KATEGORİLER

7 Eylül 2020 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 55

Sade ve Derin / Deeptone tarafından moderatörlüğü üstlenilen Ağaç Ev Sohbetlerinin ikinci yılında, 55. Hafta konusu Manxcat/Kuyruksuz Kedi'den. Hemen konu başlığını verelim:

Parayla saadet olur mu, olmaz mı? Birileri her şeyin başı sağlık mevzusuna bağlamadan önce belirteyim, sağlığımız yerinde ve paramız var. Mutlu olmaya yeter mi yetmez mi?

Sağlığımız yerinde ve paramız da olduğuna göre daha başka ne isteriz bu fani dünyada.  Gerçekten merak ettim var mıdır üçüncü bir şey? Madem sağlığı bir tarafa koyduk, yaşadığımız dünyada paranın çözemeyeceği çok az şey olduğunu düşünüyorum. Fakat bizi mutlu edecek her şeyin parayla çözüleceğini iddia etmek de doğru değil. Altını çizdiğim gibi her şeyi çözemez para. Diyelim ki denizi seviyorsunuz, "Ah bir de şöyle bir yatım olsa ne kadar mutlu olurum." diyebilirsiniz. Paranız varsa buyurun, işte mutluluğun kapısını açtınız. Şöyle istediğinizden âlâ yatınız emrinizde. Üç sefer, bilemediniz dört sefer açıldınız denize, partiler verdiniz arkadaşlarınız toplayıp, içkiler, yemekler keyifler yerinde. Sonra sıkıldınız, özel bir uçağınız olsun, istediğiniz zaman istediğiniz yere gidip gezmek için. Para çok ya, problem değil sizin için. Onu da aldınız, gezip gördünüz, yiyip içtiniz, mutlu da oldunuz, hem de en lüksünden, en pahalısından, muhtemelen normal insandan daha fazla mutlu eder pahalı şeyler sizi, sonra... 

Sonra tatil dönüşü eşiniz arıyor telefonla, iyi görüştüğünüz bir dostunuz koltuk takımını değiştirmiş, tutturuyor biz de değiştirelim diye. "Ya hanım, daha bir ay olmadı, biz onları alalı!" Eşiniz, kıskançlığından hız kesmiyor, "Olsun, şimdi onlar moda." Kızıyorsunuz elbette, "Biz paraları sokaktan mı topluyoruz?" diye çıkışıyorsunuz. "Sen şişesi elli bin liralık şarabı içtin ama arkadaşlarınla, bana otuz bin liralık koltuğu mu çok görüyorsun?" diye yanıtlıyor. Elbette bu tartışma bu kadar sakin ve medenice devam etmiyor. Mutluluk mu dediniz?

Adamcağız tarladan topladığı ürününü gitmiş, pazarda satmış. İyi para kazandım diye ağzı kulaklarında, mutlu mu mutlu. Hani para olsa bari, elli kilo domates, yirmi kilo biber. 200 TL, onun için hiç de az değil. Köy evinde mis gibi bir tarhana çorbasının kokusu geliyor burnuna, kapıdan girerken. Çocuklar koşturuyor etrafına. Oturuyorlar birlikte mütevazı yer sofrasına. Kırıyorlar soğanı yumruklarıyla, kuru fasulye pilav, yanında da halis muhlis köy yoğurdu, katıksız. Kadın demiyor ki falanca komşumuz şunu aldı ben de isterim. Elindekilerle mutlu oluyorlar çoluk çocuk, bütün aile. 

Nedir mutluluk, var mı ölçüsü? Eğer varsa, eminim ki ikinci örnekteki ailenin saadeti çok daha ağır basar. Belki soruyu şöyle evirip çevirmekte fayda var. Parasız saadet olur mu? Ha, o zaman iş değişir bak. Parasız saadet olmaz. Yarını nasıl geçireceğini bilmeyen bir kişinin mutlu olmasına imkan yoktur. Hele bu pandemi döneminde işini kaybeden bir sürü insanı düşünüyorum. Hangisi mutlu olabilir düştüğü bu durumdan?

