dünya Sağlık Örgütünün bilgisi dahilinde üniversiteler ve bilimsel araştırma kurumları tarafından gönüllü ailelerden sağlanan mutant bebekler üzerinde bazı çalışmalar yapılıyordu. Bu çalışmalar kapsamında bebeklerin ölümü ya da ciddi sağlık sorunlarının gündeme gelebileceği hususunda aileler bilgilendiriliyor ve onlardan yazılı mutabakat alınıyordu. Araştırmanın sonuçları ne kadar göz korkutucu olursa olsun önceleri çok sayıda gönüllü aile kucaklarına almaktan korktukları yavrularını seve seve sağlık kurumlarına teslim ederken bir süre sonra bunu reddetmeye başladılar. Bunun nedeni durumu kabullenişten ziyade bebeklerin gelişimiyle ilgiliydi. Henüz bir yaşını dolduran bebekler beş yaşındaki kardeşleri kadar gelişmiş, hatta bazıları bilgisayarla haşır neşir olmaya başlamışlardı. Öğretilen her şeyi kolaylıkla algılıyorlar ve istenilen pek çok şeyi yapabiliyorlardı. Normalden büyük gözlerini insanlara dikiyorlar adeta onların aklından geçenleri anlıyorlardı. El becerileri oldukça gelişmişti. Kıllı ve garip vücut yapıları dışında hiçbir olumsuz özellikleri yoktu diğer insanlara göre. Diğer taraftan konuşamadıkları için insanların onları anlayabilmesi ciddi bir sorun oluşturuyordu.

İnsanlık sonu bilinmez bir yolda zamana karşı yarışıyordu. Bilim insanlarının ağzından çıkacak sözlere kilitlenmiş yöneticiler, zorlukla yatıştırdıkları vatandaşların son gelişmelerle ilgili açıklama beklediklerini biliyorlardı. Eko-Köylerde izole edilen normal doğmuş bebeklerin ileride doğacak çocuklarından kaçı normal olacaktı? Henüz hiç kimse bu konuda kesin bir fikir yürütemiyordu ancak yine de hepsinin normal doğum yapmayacağını söylemek mümkündü. Mutant nesil ile normal insanların bir arada yaşaması mümkün müydü? Belki de insanın aklına gelen sorulardan en korkuncu buydu. Zira gün geçtikçe sayıca üstün olacaktı bu insanlar. Ve en önemlisi gelişmelerine, dayanıklılıklarına ve zeka düzeylerine bakılırsa normal insandan daha üstün görünüyorlardı. Bu tarihin döngüsü, kuzenlerin dönüşü müydü? 30.000 yıl önce kaybedilen bir savaşın rövanşı mıydı yoksa?

İnsanlık genom şifresini büyük ölçüde çözmüş ve önceleri 100.000 adet olarak duyurduları gen sayısını 20.000 civarına düşürmüşlerdi. Bildiğimiz toprak solucanındaki gen sayısı da üç aşağı beş yukarı aynıydı. Yapılan araştırmalar incelenen mutant bebeklerin genom yapısında neandertal ve normal insanınkilere göre bazı farklılar bulunduğunu ve çok sayıda mutasyon (genetik değişiklik) meydana geldiğini tespit ettiler. Bunlardan 40 kadarı protein yapısını da etkileyen önemli mutasyonlardı. Ayrıca genomun onlarca bölgesinde modern insana göre pozitif ve negatif doğal seçilim izi sayılan türde gen frekansı örüntülerine rastlanmıştı.

Birleşmiş Milletler eldeki verilerden yola çıkarak bütün devletlerin katılacağı acil bir oturum yapılmasına karar vermişti. Zira Eko-Köylerde insan türünün devamını sağlamak adına koruma altına alınan normal bebeklerden sonuç alınabileceği belirsizliğini korurken mutant bebeklerdeki hızlı gelişim ürkütücü boyuttaydı. Yani Eko-Köylerde yaşayan normal bebekler beş yaşına geldiğinde mutant doğan bebeklerden çoğunun yaşamı son bulacaktı. Daha korkuncu üç  ya da dört yıl sonra insanların koymuş olduğu doğum yasağını dinlemeyen mutantlar üremeye başlayabileceklerdi muhtemelen. Zaman gittikçe daralıyordu ve akıllara gelen tek bir çözüm yolu vardı. Germline genetik modifikasyon, yani sperm ve yumurtaların genetik materyaline müdahale etmek suretiyle gelecek nesilleri de etkileyecek dizilimsel değişiklikleri sağlamak (!)

CRISPR adı verilen bir teknikle 2015 yılından beri hücrelerin gen yapısına istenilen müdahale yapılabiliyordu ancak bu operasyonun olası yan etkileri ve etik bakımdan büyük sakıncaları vardı. Bu sebeple İngiltere ve bazı ülkelerde yasaklanmıştı. Yan etkilerden biri işlem başarılı olsa bile genlerde farklı mutasyonların potansiyel risk taşımasıydı. Ayrıca tıbbi olmayan amaçlarla bebeklerin istenilen özelliklerini seçerek önceden tasarlanması etik açıdan sakıncalı görülüyordu. Birleşmiş Milletler Örgütü ilk kez bütün devlet başkanlarının katıldığı toplantı sonrasında bütün ülkelerde referandum yapılmasını  istiyordu. İnsan neslinin devamını mı yoksa yok olmasını mı istiyorsunuz referandumu. İnsanoğlu bir kez daha tehlikeli sularda yüzüyordu.

