"Nefis bir şey, değil mi?" dedim.
Mutfağın camından salona doğru baktı. Britanny, Benita’yla
birlikte masada oturmuş şarap içiyordu.
"Kız, casus olamayacak kadar güzel!" dedi.
"Hahahaha"
Ben sesli güldükten sonra Tieresse devam etti,
"Aynı zamanda, şef olamayacak kadar
da ateşli."
Bu sözüne herhangi bir cevap veremedim.
Beni öpüp yarın gece döndüğünde uğrayacağını söyledi.
Onu kapıya kadar geçirdikten sonra yiyecekleri bankete taşımak için ekibe yardımcı oldum. Uzun masa bir uçtan bir uca, kuzu, pilav, salatalık, domates, kavrulmuş limon salatası, tahinli köz patlıcan ezmesi ve bir ay önce işe aldığım on dokuz yaşındaki Beyrutlu kominin hazırlamış olduğu tırnak pideleriyle süslenmişti.
Şerefe kadehler
kaldırıyor ve birbirimize hikâyeler anlatıyorduk. Britanny’nin elbisesinin tutuştuğu geceden bahsederken çok eğlenmiştik. Britanny, mumları yanmakta olan pastaya doğru gereğinden fazla
eğilmişti. Bir anda elbisesi alev alıp çaresizlik içinde ateşi söndürmeye çalışırken, üç
bin dolarlık Bordeaux şarabı devirmiş, konuklar arasında bulunan emekli eyalet yargıcının gofre
kumaştan takım elbisesini berbat etmişti.
Gece yarısını geçince, altı küçük masayı bir
araya getirerek yaptığımız uzun dikdörtgen masanın üzerinde, bir düzine boş
şarap şişesi, iki boş tekila ve neredeyse boşalmış litrelik bir konyak
bulunuyordu. Herkesi dışarı çıkardım ve onlara artık evlerine
gidip uyumaları gerektiğini söyledim. Sabah olunca pisliğimizi temizleyebilirdik.
Herkes dışarı fırladı ve birer taksi çevirdi ya da trene yetiştiler. Brittany hariç herkes!
Ertesi sabah saat dokuzda, Esteban ve Luis'in şişeleri
geri dönüşüm kutusuna atarken çıkarttığı sesleri duyup uyandığımızda ikimiz de çıplaktık. Akşamdan kalmış olmanın verdiği bir sersemlik vardı üzerimde.
Brittany, diğerlerine
görünmekten utandığı için olsa gerek, arka kapıdan sıvıştı. Ve bir yıl aradan sonra, Central
Park’tan iki blok ötedeki üç yıldızlı bir restoranda, sous şef olarak çalışan, yeni
evli biri olarak, duruşmama gelip bana tanıklık edene kadar bir daha onu görmedim.
Bütün bu anlattıklarımdan sonra beni anlayacağınıza eminim. Gel gelelim Reinhardt’ın basit sorusuna nasıl cevap vereceğimi tam
olarak bilemiyordum.
İşe aldığım aşçıların ve diğer personelimin yeteneği
sayesinde La Ventana'da işler, eskiden olduğu gibi devam etti. Tieresse'nin sözünü
hatırladım. Yine haklı çıkmıştı. Ben de
vazgeçilebilirmişim demek. Her sabah menüleri onaylayıp satın alma formlarını imzaladıktan sonra ikinci katın merdivenlerini tırmanarak ertesi güne kadar
daireme kapanmak istiyordum.
Gelişmeler hakkında bir şeyler öğrenebilmek için sık sık polisi aradım. Bir süre sonra aramalarıma cevap vermez oldular.
Reinhardt şehir merkezinde bir otelde kalıyordu. Geriye dönüp baktığımda, o sıralar Reinhardt’ın
bana karşı tavırlarını biraz küstahça buluyordum ancak bunu olayın şokuna bağlıyordum. Tieresse'nin ölümünün üzerinden üç gün geçmişti. Ceset adli tıp
tarafından teslim edildiğinde yeniden geleceğini söyleyip hava yoluyla evine geri döndü.