Sonuç olarak, yeterince paranın olmaması da, yettiğinden fazla olması da saadet kapılarını kapatır. Her kişiye göre bu sınır değişmekle birlikte saadet için yeterli paramızın olması gerekir. Kritik sözcük YETERLİ. Bu kadar doyumsuz bir insan neslinde YETERLİ denilen miktara bir sınır koyamadığımız içindir bütün mutsuzluğumuz. 

KÜRK MANTOLU MADONNA -SABAHATTİN ALİ

Kitabın Adı: Kürk Mantolu Madonna
Yazar: Sabahattin Ali
Sayfa Sayısı: 160
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları
Türü: Roman

Ne zamandır okumaya niyetlendiğim bir kitaptı "Kürt Mantolu Madonna". Kitap daha önce iki kez elime geçtiği halde olmadı. İlk seferinde kitapçıdan aldıktan sonra girdiğimiz bir AVM'nin kasasında unutuldu, ikinci kez ben okuyana kadar kim bilir kimin elinde kaldı. Sabahattin Ali (1907-1948), Cumhuriyet Döneminin kuvvetli kalemlerinden toplumcu bir yazar. Kısa sayılabilecek bu romanında yazar, dönemin sosyal yapısının yanı sıra insanın topluma yabancılaşması, aşk ve derin ruhsal tahlillere yer veriyor. Roman, yazıldığı döneme bağlı olarak bazı eski sözcükler içermekte ve bazı ifadeler günümüz Türkçe'sine göre güncelliğini yitirmiş durumda. Fakat, akıcı ve kuvvetli bir dili olduğunu söyleyebilirim.

İlk bölümde anlatıcı kendinden bahsediyor. İşinden neden kovulduğunu dahi anlamayan, insanların ekonomik ve sosyal statülerine göre değer verildiğinden yakınan ve yaşamın anlamını anlamaya çalışan bir karakter bu. Bir şirkette genel müdür yardımcısı olarak görev yapan varlıklı, eski bir okul arkadaşı olan Hamdi Bey'in küçümser tavırlarını sineye çekip onun ayarladığı bir işte, banka işlerini takip eden bir memur olarak çalışmaya başlıyor. Kendisine verilen odanın karşı masasında, Raif Bey adında, şirketin eski çalışanlarından, Almanca tercüme işlerini yapan, ezik bir memur oturmakta. Raif Bey, sık sık Hamdi Bey'in baskı ve hakaretlerine karşılık en ufak bir tepki göstermemektedir. Yine bir hakaretin ardından bir kağıda çizdiği Hamdi Beyin portresi, Anlatıcının dikkatini çeker ve kendisine hiç ilgi göstermeyen Raif Bey'i daha büyük bir istekle tanımaya çalışır. Hasta olduğu bir gün hem tercümesi yapılacak belgeleri götürmek hem de  geçmiş olsun demek için evine gider. Ev oldukça kalabalıktır, karısı, karısının erkek kardeşleri, eniştesi, çocuklar kendi havalarında yaşamaya devam ederlerken, istisnasız hiçbiri Raif Bey'i eve para getiren bir robottan farklı görmezler. 

Raif Bey, arkadaşına  içine kapanıklığını, her şeye karşı tepkisizliğinin nedenini ısrarla anlatmamakta direnmektedir. İyice ağırlaşıp hasta yatağına düşünce arkadaşına ofisteki çekmesinden siyah kaplı defterini getirmesini rica eder. Ertesi günü defteri getiren arkadaşından onu sobaya atmasını ister. Arkadaşı olan anlatıcının merakı artmıştır. Bir günlüğüne defteri okumasına müsaade ister ve Raif Bey'den bunun için onay alır. Sabah defteri getirdiğinde arkadaşının yaşamını yitirdiği gerçeğiyle karşılaşır. Romanın asıl konusu da Raif Bey'in bu deftere yazdığı ilginç hayat hikayesinde gizli