9 Ağustos 2019 Cuma

ÖLÜLER DİYARI - JEAN CHRISTOPHE GRANGE

Kitabın Adı: Ölüler Diyarı
Yazar: Jean-Christophe GRANGE
Çeviri: Tankut Gökçe
Sayfa Sayısı: 462
Yayınevi: Doğan Kitap
Türü: Roman-Polisiye, Macera, Psikolojik


Kitap Hakkında: Jean Christophe Grange'ın son kitabı Ölüler Diyarı, toplumun gözden ırak yaşamlarını deşifre eden polisiye bir kurgu. Aynı yazarın "Kongo'ya Ağıt" isimli romanını daha başarılı bulmuştum. Grange bu romanında da ayağı yere sağlam basan bir tema üzerinde sürükleyici bir yapıt çıkarmış ortaya. Her kitabı geniş bir hayran kitlesi tarafından takip edilen yazar, kendine has bir tarzın dışına çıkmıyor. 

Cinayet büro amiri Staphane Corso birbiri ardına işlenen iki cinayetin peşine düşüyor. Katilin peşinde iz sürerken yolu, karanlık dünyanın dehlizlerinden, sadomazoşizm ve türlü cinsel sapkınlıkların yer aldığı türlü ortamlardan geçiyor. Kısa sürede katili deşifre ettiğini sanıyor ancak yanlış yolda olduğunu çok geç öğreniyor. Aslında olaylar Corso'yu da içine alan bir şekle bürünüyor ve katilin kimliği ve işin iç yüzü kitabın sonunda açıklanıyor. Yazar'ın en önemli özelliği yer, zaman, kişi, sanat ve kültür öğelerinde kullandığı benzetmelerdeki zenginlik. Bu bakımdan öğretici aynı zamanda. Kitabı okurken bir eliniz Google arama motorunda olmalı. Örneğin Jacquemart eski bir adli polis; katili bildiğini söyleyip Corso'ya bazı fotoğraflar gösteriyor, Ona göre "La cour des Miracles" resmi portre ressamını bulmuştu. Bu tür terimler bazen sayfa alt notlarında açıklanmakla birlikte çoğu kez okurun bildiği kabul ediliyor Katil tuhaf çizimleri olan bir ressam. "La cour des Miracles" terimi ile Wikipedia'da Fransa'nın gecekondu bölgelerine atıf yapıldığını görüyoruz. Diğer taraftan "Notre Dame de Paris" müzikalinin en güzel şarkılarından birinin adıymış. Çingeneleri konu alan ve onlara hayranlık uyandıran bu şarkıya gönderme yapan yazarın artık şu cümlesi daha fazla anlam kazanıyor: "... sanatçı, derin bir empati sayesinde, bu kadın ve erkeklerin trajedisini, onları birer meleğimsi ruhani varlıklara dönüştürmeye kadar vardırmıştı." Kitapta buna benzer öğeler oldukça fazla.

Yazarın mekan ve kişisel betimlemeleri, gözlem ve araştırma yeteneği tartışılmaz. Konu örgüsü ve zenginliği, okurda merak duygusunu uyandırması, olayların kusursuz bir şekilde yoğrulması başarılı olsa da gerçekliği üzerinde şüpheyi ortadan kaldırmıyor. Kitabın kurgusal özelliğinin zihinlerden atılamaması doğallıktan uzak bir algı yaratıyor. Özellikle bu durum sonuç kısmında katilin ortaya çıkması ile zirveye ulaşıyor. Büyük marifet isteyen seri cinayetleri gerçekleştirmek için katil, fikren ve psikolojik durumu bakımından makul ve yeterli kabul edilebilse bile fiziken bunu nasıl başardığı sorusu havada kalıyor. Bu yüzden katilin cinayetleri nasıl işlediğine dair detay bulamıyor okur.  

Sonuç olarak çok fazla hoşuma giden bir kitap olmadı. Elimde fazla kalmasını istemediğim için biraz sıkıntı vermesine rağmen tamamladım.    

4 Ağustos 2019 Pazar

GODOT'YU BEKLERKEN - SAMUEL BECKETT



Ayvalık'ta balkonumuza sessiz sedasız sızmaya çalışan bir sabah güneşi... Biliyorum çok kalmayacak, İşte, çekilmeye başladı bile ama bu kısa süre içinde beni gölge bir köşeye atmayı başarıyor.

Nereden sürüklendiysem buraya, Didi ve Gogo'nun yalnız bir ağaç altında yaptıkları uzun, sevimli ve ciddi sohbetlerinin içinde buldum kendimi. Onlar yani, Vladimir ve Estragon, ısrarla birinin gelmesini bekliyorlar, Godot'yu... Hala bekliyorlar mı, bilinmez. Hayır, ben iki saatlik film boyunca Godot'yu beklemedim, sadece onların çaresizlik içinde bekleyişlerini izledim. Bana benzer bir karakter yok bu eserde. Ne Pozzo'ya ne de Lucky'yle örtüşüyor kaderim. Ne dünyadan ümidini kesmiş bir derbeder, ne her arzusunu zenginliğiyle ya da birilerini ezerek tatmin eden bir gaddar, ne de hiçbir şey yapamayacak kadar çaresizim. Eğer dünya sadece bu karakterler üzerinde kuruluysa ben bir hiç'im. Godot'mu? Ne gelmesini isterim, ne de korkarım gelmesinden. 

