KATEGORİLER

18 Mart 2020 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 30

Ağaç Ev Sohbetlerinde yeni bir hafta ve yeni bir konu. Menfi'nin Günlükleri Korona'ya dair bir kaç güzel yazı yazmış blogunda. Dünyanın konuştuğu böyle bir konuya Ağaç Ev Sohbetlerine yer vermeden olmaz diye düşünmüş sevgili Deep Tone / Sade ve Derin. Evet bir çoğumuzun evlere kapanmak zorunda kaldığı bu zor günlerin ana gündemini Ağaç Ev Sohbetlerinin 30. Bölümünde tartışıyoruz. Sizler de davet beklemeksizin, gönül rahatlığıyla blogunuzda gündemizdeki bu konuya dair içinizi döküp düşüncelerinizi yazabilir, Ağaç Ev Sohbetleri ailesinde yerinizi alabilirsiniz. 

*** Koronavirüs Gündemi ***

İlk olarak Çin'in Wuhan kentinde görülmüştü. Halkın pek bir rağbet ettiği yarasa çorbasından insanlara sirayet ettiği düşünülürken daha sonra bu virüsün yarasadan değil de nesli tükenmekte bir memeli türü olup Wuhan pazarlarında yasa dışı yollardan satılan ve boyları 30 cm den bir metreye kadar değişen, eti yumuşak ve lezzetli bir hayvan türü olan pangolinden insanlara bulaştığı iddia edildi. Uzak Doğu insanlarının bize ters gelen fare, böcek, yılan gibi değişik hayvanları mutfaklarında baş tacı ettiklerini biliyordum. Sanırım bu yüzden Koronavirüs'ün bölgede sınırlı bir etkisi olacağını düşünmüştüm. Doğrusunu söylemek gerekirse o zamanlar Wuhan'da yaşayan Türk vatandaşlarının uçakla ülkeye getiriliş sürecini ve onların özel giysiler içinde uzaydan gelmiş gibi karantinaya alınmalarını aşırı bulmuş, tv'lere yansıtılan görüntüleri şov olarak değerlendirmiştim. Bir süre sonra komplo teorileri konuşulmaya başlandı. Bu mutlaka ABD'nin işi olmalı diye düşünmeye başladığımı hatırlıyorum. Çin'in önlenemeyen ekonomik gelişmesine karşı bir biyolojik saldırı mıydı acaba? 

Ölenlerin sayısı arttıkça olayın ciddiyetini anlamaya başlamıştık. Çin ekonomik bakımdan büyük darbeler alıyordu. Kısa süre sonra Koronavirüs diğer ülkelere yayılmaya başlamıştı. Bütün ülkelerde, komşularımızda can kayıplarına neden olan bu virüsün ülkemize girmemesi alınan doğru önlemlere bağlanıyor ve takdirle karşılanıyordu. Fakat virüs bu, Türklere ayrıcalık tanıması beklenemezdi. Diğer taraftan "demokrat" bir virüs olduğu söyleniyordu. Bu bakımdan kendisini takdir etmiştim. Yani sınıf, dil, din ve ırk ayrımı yapmadığı ifade ediliyordu.

Sağlık Bakanı gecenin bir yarısında açıkladı; ilk Koronavirüsümüz ülkemize teşrif etmişti. Halkımız önlem olarak marketlere koştu, un, makarna ve şeker ne bulurlarsa kapıştılar, raflar bir anda boşaldı. Sonra vaka sayısı, beşe, altıya çıktı. Koronavirüsten korunmak için bez maske kullanımının, elleri yıkayıp dezenfekte etmenin önemi anlatıldı tv'lerden, kalabalık yerlerden uzak durmak gerektiği söylendi. Halkımız büyüklerimizin dediklerini dikkatle dinledi, cumhuriyet kurulalı beri tüketilen bez maske sayısının onlarca katı maskeyi bir anda satın aldı. 50 tanesi 12,5 TL ye alıcı bulmayan bez maskenin fiyatı tam yirmi kat artarak çarşıda, pazardaki çocukların elinde tanesi beş liraya satılmaya başlandı. Ülkenin bütün kolonya stokları bir anda eridi, milli ikramımız karaborsaya düştü.

Bugün itibarıyla endişenin boyutu artıyor. İtalya, İspanya, Almanya gibi gelişmiş ülkelerin içine düştüğü durumu gördükçe endişelenmemek elde değil. Şimdiye kadar Koronavirüs'e bağlı sadece bir ölüm vakası açıklandı resmi makamlarımız tarafından. 89 yaşındaki kurbanın mikrobu Çinli çalışanından kaptığı pek kıymetli Sağlık Bakanımız tarafından duyuruldu. Ülkemizde toplam 98 kişiye Koronavirüs bulaştığı söyleniyor. Bunların tamamı hasta olmayabilir. İşin tehlikeli yanı da bu zaten. Bağışıklık sistemi güçlü olan bazı insanlar virüsü vücutlarına aldıklarında kendileri etkilenmese de başkalarına yayabiliyorlar. Restoranların, eğlence yerlerinin, okulların ve camilerin kapılarına bir süreliğine kilit vuruldu. Özellikle insanlara zorunlu olmadıktan sonra evden çıkmamaları öneriliyor.

Ne yapmak lazım? Bu konuda farklı görüşler var. Mesela İngiltere; "Sürü Bağışıklık Sistemi" adı verilen bir yol takip edip doğal seleksiyonla "Kalan sağlar bizimdir" ideolojisini benimsemiş. Bazıları Koronavirüs'ün tanrının bir lütfu olduğunu iddia ederken en iyi korunma yönteminin dua edip günâhlarımızın affını dilemek olduğunu dile getiriyorlar! Genellikle ülkeler halktan gelebilecek tepkiyi azaltmak gayesiyle konuyu ciddiye aldıklarını göstermek zorunda hissediyorlar kendilerini. Aslında biliyorlar ki böylesine etkili küresel bir tehdit karşısında insanoğlunun yapacağı çok fazla bir şey yok. İngiltere modeli çözüm ilk bakışta sorumsuzluk gibi gelse de bu yöntemin üzerinde durulması, düşünülmesi gerektiğine inanıyorum. Zira adamlar ülke imkânlarına, mevcut sağlık malzeme stoklarına, personel ve hasta yatak sayısına bakıyorlar önce. Sonra dönüp Corvid-19'ün yayılma kapasitesini, virüsün kabiliyet ve zayıf noktalarını yatırıyorlar masaya. Çıkardıkları ilk sonuç, bu virüsün yayılmasını önlemenin mümkün olmadığı ki buna ben de sonuna kadar inanıyorum. Bakmayın siz yapılan resmi açıklamalara. Özellikle ülkemizde enfekte olmuş kişi sayısının açıklanandan kat kat yüksek olduğunu düşünüyorum. Başarılarıyla gönüllere taht kuran Sağlık Bakanımızın liderliğinde alınan önleyici faaliyetler göstermelik bence. Bu konuda uzun uzun yazmaya gerek yok. Sadece şunu söylemekle yetineyim, gerisini siz düşünün. Koronavirüs'ün terör estirdiği komşularımızdan İran'a çok sayıda koruyucu maske yardımı yapan ülkemizin virüs testini yapan ender sağlık kurumlarımımızda doktorlara verebileceği maske yok!

