KATEGORİLER

11 Mayıs 2020 Pazartesi

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 10/1


Eline, pembe tuz ve susam sosuyla kaplı bir kaju aldı, inceledikten sonra ağzına attı. 

"Nefis bir şey, değil mi?" dedim.

Mutfağın camından salona doğru baktı. Britanny, Benita’yla birlikte masada oturmuş şarap içiyordu.

"Kız, casus olamayacak kadar güzel!" dedi. 

"Hahahaha"

Ben sesli güldükten sonra Tieresse devam etti,

"Aynı zamanda, şef olamayacak kadar da ateşli."

Bu sözüne herhangi bir cevap veremedim.


Beni öpüp yarın gece döndüğünde uğrayacağını söyledi. 


Onu kapıya kadar geçirdikten sonra yiyecekleri bankete taşımak için ekibe yardımcı oldum. Uzun masa bir uçtan bir uca, kuzu, pilav, salatalık, domates, kavrulmuş limon salatası, tahinli köz patlıcan ezmesi ve bir ay önce işe aldığım on dokuz yaşındaki Beyrutlu kominin hazırlamış olduğu tırnak pideleriyle süslenmişti.

Şerefe kadehler kaldırıyor ve birbirimize hikâyeler anlatıyorduk. Britanny’nin elbisesinin tutuştuğu geceden bahsederken çok eğlenmiştik. Britanny, mumları yanmakta olan pastaya doğru gereğinden fazla eğilmişti. Bir anda elbisesi alev alıp çaresizlik içinde ateşi söndürmeye çalışırken, üç bin dolarlık Bordeaux şarabı devirmiş, konuklar arasında bulunan emekli eyalet yargıcının gofre kumaştan takım elbisesini berbat etmişti.

Gece yarısını geçince, altı küçük masayı bir araya getirerek yaptığımız uzun dikdörtgen masanın üzerinde, bir düzine boş şarap şişesi, iki boş tekila ve neredeyse boşalmış litrelik bir konyak bulunuyordu. Herkesi dışarı çıkardım ve onlara artık evlerine gidip uyumaları gerektiğini söyledim. Sabah olunca pisliğimizi temizleyebilirdik. 


Herkes dışarı fırladı ve birer taksi çevirdi ya da trene yetiştiler. Brittany hariç herkes!

Ertesi sabah saat dokuzda, Esteban ve Luis'in şişeleri geri dönüşüm kutusuna atarken çıkarttığı sesleri duyup uyandığımızda ikimiz de çıplaktık. Akşamdan kalmış olmanın verdiği bir sersemlik vardı üzerimde.


Brittany, diğerlerine görünmekten utandığı için olsa gerek, arka kapıdan sıvıştı. Ve bir yıl aradan sonra, Central Park’tan iki blok ötedeki üç yıldızlı bir restoranda, sous şef olarak çalışan, yeni evli biri olarak, duruşmama gelip bana tanıklık edene kadar bir daha onu görmedim.


Bütün bu anlattıklarımdan sonra beni anlayacağınıza eminim. Gel gelelim Reinhardt’ın basit sorusuna nasıl cevap vereceğimi tam olarak bilemiyordum.


İşe aldığım aşçıların ve diğer personelimin yeteneği sayesinde La Ventana'da işler, eskiden olduğu gibi devam etti. Tieresse'nin sözünü hatırladım. Yine haklı çıkmıştı. Ben de vazgeçilebilirmişim demek. Her sabah menüleri onaylayıp satın alma formlarını imzaladıktan sonra ikinci katın merdivenlerini tırmanarak ertesi güne kadar daireme kapanmak istiyordum.


Gelişmeler hakkında bir şeyler öğrenebilmek için sık sık polisi aradım. Bir süre sonra aramalarıma cevap vermez oldular. Reinhardt şehir merkezinde bir otelde kalıyordu. Geriye dönüp baktığımda, o sıralar Reinhardt’ın bana karşı tavırlarını biraz küstahça buluyordum ancak bunu olayın şokuna bağlıyordum. Tieresse'nin ölümünün üzerinden üç gün geçmişti. Ceset adli tıp tarafından teslim edildiğinde yeniden geleceğini söyleyip hava yoluyla evine geri döndü.

Görüşmediğimiz iki gün boyunca, Reinhardt’ınannesiyle olan ilişkim hakkında, en az altı saat süreyle polis tarafından sorgulandığını öğrenecektim.

İlk zamanlar, yerel medya bana karşı nazikti, ancak bu gibi durumlarda, ilk şüpheli her zaman eştir. Üstüne üstlük, eş esmer tenli bir göçmen olursa, maktulden en az on yaş daha gençse ve servetleri arasında milyarlarca dolar fark bulunuyorsa, ikinci ve üçüncü şüpheliler de aynı eş olur.


Restoranımda birkaç rezervasyonun iptal edilmesi beni hiç şaşırtmadı. Bu durum yine de işlerimi fazla etkilememişti. Masalar rezervasyon yaptırmayan müşterilerle doldu. Aslına bakarsanız işimin, bana desteklerini göstermek isteyen insanlar sayesinde ayakta kaldığını söyleyebilirim. Bir ya da iki kez aşağıya inip onlara teşekkür etmeye niyetlendim ama bunu yapabilmek için kendimi hazırlayamadım.


Odamdaki yatağıma uzanıyor, TV’de gazetecilerin dava hakkında yapacağı haberleri bekliyordum. Aşağıda tereyağında pişirilen soğan ve sarımsak kokuları yukarı çıkıyor ve beni rahatsız ediyordu. Neşe içinde birbirleriyle sohbet eden müşterilerin gürültüsünü, açılan şarap şişelerinin mantar seslerini duymamak için kulaklarımı yastıklara gömüyordum. Açlıktan midem guruldamaya başladığında kendime bir espresso hazırlıyor, yanında ton balığı veya bir kavanoz fıstık ezmesi yiyordum.


Cinayetten tam sekiz gün sonra, öğle yemeği servisi henüz açılmışken, Cole ve Pisarro beni tutuklamaya geldiler. İkisi de artık iyi polis değildi. Pisarro, “Sizi cinayetten tutuklamak üzere buradayız.” dedi. Bileklerime kelepçe taktılar, önce mutfağın ve daha sonra salonun içinden geçirdiler. Yanımda çalışan insanlar ağlıyordu. Müşteriler çatallarını bırakıp bana baktılar.