Samuel Beckett (1906-1989) İrlanda doğumlu ve 1969 yılında Nobel Edebiyat ödülü sahibi bir yazar. 1949 yılında yazdığı "Godot'yu Beklerken" adlı eseri ilk kez 1953 yılında Paris'te sahneye konulduğunda anlaşılamamış. Paris'te elit kesimin anlamadığı oyunu hapishanede izleyen mahkumlar çok beğenmiş ve her biri kendilerinden bir şeyler bulmuş. Bazıları Godot'yu özgürlük, bir kısmı bir türlü kendisini ziyarete gelmeyen sevgilisi olarak sembolleştirmişler. Oyunun büyük halk kitlleleri tarafından yoğun ilgiye mazhar olması bundan sonra başlarken sonraları absürd tiyatronun bir şaheseri olarak kabul ediliyor. II. Dünya Savaşından sonraki yılların etkisinin hissedildiği eserde bolca metafor kullanıldığından kitabı/oyunu okuyan/izleyen kişilerin hepsi kendine göre bir sonuç çıkartmışlar. "Godot kimdir?" sorusu eserin yazarı tarafından cevaplandırılmamış, bu bilinmezlik edebiyatın yetkin kişilerince bile farklı kimliklere ve olgulara bürünmüştür. Bazılarına göre tanrı, bazılarına göre sevgili, mutluluk, aşk, kimine göre ise ölüm (!)  

Eser'in ikincil karakterleri Pozzo ile Lucky, efendi ve köle ilişkisinden yola çıkarak sömüren-sömürülen, ezen-ezilen kişi/toplumları temsil ederken insanların içinde bulunduğu durumu çaresizlik içinde ve doğal olarak kabullenişini işliyor. Bu sebeple olsa gerek, oyunun ülkemizde ilk kez Küçük Sahne'de sergilenmesine müteakip Demokrat Parti tarafından komünizm propogandası yapıldığı gerekçesiyle bir süreliğine yasaklanmış.

Youtube'ta Türkçe alt yazılı film versiyonu var eserin. İzlemek isteyenler buradan bulabilirler. Ayrıca her birine derin anlamlar yüklenen diyalogları internet üzerinden bulmak mümkün. Yer ve zaman faktörünü hiçe sayan bir ortamda olayın başlangıcı ve bitişi sırrını muhafaza ediyor. Samuel Beckett'in nihilizm yani hiçlik felsefesini taçlandıran bu eseri başarılı ve gündemden düşmeyecek bir baş yapıt. 

Vladimir: Hiç terk ettim mi seni?
Estragon: Gitmeme izin verdin.

"Bir ayağımız mezarda dünyaya getirirler bizi, güneş bir an parıldar, sonra yeniden gecedir."

"Dünyadaki gözyaşı miktarı sabittir, ağlamaya başlayan biri için bir başka yerde keser biri ağlamayı. Aynı şey gülmek için de geçerli."

"Hepimiz deli doğarız, bazılarımız öyle kalır."

Gogo: Hadi gidelim artık.
Didi: Olmaz.
Gogo: Nedennn?
Didi: Çünkü Godot'yu bekliyoruz.
Gogo: Ah, evet...

31 Temmuz 2019 Çarşamba

HOCA CAMİDE: İZ BIRAKANLAR (3)

Oturduğumuz yere en yakın lisenin haylazlıkta adı çıkmıştı. Ondan daha iyi bilinen bazı liseler ise adresimiz tutmadığı için kaydımı almamışlardı. Yine paşa paşa bize en yakın liseye kabul edilmiştim. Bütün öğrencilik hayatımda bende en çok iz bırakan hocamla lise birinci sınıfta karşılaştım. Matematik hocam Mualla Şengonca. En yakın arkadaşlarım ile birlikte ona "Muallacım" derdik. Yeni mezun genç bir öğretmendi o. Siyah dalgalı saçlı, beyaz tenli, giyimine kuşamına dikkat eden, kararında makyaj yapan bir kadın. Ama onun bakışları en unutamadığım yanıydı. O baktığında ne demek istediğini anlardık. Her zaman iri kahverengi gözlerinin içi gülerdi. Gözleri ile gülen başka birini görmemiştim onu tanıyana dek. Garip bir şekilde kızdığında bile gözlerinin içi gülmeye devam ederdi. 

Ah Muallacım, sadece ben değil, yakın arkadaşlarımla birlikte aşıktık ona. Matematik dersini daha çok sever olduk. Gözüne girmek için daha çok çalışrdık. Yüksek notlar aldığımızda o güzel gözlerinden alırdık aferinimizi. Serhat adında haylaz bir arkadaşımız vardı. Yumruk yaptığı elinin iç yüzünü kullanıp birbiri ardına darbeler indirdiği burnunu kanatırdı. Sonra sol avucu ile kanayan burnunu tutup "Hocam burnum kanıyor, çıkabilir miyim?" der, Mualla Hocamdan müsaade isterdi. Derslerden kaytarmak amacıyla diğer derslerde de bu yola sıklıkla başvuran Serhat'ın burnu duruma alıştığından artık bir iki küçük darbeyle kanar hale gelmişti. Muallacım elbette yemiyordu artık Serhat'ın numarasını ama ne yapsın? Kolunu gergin bir şekilde uzatıp kapıyı işaret ederken "Lütfen dışarı çıkar mısın?" diye çıkışırdı. Ben yine o bakışlara, gözlere dikkat kesilmiştim. O iri kahverengi gözlerinde sinirden şimşekler çakarken müstehzi bir gülümsemeyi aynı gözlerin içine nasıl yerleştirebiliyordu (!)

İlk yıl edebiyat ve ingilizce derslerimiz öğretmen olmadığı için boş geçiyordu. İkinci sömestrede bir ara sonradan eczacı olduğunu öğrendiğimiz bir hoca gelmeye başlamıştı derslere. Lisede birçok öğretmenimizin lakabı vardı. Tarih dersimize yaşı kırkı aşkın yeşil gözlü sarışın bir afet girerdi. Onun adını bilmezdi hiçbirimiz. Lakabı Afrodit'ti. Biyoloji hocamız kısa boylu, şişman bir tipti. Neşeliydi, öğrencilerle iletişimi iyiydi. Onun lakabı Çiko'ydu. Eskiler bilir çizgi roman kahramanı Zagor'un arkadaşı Çiko'yu. Biyoloji hocamız Çiko bir ara boş geçen fizik derslerine girmeye kalkınca olan olurdu. Adamcağız örnek bir problem çözmeye kalkar, öyle yapar olmaz, böyle yapar olmaz, içinden çıkamayacağını anlayınca döner bize aynı soruyu ödev olarak verirdi. Ne olursa olsun kızamazdık Çiko'muza. 