Koronavirüs'e dair izlenen hükümet politikasını sadece bir açıdan doğru buluyorum. O da vaka sayılarının, yer, kimlik gibi bilgilerin gizli tutulmasında gösterdiği başarı. Gerçek sayılar ortaya dökülse ulkemizde kıyamet kopardı herhalde.

Hijyen önemli elbette. Sadece Korona için uyulması gereken bir durum değil bu. Alışkanlık, kültür meselesi. İzmir'in gevreğini bilirsiniz. Sabit ya da tekerlekli bir arabanın üzerine monte edilmiş camekânlı dolaplarda satılır genelde. Bazen de bir ahşap tablanın etrafına dizilmiş gevrekleri ya da kumru dediğimiz susamlı sandviç ekmeklerini satan seyyar satıcıları görürsünüz cadde ve sokaklarda. Dün bunlardan birine rastladım. Kadının biri genç satıcıdan bir gevrek, yanında bir parça peynir ve birkaç parça da dilimlenmiş domates istedi. Adam eline geçirdiği şeffaf plastik eldivenlerini kullanmadaki acemiliğiyle bir kâğıda gevreği, onun yanına da peynir ve domatesleri koyup paketlemeye çalıştı. Uzunca bir süre ince naylon poşeti açmaya uğraştı fakat elindeki eldivenle bunu yapmayı bir türlü beceremiyordu. Sonunda kadın beklemekten sıkılıp satıcının elindeki gevrek paketini ve naylon poşeti alıp bu işi kendisi üstlendi. Elindeki kâğıt parayı uzattı adama. Adam eldivenini çıkarmaya gerek gormeden aynı eliyle parayı bölmeli plastik kutuya bıraktı, bozuk para üstünü verdi kadına. Sonra sıradakine aynı eldivenle bir gevrek alıp kâğıda sardı, uzattığı parayı aynı eldivenli eliyle alıp, aynı şekilde para üstü verdi. Delikanlıya sordum merak edip, "Niye takıyorsun şu eldiveni?" Bezmiş bir halde kafasını çevirdi bana doğru, "Valla abi, ben de anlamıyorum, ne yapayım, müşteri böyle istiyor!" Söylemem lâzımdı, dayanamadım sordum. "Peki, gevreği tuttun o eldivenli elinle, sonra da aynı eldivenli elinle paraya elledin, sence doğru mu bu? Adamın derdini eştiğimin farkında değildim hâlâ. Bana cevap verdi. "Öbür türlü zor oluyor be abi, tak çıkar, başa mı çıkar." Dersimi almıştım. Hayırlı işler, dedim, yürüdüm.

İşte böyle. Virüsün bizi bulabileceği yollar o kadar çok ki. Hele şehir hayatında yaşıyorsak bir de. Dağ başında yaşayıp toplumdan kendimizi tamamen soyutlamamış isek Koronavirüs bir yolunu bulup gelecektir. Bu bakımdan etkisini kaybedene kadar bağışıklık sistemimizi zinde tutup geldiğinde  onu yenmemiz daha akıllıca  bir yol gibi görünüyor. Hasta ve yaşlı olanların işi çok daha zor tabii.

Son olarak şu konuya da değineyim. Bazı arkadaşlarımız Koronavirüs'ün bize bazı insani değerlerimizi hatırlattığını, bitmek tükenmek bilmeyen hırs ve zevklerimizden uzaklaşıp evlerimize döndüğümüzü, birbirimizden bu sayede haberdar olduğumuzu anlatmaya çalışıyorlar. Ben o kadar iyimser değilim. Daha acısını hissetmeden krizi fırsata çevirenleri görüyoruz, kriz bittikten hemen sonra virüs unutulacak, her şey eski haline dönecek. Hatırlayın geçmişteki deprem felâketlerini, günlerce tv'lerde yapılan konuşmaları, alınması gereken önlemlerden bahseden profesörleri... Birkaç hafta sonra bütün konuşulanların unutularak, sanki hiç yaşanmamış gibi olayın gündemden düştüğünü... Sonra yeni bir depremle aynı konuların tekrar tekrar konuşulduğunu. Koronavirüs de deprem gibi geldi, korkuttu, can aldı, canımızı sıktı, bir müddet daha bu sıkıntıyla boğuşacak insanlar, ta ki yeni bir virüs "Morana" kapımızı çalana dek...
   

14 Mart 2020 Cumartesi

ÇÖL ÇİÇEĞİ 6

Sahra Çalısı uzun süredir Çöl Çiçeği'ni dinliyor, onun içinde bulunduğu durumdan bir an önce çıkıp eski neşeli günlerine dönmesi için büyük çaba sarf ediyordu. O, ayrılığın nasıl bir şey olduğunu en iyi bilenlerden biriydi. Çölün acımasız kum fırtınalarına kendini bırakmış, yuvarlanarak savrulduğu uzak diyarlarda yağmurunu beklemişti. Önce Çöl Çiçeği'ne dönüp seninki aşk olamaz demişti. Kabul etmemişti bunu Çöl Çiçeği. Hayır demişti, ben suyuma, suyum bana aşık. 

Sahra Çalısının aşk tarifine uymuyordu bu ilişki...
1. Çünkü onun bildiği aşk karşılıklı bir tutku değildi. Aşk sadece bir tarafın yakasına yapışır, onu şekilden şekle sokardı.
Suyun kendisine yaptığı güzel şeyleri anlattı Çöl Çiçeği, anlatırken gözleri buğulandı. Peşinde çok koşmuştu Çöl Çiçeği'nin. Çöl Çiçeği kaçarken o kovalıyordu mütemadiyen. Tuhaf bir şekilde Çöl Çiçeği kıpır kıpır yerinde duramazken, su sakin, için için akıyordu yatağında. Aklı karışmıştı Sahra Çalısının, hemen inanmazdı söylenene, söyleyene inansa bile. Çelişkiler aradı sözlerinde Çöl Çiçeği'nin. Ne olmuştu da, birden çekmişti kollarını su, sevdiğinden. Geçmiş ne söylerse söylesin, gelinen bu duruma bakılırsa, Çöl Çiçeği inanmak istemese de suyun aşkının sona erdiğini anlamak zor değildi. Aşk, platonik olanlar dışında sonsuza kadar sürecek bir duygu değildi. 

