KATEGORİLER

5 Temmuz 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 150

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın  isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri'nde bu haftanın konusunu belirleyen sevgili DeepTone / Sade ve Derin,  sevgili Persephone'nun yazdığı  şu yazıdan ilham almış:

"Bugün ölüm ilânını yazman gerekseydi, seninle ve hayatınla ilgili neler anlatmasını isterdin?"

İnanın bu tür sorular bana göre değil. Önce "gerekseydi" sözcüğüne takıldım. Nasıl bir gereksinim, hangi koşullarda böyle bir ihtiyaç doğabilir? Tamam hayal gücümüzü sonuna kadar kullanalım ama yine de kenarda köşede kalmış akıl zerrelerinin isyanını nasıl bastıracağız? Birinci aşamada gereklilik sorununu çözmekle başlamak gerek. Peki o zaman hadi sıvayalım kolları, Rabbim güç, derman versin.

Mafyaya bulaştım bir şekilde haberim bile olmadan. Siyah takım elbiseli, kara gözlüklü karanlık kişiler büromu bastı ve silahı şakağıma dayadı. Nasıl böyle bir duruma düştüm, nerede hata yaptım bilmiyorum. Haydut herif, silahın horozunu çekti, klik sesini duymamla birlikte olayın ciddiyetini kavrayıp soğuk terler dökmeye başladım. "Sonun geldi," dedi adam dişlerini sıkarak. "Şimdi otur şuraya ve ölüm ilânını yazmaya başla."

Korkudan bacaklarım titriyordu. Başımı hafifçe kaldırdığımda, silahlarını üzerime doğrultmuş kara gözlüklü, fötr şapkalı üç adamın daha, sabırsızlanarak "hadi, yaz şunu" dercesine başlarını hareket ettirdiklerini fark ettim. Ölümden korkmadığımı sanırdım ama yine de bu kadar erken beklemiyordum. Üstelik hiç beklemediğim bir anda gelip beni hazırlıksız yakalaması ağırıma gitmişti. Bu durumda bile -huyum kurusun- düşünmekten kendimi alamadığım için kekeleyerek ağzımdan şu sözler döküldü.

"Madem öldürmeye kesin kararlısınız, niçin bunu istiyorsunuz benden?" 

Yanımdaki, çetenin başı olduğunu sandığım adam, namluyu şakağımdan uzaklaştırırken bana kocaman dişlerini gösterip sırıttı bir süreliğine. "Güzel soru." dedi. "Eğer ölüm ilânın hoşumuza giderse, canını bağışlayabiliriz." Arkadaşlarına dönüp "Değil mi, arkadaşlar?" Karşımdakiler hep bir ağızdan bağırdılar. "İyisini sen bilirsin Patron" 

Bu sözlerin üzerine içime su serpilmiş, karamsarlığımı aydınlatan küçücük bir umut ışığı belirmişti içimde. Onları bu kararlı tutumlarından vazgeçiren ne olmuştu? Henüz duaya, içine düştüğüm bu duruma el koyması için Tanrı'yı davet etmeye fırsat bulamamıştım. Kalemi elime aldım, çekmecemden çizgisiz bir dosya kağıdı çıkartıp yazmaya başladım.

"ACI KAYBIMIZ - Girit eşrafından armatör Merhum Akif Turna ve eşleri ilk kadın çobanlardan merhume Gülbeyaz'ın, yine aynı eşraftan eski Hanya Valisi merhum Nuri Kaftan ve eşleri meşhur kadın terzilerinden merhume Roze'nin kıymetli torunları,..."

"Olum," dedi yanımdaki haydut, yazdıklarıma göz ucuyla bakarken. "Ne saçmalıyorsun sen?"

"Ölüm ilânımı yazmamı istemediniz mi?" diye sordum çekinerek.

Silahını yeniden üzerime doğrulttu, önündeki sandalyeye bir tekme savurdu. "Ulan geri zekâlı, bana ne senin dedelerinden, ninelerinden. Bize kendinden, hayatından bahset." diye bağırdı. 

Tamam, artık sonun geldi, dedim içimden. Seni duaların bile kurtaramaz bu serserilerin elinden. Çaresiz, Okey dedim, elimden geleni yapayım bari. Önümdeki kağıdı yumak haline sokup çöp sepetine fırlattım, çekmeceden yeni bir kağıt çıkardım, başladım içimden geldiği gibi yazmaya.