Edebiyat dersine giren hocamız, sağ elindeki dosyayı göğsüne sıkıştırdığı halde sınıfa dalar sol eliyle ayağa kalkmış öğrencilerin yerlerine oturmasını işaret ettikten sonra dersi anlatmaya başlardı. En nefret ettiğim dersti edebiyat. Fuzuli'ler, Baki'ler, mefailatünler, fa'lünler hiç sarmazdı beni. Kompozisyonum süperdi lakin. Herkesin döküldüğü derste aldığım notlar her zaman iyiydi. Ne gülerdi, ne kızardı. Ruhu vücudundan sökülüp alınmıştı sanki. Ona robot adını uygun görmüştük. 

Sınıfta kapının hemen solundaki ilk sıranın duvar tarafında oturuyordum. İkinci sene yeni bir İngilizce öğretmeni derse girmeye başlamıştı. Bizlerden olsun en fazla beş yaş daha büyüktü. Minyon tipli esmer güzeli genç bir kızdı. Her zaman süper mini etek giyer, sütun gibi bacaklarını sergilemekten kaçınmazdı. Oturduğum yer öğretmen kürsüsünü çaprazdan gören bir konuma sahipti. Gözümüzde o daha hoca olmamış, stajyer öğretmendi henüz. Kürsüde bacak bacak üstüne atıp bize göz ziyafeti çektirdiği için bütün erkek arkadaşlar benimle yer değiştirmek için az yalvarmıyorlardı.  

Lise ikinci ve üçüncü sınıflarda genel olarak kaliteli hocalarımız oldu. Sınıfımız da akıllı çocuklarla doluydu. Fizik hocamız meslek hayatının en başarılı sınıfına ders verdiğini söylüyor, emeğinin karşılığını almasının gururunu yaşıyordu. Son sene Namık Kemal lisesinden gelen Hamiyet Hoca bir matematik profesörüydü. Bu hocalar sayesinde üniversite sınavında açıkta kalan hemen hemen hiçbir arkadaşımız olmamıştı. 

Üniversite yıllarımda hoca sayısı inanılmaz ölçüde artmıştı (!) Arkadaşlar kendi aralarında birbirine "hocam" diye hitap ederlerdi. Öğretim üyeleri zaten hocaydı ama çaycılar, temizlik görevlileri, çevrede kimi görürseniz hepsi hocaydı. Bu bir ODTÜ kültürüydü. Ağzımız o kadar alışmıştı ki her önümüze gelene "hocam" demeye. Ankara'lıların da bunu kabul ettiğini görecektim kısa zamanda. Manavda "Hocam oradan bana iki kilo patates veriver." demek, berberde "Hocam şu saçları biraz kısalt" demek gayet olağan karşılanırdı. Bizim o yıllarda jandarma ile yakın temaslarımız olurdu. Polis giremezdi kampusa. Hele bir girsindi. Jandarma da hocamızdı, nizamiyedeki bekçi de. Elbette bu duruma bozuk atanlar da oluyordu. Hidrolik dersimize giren profesör Cahit Çıray hiç hoşlanmazdı kendisine hocam denilmesinden. "Everybody is hoca, I am not your hoca" derdi. Herkes hocaysa ben hocanız değilim yani. 

Tatillerde İzmir'e gittiğimde manava hocam deyince bön bön bakardı yüzüme. Hemen toparlardım kendimi. İşte böyle. Perran Kutman'ın Hayat Bilgisi dizisindeki "Hoca camide" ifadesini dönemin Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik eleştirmiş. Camide hocanın değil, imamın olduğunu, kültürümüzde öğretmenlere hocam denilmesinin yadırganmaması gerektiğini söylemiş. Ona bir gün  gelip de hak vereceğimi hiç düşünmezdim doğrusu.

(Son)



30 Temmuz 2019 Salı

HOCA CAMİDE: İZ BIRAKANLAR (2)

Sıcak bir yaz sabahı. Ağustos böcekleri mesaiye başlamış bile ama sesleri cılız, rahatsız etmiyor. Ortaokul birinci sınıftan aklımda kalan bir buçuk hoca var. Öğretmenlerimizi bir daha göremeyeceğimiz ilkokul sıralarında bıraktık. Ayşe Balık, matematik hocam. Soyadı gibi balık etli, uzun düz saçlı, orta yaşlarda ve orta boylu sıradan bir kadın. Bu renkli gözlü kadın bana matematik dersini sevdirmişti. Ne tarih, ne coğrafya ne de başka bir ders. En yüksek notları matematikten alacaktım onun sayesinde.

İlk defa karşılaştığım İngilizce dersi ise kâbusum olmuştu. Elinden bastonunu düşürmeyen engelli bir hoca geliyordu dersimize. Buçuk dememin sebebi adını hatırlayamadığımdan. Kara gözlükler vardı gözünde. Hani başına bir de fötr şapka geçirse Amerikan caz şarkıcılarından farkı kalmazdı. Çok çalışmama rağmen en düşük notları alıyordum. Mr and Mrs Brown ailesi ile yıldızlarımız bir türlü barışmıyor, yeni çıkan yardımcı ders kitapları da dersi anlamama yetmiyordu. Belki de İngilizce kelime hazinesi bakımından sınıfın en iyisiydim ama o kelimeleri cümle içinde doğru yerlerine oturtamıyordum. Gatenby'ın incecik kitabı, her konunun arkasında cevaplanmak üzere hazırlanmış sorular rüyalarıma giriyordu.