Aşk ne zaman ve nerede insanın karşısına çıkar bilinmez. Raif Bey, sadece üç dört aylık bir sürede yaşıyor aşkı ve sonraki on yıl vefasızlığın acısı çekip otuz beş yaşında hayata veda ediyor. İşin ilginç tarafı yaşamı boyunca inandığı tek insan olan Maria'nın, yani "Kürk Mantolu Madonna" 'nın ona asla vefasızlık etmediği gerçeğini, Raif Bey, ölümünden hemen önce acı bir şekilde öğreniyor. Havran'da çiftçilik yapan ve sabun fabrikaları bulunan babası tarafından sabun imalatı üzerine yeni teknik bilgiler öğrenmesi için Almanya'ya gönderilen Raif Bey, gezdiği bir resim galerisinde bir kadın portresi resmine takılır. Bu, ressam olan Maria'nın kendisini resmettiği bir tablodur. Kadının peşine düşer ve tesadüfen onu bulur da. Ve işte, Raif Bey'in kısacık yaşamında kendini bulduğu ve büyük keyif aldığı üç aylık dönem böyle başlar. Maria, prensip sahibi, erkeklerin parasıyla her şeyi satın alabilmesine öfkelenen ve onlara kapısını tamamen kapatan baskın bir karakterdir. Ancak Raif Bey'in çocuksu saflığından etkilenir ve ona inanır. Gel gelelim, memleketteki eniştesinden gelen bir telgraf onun bu mutluluğunun sonunu getirecektir. Telgrafta babasının öldüğü bildirilirken hemen memlekete dönmesi istenmektedir. Aslında ne babası ne de diğer aile fertleriyle sıcak bir bağı yoktur Raif Bey'in, ancak, Maria'nın isteği üzerine memlekete döner. Ağır bir zatürre geçirmekte olan kadın için de bir fırsat olur bu, o da şehrin karmaşasından uzak temiz havanın iyi geleceği bir yere, annesinin yanına gider. 

Raif Bey'in dönüşü hiç de bıraktığı gibi olmayacaktır. Enişteleri babasından kalan bütün varlığı aralarında bölüşmüş kendisine verimsiz bir zeytinlik ve harap bir ev bırakmışlardır. Buna rağmen sevdiğini yanına almak için evde bir takım tadilatlara ve işini yoluna koymaya çalışır. Bu esnada sık sık Maria ile mektuplaşırlar. Derken, bir süre sonra Maria'nın mektupları kesilir. Raif Bey, terk edildiğini, sevgilisini bir başkasına kaptırdığını düşünür. Oysa Maria sevdiğine bir çocuk beklediğini bile söyleyemeden doğum esnasında yaşamını yitirecektir. Aradan on yıl geçtikten sonra bu gerçeği büyük bir tesadüf sonucunda öğrenecektir Raif Bey, dokuz yaşındaki kızını karşısında görüp ona dokunamadan hem de.      


"Ah Maria, niçin seninle bir pencere kenarında oturup konuşamıyoruz? Niçin rüzgârlı sonbahar akşamlarında, sessizce yan yana yürüyerek ruhlarımızın konuştuğunu dinleyemiyoruz? Niçin yanımda değilsin?"

Bu arada aşkı hafife alan Raif Bey'e Maria, güzel bir nutuk çekiyor, tam da benim düşündüğüm gibi...

“Hayır dostum, hayır!” diyordu. “Aşk hiç de sizin söylediğiniz basit sempati veya bazen derin olabilen sevgi değildir. O büsbütün başka, bizim tahlil edemediğimiz öyle bir histir ki, nereden geldiğini bilmediğimiz gibi, günün birinde nereye kaçıp gittiğini de bilmeyiz. Halbuki arkadaşlık devamlıdır ve anlaşmaya bağlıdır. Nasıl başladığını gösterebilir ve bozulursa bunun sebeplerini tahlil edebiliriz. Aşka girmeyen şey ise tahlildir. Sonra düşünün, dünyada hepimizin hoşlandığımız birçok kimseler, mesela benim hakikaten sevdiğim birçok dostlarım vardır. (Muhterem Beyefendinin bunların en başında geldiğini söyleyebilirim.) Şimdi ben bütün bu insanlara âşık mıyım?”