"Pek Muhterem Geride Kalanlar,

Kendi arzum ve hür irademle yazmış olduğum bu tuhaf ölüm ilânını okuyorsanız, bilmenizi isterim ki, hali hazırda yanımda bulunan yakışıklı beyefendiler, burada yazdıklarımı muhtemelen tatminkâr bulmamış, üstlendikleri kutsal görevin bilinciyle sorumluluklarını yerine getirmek üzere ellerindeki ateşli silâhlarla canımı yakmadan bedenimden ayırma külfetine katlanmak zorunda kalmışlardır. Bazıları, etrafımı kuşatan şık giyimli bu nazik beylerin bana Tanrı tarafından gönderildiğini iddia edebilirler ama ben buna inanmıyorum. Onların neden gelip beni bulduklarını da bilmiyorum. Bugüne kadar ömrümün dörtte birinde inandım, onda birinde bocaladım ve kalan kısmında sorguladım. Yani anlayacağınız, yaşamı sorgulayacak hayli zamanım oldu. Bu süreçte varoluş mevzusunda en ufak bir ilerleme kat edemedim fakat yaşamı büyük ölçüde çözdüğümü düşünüyorum. Birbirini zenginleştiren iki temeli var hayatın. Bunlardan biri şans, diğeri ise akıl. Akıllı olup şansı olmayanların yüzü gülmez, ama şanslı olanlar pek akıllı olmasa da gemisini yürütebilir. Ben kendimi biraz şanslı, biraz akıllı görüyorum. Ve bu nedenle normal bir hayat sürdüğüme inanıyorum. Benden daha iyiler de var çevremde daha kötüler de. Hatta ortalamanın biraz üzerindeyim sanki. Zaman zaman çamura batsam da genel olarak aklımı kullanarak çevreye uyum sağladım. Günlük yaşamadım, daima yarını düşünerek adımlar attım, çünkü aklın bunu gerektirdiğini biliyorum.

Şanslıydım, iyi bir evlilik yaptım ki, bunu hayatta şans faktörünün en etkili alanı olarak görüyorum. Öğrencilik döneminde biraz sıkıntı çektiysem de savaşların ölümcül etkilerinden uzak kaldım.  Her şeye rağmen yaşadığım dönemde ileriye dönük umutlarımız vardı, şimdiki gençlerin sahip olmadığı bir ortamda büyüdük ve bizler, hedeflerimize büyük ölçüde ulaştık. İnsanız, ben de hayatın acımasız çarkı içinde bazı haksızlıklara -kendi çıkarımı düşünüp bilerek, isteyerek- göz yummuş olabilirim. Bu durum bazen vicdanımı sızlatıyor. Ancak bireysel olarak kimsenin hakkını yediğimi, kimseye bilerek, isteyerek zarar verdiğimi hatırlamıyorum. Ben şans eseri kendi hayat hikâyemi yazdım. Annem beni doktor olarak görmek istiyordu fakat benim arzum mühendis olmaktı. İlk tercihine Ege Tıp yaz, gerisine karışmam demişti. Sonucun istediğim yönde gerçekleşmesi sadece bir şanstı. Zira kazandığım tercihin hemen alt sırasında yine bir tıp fakültesi vardı. Ha, doktor olsaydım ne değişirdi? Eminim o dalda da başarılı olurdum. Çünkü başlangıçta neyin ne olduğunu ayırt edecek donanıma zaten sahip değildik o zamanlar."    

Kağıdı alıp yanımdaki çete reisine uzattım. Yüksek sesle okudu arkadaşlarına ve arkasından korkunç bir kahkaha attı. 

"Manyak bu adam ya," diye söylendi sırıtarak. Hep birlikte "Evet, manyak bu adam." diye tekrar ettiler reislerini arkadaşları, asık suratlarıyla. Ve sırayla odamın kapısından dışarı çıktılar. Ürkekliğimi üzerimden atamadan "Beğendiler galiba." diye geçirdim içimden. Vurmadıklarına göre...        

2 Temmuz 2022 Cumartesi

NOVELIZATION (ROMANLAŞTIRMA)

Edebiyat ve sinema birbirinden beslenen iki farklı sanat dalı. Geçmişten bugüne, söz konusu sanat dalları arasındaki geçiş yönü genellikle edebiyattan sinemaya doğru olmuştur. Türk ve Dünya Edebiyatından birçok ünlü eserin beyaz perdeye aktarıldığını biliyoruz. Bu yolu izleyen yönetmenlerin bir kısmı, ilham aldıkları edebi esere mümkün mertebe sadık kalmayı, bazıları ise bunun yerine, kendilerine daha özgür bir yol çizmeyi tercih etmişler. Diğer taraftan günümüzde sanat çevrelerinde sıkça tartışılan özgünlük ve temellük konusu üzerinde bir uzlaşmanın henüz sağlanamadığı bir gerçek. Romandan uyarlama filmlerin, romandaki tadı vermediği yönünde genel bir kanaat hakim olmasına karşın bu görüşün aksine, nadir de olsa, Doktor Jivago örneğinde olduğu bazı başarılı filmler de var.