Görüşmediğimiz iki gün boyunca, Reinhardt’ın, annesiyle olan ilişkim hakkında, en az altı saat süreyle polis tarafından sorgulandığını öğrenecektim.
İlk zamanlar, yerel medya bana karşı nazikti, ancak
bu gibi durumlarda, ilk şüpheli her zaman eştir. Üstüne üstlük, eş esmer tenli bir göçmen olursa, maktulden en az on yaş daha gençse ve servetleri arasında milyarlarca dolar fark bulunuyorsa, ikinci ve üçüncü şüpheliler de aynı
eş olur.
Restoranımda birkaç rezervasyonun iptal edilmesi beni hiç şaşırtmadı. Bu durum yine de işlerimi fazla etkilememişti. Masalar rezervasyon yaptırmayan müşterilerle doldu.
Aslına bakarsanız işimin, bana desteklerini göstermek isteyen insanlar sayesinde ayakta kaldığını söyleyebilirim. Bir ya da iki kez aşağıya inip onlara teşekkür etmeye niyetlendim ama bunu
yapabilmek için kendimi hazırlayamadım.
Odamdaki yatağıma uzanıyor, TV’de gazetecilerin dava hakkında yapacağı haberleri bekliyordum. Aşağıda tereyağında pişirilen soğan ve
sarımsak kokuları yukarı çıkıyor ve beni rahatsız ediyordu. Neşe içinde
birbirleriyle sohbet eden müşterilerin gürültüsünü, açılan şarap şişelerinin mantar seslerini duymamak için kulaklarımı yastıklara gömüyordum. Açlıktan
midem guruldamaya başladığında kendime bir espresso hazırlıyor, yanında ton
balığı veya bir kavanoz fıstık ezmesi yiyordum.
Cinayetten tam sekiz gün sonra, öğle yemeği
servisi henüz açılmışken, Cole ve Pisarro beni tutuklamaya geldiler. İkisi de
artık iyi polis değildi. Pisarro, “Sizi cinayetten tutuklamak üzere
buradayız.” dedi. Bileklerime kelepçe taktılar, önce mutfağın ve daha sonra salonun içinden
geçirdiler. Yanımda çalışan insanlar ağlıyordu. Müşteriler çatallarını bırakıp
bana baktılar.
Önce beni şehir merkezine götürdüler ve son kez ifademi
aldıkları odaya aldılar. Cole kafasında bir senaryo yazmıştı:
Tieresse benden boşanacağı
için gergindim. Britanny ile flört ettiğim için bana kızgındı ve bu yüzden partiye katılmak yerine eve gitmişti. Britanny'yi ayartıp sarhoş ettim ve yukarı
çıkarttım. Artık o, devre dışı kalmıştı. Daha sonra onu orada bırakıp dairemden gizlice dışarı çıktım. Eve gidip Tieresse'yi öldürdüm ve geri dönüp Britanny’i uyandırmadan yanına sokuldum. Olaya
soygun süsü vermek için de, Tieresse'nin mücevher dolabını açmış ve onun değerli
taşlarla bezeli kolyelerini ve diğer takılarını almıştım.
"Bu çok saçma! Tieresse elmasların iğrenç bir zevk
olduğunu düşünürdü ve ona göre onları satın almak, despot ve diktatörlere kan
parası sağlamak demekti. Onun bütün mücevherleri sahteydi." dedim.
Cole, "Ama herhangi bir hırsız bunu bilemezdi. Sen çok zeki bir
adamsın." dedi.
Pisarro, "Parmak izlerinizi ve DNA'nızı salonda, masanın ve cinayet silahının üzerinde tespit ettik." dedi.
"Bu son derece normal, çünkü ben orada yaşıyordum." dedim. "DNA'mı evin her yerinde
bulabilirsiniz."
Pisarro, "Temizlikçi, her hafta rutin temizlik işlerini
yaptığını söyledi. Evde neler olduğunu sadece sizin biliyor olmanız gerek!" dedi.
"Avukat tutacağım." dedim.
(Devam edecek)