Ben bu romanı sevdim ve hala okumayan varsa okumasını öneririm.

31 Ağustos 2020 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 54

Hali hazırda moderatörlüğü sevgili Deep Tone tarafından yürütülen Ağaç Ev Sohbetleri'nin bu haftaki konusu benden. Haftalar su gibi geçerken bu güzel etkinlik şanına yaraşır şekilde devam ediyor. Ağaç Ev Sohbetleri'nin 54. Haftasında kafama takılan bir konuyu sizlerle tartışmak istedim. Her türlü olumsuzluğun nedeni olarak ortaya sürülen "Eğitim" konusu bu. Hani her fırsatta, "Eğitim Şart!" demiyor muyuz? Fakat kafalar karışık, her iktidar kafasına göre eskisini silip yeni uygulamalar getiriyor. Yurt dışında, ülkemizden tamamen farklı eğitim uygulamaları var. Sorum şu:

"Eğer tam yetkili bir Eğitim Bakanı olsaydınız, ülkedeki eğitim sistemini düzenlemek, sağlıklı ve topluma faydalı bireyler yetiştirmek için eğitim konusunda neler yapardınız? Hedefinize ulaşmak için karşınıza ne tür engeller çıkabileceğini düşünüyorsunuz ve bunları aşmak için hangi tedbirleri alırdınız?" 

Bence ülkemizin "Adalet" ten sonra gelen en önemli meselesi "Eğitim" dir. Eğitim sistemini düzeltmek için ilk adım olarak Bakanlığın önündeki "Milli" sözcüğünü kaldırmakla işe başlardım. Çünkü sözcükleri tükettiğimize inanıyorum. Adına "Milli" dediğimiz zaman eğitimimiz "milli" olmuyor çünkü. Küçük çaplı bir araştırma yaptım. Rusya'dan, Çine, İsveç'ten Amerika Birleşik Devletlerine kadar hemen hemen bütün dünya ülkelerinde bakanlığın adı "Eğitim Bakanlığı" Bizim gibi "Milli Eğitim Bakanlığı" adını kullanan iki ülkeden biri Fransa, diğeri ise Cezayir. Bir garip durum da Yunanistan'da var; Eğitim ve Diyanet İşleri Bakanlığı... Eğitim'in milleti, dini olmamalı bana göre. Milli ya da dini duygularımızı kabartarak işin özünü kaçırmış oluyoruz. Önce iyi insan, topluma faydalı birey yetiştirmek olmalı eğitimin hedefi.

Eğer, tam yetkili bir Eğitim Bakanı yapsalar beni, devletin kısa, orta ve uzun vadeli planlarına bakardım. Hoş, neremiz doğru ki! Devlet Planlama Teşkilatının ülke yönetimine ne kadar katkısı oluyor? Madem konumuz bu değil, var sayalım ki DPT işini doğru yapıyor. O zaman bakardım, ülke ihtiyaçlarına. Kaç doktora ihtiyacımız var, kaç ziraat mühendisine, kaç avukata, kaç öğretmene... O zaman hangi branşa ihtiyaç varsa ona göre kontenjan açardım. Ülkemizde üniversite sayısı 209 olmuş. Dünya ölçeğinde bakıldığında bu hâlâ küçük bir sayı. Fakat önemli bir fark var. Yurt dışındaki üniversitelerin öğrenci sayısına düşen uzman eğitim kadrosu ve alt yapısı bizimkilerden çok üstün. Ve onların pek çoğu uluslararası boyutta, hatta bir çoğu on-line eğitim veriyor. Demek istediğim ülkemizde çok sayıda diplomalı işsiz var. İş bulanların büyük bir kısmı da eğitim aldığı konunun dışında görev yapıyor. Yani, aslında zaten yeterli olmayan eğitim bütçesi bu şekilde boş yere israf ediliyor.