2. Çünkü onun bildiği aşk karşılıksız sevgiydi. Karşısındakini olduğu gibi kabul edip, sonsuz bir tutkuyla bağlanmaktı. Onun her şey, kendisinin hiç olmasıydı. Kendisi ne kadar acı çekerse çeksin, onun mutlu olmasının ona yetmesiydi.  
Sahra Çalısı çölün suyunu tanımıyor, onun dengesiz tavırlarını anlayamıyordu. Fakat Çöl Çiçeği'ni gayet iyi çözümlemişti. Çöl Çiçeği suyuna aşık görünüyordu, çünkü onu seviyordu, onsuzluk canını acıtıyordu, onun her haline tutkundu. Buraya kadar tamamdı. Fakat bir konuya yatmıyordu aklı. Evet, sahiplenmişti suyunu Çöl Çiçeği, kıskanıyordu başkalarından. Onun başkasıyla mutlu olma olasılığı aklını kaçırmasına yetebilirdi. Sahra Çalısının aşk kriterlerine uymayan bir durumdu bu. Belki de o aşklarında hep terk eden olmuş, terk edilmişliğin acılarını öğrenememişti. Bu muydu sorun? Suyun özgürce akmasına izin vermemesi miydi bu ayrılığın sebebi. Peşinden çok koşması mıydı? Neydi bunun tedavisi, çaresiz kalmıştı çölün bilge çalısı.

Çöl sıcakları iyice kendini hissettirmeye başlamıştı. Sahra Çalısını dinlememiş, burnunun dikine gitmiş, kendini zapt edememiş yine aramıştı suyunu Çöl Çiçeği. Suyun ona dönmesini beklemişti sonra sabaha kadar, uyumamıştı. Gözleri şişmiş, umudunu kaybetmiş bir haldeydi. Kendisini defalarca ikaz etmişti Sahra Çalısı: "Arama, bırak o arasın seni. Küçültme kendini. Unutma ki kaçan kovalanır, bir kere olsun kovalanan ol." 

Dinlememişti yine, bir kez daha tutamamıştı kendini. Sahra Çalısı kızamamıştı ona. Kolay değildi elbette. Tam da suyun yatağını değiştirdiğine, arkasını döndüğüne kendisini inandırmaya başladığı anda, dönüp geri geliyordu su. Yeni bir sayfanın açılmasına karar verip birlikte yol almaya niyetlendikleri anda ise uzaklaşıyordu Çöl Çiçeği'nden. Umut ışığı deniz feneri gibi defalarca yanıp sönüyor, Çöl Çiçeği bir umutlanıp coşuyor, dans ediyor, bir umutsuzluğa kapılıp kedere gömülüyordu. Bu zorluğa ne kadar dayanabilirdi ruhu, bedeni. O yüzden arayan o olmuştu, kararsız bulutları bir nebze olsun dağıtmak için. Aradığıyla kalmıştı. Su yine "Sana bir iki gün içinde dönerim." demiş, aramamıştı bir daha. Dönse bir türlü dönmese bir türlüydü. Sahra Çölü, "Bırak bu sudan hayır gelmez sana artık." derken, suyun defalarca Çöl Çiçeği'ne neden geri döndüğünü ve sonra yeniden neden bir kez daha onu terk ettiğini anlayamıyordu.                        

13 Mart 2020 Cuma

ÇÖL ÇİÇEĞİ 5

Sahra Çalı'sıydı onu en iyi anlayan. Çölün en dayanıklısı, en ilham vereni. Suda hayat bulanı, sudan medet ummayanı. Senede sadece iki kez yağacak yağmur yeterdi sonsuz hayatına. Ne fırtınalar, ne kuraklıklar görmüştü yaşamı boyunca. Bir gün, tesadüfen yolları kesişmişti Çöl Çiçeği'yle. Bu güzel çiçeğe kanı ısınmıştı birden. Konuşmasını da dinlemesini de biliyordu. Üstelik boş konuşmuyordu, zekiydi, öğrenmeye açtı. İçi dışı birdi Çöl Çiçeği'nin. Doğru bildiğini söyler, gözünü daldan budaktan esirgemezdi. Sahra Çalı'sı ise anlatırken buluyordu kendini, çözmeye çalışırken çözülüyordu. Uzattı ona ellerini. Ne var ki kolay değildi Çöl Çiçeği'ni yeniden yaşama döndürmek.

Can suyunun Çöl Çiçeği'ni terk ettiğinde yanı başındaydı Sahra Çalı'sı. Onu coşturan umut zerrelerinde çılgınca dans edişine de tanık olmuştu, çaresizlik tünelinin zifiri karanlığında perişan hallerine de. Bütün çöl sakinleri alışmıştı Çöl Çiçeği'nin bu gelgitlerine. En zor anlarında Sahra Çalısı ile birlikte aradılar çıkış yolunu. Yıllarca o çölden bu çöle savrulan Sahra Çalısı'nın hayat tecrübesi yetmiyordu suyu anlamaya, Çöl Çiçeği'nin yoluna ışık tutmaya.

En büyük sırdaşıydı artık birbirlerinin. "Susuz hayat olur mu?" diye sormuştu bir keresinde. Çöl Çalı'sı kadar suyun önemini bilen var mıydı acaba? Her zaman olduğu gibi düşünmüştü uzun uzun Çöl Çalısı, tane tane cevap vermişti ona, "Yaşatan da su, öldüren de..."

Bir ay kadar önce sürüklendiği güzel diyarlarda Çöl Çiçeği'ni yalnız bırakmamış, yuvarlanıp peşinden gitmişti. Onun yeniden hayat bulduğunu görüp sevinmişti bir an Çöl Çalısı. Sevinmişti sevinmesine, çölün yavan suyunu unuttuğuna... Yine de bilgeliğiyle "Dikkat et, her suya güven olmaz, gördüklerin aldatmasın seni." demişti.

Çok geçmeden anlamıştı Çöl Çiçeği sırdaşının sözlerini. Yaşamadan öğrenilemezdi bazı şeyler. Özgürlük vazgeçilmezi iken, yavan bir suyun esiri olmuştu farkında bile olmadan. Her şeyini paylaşabilecek kadar cömertti ama suyunu asla paylaşamazdı. Çok geçmeden yine bir fırtınanın kollarında atmışlardı kendilerini çölün çorak topraklarına, çöl suyunun olduğu yere.

Çöl suyu da bekliyordu dönmesini, çağırmıştı onu. Çağırmıştı çağırmasına ama nasıl giderdi ki onun yanına Çölün çiçeği. Ancak su bulabilirdi kavuşmanın yolunu. "Ahh, keşke onun gibi olsam!" diye hayıflanmıştı, gözleri dolarak. Bir an olsun beklemezdim, koşardım kollarına. Sonra utandı söylediklerinden, kızdı kendine, ne demeye gidecekmişim ki, ben mi istedim bu ayrılığı. Hiç mi gurur yok bende. Gittikçe kendi kendine kızıyor, kızarıyor, yüzüne ateş basıyordu.