Önce beni şehir merkezine götürdüler ve son kez ifademi aldıkları odaya aldılar. Cole kafasında bir senaryo yazmıştı:

Tieresse benden boşanacağı için gergindim. Britanny ile flört ettiğim için bana kızgındı ve bu yüzden partiye katılmak yerine eve gitmişti. Britanny'yi ayartıp sarhoş ettim ve yukarı çıkarttım. Artık o, devre dışı kalmıştı. Daha sonra onu orada bırakıp dairemden gizlice dışarı çıktım. Eve gidip Tieresse'yi öldürdüm ve geri dönüp Britanny’i uyandırmadan yanına sokuldum. Olaya soygun süsü vermek için de, Tieresse'nin mücevher dolabını açmış ve onun değerli taşlarla bezeli kolyelerini ve diğer takılarını almıştım.

"Bu çok saçma! Tieresse elmasların iğrenç bir zevk olduğunu düşünürdü ve ona göre onları satın almak, despot ve diktatörlere kan parası sağlamak demekti. Onun bütün mücevherleri sahteydi." dedim.


Cole, "Ama herhangi bir hırsız bunu bilemezdi. Sen çok zeki bir adamsın." dedi.

Pisarro, "Parmak izlerinizi ve DNA'nızı salonda, masanın ve cinayet silahının üzerinde tespit ettik." dedi.

"Bu son derece normal, çünkü ben orada yaşıyordum." dedim. "DNA'mı evin her yerinde bulabilirsiniz."

Pisarro, "Temizlikçi, her hafta rutin temizlik işlerini yaptığını söyledi. Evde neler olduğunu sadece sizin biliyor olmanız gerek!" dedi.

"Avukat tutacağım." dedim.

(Devam edecek)



9 Mayıs 2020 Cumartesi

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 9/1


Allah aşkına siz ikiniz bana ne yapmak istiyorsunuz, neden getirdiniz beni buraya?

Cole, "Karını öldürdüğünü biliyoruz." dedi.

O an gözlerim karardı, bayılmışım. Aslında bilincimi kaybettiğim o anı tam hatırlayamıyorum, ancak sorgulamanın video kasetini defalarca izledim. Şiddetli rüzgâr nedeniyle kazıkları sökülen bir çadır gibi aniden olduğum yere çökmüşüm. Kendime gelirken Pisarro dışarı çıkıyordu, yanımda sadece Cole kalmıştı. Pisarro yeniden içeri girip bana bir bardak su uzattı. Onlara nerede ve nasıl öldürüldüğünü, onu kimin bulduğunu ve bu işin ne zaman olduğuna dair birbiri arkasına sorular sormaya başladım. Karımı görmek istediğimi söyledim. Onun hiçbir düşmanının olmadığını, herkesin ona hayran olduğunu anlattım.

Cole, "Demek ki herkes ona hayran değilmiş." dedi. Kalkıp ona vurmak istedim. Bana hayatı ve ne tür işlerle uğraştığı, arkadaşları ve yaptığı çalışmalar hakkında sorular sordular. Sonra, Cole cinayet anında benim nerede olduğumu öğrenmek istedi.

Bacaklarım zangır zangır titriyordu, oturduğum sandalye yerinde zıplarken sesler çıkartıyordu. Bir ara Cole, önüme kâğıt ve kalem uzatıp telefon numaramı yazmamı istedi fakat ellerimin titremesinden dolayı bunu başaramadım.

"Avukat tutacağım." dedim.

Cole, "Senin avukata ihtiyacın yok," dedi, "Bize sadece ne olduğunu anlat."

"Neler olduğuna dair hiçbir fikrim yok. Evime gitmek istiyorum." dedim.

Beni durdurmaya çalışmadılar. Cole, evin bir suç mahalli olduğunu söyleyip eve giremeyeceğimi söyledi ve ekledi. "Delilleri ortadan kaldırman için artık çok geç."

"O, benim karım, orası bizim evimiz." dedim.

Cole, "Bize neler olduğunu anlatırsan kendini daha iyi hissedersin." dedi.

"Cehenneme kadar yolun var." dedim.

Saat gecenin biri. Arabamı amaçsız ve hedef gözetmeden öylesine sürdüm. Sonra yolun kenarına çekip navigasyonu ayarladım. Direksiyonu batı yönüne kırarak La Ventana önünden geçmek istedim. Her yerin derlenip toparlanmış ve kapısının kilitlenmiş olduğunu görünce şaşırdım. Saatime baktım ve geçen zamanı hatırladım. Bütün gece araba sürdüm, şehri 610 No’lu çevre yolu boyunca turladım.

Doğudan gökyüzü aydınlanmaya başlamıştı. Tieresse'nin evine gittim. Cole yalan söylememişti. Avluyu ve kapıyı kapatan sarı bantlar çekilmişti. Bir ekip arabası ön tarafa park etmişti. Reinhardt'ı aradım.

"Bu saatte aradığım için kusuruma bakma." dedim. "Üzgünüm, annen öldü. Tieresse öldü. Birisi öldürdü onu."

Nasıl olduğunu sordu ve ona olanları anlattım, aslında bildiğim fazla bir şey yoktu. Uzun bir süre hat sessiz kaldı. "Yarın ilk uçakla geliyorum." dedi.

Ertesi sabah, Reinhardt'ı havaalanında karşıladım ve cinayetin olduğu gün gazeteden okuduklarımı aktardım.

Temizlikçi her zamanki saatinde 9.15’te gelmiş. Tieresse'nin meyve suyunu sıkmadığını ve kahve cezvesinin hala dolu olduğunu görmüş ki bunlar alışılmışın dışında olan şeyler. Arabamın garajda olmadığını fark etmiş, bu gayet normal bir durum. Tieresse'ye seslenmiş, fakat cevap alamamış. Salon ve yatak odasına bakan koridorun duvarına asılı Modigliani tablosunun yan yattığını görmüş. Onu düzeltmeye çalışmış. Sonra masanın yanında, üzerinde bornozu olduğu halde yerde yatan Tieresse’i görmüş, yerde, hemen yanı başında ıslak bir havlu varmış. Çığlık atmış, arkasından hemen 911'i aramış ve Tieresse'in öldüğünü anladığı ana kadar kalp masajı yapmaya başlamış.

Reinhardt, "Onu kimse öldürmek istemez ki!" dedi.

"Biliyorum." dedim. "Polise ben de aynısını söyledim. Bu işi benim yaptığımı düşünüyorlar."

Reinhardt, "Sen mi yaptın?" diye sordu.