Diğer taraftan, herkesin üniversite bitirmesine gerek yok. Bu ülkede ara meslek gruplarına daha çok ihtiyaç var. Onlara da kaliteli bir eğitim verilip topluma daha faydalı bir iş yapılabilir.

Eğitim aileden başlar. Devletin de ailelere yardımcı olması gerekir. Nasıl ki koruyucu sağlık konusunda aile hekimleri çocuk doğmadan başlayıp ölene kadar vatandaşı takip sorumluluğunu üstlenmiş, eğitim konusunda da benzer bir yapılanmaya gider, eğitimli nesiller yetiştirdim. Hatta aile sağlık merkezlerinde bir pedagog ve bir uzman eğitimci görevlendirir, toplum için bir eğitim veri tabanı hazırlardım. Sağlıklı bir insan eğer yeterli bir eğitim alırsa ülkedeki suç oranı da kaza oranı da düşer. Aile sağlık merkezlerinde görevli uzman elbette ki eğitmeyecek insanları, onun görevi sadece çocuğun kabiliyeti ve ülkenin ihtiyaçları doğrultusunda danışmanlık yapmak. Aile Hekimleri dahil sağlık merkezinde görevli personel ve eğitim danışmanı üzerine kayıtlı kişilerin genel sağlık durumuna, suça yatkınlığı, kültür, sanat ve spora olan ilgilerine göre yönlendirmeli ve başarılarına göre devlet tarafından ödüllendirilmelidir. Devlet, işini layığıyla yerine getiremeyip başarısız olanlarla sözleşmelerini feshetmelidir. Çünkü sağlık ve eğitim toplum için çok önemlidir. Bildiğim kadarıyla doktorların bir kısmı yazdıkları reçete miktarı, yaptıkları cerrahi operasyon sayısıyla prim alıyorlar. Oysa önemli olan toplumu kontrol altında tutarak sağlığını korumak, ya da erken teşhiste bulunarak ileri düzeyde tedavi masraflarından kaçınmaktır. Eğitim de aynı şekilde devlet tarafından yönlendirilir, denetim altında tutulursa ülkemizin uzun vadede kazanımları yapılan harcamaların çok üstünde olacaktır.

Ülkemiz topraklarında birçok etnik grup yaşamaktadır. Bu yüzden milliyet ve din üzerinden yapılan ayrımcılığın devlete  ve millete zarar vereceğini öğretmeliyiz çocuklarımıza. Keza cinsiyet ayrımcılığı aileden başlayan ve ağır neticeler doğuran önemli bir ülke sorunumuzdur. Bunların yerine koymamız gereken, bağımsızlık bilinci, özgür düşünce ve vatandaşlar arasında adalet anlayışıdır.

Eğer Eğitim Bakanı olsaydım, eğitim paralı olurdu fakat öğrencinin bütün ihtiyacını rahatlıkla karşılayabilecek miktarda devlet bursu verirdim. Verilen burs karşılığında mezunlara, devletin gereksinim duyduğu kadrolarda burs aldığı süre kadar çalışma zorunluluğu koyardım.

Bütün bu iyi niyetli çabalarımı aşırı milliyetçiler ve dini yaşam biçimi olarak gören insanlar engellemeye çalışırdı. Çünkü onların amacı, vatandaşların düşünmelerine imkân vermeden koyun gibi gütmek. Bunu aşmanın tek yolu var bana göre. Atatürk'ü anlamak ve onun izinden yürümek!

  

24 Ağustos 2020 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 53

Ağaç Ev Sohbetleri'nin bu haftaki konusu da sevgili Manxcat / Kuyruksuz Kedi / Mrs. Kedi'den. Yaşamak için ne lazım diye soruyor Mrs. Kedi. Yani, şöyle;

Hadi gelin bir liste yapalım, en basit şekilde yaşamımızı idame ettirmek için nelere ihtiyacımız var? Mesela kaç giysiye, kaç ayakkabıya, hangi mobilyalara/eşyalara? Bir bakalım içimize dışımıza, neler olmadan yaşayamayız ya da nelerden kolayca vazgeçebileceğimiz halde kendimize yük alıyoruz? Liste tamamlanınca elimizde ihtiyacımızdan fazla olan şeyleri ihtiyacı olanlarla paylaşırız beki de her birimiz. 