Derinlere uzattığı kökleri nemlendi yavaş yavaş. Evet, geliyordu. Uzattı köklerini heyecanla. "Gurur yaşamaya engel olmamalı." demişti Çöl Çiçeği, mahcubiyetini saklayarak içinde. Yanılmamıştı Çöl Çalı'sı, işin buraya geleceğini tahmin etmişti. "Gurur, susmayı ve yalnızlığı sever, sende ikisi de yok." demişti ona, gülümseyerek.

İçi içine sığmıyordu Çöl Çiçeği'nin. Uzunca bir aradan sonra kana kana içti suyunu. "Artık kurusa da dallarım, toprağa karışsa da bu narin bedenim, gam yemem." diyordu. "Değil mi ki ben anladım suyumun da bensiz yapamadığını, etrafında onca çiçek dururken gelip yine beni seçtiğini, ölsem de gam yemem artık."

Çölün suyunu Çöl Çiçeğine çeken ne ola ki? Kim bilir, belki o da alışmıştı Çöl Çiçeğine. Çöl Çalısı, bu sorunun cevabını arıyordu ama onun esas kafasını meşgul eden suyun çiçekten neden korkup kaçtığıydı. Başladığı anda bitişin, küllerinden yeniden doğuşun sadece kendine has özellikler olduğunu sanıyordu Çöl Çalısı. Yaşam mücadelesinde onca bilgeliğine rağmen, daha öğreneceği çok şey olduğunu düşünüyordu.

Yaz gelirken çölün sıcağı bütün acımasızlığıyla başlamıştı canları yakmaya... Umutla suyunu bekliyordu Çöl Çiçeği. Zaman daralıyordu... 

11 Mart 2020 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 29

Ağaç Ev Sohbetlerinin iki konusu var bu hafta. İrem Can / Konumuz Kitap'ın önerdiği konuya ilişkin düşüncelerimi 28. Bölümde paylaşmıştım. Genç arkadaşımızdan Barış Doğan / Başyazıcı tarafından belirlenen haftanın diğer konusu ise şöyle:

Tiktok ve Youtube uygulamaları hakkında ne düşünüyorsun? Sence ülkenin çektiği sancılardan birileri mi? Yoksa eğlenceye ulaşmak için birer araç mı? 


Tiktok ile Youtube arasında büyük fark var. Benzer olan tek yönü her ikisinin de internet üzerinden yayın yapan video paylaşım kanalları olması. Tiktok hakkında detaylı bir bilgim yok, sosyal medyada tesadüfen önüme çıkan videoları dışında. Üye olunması mı gerekiyor, takip edilmesi mi haberim yok. Fakat bu kıt bilgimle dahi gözüme takılan bir kaç tanesi, bu mecranın bana göre olmadığını anlamama yetti. Aslında bu durum farklı bir konunun tartışılmasına da kapı aralıyor bir bakıma. Şöyle ki; biri çıkıp insan dilediğini seçmede özgürdür diyebilirken, diğeri topluma zarar verdiğinden hareketle bu fikre karşı bir tutum içine girebilir. İnanıyorum ki, bu tartışma daha geniş kapsamlı ve Tiktok'tan daha önemli. Evet, özgürlük olarak ele alındığında, isteyen istediği yayını, tv kanalını, sosyal medya ortamını izleyebilir, istediği müziği dinler ve istediği kitabı okur. Bu yüzden Tiktok'u eğlenceli bulup neşeli vakit geçiren hatta benim gibi pek çok insana saçma sapan gelen video paylaşımlarında bulunabilir. Ben istemiyorum diye bu tür yayınların ve eserlerin yasaklanması, yakılması asla kabul edilecek bir davranış şekli olamaz.

Diğer taraftan yukarıda belirttiğim üzere topluma, yani insanlara zarar verebilecek ya da fayda getirmeyecek işlere vakitlerini heba etmek yerine kendilerini geliştirecek başka konulara yönelmeleri için, sahip olduğum tecrübe ve bilgiler doğrultusunda önerilerde bulunmam hususunda sorumluluk taşıdığımı, bunun insani bir görev olduğunu düşünüyorum. Elbette bu sorumluluk ve görev tanımı sadece fikirleri açıklamak, tavsiyelerde bulunmakla sınırlı. Konuyu bu açıdan ele aldığımda; Tiktok'un  sınırlı bir zaman periyodu içinde mevcudiyetini devam ettirebileceğini düşünüyorum. Kanaatimce bu türden meşgaleler, gençleri kendilerine tutsak ederken onlara hiçbir fayda sağlamayıp kıymetli zamanlarını boşa harcamalarına neden olacaktır.

Youtubeun ise insanı geliştiren, müzik klipleriyle hoşça vakit geçirmesini sağlayan, bilgilendiren yönleriyle önemli bir kaynak olduğuna inanıyorum. Bu uygulamayı kullanan biri olarak varlığından son derece hoşnutum. Aralarında bazı gereksiz ve zararlı yayınlar olabilir ancak bunları eleyerek aradıklarımızi, içlerinden işimize yarayacak olanları kolaylıkla seçme imkânımız var.

Youtube'u sadece eğlence aracı olarak görmüyorum. Belirttiğim gibi faydası zararından çok daha fazla. Tiktok eğlence aracı mı diye sorulursa, evet eğlence aracı olabilir dozunu kaçırmazsan derim. Ülkemizin çektiği bir sancı mı peki? Yok canım o kadar değil elbette. Belki beş on yıl içinde kendiliğinden ömrünü tamamlayıp yerini başka yeni uygulamalara bırakacak zaten. Ülkemizin muhatap olduğu sancılarının yanında Tiktok'un sancısı ihmal edilebilecek nispettedir. Bütün sancılar keşke Tiktok gibi olsa.

10 Mart 2020 Salı

HAYATIN İÇİNDEN BÖLÜM 5


İdarede işini gerçekten iyi bilen kadın bir daire başkanının haricinde bütün üst düzey kadrolar değişmiş, yeni gelenlerin makam odaları çiçek bahçesine dönmüştü. Okula yeni başlayan çocuklar gibi heyecan içinde koltuklarına oturmuşlar, ağızlarını açmadan sinsice gülümsüyorlar, tebrike gelen iş adamları, kurum çalışanları ve özel sektör temsilcilerini acemi gözlerle uzun uzun süzüyorlardı. Kapalı ağızlarının içinde sıkılmış dişlerini saklayan gülümseyişleri hiç de hayra alamet değildi, çıkacaktı kısa zamanda her şey su yüzüne, dökülecekti kucaktaki taşlar...