Acıyarak baktım ona.

"Affedersin." dedi.

Daha sonra Reinhardt’ın, şehirde, Detektif Pisarro ve Cole ile birlikte soruşturmayla ilgili görüştüğünü öğrenecektim. Oysa bildiğim kadarıyla, onlarla tek işi, tören düzenleyebilmek için, annesini adli tıptan ne zaman teslim alabileceğimizi sormaktı. Hatta ona, bunu ben de öğrenebilirim demiştim.


Reinhardt, annesinin dini törenlerden pek hoşlanmadığını söylemişti, bu yüzden onun resmi veda yolculuğuna eşlik etmek isteyecek oldukça az sayıda insan olacağını tahmin edebiliyordum. İkimiz el birliği ile bu işlerin üstesinden gelebilirdik.


Reinhardt’la vedalaşırken bazı şeylerin yolunda gitmediğini fark etmiştim, sanki ilişkimizi yeniden gözden geçiriyormuş gibi soğuk bir davranış içindeydi. Beni yeterince tanıdığını düşünüyordum ama belki de yanılmıştım. Söylediği her şey umutsuzluğa kapılmama neden oluyordu. Dehşete kapılmış ve tükenmiştim. Oysa umutsuz olmamı gerektirecek hiçbir şey yoktu. Ona hakkımda yanlış düşünebileceği herhangi bir şey söylememiştim.

Sonra beklediğim soruyu sordu: "Neredeydim, neden orada değildim?" Reinhardt'ın bilmek istediği şeyler bunlardı.


Ona bunları nasıl söyleyebilirdim?

Haftanın ilk günlerinde sadece özel davetleri kabul ediyorduk. Cinayet işlendiği pazartesi gecesi, çalışanlarımızdan birine veda partisi veriyorduk. Britanny, açılış günümüzden beri yanımda çalışan garson kız, CIA'ye transfer olmuştu.

Hukuk bürosunda, Houston'ın en büyük kanser hastanesine ek olarak yapılacak ileri teknolojiye sahip laboratuvara ait yapım sözleşmesini imzalayan Tieresse, öğleden sonra yanımıza uğradı. Doğrudan mutfağa girdi ve hardal kaplı kuzu butu tepsisini fırından  dışarı çıkardı. 

"Julia Child’ın tarifi mi bu?" dedi.

"Ondan daha iyisini kimse yapamaz, neden kalıp bize katılmıyorsun? dedim.

Tieresse, ağzına bir parça et atarken, "Nefis koktuğuna göre lezzeti de yerindedir kuşkusuz," dedi. Bana dönüp,

"Yarın sabah saat yedide San Antonio'da olmalıyım, ben bu güzelliklerin tatlı hayaliyle yaşarken siz gecenin tadını çıkarın." dedi. 

(Devam edecek)

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 8/1

Yolun sonunda prefabrik bir hangar kurduk ve Tieresse'nin dersleri için tek motorlu bir turboprop uçağı satın aldık. Hangardan batıya doğru uzanan üstü kapalı yoldan elli metre kadar uzakta, yatak odası, yaşam alanı, egzersiz odası, kütüphane ve şef mutfağından oluşan iki yüz metrekarelik dikdörtgen bir villa inşa ettik. Evin dört bir tarafını sundurma ile çevirdik, kuyu suyu, çatıyı örten güneş panelleri, odunla yanan fırın ve bir de şömine yaptık. Bahçenin girişinde gelecek misafirleri yatırabileceğimiz küçük bir misafirhane düşünmüştük.


Tieresse yeni villamıza taşınmaya hazırdı, ama ben korkuyordum. Ben olmaksızın La Ventana'nın faaliyetini nasıl sürdüreceği konusunda endişelerim vardı. Tieresse, bana De Gaulle’ün bir sözünü hatırlattı ve “Mezarlıklar kendilerini vazgeçilmez sanan insanlarla dolu.” dedi.


Konuyu değiştirmek istedim. Ona, devamlı bir arada olmanın ilerde problem yaratabileceğini söyledim.

"Doğru söylüyorsun." dedi ve devam etti. "Fakat insan belli bir süre sevdiğinden uzak kalsa bile aşk onun peşini bırakmaz. Gerçeği duymak istersen," Kısa bir süre gözlerimin içine baktı ve sonra "Eğer sürekli benimle olmak zorunda olduğunu hissediyorsan, bırakıp kaçma ihtimalin endişelendiriyor beni." dedi.

Evet, bu doğruydu. Asla sahtekâr bir alçak gönüllülük içinde bulunmadım. Aslına bakarsanız, onun beni sıkmayacak, çok akıllı ve çok enteresan biri olduğunu gayet iyi anlamıştım. Gülümseyerek bana,

"İlk çocuğunu koleje yazdıran acemi bir aileye benziyorsun." dedi.


Şafakta ve alaca karanlık bastığında çevredeki arazilerde uzun yürüyüşler yapmayı ve ormandaki patika izlerini takip etmeyi severdi. Tieresse'nin, kış mevsiminin sonunda, meradaki kır çiçeği tohumlarını ektiği yerde, haziran sonlarına doğru ve temmuz başında kuş ayaklı menekşe, mor haşhaş ve ebegümeci patlaması yaşadık.


Onun orada geçirdiği ilk ve son çiçek sezonuydu...


Houston ve Kansas'taki yerler hariç, tüm evlerini sattı ve onlardan elde ettiği geliri olduğu gibi hayır vakfına bağışladı. Tieresse'nin vazgeçemeyeceği tek bağımlılık hava yolculuğuydu. Bir keresinde: 

"Hava alanı görevlilerinin kıçımın etrafında dolaşması düşüncesi beni deli ediyor." demişti. 

"Bunu kötü niyetle yaptıklarını sanmıyorum."

"Ah, Rafa, naifliğin beni büyülüyor," deyip önce burnumu, sonra da ağzımı öpmüştü. 

Nereye gidersek gidelim, özel bir araba gelir, bizi alıp havaalanına götürür ve sonra özel bir jet bizi gitmek istediğimiz yere uçururdu. Nişanlandığımızdan kısa bir süre sonra Reinhardt'ın doktora tezi savunmasını izlemek istedi, bu yüzden birlikte Boston'a doğru yola çıktık.


Karşıma bilgisayar yazılımlarıyla kafamı ütüleyen birinin çıkmasını bekliyordum. Bunun yerine orta sıklet bir kolej güreşçisine benzeyen biriyle karşılaştım. 