Bu sorular bana hiç uygun değil gerçekten. Evlenmeden önce belki cevaplayabilir ve son derece mütevazı bir liste çıkarırdım size. Giysi, ayakkabı konularında kadın ya da erkek olsun meraklıları vardır mutlaka. Gardıropları renk renk, model model giysiler, çantalar ve ayakkabılarla doludur. Ben bu konuda eşimi kendime danışman tuttum. İç çamaşırına kadar ne zaman, neye ve ne kadar ihtiyacım olduğuna o karar verir. Bana kalırsa bir çift kot pantolonu -o da biri yıkanınca diğeri giyilsin diye, parçalanıp eskiyene kadar giyebilirim. Öyle ki, kendim için bir giyim eşyasına ihtiyaç doğduğunda bile nazlanır, kapris yaparım.  Yani, Allah ondan razı olsun, çok kahrımı çekmiştir. 

Eşyalara gelince, durum pek farklı değil. Elbette benim fikrimi sorar eşim ama son noktayı kendisi koyar. Ben bundan rahatsız mıyım? Hayır. Çünkü eşim işin en iyisini bilir. Benim açımdan olmazsa olmaz nedir diye sorarsanız, çok az eşya, üzerimi örtecek bir kaç parça giysi çok bile. Eşime göre, evde fazladan bir eşyamız yok, ben demiyorum, o diyor. 

"Arayanlar bulamaz ama bulanlar hep arayanlardır."

Medar-ı iftiharımız, kıymetli büyüğümüz, pek sevdiğimiz, devletimizin başındaki zatın, muhteşem hatiplik becerisiyle, Karadeniz açıklarında, doğal gaz bulunduğuna dair tarihi müjdesini verdiği esnada, mukaddes ağızlarından dökülen ve aslen Fars İslam alimi ve filozof Bayazid-i Bistami'ye ait bu söz, hayli dikkatimi çekmişti benim.

İtiraf etmek gerekirse, ilk anda, ne kadar doğru bir söz bu, adam nereden buluyor böyle güzel sözleri diyerek, biraz kıskançlık, biraz da hayranlık duygularımın esiri olmuştum. Gerçekten, son derece basit fakat doğru bir söz gibi görünüyordu. 

İkinci gün, biraz daha derin düşünmeye başladım. Kısa bir süre sonra, "Arayan bulamaz" sözünün pek de doğru olmadığını fark ettim. Çünkü arayan, bulur da bazen, bu yüzden her arayanın kesinlikle bulamayacağını iddia etmek, tamamen yersiz. Sözün ikinci kısmında verilen kesin hüküm, "Bulanlar hep arayanlardır" da bana göre sorunlu. Çünkü konu, biraz da ne bulduğunla ilgili... Hani meşhur bir söz daha vardır; "Arayan mevlasını da bulur, belasını da" Yani, önemli olan niyettir, aradığın yeri, neyi nerede aradığını bilmektir.

Ayrıca, "Bulanlar hep arayanlardır" sözüne pek de bel bağlamamak gerektiğini düşünüyorum. Ne yazıktır ki, bu dünyada bulanlar, ya şanslı, ya mirasyedi, ya da hak yiyenlerdir. Tasavvuf ehlinin dolduruşuna gelmemek lazım. Zira, sözün sahibi, Bayazid-i Bistami'nin hayat hikayesini okudum. 804-874 yılları arasında yaşam süren filozof, dünyevi arzularını terk etmiş, çocukluğundan beri eviyle camisi dışında sokağa çıkmamış, yalnız bir yaşantı süren adamcağızın tekiymiş. Yani öyle eline feneri alıp gece gündüz bir şeyler arayan bir tip hiç değil. Oturduğu yerden, bir şeyler bulmayı seçmiş. Şimdi sen kalk, her şeyden elini ayağını çekip sadece Tanrı'yı arayıp bulmayı ümit eden böyle bir adamın sözünü dünyevi arzularına vasıta eyle. Olmaz, olamaz...    