Bilindiği üzere yazmak; okuduğunu, duyduğunu, gördüğünü kelimelerle ifade edebilmek, üstelik bu eylemin kolay ve doğru anlaşılabilmesi için dilbilgisi ve imlâ kurallarına uymak, anlatmak isteneni okurun hayalinde tüm detayıyla canlandırabilmek, yan bilgilerle okuru zenginleştirmek, kelime oyunlarıyla ve sanatsal öğeleri kullanarak kendine özgü bir üslûp yaratabilmek, okuru sıkmadan ona heyecanlı, keyifli anlar yaşatabilmek kolay işler değil. Tek bir film enstantanesindeki görüntüyü, konuşmaları ve sesleri, hissedilen duyguları aslına o sahnede görüldüğü şekilde değerlendirip yazıya dökmek de öyle. Edebiyat ve sinema sanatları arasındaki akış yönünün tam aksi istikamete, yani sinemadan edebiyata doğru çevrilmesinden söz ediyorum.

Dünya genelinde bazı filmlerin romanlaştırıldığını görüyoruz ama Türk edebiyatında nedense bu tarz bir çalışmanın izine pek rastlanmıyor. Bir filmi ya da bir film senaryosunu romana dönüştürmek ile edebi bir eseri senaryolaştırıp filme çekmek arasında bence hiçbir fark yok. Uyarlama neticesinde ortaya çıkan yeni eserler, kendi kuralları içinde değerlendirildiğinde, her iki durumda onların da özgün bir nitelik kazandıklarına şahit oluyoruz. Sanat türleri arasında bir nevi yer değiştirme olarak değerlendirilen Novelization (Romanlaştırma) işini sadece "uyarlama" sözcüğüne hapsetmek, onu basite alıp küçümsemek bence haksızlık olur. Nitekim modern edebiyat konularında uzmanlaşmış İngiliz edebiyat profesörü Julie Sanders, "Adaptation and Appropriation - Uyarlama ve Temellük" isimli eserinde uyarlamayı basit bir yer değiştirme olarak değil, bir türü başka bir türe dönüştürme, kendini yenileme eylemi olarak tanımlamıştır. Sanders, çalışmasında kendini yenileme eylemi sırasında yalnızca kopyalama işleminin yapılmadığını, özgünlüğün de işin içine dahil edildiğini vurgulayarak ele aldığı örnekleri uyarlama kavramı üzerinden tartışmıştır. Kanadalı yazar ve eleştirmen Linda Hutcheon ise, uyarlamayı "yaratıcı yorumlama süreci" ya da "yorumlayıcı yaratım" olarak niteler.

Bir film ve bir roman düşünün; her ikisinin konuları, olayları ve olayların geçtiği zamanları, mekan ve karakterleri birbirinin aynı olsun. Filmi izlerken hepimiz perdede ya da ekranda beliren aynı şeyleri görür, aynı sesleri işitiriz. Görüp işittiklerimiz belli ölçüde düşünmemizi, acaba şimdi ya da bundan sonra ne olacak diye merak etmemizi sağlarken hayal dünyamızı fazla harekete geçirmez. Sözgelimi bir film sahnesinde yaşlı adamın biri kapıyı çalıyor. Adamın yüz ifadesini, hareketlerini, saçının kelini ya da kelini saklamak için başına geçirdiği şapkanın şeklini, kılığını, kıyafetini, elinde baston ya da şemsiye taşıyıp taşımadığını, teninin rengini, çaldığı kapının ahşap mı metal mi olduğunu, kapının küçüklüğünü ya da büyüklüğünü, rengini ve boyalarının dökülüp dökülmediğini, kapının tokmağına mı vurduğunu yoksa zilini mi çaldığını, çıkan sesin alçak mı yüksek mi olduğunu, çıkan sesin neye benzediğini ve burada bahsedemediğim bunlara benzer yüzlerce detayı birkaç saniye içinde algılarız. Aynı sahneyi romanda ne kadar tasvir edebiliriz, birkaç saniyelik görüntüyü yansıtmak kaç sayfamızı alır? Yaşlı adamın nefesini, rüzgârın hışırtısını, çaldığı kapının tokmak sesini okurun zihnine tam olarak aktarmak hangi ölçüde mümkün? İşte roman yazmanın sihri burada başlıyor. Olayı anlatırken öyle yazmalısın ki okur, film sahnesinde gördüğü o adamı, kapıyı ve sesleri hayal edip gerçeğe en yakın şekliyle gözünde canlandırabilsin.   