"Tanıştığımıza memnun oldum." dedi ve babamınkiler kadar nasırlaşmış avuçlarıyla elimi sıktı. Tieresse'ye

"Neden bana onun bir NCAA şampiyonu olduğunu söylemedin?" diye sordum. 

ünkü sevdiklerinizin çok fazla niteliği hakkında övünüyorsanız, diğer insanlar ya yalancı ya da kuruntulu olduğunuzu düşüneceklerdir. Herkese Escoffier'den daha iyi pişirdiğini söylememin nedeni de bu, ama asla George Clooney'den daha yakışıklı olduğunu söylemiyorum."  dedi.

Reinhardt'ı dinlerken geçirdiğimiz iki saat boyunca, dört kadın ve üç erkeğin uluslararası finansal güvenlik önlemlerini tartışması bana Urduca alt yazısız bir film izlemek gibi geldi. Dışarı çıkarken Reinhardt'a, 

"Az önce izlediğimiz şey hakkında hiçbir fikrim yoktu." dedim.  

"Az önce izlediğin şey aptalca bir manastır ritüeliydi sadece, iyi dayanabildin yine." dedi.

"Hadi gidip pizza ve bira alalım." dedim.

"Bu sene hangi takım daha iyiydi, 1939 Yankees mi yoksa 1908 Cubs’mu?" diye sordum.

"Bana göre favori gösterilen en iyi olan değil, bence en iyisi 1978 Reds." dedi.

"Evet," dedim. "Büyük Kırmızı Makine." Sonunda Tieresse: 

"Siz beyzboldan başka bir şey konuşmaz mısınız?" diye sohbetimizin arasına girmek zorunda hissetti kendini.


Reinhardt’la iyi anlaşmamız onun masum görünüşlü atletik bir liseli olmasının yanı sıra bütün dünyada gençlerin ilgi duyduğu konularda ve özellikle ortak ilgi alanımız beyzbol sayesinde olmuştu. Fakat her nasılsa, endişelenmeme rağmen annesine nazaran birbirimizle yaşlarımızın daha yakın olması garipsenmedi.

O akşam, Reinhardt otelimize kadar bize eşlik etti ve sabah kahvaltısında bize simit getirdi. Teksas’a dönerken Tieresse’ye 

“Daha önce sana bir şey söylemek istemedim ama Reinhardt’la tanışmak beni germişti. Oysa ne kadar aptallık etmişim. Onu sevdim gerçekten." dedim.


Tieresse, "Reinhardt konuşma olgunluğuna erişmiş biri ama benim mutlu olduğumu da biliyor." dedi.

"Benim mutlu olduğumu anlamadığını nereden çıkarıyorsun?" diye sordum. 


Bir Pazar akşamı onun evindeydik. Ben risotto pişirirken, o bara oturmuş bir bardak şarap içiyordu. Tieresse bana canın neye sıkkın diye sorduğunda, Otis Redding'in bir şarkısını mırıldanıyordum.

"Bazı köpekler, uyurken bile efendilerinin iyi ruh halinde mi yoksa kötü ruh halinde mi olacağını bilecek kadar büyük bir koku duyusuna sahiptir." dedim.

"Tam isabet, hadi dökül o zaman" dedi.

Direnmem ve inkâr etmem boşuna olacaktı. 

"La Ventana'da çalışan bütün arkadaşlarımı biliyorsun, oysa ben seninkileri tanımıyorum. Bu yüzden canım sıkılıyor, benden utandığını düşünüyorum." dedim. 


"Rafa," dedi, "Çevremde yüzlerce kişiyi tanıyorum ama onlar arkadaşlarım değil. Benim arkadaşlarım sadece Reinhardt ve sensin."


"Ailenle berbat bir ilişki yaşamışken şimdi oğlunla harika bir ilişkin olması ilginç, oysa ben, anne ve babamı çok sevmiştim ve hiç çocuğum olmayacak." dedim.

Gözlerini bana dikti.

"Ne," dedim, "Yanlış bir şey mi söyledim?"

"Hayır, seni gayet iyi anlıyorum." dedi.

Ertesi gece Britanny'nin veda partisi vardı.

Gece saat bir’de restorana iki dedektif geldi. Benita bana bunu söylediğinde mutfaktaydım. Deniz komandolarının giydiği cinsten beyaz bir tişört ve kot pantolon giyen düzgün görünümlü olanı, kendini Dedektif Pisarro olarak tanıttı ve birkaç soruya cevap vermemi istedi.

"Ne hakkında?" dedim.


Beni alıp merkez karakoluna götürdükten sonra penceresiz bir odaya attılar. Zaman kavramını yitirdim. Tieresse'yi aradım ve sesli mesajını aldım. Onu tekrar tekrar aradım. Telefonu masaya yerleştirdim ve baş parmağımı sürekli tekrar tuşuna basıp aramaya devam ettim. Kaç kez mesaj bıraktığımı bilmiyorum. Savcı daha sonra, bu yaptıklarımın maskaralık olduğunu söyleyecekti.

Bir süre sonra Pisarro’nun çalışma arkadaşı Detektif Cole odaya girdi. Sorgu odasının diğer sandalyesine çökerken bir yandan eliyle örgü kravatını gevşetiyordu. Hışımla yakam yapıştı. 

"Şimdi öt bakalım nasıl oldu bu iş."  dedi.

"Hangi iş" dedim.

Pisarro içeri geldi. Cole'a daha nazik olmasını söylerken samimi görünüyordu. Belki de iyi polis, kötü polisi oynuyorlardı. Kim bilir?

(Devam edecek)

7 Mayıs 2020 Perşembe

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 7/1


"Burayı sevdiğimi nasıl bildin?" diye sordum.

Bana bakıp gülümsedi, "Sanki sen  beni soruşturmadın, öyle mi? dedi.

Tabii ki onu araştırıp hakkında bilgi toplamıştım ama bunu söylersem hakkımda yanlış düşünebileceğinden endişelenmiştim.

"Geçen yıl gazeteye verdiğin röportaj sırasında tüm sırlarını açıklamıştın," dedi.

Verdiğim bu röportajı unutmuştum. 

"Tabii ki tanıştığımız ilk günden başlayarak seni araştırdım." dedim.