İlk sömestrenin son sınavında soruların yarısının kelime bilgisi olması geçer not almamı sağlamışsa da karneme kırık not gelmesine engel olamamıştı.

Sömestre tatilinde zamanımın çoğu İngilizcede cümle kuruluşunu anlayabilmek için çabalamakla geçti. Bir yabancı dili çözmenin yolu, önce anadile hakim olmakla başlar. Bunu çözdüğüm anda gerisinin çorap söküğü gibi geleceğini düşünüyordum. S+V+O, subject+verb+object. İşte kavramam gereken bütün mesele buydu. Ama yine de acaba sorusu beynimi kemiriyordu.

Okullar açıldı, İngilizce dersinde ilk yazılı sınav geldi, çattı. Yine düşük not alırsam, havluyu atacak, okuldan, okumaktan nefret edecektim. Hayatımın bir dönüm noktasıydı yaşadığım bu anlar. Sınav bitti. Ne yaptım, ne yazdım kafamdan silinmiş. Bir hafta içinde sonuçlar açıklanacaktı. Karamsarlık her yanımı sarıyor, aklımdan geçen küçük bir ümit kıvılcımından medet umuyordum. Keşfettiğim Amerika kıtasının Hindistan çıkmasından korkuyordum(!)

O gün hoca elinde engelli bastonu, aksak adımlarla kürsüye gelip oturduğunda sınıf ölüm sessizliğine bürünmüştü. Hoca ne sınav sonuçlarından bahsetti ne de yeni derse başladı. Başını kaldırıp şaşkın gözlerini sınıfta gezdirirken birini arar gibiydi. Aradığını bulamadı ki, dönüp kürsüye koyduğu kâğıt tomarına indirdi bakışlarını. Sınıfta sinek uçsa kanat seslerini duyabilirdik. Hiddetle adımı çağırdı. Telaş içinde kalktım ayağa. "Tahtaya gel." dedi hükmedercesine. Ayaklarım titreye titreye kürsünün yanındaki yeşil boyalı kara tahtaya doğru ilerledim. Yazılı sınavlarda kötü not alanları sözlüye kaldırırlardı hocalar. Bir kez daha bir çektiğimi, bu kez hocanın beni sınıf önünde rezil edeceğini düşünüyordum. Zaman akmıyordu, bir an önce bitsin istiyordum bu işkence. Kulağımı çekecek, niçin ders çalışmadığımı mı soracak, azarlayacak, arkadaşlarımın önünde beni küçük mü düşürecek...

Hocanın durumu da zordu. Bir önündeki kağıda bakıyor, ardından baştan aşağı beni süzüyor. O ana kadar hiç fark etmediği bir öğrenciyi karşısına almış sınav sonucunu söylemekte zorlanıyor. "On almışsın." sözcükleri dökülüyor dudaklarından. Geçen sömestrenin son yazılı sınavı dışında bütün sınavlardan bir, ikiden başka not almayan bir öğrencinin aldığı tam nota o da inanamıyor benim gibi. Sınıf şaşkın gözlerle bana bakıyor, utanıyorum. Beni niye tahtaya kaldırdı ki diye soruyorum kendime. Kopya çektiğimden şüpheleniyor olmalı. Bu düşünce sevinmeme engel. Şimdi sınavda sorduğu soruları bir kez de tahtada soracak bana. Bütün bilgilerim kanatlanmış uçmuş kafamdan. Ayaklarımın bağı çözülmüş heyecandan. On aldığım falan yok benim, bu bir rüya. Keşke beş altı alsaydım da bu durumu yaşamamış olsaydım. Hoca nedense soru sormadı, aferin de demedi. "Yerine geçebilirsin." dedi sadece. Sınav sonucunu bildirmek için beni niye tahtaya kaldırdığını hâlâ anlamış değilim onca zaman geçse bile. Sırama oturdum. İçim kıpır kıpır. Oldu bu iş be. Çözdüm sonunda. Hoca o gün sınav sonuçlarını okudu not defterinden. Genel olarak bütün sınıf dökülmüştü. En yüksek notu bütün sorulara doğru cevap veren ben almışım. Benden sonra gelen ikinci kişi sınıf birinci olan arkadaşım ancak sekiz alabilmişti.

O sınavdan sonra bütün okul hayatım boyunca en başarılı ve en sevdiğim derslerden biri olmuştu İngilizce.

Ortaokul ikinci sınıfa taşındığımız yere yakın bir okulda başlamıştım. Öğretmenler, okullarda yazın düzenlenen ilave kurslarla ikmale kalan öğrencileri belli bir ücret karşılığı sınava hazırlıyorlardı. İkmale kalmadığım halde annem kendimi yeterli hissetmediğim dersleri almamı sağladı. Zira geldiğim okulda hocaların bir kısmı ders yılı içinde müfredatı bile tamamlayamamışlardı. Bu konuda anneme minnettarım. Onun sayesinde yeni okuluma eksiksiz başlıyordum.