Rauf Bey, patrona yeni yönetimle bir tanışma toplantısı yapılmasının uygun olacağını söylemişti. İdareden yanıt gelir gelmez Orhan'ı da yanlarına alıp üçü birlikte Genel Müdürlüğün yolunu tuttular. Önce büyük bir masanın çevresinde kısa bir tur atan devletin yeni sahipleri, avlarının etrafında dönen aslan sürüsü gibi büyük bir hevesle oturdular yerlerine. Rauf Beyler de karşılarına geçtiler. Üç kişiye karşılık en az on kişiydiler. Sayıca üstünlük devlette olmasına rağmen bu tür zor anlarda Rauf Bey'in tek başına on kişiyi dize   getirdiğini bilen Orhan, bu adaletsizliği o kadar fazla önemsemedi. Onu esas rahatsız eden hepsinin sıkış tepiş masanın karşı tarafına dizilmeleriydi. Bir ara kendini mahkeme jürisinin önüne çıkarılmış mahkûmlara benzetti. Neyse ki tedirginliği fazla sürmedi. Tam bir kurtlar sofrasıydı bu. Başkan sinsice gülümseyerek "hoş geldiniz" dedi. Gergin bir gülümseme belirdi misafirlerin suratlarında. Mukavele Tatbikat Şube Müdürlüğüne atanan iri gövdeli, koca kafalı ve badem bıyıklı gençten biri kendisinden beklenmeyen bir kararlılıkla "Evet," dedi. "Ne yapabilirsiniz, anlatın. Devletin paraya ihtiyacı var" Salonun havası buz kesti birden. Misafirler birbirlerinin yüzüne baktılar şaşkın gözlerle. Böylesine bir karşılama beklemiyorlardı doğrusu. Evet, önlerine kırmızı halı çekecek değillerdi, hatta sert tartışmalar, taleplerinin karşılanmaması sürpriz sayılmazdı ama sarf ettikleri ilk cümleleri şok ediciydi. Banka soyan gangster misali "sökülün paraları" dercesine takındıkları tavır karşısında "En iyi savunma, hücumdur" sözünü hatırlatırcasına Rauf Bey ayaklandı. Sesini yükselterek "Nasıl karşılama bu? Biz size hayırlı olsun demeye, sorunlarımızı anlatmaya geldik, ne istiyorsunuz bizden anlayamadık." Başkan, bir yandan Rauf Bey'in hararetini yaptığı el hareketleriyle sakinleştirmeye çalışıyordu. "Sakin olun Rauf Bey, bağırarak bir şey çözemezsiniz." dedi.

Daha hele durun bakalım dercesine gözlerinden pırıltılar saçıyordu başkan. Şube Müdürü cevap verdi. "Aldıklarınızı, fazladan aldıklarınızı" Rauf Bey bu sözlere pabuç bırakacak biri değildi. "Neymiş o fazladan aldıklarımız? Yaptığımız her şey imzalı, onaylı. Biz buraya işin önünü açmak için önerilerimizi sunmaya, işin kesintiye uğramaması için ödenek çıkartmanızı rica etmeye geldik." dedi. Toplantı hiçbir konu tartışılmadan sona ermiş, ardında büyük bir hayâl kırıklığı ve endişe bırakmıştı. O günlerde bu tür yollara başvurmak adet haline gelmişti. Başbakan bile Japonya başbakanıyla bir araya geldiği esnada daha önceki yönetimle T.C adına imzalanan bir ticari sözleşmenin maddi koşullarını tartışmaya açmış, ilâve bir indirim talep etmişti. Japonlar da güzel bir ders vermiş, ellerindeki sözleşmenin bir nüshasını başbakanın önüne koymuşlar, imzanın olduğu sayfayı gözlerine sokarcasına uzatarak "Sayın prime minister, bu sizin devletinizin imzası değil mi?" diye sormuşlardı. Doğal olarak eli boş dönmüştü memleketine başbakan! Şimdi de Orhan benzer şekilde elindeki bakan olurlarını, genel müdürlük onaylarını İdarenin önüne atmayı geçirdi aklından.

Belli ki daha önce görev yapan bakanların gider ayak, yangından kaçırırcasına imzaladıkları keşif artışları yeni yönetimin dikkatini çekmişti. O furyada işlerinde büyük keşif artışı yapan bazı büyük firmalara dokunulmaması yine de tuhaf geliyordu Orhan'a. Onlardan birinin sahibi ile patronunun arası oldukça iyiydi. Fakat  kimse bulduğu çözüm yollarını bir türlü açıklamıyordu. Dönem hoca efendinin devriydi ve herkes cemaatten sözü geçen birini bulmanın peşine düşmüştü. İşlerini yoluna koyabilecek bir şeyhe, imama servetlerinin önemli bir kısmını feda etmeye hazırdı bütün şirketler. Sorun aranan doğru kişiyi bulmakta yatıyordu. Zira hergün şirketin kapısını aşındıran bir sürü aracı peydahlanmıştı. Patron bu konuda oldukça titiz davranıyor çürük tahtaya basmıyordu. Sonunda patronun dostu olduğu şirket sahibinin yanında çalışan muhasebecinin cemaatten olduğu ve bu yüzden şirkete dokunulmadığı çıktı ortaya. Ama onun da faydası olmamıştı Orhan'ın çalıştığı şirkete. Zira yüksek yerlerden karar verilmiş, kalem kırılmıştı. Yüzlerce şirket arasından seçtikleri ilk kurbandı onlar. Esas hedef ise onların keşif artış olurlarını imzalayan bakanlar...


Yeni gelen ekibin rüşvet kabul etmediği de dilden dile dolaşıyordu. İşte bu durum Rauf Beyi can evinden vurmuştu. En güçlü silahı alınmıştı elinden. Yine de pes etmedi.

İdarede evrak takip eden görevlilerin çoğu özel sektörün en kıymetli elemanlarıdır. Fatih de insan ilişkileri iyi, kendini sevdirmesini bilen akıllı biriydi. İdaredeki üst düzey çalışanların elektrik, su paralarını yatırır, eksik kırtasiye malzemelerini temin eder, ara sıra da istedikleri yerlerden onlara pide, kebap ya da pasta alır götürürdü. Üstelik prensiplerine aykırı olduğunu söyleyen birkaçının dışında diğerlerinin verecekleri parayı da kabul etmez, yaptığı harcamaların yazılı olduğu bir kâğıt parçasını Orhan'a imzalattıktan sonra şirketin muhasebe bölümüne götürüp parasını alırdı. Bu sayede kendine yer edip memurların dedikodularına katılıyor, onların en mahrem konularını öğreniyor, diğer şirketlerin hangi yeni fiyatları yaptığını biliyordu. Birine sarı zarf mı geldi, daha adam zarfını açmadan onun Anadolu'nun hangi köşesine tayini çıktığını bilirdi Fatih. Bir gün, Rauf Bey'in odasında Orhan'la birlikte otururken kapıyı tıklatıp içeri kafasını uzattı. Gülümsemesinden yeni bir haber getirdiğini anlamıştı Orhan. Rauf Bey'e fırsat bırakmadan "Gel, Fatih, hayırdır" dedi. Sessizce odaya girip arkasından örttü kapıyı. Merak içinde söyleyeceklerini bekleyen Orhan'a ďönüp "İsa Bey'in çocuğu olmuş" dedi.