Ne kadar geç yatarsa yatsın, erkenden kalkardı Tieresse. Sabahları ben hala uykudayken, o spor salonuna giderdi. Evde olduğumuz zamanlarda arka bahçede tenis oynar ya da havuzda yüzerdik. Öğleden önce birlikte film seyretmeye başlardık. Müzelerin yönetim kurulundaydı, açılışlardan bir gün önce yeni sergilere düzenlenen VIP turlara katılırdık. La Ventana Pazar ve Pazartesi günleri kapalıydı. Genellikle bir gün dışarıda yersek, diğerinde evde kalıp kendi yemeğimizi pişiriyorduk.


Seks yapacağım tek kişinin mutlaka sevdiğim kadın olacağını düşünmüştüm. İçinde bulunduğum bu durum planladığım ya da hayalini kurduğum bir yaşam değildi. Tieresse'nin şöminesi üzerinde asılı bir tablo bulunuyordu.  Tabloda aynaya bakan genç bir kadını vardı. Yüzünün bir tarafı yaralıydı, ancak yarası aynadaki görüntüsüne yansımıyordu. Tieresse, tabloya bakarken bana "Sahip olduğun yaşam ile tasavvur ettiğin hayat arasındaki fark, realite ve kusursuzluk arasındaki mesafeye eşittir" demişti. Ona bu sözü kendin mi uydurdun diye sormuştum. Resmi ilk gördüğünde, bu sözü bana Reinhardt söylemişti dedi. Bunu asla unutmadım. Tieresse'ye ilk kez ihanet ettiğim günün sabahında resimdeki kadına baktım ve onda kendimi gördüm.


Tieresse sonraki günlerden birinde, "Hatırlarsan, geçenlerde yardım toplama resepsiyonundan kaçtığımız gece, birbirimizi tanıma konusunda beni sınamaya kalkmış ve bahsi kaybetmiştin" dedi.

"Haklısın." dedim.

"Şimdi sıra senin, beni öyle bir yere götür ki oradan nefret edeyim, burası senin bildiğin ancak benim bilmediğim bir yer olsun, buna hazır mısın?" diye sordu.

Gülümsedim ve "Merak etme, seni öyle bir yere götüreceğim." dedim.

Bu sözü verdiğimde altı aylık birlikteliğimiz vardı. Onu bir yolculuğa davet ettim. Nereye gittiğimizi sordu. Yanına el feneri almasını ve sırt çantasını hazırlamasını söyledim.

"Vereceğin bütün bilgi bu kadar mı?" diye sordu.
"Evet, öyle." dedim.

Onunla birlikte arabamı Houston'ın batısına, bir arkadaşımın uçmama müsaade ettiği bir uçağın muhafaza edildiği, bin metre uzunluğundaki çim şeridine bitişik hangarın bulunduğu yere doğru sürdüm.

Bunu çok seveceksin, dedim.

Uçağın yanına yaklaştık. Daha önce küçük bir uçağa hiç binmemişti ve bu yüzden oldukça gergin görünüyordu. Endişelenecek bir şey olmadığını söyledim.

"Gereksiz yere endişelendiğimi biliyorum ama elimde olmadan heyecanlanıyorum." dedi. Ancak daha fazla dayanamayacağım. Tamam, bu kez sen kazandın." dedi.

Havalandıktan kısa bir süre sonra, "Bana uçmayı öğretebilir misin?" diye sordu.


Bin beş yüz metreye tırmandık, güvenli olacak kadar yüksek, kırsal kesimi görebilecek kadar alçaktık. Yüzünü pencereye yapıştırdı. Oklahoma'nın hemen kuzeyine doğru uçabilir miyiz diye sorunca bir dizi S-dönüşten sonra kuzeye doğru Cimarron Nehri'ni takip etmeye başladık. Nereye gittiğimizi sordu, ona neredeyse istediği yere geldiğimizi söyledim. Bakışlarımı Kuzeybatı Kansas'taki o noktaya çevirdim ve dört yıldan fazla bir zaman önce acil iniş yaptığım aynı yola indim. Uçak henüz durmadan kapıyı açtı.

Gözlerini açarak "Burası inanılmaz bir yer." dedi.

Ormanın içinde el ele yürüdük ve dere kenarına oturup hafif bir öğle yemeği yedik. Daha sonra mayolarımızı giydik ve Delaware nehrini kanoyla gezdik. O akşam erkenden, Ozawkie'nin hemen dışında, devasa kavak ağacının gölgesi altında piknik yaptık, bana Kansas City’deki barbekünün Teksas’takinin yerini tutmadığını söyledi. Fakat yine de hiç fena değildi.

"Uçağı indirdiğimiz yerdeki arazi satılık mı?" diye sordu.

"Hiçbir fikrim yok." dedim.

"Eğer satarlarsa, orayı alalım ve hemen evlenelim." dedi.

Şaşırarak "Neee?" dedim.

"Burası son derece güzel, şehre biraz uzak ama işleri buradan yönetebilirim." dedi. Anlatmaya devam etti,

Daha ne söyleyebilirim ki, Midwest'in stratejik konumu bana her zaman hitap etmiştir. Birçok yerleşim mükemmel dik açılarla bağlanmış birbirine. İlk alt kadromu Lincoln yakınlarında, Nebraska’da kurabilirim mesela." dedi.

"Teklifinde şaşırdığım şey evlilikle ilgili olan bölümdü." dedim.

"Ha şu mesele," dedi. "Artık bırak şu suratsız Alman karakterini. Latin erkeklerinin daha atak olmaları gerekmez mi?"

Şok olmuştum. Tieresse tabletini açtı, beş dakika kadar bir şeyler araştırdıktan sonra telefonunu eline aldı. Karşısındaki kişiye üç soru sordu ve her birinin ardından, "Evet, anlıyorum." dedi. Telefonu kapatmadan önce, yeri nakit olarak satın almak istediğini söyledi. Telefonu kapatınca bana dönüp,

"Yeri satın aldım." dedi, "Şimdi gözlerini kapat."

"Ciddi olamazsın." dedim.

"Hadi dediğimi yap ve kapat gözlerini." dedi. Dediğini yaptım.

"Şimdi gözlerini açabilirsin." dedi. Gözlerimi açtığımda, elinde yarım düzine çam iğnesiyle süslenmiş iki halka tutuyordu.

"Houston'a döndüğümüzde daha iyini satın alabiliriz." dedi. "Şimdi bana elini uzat."

Gözlerimi tekrar kapattım.

"Şimdi ne yapıyorsun?" diye sordu.

"Bunun gerçek olduğundan emin olmak istiyorum." dedim.