Romanlaştırma konusunda detaylı çalışmaları bulunan Randall D. Larson, "Films into Books" adlı eserinde üç çeşit romanlaştırma yönteminden söz eder. Bunlardan ilki daha önce roman olarak yayımlanan eserin sinemaya ya da dizi filme, oradan da yeniden romana uyarlanması şeklindedir. Film senaryosundaki diyalogların üzerinde herhangi bir değişiklik yapılmaksızın olduğu gibi alınıp düz metin haline getirilmesini ikinci yöntem olarak sınıflandıran Larson, üçüncü yönteme film ve dizi senaryolarının karakter, mekân ya da konseptini temel alan özgün romanları dahil eder. Bu romanlaştırma türünde yazar, senaryoyu olduğu gibi romana aktarmak yerine film ya da dizi senaryosundaki temel öğeleri dikkate alır ve buna senaryodaki karakterleri ekleyerek yeni bir kurgu oluşturur. Larson, sinema romanlarının senaryo yazarları tarafından değil, genellikle başka yazarlar tarafından kaleme alındıkları için romanlaştırılmış kitapları, yaratıcılık barındıran özgün eserler olarak değerlendirmiştir.

Son Dans adıyla daha önce blogumda yayımladığım roman, benim romanlaştırma türünde yaptığım ilk denemeydi. Örneklerinden farklı olarak senaryodan değil, filmin kendisinden yola çıktım. Yazım sürecim boyunca filmde yer almayan yeni karakterler, yeni olaylar, yeni mekanlar eklemek, bazılarını da çıkarmak suretiyle romanın seyrinde epey değişiklik yapmıştım. Aradan epey zaman geçti, not almadığımdan uyarlamasını yaptığım filmin adını dahi unuttum. Yanlış hatırlamıyorsam filmin yapımcısı Meksikalı ya da Güney Amerika ülkelerinden birindendi.  

Son yıllarda gişe yapması düşünülen bazı yüksek bütçeli filmlerin çekimine başlamadan evvel senaryolarının  romanlaştırıldığını görüyoruz. Tanınmış yazarlara sipariş edilen bu tür romanların geniş kitlelere ulaşması, sonradan vizyona girecek aynı adı taşıyacak filmin izleyicisini arttırır. Bu durumda film şirketleri senaristin yanı sıra romanlaştırma işini yapan yazara da telif ücreti öderler. Bazen Yıldız Savaşları filmini romanlaştıran Amerikalı yazar Alan Dean Foster örneğinde olduğu gibi telif ücreti ödenip ödenmeyeceği ya da kime ve ne kadar ödeneceği gibi konular tartışma yaratırken, roman yazarı, film yapımcısı, yönetmen ve senaryo yazarı birbirine girip mahkemelik olurlar.   

İzmir Ekonomi Üniversitesi Arş. Gör. Özge Altıntaş, ASOBİD'in (Amasya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi) Nisan 2020 tarihli çeviribilim özel sayısına yazdığı makalede Türk edebiyat tarihinde çeviri eylemi olarak romanlaştırılan ilk eserin 1944 yılında Canavar Frankenstein adıyla yayımlandığından bahsetmektedir. Frankenstein dışında ülkemizde romanlaştırma konusunda yapılan herhangi bir çalışmaya pek rastlamadım.