Fatih'i bırakıp patronun odasına gittiler. Son zamanlarda bayram öncesi İdare elemanlarına altın dağıtma görevini Rauf Bey'den almıştı patron. Altınlardan bir kısmını kendi cebine attığından kuşkulanıyordu. Haksız da değildi hani. Ondan her şey beklenirdi. Fakat şimdiki durum diğerlerinden farklıydı. İsa Bey, cemaatten olmayan birinden altın almayı kabul edecek miydi? Nezaketen geri mi çevirecek, yoksa tepkisi daha mı büyük olacaktı. Orhan'a vermek istediler bu görevi, kabul etmedi. Rauf Bey ben veririm dedi. Ertesi sabah erkenden odasında yakaladılar İsa Bey'i. Orhan dışarıda kaldı, ķısa bir süre geri ďöndü Orhan'ın yanına.  Rauf Beyin yüzünde kendini ele verebilecek en ufak bir ifade sezilmiyordu. Orhan dayanamadı, sordu. "Ne oldu?" Rauf Bey kendinden emin bir şekilde "Ne olacak, memnuniyetle kabul etti" dedi. Orhan şaşırmış, Rauf Bey bir kez daha yanılmamıştı.

Aradan tam bir ay geçmişti ki bu kez Fatih çok daha önemli bir haberle gelmişti yanlarına. İsa Bey'in Antalya'da tutuklandığını söylüyordu. Bu sefer şansı yaver gitmemiş, yakayı ele vermişti demek. Orhan'ın içine bir ferahlık çöktü. Hem lâyığını bulduğu için, hem de toplantı sırasında fütursuzca, elinde hiçbir kanıt olmaksızın getirdiği suçlamaları nedeniyle ona olan kininden dolayı. Artık bu türden zorlamaların olmayacağını, her şeyin eskisi gibi devam edeceğini düşünmeye başlamıştı. Yanılıyordu. Her şey yeni başlıyordu oysa.

Yeni gelenler içinde sevimli gördükleri tek kişi genel müdür yardımcılığına getirilen Galip Bey'di. Üstlendiği göreve göre oldukça genç biriydi. Sessizdi, yüzünde diğerlerinden farklı sıcak bir gülümseme insanı rahatlatıyordu. Hiç soru sormaz, hiçbir işi çözmez fakat problem de çıkarmazdı. Birisi ondan karar vermesini, işin önünü açmak için gayret göstermesini ya da yardımda bulunmasını istediğinde, "Arkadaşlar incelesin, herhangi bir sıkıntı yoksa  getirin imzalayım" derdi. Bu kadar munis yaratılışta olmasına karşın sesi yüksekten çıkan bütün ekip arkadaşları olağanüstü bir saygı gösterirlerdi Galip Bey'e. Farklıydı diğerlerinden. Meselâ aralarında sigara kullanan tek kişi oydu. Kanunen yasaklanmasına rağmen odasında sigara tüttürmeye devam ediyordu çekinmeden. Orhan, eğer sırtın kuvvetliyse yasağın önemli olmadığına bir kez daha kanaat getirmişti onun bu halini görünce. Rauf Bey'le yaptıkları her ziyaret sırasında Orhan da sigarasını yakar, Rauf Bey'i dumana boğarlardı. Rauf Bey, hiç şikâyetçi olmazdı bu durumdan. Galip Bey'le Orhan'ın belki de tek ortak yanı onu da mutlu ederdi. Hatta sonraki ziyaretlerinde Orhan'a takılır, "Hadi tüttürün Galip Bey'le birer sigara" diyerek ortamı gevşettiğini düşünürdü. Orhan Fatih'ten bu işin sırrını öğrenmekte gecikmedi. Fatih Beyin sırtını kuvvetlendiren babasının hakim olmasıymış meğer. Ama öyle sıradan bir hakim değil. Başbakanı yattığı cezaevinden çıkarıp hürriyetine kavuşturan hakim!

Bir sabah şirketteki odasına girdiğinde masaya bırakılmış bir gazete dikkatini çekti Orhan'ın. Üstelik hiç okumadığı bir gazete! Yeni Şafak gazetesi yaptıkları bir baraj inşaatına atıfta bulunarak büyük puntolarla manşetten vermişti haberi. "Büyük Vurgun" 

9 Mart 2020 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 28

Ağaç Ev Sohbetlerinin 28. Haftasına giriyoruz. Bu haftanın konusunu İrem Can önermiş. Bu kez bir ilk gerçekleşiyor, Ağaç Ev Sohbetleri İrem Can'ın yanı sıra bu hafta tartışacağımız ikinci konuyu Barış Doğan belirleyecek.  Konu bu hafta da oldukça hassas. Kim bilir belki de yazımın başına (+ 18) uyarısı koymam hassas bünyelerin menfaatine olabilirdi. Ancak sözlerimle kimseyi üzmek ya da saygısızlık etmek niyeti taşımadığımı, amacımın sadece kendi doğrularımı ortaya dökmek olduğunu özellikle belirtmek isterim. Aksi takdirde yazan ben olmayacaktım. İşte bu hafta Ağaç Ev Sohbetlerinin ilk konusu:

8 Mart Dünya Kadınlar Günü sende neyi çağrıştırıyor?

Ülkemizdeki "kadın" anlayışı nedir?

Konu başlığının fonundaki siyah bant sizde neyi çağrıştırıyorsa bende de aynısını çağrıştırıyor. Evet dostlar, "Kadınlar Günü" adı altında AVM'lerin özel indirimler uygulayıp tüketimi pompaladıkları günlerinden biri olan 8 Mart, bir kutlama günü değil tam aksine bir matem günüdür. 1857 yılının 8 Mart günü ABD'nin Newyork kentindeki bir tekstil fabrikasında zor şartlar altında 13-14 saat çalıştırılan binlerce kadın işçiden 120'sinin, kapatıldığı barakada yanarak öldürülmesinin yıl dönümüdür kutlanan! 1921 yılından itibaren Sovyetler Birliği'nde "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" olarak adlandırılan bu özel günde, çalışan kadınların sorunları değişik platformlarda dile getirilmiş olmakla birlikte sosyalizmin yayılmasından endişe eden batılı pek çok ülkede 8 Mart, 1960 yılına dek yasaklanmış. Bu tarihten sonra ABD'de başlayan gösterilerle "Dünya Kadınlar Günü" olarak anılmaya başlayan 8 Mart günü, BM Genel Kurulunca tanınmış ve daha sonra bütün batı ülkelerine yayılmıştır.