O günden sonra bu bizim özel oyunumuz haline geldi. Kendimi gergin hissettiğim ya da enerjimin düştüğü zamanlarda,

Bana "Gözlerini kapat aşkım." deyip  elini yüzüme koyardı. Bir süre sonra, 

"Sana gözlerini açmanı söylediğimde dünya daha iyi bir yer olacak." derdi. Bunun her seferinde işe yaradığını gördüm.


Geceyi ucuz bir motelde geçirdik ve bir zarfın arkasına inşa etmeyi planladığımız konutu çizmeye başladık. Tieresse, Kansas'a taşınıp inşaatı denetlemesi için Houston'dan altı aylığına  bir mimar tuttu.

(Devam edecek)

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 6/1


"Boşandığım tarihten bu yana sadece iki kez seks yaptım. Dün gece kendimi şaşırtmak istemiştim. Fakat öyle sanıyorum ki, bundan sonra rahibe gibi yaşam sürmem gerekiyor." dedi. 

"Rahibe derken?"

"Cinsel ilişkiyi çok acı verici hale getiren bir durum bu" dedi.


Endometriozis hastası olduğundan bahsetti. İlaçlar ve bütünsel tıp dâhil olmak üzere çeşitli tedaviler denenmiş. Hiçbiri işe yaramamış. Sonunda ameliyat olmayı kabul etmiş ancak ameliyatın yara dokusunda sebep olduğu ağrı, daha önceki ağrılarını aratır duruma gelmiş.

"Neden doktoru dava etmedin?" diye sordum.

"Çünkü dava etmem sorunu çözmeyecekti. Paraya da ihtiyacım yok. Ayrıca doktorun hata yaptığını düşünmüyordum. Bilirsin, bazı insanlara piyango vurur, binde bir postoperatif komplikasyon ihtimali olan bir durumda, bin kadından sadece bir ta-ne-si acıyı çeker. Tanrı benim numaramı çekti." dedi.

Elini tuttum.

"Bu durumumun benimle ilgili düşüncelerini ve ilişkimiz hakkında planlarını değiştirip değiştirmediğini merak ediyorum." dedi.

"Sana gelecek için plan yapmadığımı söylemiştim." dedim.

"Bu bir cevap değil." dedi.

"Tamam," dedim,
"Sana cevabımı söyleyeceğim. Seni sevdim. Seninle gezmeyi, seninle vakit geçirmeyi seviyorum. Fakat esas sorun, bu durumda benim sana uygun olup olmamam."

"Peki, sen ne düşünüyorsun?" diye sordu.

"Bilmiyorum." dedim.

Bir ay kadar sonra tekrar yattık. Bu, son seferdi. Daha nazik olmama rağmen çektiği acıyı içine gömmeye çalıştı fakat yine de gizleyemedi. Bunu yapmak zorunda değiliz dedim, eğilip beni öptü.


O sabah kahvaltı ederken,

"Benden ne kadar genç olduğunun farkındasın, değil mi?" diye sordu.

Gülümsedim. "Evet," dedim, "Farkındayım."

Sonraki ay her geceyi beraber geçirdik. Kollarımda uyudu. Seks yapmadık, ama ona karşı daha önce hiç yaşamadığım bir yakınlık hissettim. Bir pazar günü öğlene doğru dışarıda otururken, bacaklarımızı aynı anda aşağı yukarı ahenkle sallıyorduk. Dört yabani papağan çam ağacının tepesine tünemişti ve üç sinek kuşunun daldan sarkan özdeki şeker suyunu çekmesini seyrediyordu.

Tieresse bana dönüp, "Ara sıra yaşıtın insanlarla birlikte olman beni rahatsız etmez. Benim bunu bilmemin gerekli olduğunu düşünmüyorum. Aslında, bilmek istemiyorum. Bu sayede hayatında önemli olduğunu düşündüğüm bazı şeylerden yoksun kalman sebebiyle kendimi daha az suçlu hissedeceğim." dedi.


Şoktan kurtulmam biraz zaman aldı. Üniversitede bazı çok eşliler tanımıştım ve yaşam tarzları beni çok şaşırtmıştı. Tieresse'ye hiçbir şeyden yoksun olmadığımı, hayatımda sevdiğim ve ilgilendiğim biriyle olmayı önemsediğimi, bunun dışında başka biriyle seks yapmak istemediğimi söyledim.

"Şimdi yapmasan bile, bazı şeylerin zamanla değişebileceğini biliyorum." dedi.


Bu tartışmanın bir sonuca varmayacağını hissetmiştim. Buna son vermek için kısaca “Her neyse” dedim ve kestirip attım.

Bu konuşmadan sonra değişen hiçbir şey olmadı. Çok yorgun olmadığımda ya da çok fazla içki içmediğim durumlarda, ortalığı temizledikten ve iş yerini kapattıktan sonra gece yarısı ya da saat bire doğru eve giderdim. Bazen onu yatakta kitap okurken bulurdum; güncel haberleri, işlerin nasıl gittiğini ya da okuduğu kitabı sevip sevmediğini konuşurduk. Bazen eve vardığımda uykuya dalmış olurdu ve yastığımın üzerinde bana tatlı rüyalar dileyen bir not bulurdum.


Mayıs ayı başlarında bir cuma günü akşamı, on altı yirmi kişilik bir grubun bekârlığa veda partisi vardı. Masaların yarısını dolduran bu neşeli kalabalık, kapanış saatine kadar bir yere ayrılmamışlardı. Diğer bütün masaları temizleyip yeri süpürdükten sonra bile hala oradaydılar. En sonunda içlerinde biri hariç, diğerlerinin hepsi iki geniş limuzinle ayrıldılar. Geride kalan benimle birlikte üst kata çıktı. Onu gecenin üç buçuğunda bir taksiye bindirirken bana kartvizitini verdi ve gece içkisi için teşekkür etti. Yaptığımdan utanç duymuştum.


Tieresse'nin durumu anlamasından kuşkulanmıştım çünkü saçlarım hala nemliydi ve genellikle arabamla eve gitmeden önce duş almazdım. Onun yanında yatağa gömüldüğümde, kalbim sıkışıyordu, karnım ve bağırsaklarım suçluluk kompleksi nedeniyle sancıyordu.  Parmaklarını saçlarımın arasına geçirdi, kendini uykuya teslim ederken “Seni seviyorum” diye mırıldandı.