Eğer, sabırla yazımı buraya kadar okumayı başarabildiyseniz size bir haberim var. Yeni bir romana başlıyorum. Haftada bir yayımlamayı plânladığım çalışmam, yine bir novelization, romanlaştırma türünde. Bu kez güzel bir Yunan filmiyle çıkıyorum yola. Bundan tam yüz yıl önce Ege adalarında, Anadolu'da, Balkanlar'da ve Rusya'nın Karadeniz kıyılarında yaşayan kadınların trajedisi romanımın ana temasını oluşturuyor. Birinci Dünya Savaşından sonraki yıllarda çalışan nüfusun azalması, yaşanan açlık, kıtlık ve insanların zor kullanılarak yerlerinden edilmesi, okyanusun öte yanında, fırsatlar ve özgürlükler ülkesi olarak yıldızı parlayan Yeni Dünya'ya büyük bir göç başlattı. Önce erkekler şansını denedi. Örneğin Harput'tan yaklaşık 70.000 Türk'ün bu kervana katıldığı söyleniyor. Dilini, kültürünü, örfünü ve adetini bilmediği yabancı topraklarda bu insanlardan pek azı yalnızlığa tahammül edip gurbet ellere uyum sağlayabilmiş. Önemli bir kısmı Kurtuluş Savaşına katılmak üzere geri dönerken bazıları ise orada kalıp milli mücadeleye parasal yönden destek vermiş. 1920'li yılların başında geçim sıkıntısı çeken anneler, evlenme çağına gelen kızlarını, kendilerini kurtarıp birer koca edinmeleri ve biraz da ailelerine destek olmaları için Amerika'ya göndermeye başlıyor. Dini ve kültürel nedenlerin yanı sıra savaşta ibrenin lehimize dönmesi, Atatürk'ün önderliğinde ülke koşullarının düzeleceğine dair yeni umutların belirmesinden dolayı bu talihsiz kızların arasında Türkler yok. Vekalet nikâhı, posta yoluyla sipariş edilen genç kızlar, zorlu bir deniz yolculuğu, gemide dönen entrikalar, kurulan dostluklar ve orada doğan bir aşk hikayesi romanın temel konuları. "Çalıntı Öpücükler" Stamatis Spanoudakis'in muhteşem müzikleriyle pek yakında...


29 Haziran 2022 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 149

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın  isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri'nde bu haftanın konusunu sevgili Tozzerresii / Murat Karakılıç belirledi:

"Mutlu olmak isteyen insan ile mutlu kalmak isteyen insan arasındaki fark nedir?"

Mutluluk... Her insanın peşinde koştuğu bir kavram. Kişiye özel ve yaşama anlam veren tatlar ve hazlar bütünü. Bazen güzel bir çiçeğin kokusu, kulağa hoş gelen bir melodi ya da sevdiğin insanla gün batımını seyre dalmak. Bazen dostlarla rakı masasında Akdeniz şarkıları mırıldanmak. İlk çocuğunun ilk adımları, okuldan mezun olup kepleri havaya fırlattığın an. 

Yanlış hatırlamıyorsam, daha önce de mutluluk konusunu tartışmıştık ya da yazılarımdan birinde bu konuya değinmiştim. O zaman da belirttiğim gibi insan yaşamında biteviye sürüp giden bir mutluluk söz konusu olamaz. Varoluş felsefesinde kendime en yakın hissettiğim filozoflardan biri olan Schopenhauer, hayatın acı ve kederle donatılmış olduğunu, aralara serpiştirilmiş mutluluk kırpıntılarına tesadüfen kavuşma anlarında bunların tadını çıkarmamız gerektiğini savunur.

Dışarıdan mutlu görünen pek çok insanın hangi dertlerle uğraştığını, ne acılar çektiğini, nelere üzüldüğünü bilemeyiz. Ömrü boyunca mutlu bir yaşam süren insan yoktur. Genellikle dertlerimizi içimize atar, mutlu anlarımızı dışarı yansıtırız. Bazen de kendimizi zorlar mutluymuşuz gibi davranırız. En önemlisi mutluluk anlıktır, gelir ve geçer. Bazen bu anları hatırlayıp mutlu oluruz. Acı, üzüntü, keder bazen uzun süreli olabilir. Sözgelimi yatalak bir hasta ya da çaresiz bir illete yakalanmış insan sürekli olarak içinde bulunduğu durumu düşünür. Bu halde olsalar bile dostlarını yanlarında görmek onları kısa süreliğine mutlu eder.

Mutluluğun istenerek elde edilebileceğini düşünmek sadece bir yanılsamadır bana göre. Ruhsal yönden sağlıklı bir insan günlük yaşamında anlık mutluluk kırpıntılarını azami ölçüde yakalar. Zanneder ki mutluluk her zaman elinde. Oysa o, önüne gelen güzellikleri fark edip haz almayı bilmiştir sadece. Bazıları hayal kurmanın bile insanı mutlu edeceğini düşünür. Doğrudur. Ancak hayat öyle acımasızdır ki, en mutlu olduğumuz bir anda acı gerçeklerle yüzleştirir bizleri. Bu bakımdan isyan etmeye hiç gerek yok. Yaşamı acısıyla, tatlısıyla kabullenmek, değiştirip düzeltebileceğimiz şeylerin üzerinde çalışıp sorunları gidermek, elimizde olmayan ya da gücümüzün elvermediği durumları da akışına bırakmak (varlığını kabul etmesem de) kalıcı mutluluğa giden ehven-i şer bir yol.    