Sadece bugüne mahsus olmak üzere erkeklerin kadınlara çiçek vermelerini, onlara övgüler düzmelerini anlamsız buluyorum. "Çalışan kadınlar" yerine "emekçi kadınlar" denilmesini daha uygun görüyorum. Kadına toplum tarafından yüklenen vazifeler nedeniyle çalışmayan kadının mevcudiyetine inanmıyorum. Kadın başka işlerde çalışmasa dahi ev işlerini, çocukların bakımını üstlenmekte en azından. Diğer taraftan dışarıda çalışan kadınların çoğu verdikleri emeğin karşılığı olmayan düşük ücretlerle, sosyal güvencesi olmaksızın fabrikalarda, tarlalarda çalışıp sömürülmektedir. Kadınların çoğu ülke yönetimde söz sahibi olamadıkları gibi evlerinde de aynı durum geçerli. Söylenecek, anlatılacak çok şey var, var olmasına da bütün bunları sayıp dökmek kadınların durumunu düzeltmiyor ne yazık ki. Sorunların çözülmesi için toplumun egemen güçlerinin buna önce niyet etmesi, halkın eğitilmesi, en önemlisi kadının erkekten ne eksik ne de fazlası olduğunun kabul edilmesi ile birlikte ataerkil aile yapısının değişmesi için gerekli adımların atılması şart. Bunları bırakıp kadınların bugüne özel çiçek ya da hediye beklemesine anlam veremiyor, bunu bencilce bir davranış olarak görüyor, öfkeleniyorum. Erkeğin kadından üstün olmadığını önce kadınların anlaması ve kabul etmesi gerekir. Kadınların ekonomik özgürlüğe kavuşması, yaşamak için erkeğe asla mahkum olmaması atılacak adımların başında geliyor. Kadın cinayetlerine, kadına şiddet uygulanması konusuna girmeyeceğim. Çünkü yaşanan insanlık dışı bu olayların hepsi birer sonuç. Nedenlerini ortadan kaldırmadan hiçbir yasal tedbir bunları ortadan kaldırmaz. İşte 8 Mart Dünya Kadınlar Gününün bende çağrıştırdıkları... En zoruma giden, insanların bu anlamlı günü şenlik ve kutlama havasına sokmaları ve kadının da bir insan olduğunu kabul etme/ettirme hususunda yetersiz kalmamız.

Ülkemizde halkımızın kadına bakış açısı (genel olarak) son derece sevimsiz geliyor bana. Kendisinin erkeklerden farklı olmadığının bilincine varmış ve ona göre davranan kadınlar ile kadını insan olarak gören ve buna uygun muamele eden erkekler ülke nüfusunun muhtemelen yüzde onunu ancak doldurur. Bu kesim toplumun yüz akı. Geriye kalan ve nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan iki cinsin birbirlerine bakış açısı ise oldukça karanlık bir tablo çizmekte ne yazık ki.

Ülkemizin bahtı kara kadınları, kendilerini erkeğin karşısında nasıl görmekte? Ezik, çaresiz, kaderine razı, değersiz... Sadece ülkemizde değil, dünyanın pek çok ülkesinde az ya da çok kadınların kendilerine bakış açısı bu! Nedenlerini soracak olursanız, fiziki olarak güçsüzlüğünün dışında iki temel nedenden bahsedeceğim. Bunlardan ilki ekonomik bağımsızlığa sahip olmayışları. Yaşamak için erkeklere muhtaç bu kadınlar. İnanıyorum ki, ikinci önemli neden ilkinden aşağı kalmıyor. Evet, dinin etkisini göz ardı etmiyorum. Bütün dinlerin, kadının  daha fazla aşağılanmasına sebep olduğunu düşünüyorum. Kutsal kitabın, tartışmaya mahal bırakmayan ayetlerinde, erkekleri muhatap alan ifade tarzı, kadınların erkeklere itaat etmesini emretmesi, aksi takdirde erkeklerin eşlerini dövmeye kadar varan cezai müeyyideleri uygulama hakkına sahip olması, kadınlara ekilecek bir tarla gözüyle bakması kadının ezilmesine, çaresizliğine ve değersizleştirilmesine gerekçe oluşturmakta. Bu yüzden "kocamdır, sever de döver de" anlayışı yerleşmiş, kaderine razı olmuştur pek çok kadın.

Ülkemizin bahtı kara erkekleri, kendilerini kadının karşısında nasıl görmekte peki? Güçlü, sözünü dinleten, şanslı ve değerli...  Bunun nedeni, kadının sahip olmadıklarını düşündükleri şeylere sahip olmaları. Her şeyden önce fiziki olarak daha güçlüler kadınlara göre. Bu durum kaba kuvvet uygulamalarına imkan tanıyor. Diğer taraftan çalışmak zorunda hissediyorlar kendilerini, çünkü toplum bu görevi erkeklere vermiş. Bu sayede evde hakimiyet onların elinde oluyor. Sahip oldukları en büyük koz bu. Kitap okuma alışkanlıkları olmasa bile dindar toplumumuzda hocalar, şeyhler memleketin en ücra köylerindeki camilerde anlatıyorlar kutsal kitabın yazdıklarını. Duyduklarını sorgulamadan inanıyorlar. İnandıkları şey kendi açılarından olumsuz bir durum gibi gözükmüyor gözlerine. Son derece hoşlarına gidiyor bu durum. Hiç şikayetleri yok, şanslılar! Aslında tam olarak durum öyle değil. Bazılarının vicdanı kaldırmıyor kadına şiddeti. Fakat sağına soluna baktığında, görüyor ki diğer hemcinsleri, kadının rolünü biçmiş. Yine kutsal kitapta tohumları ekilen "kısas" tan toplumun zihnine yerleşen "kan davası" nın kurbanı oluyor bazı erkekler... Anası eline silahı verip, "git" diyor, "git de, namusunu temizle". Gidiyor, bir dedikodu yüzünden çok sevdiği karısını öldürüyor köy meydanında. Eşine biraz değer vermeye kalksa "kılıbık" denilip alay ediliyor. 

Görüldüğü üzere ülkemizde "kadın" anlayışı, kadına bakış açısı böyle maalesef. Üstelik bu anlayışın yıkılması, kadın-erkek eşitliğinin sağlanması, kadın cinayetlerinin sona ermesi ve kadına şiddet uygulamasından dönülmesi oldukça zor kanaatimce. Son zamanlarda ekonomik özgürlüğüne kavuşan ve eğitim görmüş kadınların sayısı artmış olsa da dinin etkisi ve ataerkil toplum yapımız yüzünden kadına hak ettiği değeri vermekten oldukça uzağız. Görünen o ki ne yaparsak yapalım, konuya ne kadar duyarlı olursak olalım, ülkemiz ve dünyadaki "kadın" anlayışında iyileşme olabilmesi için epey zamana ihtiyaç var.                                  