Tüm günahlar gibi, bir sonraki sefer daha kolay olmuştu. Restoran işletmeciliğinde insanlar önüne gelenle düşüp kalkarlar. Tieresse ölmeden önce Britanny dâhil dört kadınla daha birlikte oldum. Onlara ya da bir başkasına bu işte bana izin verildiğine dair hiçbir şey söylemedim. Bu kimseyi alakadar etmezdi. Fakat bu beni kaba ve aykırı göstermek için haklı bir nedendi. Kendimi hala suçlu hissediyordum. Suçlu olduğumu kabul edeceğim derken bir taraftan da yanlış bir şey yapmadığımı düşünmekten kendimi alamıyordum. Bu paradoksun üstesinden gelmek için yıllarımı vermiştim. Bir çözüm varsa, onu bulabilecek kadar akıllı biri hiç değildim.


Tieresse öğleden sonraları restorana gelmeyi, garsonlarla birlikte o akşamın yemeklerini hazırlamayı severdi. Müşteriler gelmeye başlar başlamaz bara gidip birkaç yudum konyak ya da dirty martini içerdi. Haftada iki ya da üç gece sosyal ya da hayırsever bir etkinliğe gidiyordu. Bir keresinde bana, 

"Bu korkunç akşamlarda bana eşlik etmeni teklif etmiyorum çünkü sıkılacağın ve mutsuz olacağın bir yere gitmen için seni zorlamak istemem." demişti.

"Bundan hoşlanmayacağımı nereden biliyorsun? diye sormuştum.

Kaşlarını kaldırdı ve gülümsedi. "Beni sınamak mı istiyorsun? 

İki gece sonra onunla birlikte Missouri'deki ABD Senatosu adına çalışan biri için para toplamak üzere bir resepsiyona gittik. Giriş ücreti bir yıllık kazancımdan bile fazlaydı. Benimle birlikte alkol ve ordövr servisi yapan insanları saymazsam, Asyalı bir kadın haricinde herkes beyazdı. Erkeklerin hepsi aynı yerden alışveriş yapmışçasına giyinmişlerdi: koyu renk takım elbise, beyaz gömlek, çoğu düz kırmızı veya mavi renkli kravat, Amerikan bayrağı yaka iğnesi...


Yaklaşık on beş dakika dudaklarımı Tieresse'nin sağ kulağının yanına dolaştırıp saçlarıyla oynadıktan sonra kulağına fısıldadım, tatlım, teslim oluyorum, haklı çıktın. 


Gülümsedi ve "Öyleyse hadi gidelim buradan" dedi. 

Üzerimizdeki tuhaf kıyafetlerle Third Ward¹ ’a gittik ve zencilerin soul-food² restoranlarından birine daldık ve orada kızarmış tavuk, makarna, peynir ve kara lâhana gibi yeşillikler yedik. Burası benim en sevdiğim yerdi ve onun bunu bilmesine inanamamıştım.

¹Third Ward - Houston'da zencilerin yoğun oldukları bir semt
²soul-food - Güney Amerika'da Afro-Amerikalıların geleneksel ve etnik mutfağı

(Devam edecek)

6 Mayıs 2020 Çarşamba

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 5/1


Her hafta benim Dallas'taki bir bankada açtığım tasarruf hesabıma üç beş peso yatırırdı. On dört yaşındayken, bana “Yo pienso que tú debes ir a la Universidad de Utah. Son amables con los mexicanos allí.”* demişti. Ona Utah'ta Meksikalılara karşı nazik olduklarını nereden bildiğini sorduğumda bana cevabı “Hijo, sé un montón de cosas.” ** oldu.

Tieresse’ye, "Babam bazı şeyler biliyordu." dedim. Ancak Mormonların fakir bir Meksikalıya nasıl davranacakları konusunda bir şeyler bilip bilmediğine dair fikrim yoktu. Bense ileride Michael Corleone gibi olmamdan korktuğu için beni terk eden o ilk kız arkadaşımı hala seviyordum.

Tieresse, "Bu benim şansım!" dedi.

Tieresse Mormonların İspanyol aksanımı ayırt edip etmediğini sordu. Ona hiç aksanlı konuşmadığımı söyledim. Annem İngilizce öğretmeniydi, babam dışarıdayken evde İngilizce konuşuyordu benimle. Bir geziden sonra okula dönerken, annem ve öğrencilerini taşıyan otobüsün, çamurlu bir yolda balçığa saplanması ve babamın uçağını araziye indirerek onları kurtarması sayesinde tanışmışlar. Annem “Hijo***, henüz adını bile öğrenmemişken, o adamla evlenmek istediğimi anlamıştım.” demişti. 

Okullar kapandıktan sonra annem, benim çocukluğumun geçtiği köye taşınmış. Babamla iki hafta çıktıktan sonra evlenmişler. Evlilik hayatları boyunca annemin beni doğurmak için Teksas’ta bulunduğu süre dışında hiç ayrılmamışlardı.


Tieresse, Aşçılık Okuluna nasıl gittiğimi sordu. "Çünkü ücretsizdi." dedim. Bunun nasıl olduğunu Tieresse'ye anlattım:

"Akşamları şehir merkezinde bir restoranda çalışıyordum. Çöpe ne kadar çok yiyecek attığımıza akıl erdiremiyordum. Atılanların çoğu çürük ya da bozuk şeyler değildi. Bunları atmamak ve değerlendirmek için hiçbir şey yapılmıyordu. Patronumla konuştum ve benden diğer şef ve gıda tedarikçileriyle görüşmemi ve konuyla ilgilenmemi istedi. Bir kooperatif kurup atılacak yiyeceklerin şehrin en büyük aş evine verilmesini sağlayacaktık. Emekliye ayrılmış meşhur bir basketbol oyuncusu, her gece yiyeceklerin toplanıp aş evinin mutfağına teslim edilmesi için kamyonetleri temin etti, yerel bir otomobil galerisi sahibi toplanan yiyecekleri saklayabilmek için mutfağa buzdolabı ve derin dondurucular bağışladı. Benim projeye katkım; kurumlardan toplanabilecek yiyecek çeşitlerini ve kaç kişiye hizmet verilebileceğini saptamak üzere bir uygulama programı hazırlamaktan ibaretti. Daha sonra mevcut malzemelerle hazırlanabilecek yemek çeşitlerini belirleme işini de üzerime aldım. Bütün yemek tarifleri son derece basitti. Hiç mutfak eğitimi almamış bir kişi bile bu işin altından kalkabilirdi."


"Bana haber vermeden patronum projemi bir burslu yarışmaya göndermiş ve projem birincilik ödülü kazandı. Böylelikle Aşçılık Okulunda eğitim, barınma ve beslenmenin bana hiçbir maliyeti olmadı." dedim. 
 