Ben yine Franz Kafka'nın "Arayan bulamaz, ama aramayan bulunacaktır." sözünü dünya gerçeklerine daha uygun bulurum. Aşk mesela, dünyayı dolaşsan bulamazsın aradığın kişiyi, ama hiç beklemediğin öyle bir an gelir ki o gelir bulur seni... 

19 Ağustos 2020 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 52

Evet, Ağaç Ev Sohbetlerinde bir yılımızı devirdik. Bu konuda en büyük teşekkürü Deeptone hak ediyor. Fikir Taha ve Edischar'a aitti, onları da böyle güzel bir etkinliğe start vermeleri bakımından kutlarım. Daha sonra İrem Can ve Kedi Mırıltısı yaptıkları moderatörlük göreviyle sohbetlerimize önemli katkılarda bulundular. Pek çok konu tartıştık, pek çok şey öğrendik bu sohbetlerden. Bazen güncel olaylara değindik bazen derin felsefi konularda ahkam kestik. Ve ben, gururla ifade edeyim ki, hiç bir sohbeti kaçırmadım, her hafta yeni konuyu dört gözle beklerken üç beş kez de haftanın konusunu belirledim. Ağaç Ev Sohbetlerinin uzun yıllar devam etmesini ve kendini geliştirmesini arzu ediyorum. Adını andığım ya da anmadığım, sohbetlerimize destek veren bütün arkadaşlara sevgi ve selamlarımı gönderiyorum. 

Gelelim bu haftaki konumuza; Yine Deeptone'dan geliyor bu haftanın soruları. Her zaman olduğu gibi, yine ilginç ve düşünmeye zorlayan sorular. İşte, konumuz:

"Çok kişi, TV ve İnternet'te fazla miktarda şiddet olduğunu düşünüyor ve şiddetin miktarı ve türünü kontrol etmek için yasalar olması gerektiğini düşünüyor. Bu tür yasalar gerekli midir? Ne kadar kontrol olmalıdır?"


TV ve İnternet ortamında aşırı miktarda şiddet unsurunun olduğu fikrine katılıyorum ancak bunu yasalarla kontrol altına alınabileceğini tahmin etmiyorum. Çünkü yasalardan kasıt, yasak getirilmesi olacağı için (ya da ilk akla gelen tedbirin yasaklamak olacağından) böyle bir kararın yanında olmayacağımı belirtmek isterim. Çünkü, yasağın her türlüsüne karşı bir insanım. Yasak, özgürlüğü kısıtlayıcı, cezbedici ve kontrol altında tutulması zor bir önlemdir.

Peki, bırakalım isteyen istediğini yapsın mı? Elbette, hayır. Bazı düzenlemeler illa ki yapılabilir. Konumuz şiddet olduğuna göre, bu tür yayınlardan en fazla etkilenen kişilerin çocuk ve ergen yaştaki insanlar olduğunu söylemek için pedagog ya da psikolog olmak gerekmez. O halde şiddet içeren yayınlardan çocuk ve ergenleri korumak için neler yapabiliriz, ona bakmak lazım.

Öncelikle TV'yi ele alırsak, şiddet içeren yayınları geç saate almak faydalı olacaktır. Diğer taraftan ailelere büyük sorumluluk düşmektedir. Burada şiddetin ne olduğu ve şiddetin miktarı ne olmalıdır soruları akla geliyor tabii. 

Şiddet: Bir kişi veya gruba yönelik; mağdurun bedensel bütünlüğüne, mallarına veya simgesel ve kültürel değerlerine zarar verecek şekilde her türlü davranıştır. Mala zarar verme, yakma, cinayet, yaralama, dayak, tecavüz, rehin alma gibi fiziksel saldırılar, tehdit, küfür, ayrımcılık, hakaret gibi duygusal baskı altına alan bireysel eylemler, sistem tarafından uygulanan savaş, terör, ve işgaller şiddet örnekleridir.