Ortaokul iki ve üçüncü sınıflarımda hafızamda derin izler bırakan olaylar yoktu. Yine de matematik hocam Bakiye Aytaçları unutamam. Kısa boylu, yaşlıca, kendine fazla bakmayan ama hocalığı mükemmel biriydi. Defter çılgınlığı yaşadığımız bir dönemdi. Her ders için ayrı bir defter tutmamız isteniyordu. Sarı saman kağıtlı defterler, düz çizgili defterler, çizgisiz beyaz defterler, kare çizgili defterler... Matematik dersi için defter sayımız dörde çıkmıştı. Günlük defterimiz dışında aritmetik, geometri ve cebir derslerine ait sadece verilen günlük ödevlerimizi yaptığımız ödev defterleri. Hepsi güzelce kağıtla kaplanıp etiketlenecek, her ödevimizin ait olduğu tarih, sayfanın üst sağ köşesine yazılacaktı. Dersimiz ödevlerin kontrolü ile başlar, her sayfa hocamız tarafından imzalanırdı. Ödevlerimi eksiksiz yapardım her gün ama defterlerimin kaplanmasından hoşlanmazdım. Genellikle defter kapaklarında ya manzara, çiçek ya da vak vak amcanın resimleri olurdu. Kitapları kaplamak iyi de o güzelim defter kapaklarını kırmızı ya da mavi renkli garip kağıtların altına gizlemek hangi aklın ürünüydü. Ödev notu defterlere göre verilirdi. Her şey tamam olsa da aldığım en yüksek not dokuz olurdu. Matematik hocam defterlerin kaplanması işine taktığı için bir puanı benden keserdi daima.

Düşünüyorum da, hiç bir hocam bana Türkçe'yi ve edebiyatı sevdirme gayreti içinde olmadı. Belki de bu yüzden kader bana Türkçe ve edebiyat öğretmeni kıymetli eşimi çıkarttı karşıma. Yine ortaokul ikinci sınıfta Türkçe dersimize giren bir Hayat Hanım vardı. Esmer, balık etinde, gözlüklü, minyon tipli biriydi. Matematik ve fen derslerim ne kadar iyiyse Türkçe dersim o kadar kötüydü. Hele kitap okuma alışkanlığının kazanıldığı o yıllarda kitap okumamızı teşvik eden tek bir söz söylediğini hatırlamıyorum.

Okul müdürümüz Raşit Hoca resim dersimize giriyordu. "Herkes sulu boya bir afiş resmi yapacak ve bir sonraki ders sınıfa getirecek" demişti. Özene bezene Omo deterjanının bir afişini hazırlamıştım. Ders başlayınca bütün öğrenciler yaptığı eserleri sıralarına dizmişler, Raşit Hoca'nın değerlendirmesini bekliyorlardı. Sıradan bir hoca değildi Raşit Hoca. Aynı zamanda okul müdürü olduğu için disiplini kendi yöntemlerine göre sağlardı. Saçı uzayan erkekler, saçları dağınık kız öğrenciler, kılık kıyafeti düzgün olmayanlar, ders saatine yetişemeyenler hocanın tedrisatından geçerlerdi. Öyle tokat yumruk, tekme atmazdı ama hepsinden beterdi cezaları. Ya bütün el parmaklarının yukarıda birleştiği uca cetvelin kenarıyla şiddetli bir şekilde vurur ya da kulak arkalarındaki kıkırdak kısmı baş ve işaret parmakları arasında sıkar canımızı yakardı.

Derse girdikten sonra sıraların arasında bir tur attıktan sonra acı bir gülümseme yayılmıştı hocanın suratında. Bu ifadenin gelecek tehlikenin habercisi olduğunu öğrenmiştik artık. Hoca sınıfın başına dönüp ilk afiş çalışmasını eline alıp şöyle bir baktıktan sonra yerine bırakmıştı. Eliyle işaret ederek afişi hazırlayan arkadaşın ayağa kalkmasını sağladı. Kulağına yapıştığı gibi o çok iyi bildiği hassas noktayı yakalayıp olanca kuvvetiyle sıkıştırdı. Zavallı arkadaşımızın yüzü kızarmış, gözlerinden yaş gelmişti. Sonra onun yanındaki aynı kaderi paylaştı, sonra bir başkası. Sadece aralarında bazılarına dokunmuyor, "Aferin" diyor, diğerlerinin kulak tozlarını almaya devam ediyordu. Sıra bana gelince çoğunlukla aynı kaderi paylaştım. Kulağımın koptuğunu hissettiğim o acı içinde zevk alırcasına iri gözlerini bana diktiğini hatırlıyorum. Bu kulağı çekilenler ve aferin alanlar arasındaki farkı bir sonraki derse kadar anlayamamıştık. Meğer afiş resminde kağıt yatay değil düşey tutulurmuş(!)

Bu eğitim tarzı üzerinde sonraları çok düşündüm. Eğer hoca kulağımızı çekmeyip bize dersin başında doğru olanı söyleseydi, bu konu hafızamızda bu kadar yer eder miydi? Şimdi hangi afişe baksam Raşit Hoca gelir aklıma, iz bırakanlar arasında...

(Devamı gelecek)







29 Temmuz 2019 Pazartesi

HOCA CAMİDE: İZ BIRAKANLAR (1)

Perran Kutman'ın bir dizisi vardı bir zamanlar bilmem hatırlar mısınız, Hayat Bilgisi. Perran Kutman, "Hocam"  diyen öğrencilerine "Hoca camide, hoca camide." diye çıkışır, kendisine "Öğretmenim" denilmesini isterdi. İlkokula giderken öğretmenlerimiz, ortaokula geçtiğimizde birden hocalarımız olunca büyümenin gururunu yaşadığımızı düşünürdük eskiden.

Eğitim hayatımız boyunca bize ışık olan, verdikleri bilgilerle hayatımıza yön veren  onlarca öğretmenimiz, hocalarımız oldu. Bunlardan bazıları hafızalarımızdan silinip giderken içlerinden bazıları derin izler bıraktı...