Daha sonra Tieresse'in ertesi sabah avukatını aradığını ve yirmi büyük şehir belediye başkanına şehirdeki muhtaç insanları doyurmak için buna benzer bir projeye katılmayı kabul etmeleri halinde gerekli tüm araçları ve buzdolaplarını satın alabileceğini söylediğini öğrenecektim. Ancak o akşam, onun finanse etmeyi geri çevirdiği hiçbir sosyal program programı bulunmadığını henüz bilmiyordum.


"İşte," dedim, "Hikâyemi dinlediniz, şimdi sıra sizde."


"Babam beni de okula göndermişti." dedi, Tieresse. Anlatmaya başladı:
"İsviçre’de bir yatılı okula kaydoldum. O ve babaannem Noel’de beni ziyaret ederlerdi. Kolejin üçüncü sınıfında babaannem ölünce babam ziyaretleri kesip sadece telefon etmeye başladı. Her hafta banka hesabıma para yatırırdı. Bunun adına ödenek diyordu, oysa ev işleri yapmak ve hiçbir şey satın almak mecburiyetinde değildim. Babası Suudi Kraliyet ailesinde iki ya da üç numaralı bir kişi olan kız arkadaşıma, hesabıma yatan paralardan bahsettiğimde, -nedenini asla bilemeyeceğim bir şekilde- bu paraların haram olduğunu söylemişti. Ne hakkında konuştuğuna dair hiçbir fikrim yoktu, fakat söyledikleri bana biraz mantıklı gelmişti, bu yüzden ona bu konuda başka bir soru sormadım. Babam, her kış bana yeni kazaklar ve doğum günlerimde annemin mücevherlerinden gönderirdi. Buna çok gülüyordum. Lise öğrencilerinin elmas broş takması, Le Rosey’de bile olsan saçmaydı. İki günde bir paket gelirdi bana. İhtiyacımdan çok fazla olduğu için gelenleri dağıtmak zorunda kalıyordum. Babamın bana vermediği tek şey sevgiydi. Geriye dönüp baktığımda, Roland ile evlenmemin nedeni zengin olmasının dışında her bakımdan babamın tersi olmasıydı. Kolejden atılmıştı, kendini çok fazla içkiye kaptırmıştı, küfürlü konuşurdu, işte böyle biriydi. Babam onunla ilk kez tanıştığında beni bir kenara çekip, “Ciddi olamazsın.” demişti."


"Bütün bunlardan ne öğrendiğimi biliyor musun?" diye sordu.

Bu tip adamların pisliğin teki olduğunu mu?

"Güldü, evet öyle denebilir." dedi. Sonra,

"Hayır, aslında öyle değil" dedi. 

"Öğrendiğim şu ki, her başarılı insanın şu ya da bu şekilde aşırı bir yönü vardır. Bazıları çok fazla içer. Bazıları hep kadın peşinde koşar. Bazıları kendini işe kaptırır. Eğer bir kadın, orta seviyede başarılı bir erkekle birlikte olmakla mutluluğu bulabileceğine inanıyorsa, kendine birçok harika potansiyel eş bulabilir. Fakat aşırılıktan yanaysa, aşırılığın iyi yönde olmasından emin olmalıdır, yoksa her gün acı çekmek zorunda kalacaktır."
    
Gülümsedim ve ona  “Yani, çekici kadınlar benim gibi sıradan insanlarla birlikte olmalı diyorsun” dedim.


Elini elimin üstüne koydu ve "Senin aşırı olan tek yanın, Rafael, alçak gönüllü olman, bu da benim açımdan oldukça tehlikesiz bir özellik." dedi.

Ne demek istediğinden tam olarak anlamamıştım ama bir şeyden emindim ki, onu tekrar görmek istiyordum.


İki ay sonra restoranım kapalıyken birlikte bir akşam yemeği yedik. Tieresse'ye kot pantolon giymesini söylemiştim ve onu müşterilerin yan yana uzun tahta masalara oturup bütün kızarmış kırmızı levrekleri, dev körfez karideslerini ve ızgara ahtapotları çatal kullanmadan elleriyle yedikleri şehrin doğu tarafındaki Meksika deniz ürünleri restoranına götürdüm. Burada neredeyse hiç kimse İngilizce bilmiyordu. Alkollü içki satış ruhsatına sahip olmadığı için herkes yanına biralarını alıp gelmişti. Sağımızda ve solumuzda oturan insanlarla paylaşmak üzere yanımda bir şişe yıllanmış rom getirmiştim. Sonra, Montrose'da bir bara gittik ve banjo, viyola ve mandolinle yöresel halk müziği çalan bir üçlüyü dinledik. Arabaya yürürken kolumu omzuna attım. İşaret parmağını ağzıma geçirdi ve yüzümü kendine doğru çekti ve ben az önce yudumladığı nane ile karışık konyağın tadına vardım.


Daha sonra evinde onunla ilk kez seks yaptık. Başım omzundayken uykuya dalmıştım ve yedi saat sonra uyandığımda başım hala oradaydı. Bahçesindeki ağaçlardan greyfurt topladı ve taze suyunu sıktı. Arka taraftaki bahçesi yokuş aşağı derenin denize döküldüğü yere doğru iniyordu. Dışarıda bir tekneye oturduk, bacaklarımız birbirine dokunuyordu, bu şekilde çamurlu suların güneydeki Meksika Körfezi'ne doğru akışını izlemeye koyulduk. Yüzüne yansıyan ifade bende endişe ya da pişmanlık hissini uyandırıyordu fakat bunu ona sormak istemedim, ta ki sessizlik, öğrenme isteğimden daha acı verici hale gelene kadar. Ve sonunda "Sanırım bir şeyler yolunda gitmiyor." dedim.



* “Yo pienso que tú debes ir a la Universidad de Utah. Son amables con los mexicanos allí.” İspanyolca "Bence Utah Üniversitesi'ne gitmelisin, Orada Meksikalılara karşı nazik davranırlar." 
** Hijo, sé un montón de cosas.” İspanyolca "Oğlum, çok şey biliyorum."
*** Hijo İspanyolca "Oğlum"
Michael Corleone: Al Pacino'nun yönettiği Godfather filmlerinde kurgusal mafya lideri
Le Roseyİsviçre'nin Rolle kentinde zenginlerin gittiği dünyanın en pahalı lisesi

(Devam edecek)