Şiddetin bu tarifine göre, TV ve İnternet'ten önce meclisi kapatarak ve siyaset adamlarımızın ağızlarını bantlamak suretiyle başlayabiliriz mesela işe. Demek istediğim, kolay iş değildir şiddeti kontrol altına almak. İzlediğiniz hemen her filmde, hemen her kitapta yukarıda sayılan şiddet unsurlarını az ya da çok bulmak mümkün. 

Belki, şiddet içermeyen ve topluma fayda sağlayan, kültürel ve bilgilendirici programları teşvik ederek bu tür yayınların sayısını arttırmak akla gelebilir. Ancak, hangi program topluma faydalıdır sorusuna bile ortak cevap veremediğimiz ülkemizde bu da çözüm olamayacaktır. 

TV'deki filmlerde sigara ve içkinin perdelenmesi ne kadar absürd geliyor bana. Çocuklar dumanı görüyor, sigarayı hayal ediyor. Neyin şiddet neyin şiddet olmadığına karar veren  RTÜK, belli bir siyasi görüşün kontrolünde olduğu için bilimsellikten uzak bir kurum. 

Açıkçası bu hafta cevabı olmayan bir soru sormuş Deep. Sayfalar dolusu yazılabilir bu konuda ama somut bir netice almak imkansız görünüyor. İnternet, şiddet içeren öğeleri bakımından kontrol edilmesi daha da zor bir araç. Sanırım yine çözüm, çıkarılacak yasakçı yasalarda değil yukarıda belirttiğim gibi ailelerin çocuklarını yönlendirmesinden geçiyor.  

11 Ağustos 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 51

Ağaç Ev Sohbetleri 51. hafta konusu Dilhun'dan. Her zaman olduğu gibi bu haftaki konu yine ilginç bir sohbete kapı aralıyor. Hemen sorulara geçelim:

10 yıl öncesine baktığında iyi ki dediğin anların neydi? 10 yıl ileriye gitseydin bu anları tekrar yaşamak ister miydin?


Yirmi yaşında birisi için on yıl, hayli uzun bir süre olup hayatında on yıl geriye gittiğinde çocukluğunu görür. Fakat benim gibi "biraz" daha ileri yaşa gelmiş insanların yaşamında, on yıllık zaman dilimi, genellikle gençler kadar büyük farklılıklar içermez. Genellikle diyorum fakat bu, benim için geçerli olan bir durum değil. 

Beni tanıyanlar bilir. En hazzetmediğim sözcüklerden biridir "keşke". "İyi ki", "keşke" nin olumlu tarafı sanırım. Bu bile, beni "keşke" sözcüğüne sempatiyle bakmama yeterli olamıyor. Çünkü, yaşanmış bir olayın ister iyi ister kötü olsun, defteri dürülmüştür. Bir daha geriye dönüş yoktur. "İyi ki" dediğimiz anlar ve anılar, dudağımızın kenarında bıraktığı buruk ve mutlu bir gülümseme dışında bize hiçbir fayda sağlamaz. Bu yüzden, benim bütün "iyi ki" lerim on yıl öncesinde yaşanmış ve bitmiştir. O anları yeniden yaşamak gibi bir arzu ya da bir özlem hissetmiyorum.

Evet, on yıl önce aşırı yoğun bir iş hayatım vardı. Çok güzel günlerim oldu bu yoğunluğun içinde. Çocuklarımın ikisi de o dönemde üniversiteye gittiği için onlara karşı sorumluluğum devam ediyordu. Şimdi hem oğlum hem de kızım güzel birer meslek sahibi oldu. Eşimle birlikte emekliye ayrıldık. Ufak tefek bazı işlerimiz oluyor yine de, oyalanmak için. O dönem yazıp okuyamıyordum istediğim kadar. Şimdi ise hem okuyor hem yazabiliyorum. Blog okuyup yazmak ise olmazsa olmazım oldu. 

Bu güzel konu hakkında sizler de düşüncelerinizi paylaşabilir, sohbetimize katılabilirsiniz.