Yaşar öğretmenimi hatırlıyorum. Henüz yedi yaşında olmama rağmen bütün hatları ile zihnime kazınmış. Yuvarlak yüzlü, kıvırcık olmasa bile yoğun dalgalı kısa saçları, iri mavi gözleri, yuvarlak burnu, pembe tombiş yanakları ve her zaman güleç ve şefkatli bakışlarıyla. Üzerinde pöti kare önlüğü, tebeşir tozuna bulanmış irice elleri ve makyajsız yüzü, silindirik vücudu ile cinsiyetini saklarmış gibi bir havaya sokardı kendini. Başarılı öğrencilerin formalarına, önce beyaz, okumayı sökenlere kırmızı, en başarılılara ise metal bir yıldız takardı. Beyaz kolalı yakalarla süslenen kara önlüklerimizin sol göğüs kısmı önce beyaz, sonra kırmızı ve en sonunda altın rengi yıldızlarla bezenirdi. Göğsümüzdeki o sembol değiştikçe terfi almış memur gibi sevinir, gururlanırdık.

Sene sonunda ilk öğretmenimizle ayrılmak vakti gelmişti. Ne yazık ki bu ayrılış onu bir daha hiç göremeyeceğiz anlamına geliyordu. Çok sevdiğimiz Yaşar öğretmenin tayini çıkmış, Adana'ya gidecekti. Bizimle vedalaşırken gözlerinin dolduğunu dün gibi hatırlıyorum. Ben dahil pek çoğumuz ne olduğunu idrak edemezken, bazılarımız haberi öğrenince hüngür ağlamaya başlamışlardı.

İkinci ve üçüncü sınıfta öğretmenimizin adı Zehra olmuştu. Sanki bize hiçbir şey öğretmemiş gibi kalmış aklımda. Dolgun vücudu, boyalı ve fön çekilmiş saçları vardı. Ders sırasında el çantasından küçük aynasını çıkarır, kürsüde otururken makyajını yapar ve dudaklarına ruj sürerdi. Bir gün ormanı andıran ağaçlıklı bir bölgeye götürdüler bizi. Sonbahar, rüzgarını arkasına alarak çınar ağaçlarının yapraklarını ayırıyordu dallarından. Tahta piknik masalarına kurulmuş, annelerimizin hazırladığı ekmek arası peynir, börek, çöreklerle karnımızı doyurmaya başlamıştık ki, Zehra öğretmen diğer öğretmenlerle birlikte oturduğu biraz ötemizdeki piknik masasından seslenip beni yanına çağırdı. Heyecanla yanına koşup gittiğimde bir tarafından ısırılmış olduğu diş izlerinden belli olan, kağıt peçeteye sarılmış bir kek parçasını burnuma doğru uzatıyordu. Geri çevirmemin ayıp olduğu aklımdan bile geçmez iken bunu yaparsam kızacağından korkarak keki dikkatlice küçük ellerime almıştım. Bir yandan o kadar arkadaşım dururken niye beni çağırdığını düşünürken küçük bir parça aldım ağzıma. Ağız kokusu. Berbat bir şey. Midem bulanırken göz ucuyla öğretmenimi kesiyordum. Yemez bırakırsam sanki beni azarlayacakmış gibi geliyor, elimdeki keki agzıma götürürken, Zehra öğretmenle göz göze geliyor, korkum mide bulantımı yeniyordu. O bana gülücükler atarken "Aferin, ye bitir hepsini" dermiş gibi baktıkça ben kabus yaşıyordum. O piknik bana zehir olmuştu.

Dördüncü sınıfa geçtiğimde Zehra öğretmenden ayrıldığıma hiç üzülmedim. Ancak bu kez karşıma çıkan yaşlı, bilgili ve sert biriydi. Hesna öğretmen. Belki de bizi mezun edip emekliye ayrılacaktı. Zehra öğretmenden sonra ondan bize kalan bilgi eksikliklerini yaşıyor ve normal seviyemize erişmek için zorlanıyorduk. Zehra öğretmenin aksine dolu dolu bir öğretmendi Hesna öğretmen. Zayıf, kırlaşmış saçları vardı. Artık kırışmaya başlamış yüzünün bir kez olsun güldüğüne dair hafızamda bir iz yok. Tabiat bilgisi dersi için ince bir tele kartondan kesilmiş insan vücudunu yerleştirir, üzerine iskeleti çizer, kemiklerin isimlerini, organlarımızın yerlerini ezberlerdik. Öğrencilerden her birinin kendine özel olarak yaptığı bir iskeleti vardı ve onu okul çantasında taşırdı her zaman. Sonradan tıp öğrencilerinin eğitim esnasında kullandıkları kadavralara "Mahmut Amca, Makbule Teyze" diye isim taktığını öğrendiğimde keşke bizim iskeletlere de birer isim koysaydık diye hayıflandığım olmuştur. Derslerinde ne kadar zorlansam da ona çok şey borçlu olduğumu hatırlıyorum.

İlkokul son sınıfa geçtiğimde başka bir semte taşındığımız için okul değiştirmek zorunda kalmıştım. Hesna öğretmen sayesinde yeni sınıfımda bir anda sivrilmiştim. Yeni öğretmenim Müşerref İyibak, (soyadıyla aklımda kalan tek ilkokul öğretmenim) dört yıl okuttuğu diğer öğrencilerine (sınıflarına yeni katılmama rağmen) beni örnek almalarını söylerdi. Bütün derslerde benim ve başarıda devamlı yarıştığımız Fahrettin'in parmağı her zaman havadaydı. Öğretmenimizin dersle ilgili sorduğu her soruyu önceden hazırlandığımız için güzel bir şekilde cevaplandırır, ikimiz de aferin alır, onun gözüne girerdik. Gel zaman git zaman, Müşerref öğretmen nasıl olsa bunlar biliyor diye olsa gerek, ne bana ne de Fahrettin'e soru sormayı bırakmış, soruları hep başkalarına sormaya başlamıştı.