7 Mart 2020 Cumartesi

ÇOK ZOR, SENİ ANLIYORUM DEMEK



Düşündüm, taşındım, sonunda buldum galiba böyle uzun uzun yazmamızın, okumamızın ve konuşmamızın sebebini. Anlatmaya, anlamaya  çalışırken birbirimizi, hatta kendimizi, çoğunlukla neden aciz kaldığımızı... Ne yazık ki empati falan da çözmüyor meselelerimizi hakkıyla... Evet, mesele şu: Sözcüklere farklı anlamlar yüklüyoruz, nedeni bu! Sözlükler yetmiyor sözcükleri anlamaya. Bu yüzden doğruyu ve yanlışı, iyi ile kötüyü ayırt edemiyoruz, Her şey karışıyor birbirine. Sonunda kime göre doğru, kime göre yanlış, neye göre iyi neye göre kötü diye soruyoruz işin içinden çıkamayınca. Oysa sözcükler aynı anlama sahip olsalardı herkes için, daha çok severdik birbirimizi, daha az can yakardık. Kandıramazdı kimse kimseyi, doğrular hep doğru, yanlışlar hep yanlış olurdu. İyilerle kötüler gün ışığına kolayca çıkar, vicdanımızın sesini dinlerdik sadece. Hadi o zaman kulak vermeye çalışalım bakalım vicdanımızın sesine.

VicdanKişiyi kendi davranışları hakkında bir yargıda bulunmaya iten, kişinin kendi ahlâk değerleri üzerine dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan güç.

Ahlâk: Bir toplum içinde kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimleri ve kuralları, aktöre, sağtöre

Arapça "hulk" yani huy, Yunanca "ethos", Latince "mos" kelimelerinden türeyen "ahlâk" kavramı İngilizce "ethics" veya "morality" sözcükleriyle ifade edilmekte. Bu "etik" ve "moral" sözcükleri İngiliz lisanında birbirinden farklı anlam taşıyorlar. "Etik" çevrenin dayattığı uygulamalar, gelenek, görenek, toplumun değer yargıları ve kültürün yanı sıra dini inançlardan kaynaklanan kurallar bütünüyken "moral" kendi bireysel doğru ve yanlışlarımıza göre tanımladığımız bir kavram.


  • Ülkemizin yer aldığı coğrafyada ahlâk anlayışı çoğunlukla etik tanımına göre değerlendirilmekte. Bu kapsamda etik, bireylerin,

- İyi ve kötünün ayırt edilmesinde,
- Doğru ve yanlışın belirlenmesinde dikkate aldığı temel kriterlerdir.

Ahlâk kuralları diğer bir deyişle belirli bir kişi, grup ya da toplum için geçerli değer yargıları subjektiftir, yani kişiden kişiye, toplumdan topluma değişir.

Yeri gelmişken Nietzsche'nin ahlâk kavramı üzerine söylediklerine bakalım:

"İyi ahlâk sahibi olmak törelere itaat etmekten başka bir şey değildir, töreler ne olursa olsun bu ilke değişmez, bununla birlikte töreler geleneksel tarzda davranmak ve değerlendirmelerde bulunmaktır. Geleneğin emretmediği şeylerde ahlâk yoktur.
Sadece gelenek olduğu için bir inanca bağlanmak... Bu elbette namussuz olmak, korkak olmak, tembel olmak demektir!
- Öyleyse iyi ahlâklı olmanın ön koşulu, namussuzluk, korkaklık ve tembellik olmuyor mu?"

Demem o ki, esasen bireysel muhasebe olması gereken vicdan, tanımına giren ahlâk yüzünden, kendi doğru ve yanlışlarımızı bulmakla sınırlı kalmamış, toplumun doğruluğu ve haklılığı tartışılır değer yargıları benliğimize kazınmıştır. Bu durumda Nietszche'nin çıkarımı doğrultusunda "Birine "vicdansız" deniyorsa o kişi namuslu, cesur ve çalışkandır" sonucuna da varabiliriz.

Görüldüğü gibi çevre ve toplumun etkisiyle gelişen vicdanımız bize bırakılmamış! Bu yüzden bireylerin aynı anlamı kavrayacağı sözcüklerden oluşan ortak bir dile ihtiyaç var. Bunun yolu ise ahlâksızlıktan geçiyor. Kimse ahlaksızlığı kendisine yakıştırma cesaretini gösteremeyeceği için çatışmalar devam edecek, sevgiye uzak nefrete yakın olacağız. Sokrates'in yaklaşık 2.500 yıl önce söylediği "İnsanlık, dini doktrinden tamamen müstakil bir ahlâk sistemi kurmaya muvaffak olmadı" sözü halâ geçerli çünkü.

Yazımın başında belirttiğim gibi sorunu buldum fakat sözcüklere yüklenen anlamlar arasında resmen boğuldum. Üç gündür hem İngilizce hem de Türkçe kaynaklardan yararlanarak yazımı sonlandırmaya bir çözüm bulmaya çalışıyorum fakat her öğrendiğim öncekini çürütüyor. Vicdan, ahlak, etik ve moral kavramları üzerinde inanılmaz bir anlam kargaşası var.

Örneğin bir kaynakta ahlak; kültürün, dinin, coğrafyanın etkisinde topluma ve bireye mümkün olduğunca fazla fayda vermek amacıyla kişilerin davranışlarını düzenleyen hayat kuralları ve kişi karakterini değerlendiren bir olgu olarak tanımlanırken, etik; toplumun tamamının veya genelinin ulaşabileceği en yüksek mutluluk seviyesine ulaşması için geliştirilen toplumsal davranış kuralları diye tanımlanmaktadır. Aralarındaki temel fark ise şöyle açıklanmakta. Etik, değerlerini, kurallarını ve gelişmişliğini akıldan alırken ahlak, değerlerini, kurallarını ve gelişmişliğini içinde bulunulan toplumun bağlı olduğu dinin kutsal öğretileri ve kültüründen aldığı ifade edilmektedir. Son olarak etiğin kuralları beşer aklına bağlı olduğu için değişken, ahlak kuralları ise dini öğretilere bağlı olduğu için sabit olduğundan bahsedilmekte. Bir de buna örnek veriliyor: Avrupa'da iki yüz yıl öncesine kadar köle ticareti etik açıdan bir problem sayılmazken günümüzde ayıplanmakta deniliyor. Zina, bin dört yüz yıl önce ahlaka aykırı olduğu gibi günümüzde de ahlaksızlık olarak kabul edildiğine işaret ediliyor. Oysa İslam dini köleliği bin dört yüz yıl önce problem haline getirmez iken bugün köleliğin dinen de pek savunulamadığını görüyoruz. Demek ki ahlak da değişime ayak uyduruyormuş!

Sadece konu ettiğim sözcükler değil, neredeyse soyut kavramların hepsi için bireysel tanımlar ve kamusal farklı algılar üretmişiz, üretmeye devam ediyoruz. Aşk, sevgi, ruh, akıl, ayıp, başarı, gönül, zaman, dostluk, güzellik vs. gibi binlerce sözcüğün kişilere ve toplumlara göre değişen milyonlarca farklı yorumu çıkıyor karşımıza. Bu yüzden iletişimde ve birbirimizi anlamak hususunda çok zor işimiz.