O günü unutmam mümkün değil. Yaz tatiline iyice yaklaştığımız sıcak, bunaltıcı bir gündeydik, dersimiz tarih. Öğretmen Otlukbeli Savaşını kim anlatacak bize diye soruyor. Her zamanki gibi Fahrettin ve benim parmaklar havada. Önceleri tek tük de olsa arada kalkan cılız parmakları arıyor gözlerim. Ama yok işte, yok. "Yok mu bu arkadaşlarınızdan başka dersini çalışan?" diye sınıfa yüklenirken beni allar basıyor. Ve o an geliyor, bana veriyor sözü. O kadar emindim ki, her zaman olduğu gibi bize sormayacağından. Bu yüzden kitabın kapağını bile kaldırmamışım. Neler zırvaladığımı hatırlamak bile istemiyorum. Hani öğretmen bir şey sorar, bilemezsin ya da yanlış cevap verirsin. Yok, bu başka bir şey. Bunun medeni cesaretle alakasi yok, resmen öğretmeni kandırmışım. Öğretmen durumu anlıyor elbette. Hiçbir kötü laf etmeden Fahrettin'e veriyor sözü bu kez. O hazırlıklı, bir güzel anlatıyor. Ben de hayat derslerimden birini almış oluyorum. İnsan başkasını değil sadece ve sadece kendini aldatır.

Okul bitene kadar Fahrettin'le birincilik yarışımız devam ediyor. Arada en yüksek notu ben alsam da genellikle onun arkasından gelir, nefesimi kulağında hissettirmeye devam ediyorum. İkincilik bir bakıma daha iyi. Kaçmak yerine kovalamak hoşuma gidiyor. Lakin yaşadığım talihsizlikten sonra bir an önce okulun bitmesini istiyordum.

Eskiden ilkokulda sınıfları geçmek diploma alabilmek için yeterli değildi. Ayrıca bitirme sınavını geçmek zorundaydık. Benim için hiç de zor olmayan bir sınavdı bu. Sınavı geçince artık ortaokula kaydolmamız için hiçbir engel kalmamıştı.
(Devamı gelecek)


28 Temmuz 2019 Pazar

DOĞRU ve BİZ: YANILTICI KAVRAMLAR

Bu aralar kitap okuma modundayım. Dün Jean-Christophe Grange'ın Ölüler Diyarı adındaki polisiye-macera romanına başladım. Geçen sene aynı yazarın "Kongo'ya Ağıt" kitabını okuyup sevmiş ama blogumda ondan bahsetme fırsatını bulamamıştım. Polisiye tarzı romanlar pek tarzım olmasa da bakalım "Ölüler Diyarı" hakkında ne fikirler üreteceğim. 

Halkın genel inanışına zıt düşünceler birbiri ardına sıralanmış, tören alayı gibi birbiri ardına geçiyor aklımdan. Doğru nedir? Güzel bir şeydir, iyi bir şeydir. Neye göre? Kime göre? Herkesin doğrusu aynı mı, yoksa farklı mı? Bazılarının doğrusu başkalarına göre yanlış değil midir? Herkesin hemfikir olduğu mutlak bir doğru var mıdır? İlk akla gelen doğru, inanan insanların yaratıcısı, onun varlığı, birliği ve koyduğu yasak ve kurallar. Bunlar inanmayanlar için doğru değil. Yani yok, mutlak doğru diye bir şey yok. Dolayısıyla mutlak yanlış da yok. Bu, yapıma ters gelse de kabul etmek zorundayım. Çünkü bana göre bir iş veya bir olgu ya doğrudur ya da yanlış. Bilim ve teknoloji bile bazı doğru bildiklerinde yanılmadı mı?

Eğer halk üzerinde bir uzlaşma sağlayamıyorsa bir konuda bireysel düşünmekte fayda var. Benim doğrum bana, senin doğrun sana. Garip bir tesadüf: "Lekum dinikum veliyedin." Yani kısa ve öz olarak senin dinin sana, benimki bana.

Toplumu ayrıştırma fikrine karşı çıkıp "Sen ben yok, biz varız." sloganıyla seçim kazanan İstanbul Belediye Başkanı zor bir göreve soyunuyor. Umarım başarılı olur ve ben yanılmış olurum. Zira yaşadığımız topraklarda bazılarına göre zenginlik tabir edilen kültürel farklılıkların hepsini gürültüsüz patırtısız bir potada eritmek imkansız gibi görünüyor. Mutlak doğrunun olmadığı bir düzende böyle bir birlik ütopya geliyor bana. Asgari müştereklerde anlaşmak fikri bile ne kadar acz içinde bulunduğumuzu hatırlatıyor. Çünkü bu anlaşmada benliğimizden fedakarlık edeceğimiz kim bilir neler var? Böyle olunca özgürlüğümüzü gönüllü olarak kendimiz kısıtlamış olmuyor muyuz?

Biz kimiz? Çerçevesi dahi çizilmemiş bir kavram. Bazılarına göre ümmet-i Muhammed, etnik kimliklerimiz, bazılarına göre yaşadığımız toprakların sakinleri, bazen belli bir ideolojiyi benimseyenler ve hatta takım taraftarları, kadınlar... Sıralamaya devam etsek yüzlerce, belki binlerce "biz" çıkar bu şekkilde. İlk anda kulağa hoş gelen "biz" kavramı ne kadar içi boş bir kavram şimdi. O kadar "biz" i yoğurup bir büyük "biz" mi çıkarmak daha rasyonel yoksa "biz"lerin asgari müşterek noktalarını çekip küçük bir "biz" mi üretmek? İkisi de imkansız sanki...