Eğer mutluluk istemimizle erişebileceğimiz bir olgu olsaydı o zaman kalıcı olmasını tercih etmek akıllıca bir seçim olurdu muhtemelen. Çünkü mutlu olmayı istemek münferit olaylardan haz almaya ilişkin bir seçim. Mutlu kalmak ise yaşam boyu o şeylere sahip olmak demektir. Yukarıda belirttiğim üzere her insan, her anını mutlu yaşamak ister ama çoğu  zaman elinde olan bir şey değildir bu durum. 

Madem mutluluk her istediğimizde ulaşabileceğimiz bir durum değil, o zaman oturup bizi ziyaret etmesini mi bekleyelim? Elbette bu tembelce bir tavır oluşturur. Mutlu olmak için, bir yandan dertlerimizi unutmaya çalışırken diğer yandan gözlerimizi açıp o küçük mutluluk anlarımızı yakalamaya ve onların tadını çıkarmaya mahkumuz. Belki biraz vurdumduymaz olmak her şeyi sorgulayan pimpirikli biri olmaktan evlâdır. Diğer taraftan biraz ön hazırlık yapıp mutlu anlar için uygun ortamı hazırlamak da elimizde.  Ne var ki bu durum asla mutlu olmamızı garantilemiyor. Demek istediğim de tam olarak bu. Sözgelimi güzel bir tatile çıkıyorsunuz, her şeyi dört dörtlük plânlamışsınız. Yola çıktınız ve hiç beklemediğiniz bir kaza geçirdiniz, ya da bir telefon geldi en yakınlarınızdan biri...

21 Haziran 2022 Salı

BÜYÜKANNELER - DORIS LESSING

Kitabın Adı: BÜYÜKANNELER

Yazar: DORIS LESSING

Çeviren: Pınar Güncan

Sayfa Sayısı: 326

Yayınevi: Çitlembik  Yayınları 

Türü: Roman 

Doris Lessing (1919-2013) babasının görevi nedeniyle bulunduğu İran'da doğan Nobel Edebiyat ödüllü feminist bir yazar. Daha önce yazarın hayatını anlatan Tenimin Altında adlı, kitabını beğenerek okuduğumu hatırlıyorum fakat ne yazık ki blogumda izlenimlerimi paylaşmayı ihmal etmişim. Üretken bir yazar olan Lessing, yazdığı elliden fazla romanında toplumların kültürel kısıtlamalarına baş kaldıran, küresel fırsat eşitsizliğine dikkat çeken temaları işlemiş.

Yazarın Büyükanneler isimli kitabında dört adet kısa roman bulunuyor. Yazım dilinin sadeliği, birbiri ardına çok sayıda konu üretmedeki ustalığı yazarın altını çizmem gereken en belirgin özellikleri. Çeviri fena değildi ancak baskı hatası nedeniyle üçüncü romanın sonu ile dördüncü romanın ilk kısmında toplam sekiz sayfanın boş çıkması can sıkıcıydı. Kitapta son sırada yer alan Aşk Çocuğu, benim en çok sevdiğim roman oldu.

İlk roman kitaba adını veren Büyükanneler 58 sayfadan oluşuyor. Yakın arkadaş olan iki kadın birbirlerinin oğullarına aşık olup onlarla gizli saklı bir ilişki yaşarlar. Toplumda hoş görülmeyen bu durum çocukların kendi yollarını çizmesiyle birlikte sekteye uğrar ve kadınlar ilişkilerinin bitmesine karar verirler. Romanın anlatım tarzı güzeldi ama konuyu biraz zorlama buldum. 

İkinci romanın adı Victoria ve Staveney Ailesi. Yazar 76 sayfalık bu romanında fakir siyahlar ve zengin beyazlar arasındaki ilişkiye değiniyor. Fakir siyah bir kadının beyaz bir adamla evlilik dışı ilişkisinden doğan Victoria, daha iyi koşullara sahip olması için babasının yanında kalması teşvik edilir annesi tarafından. Ancak bu durum kızın köklerini unutup başka bir dünyayı tercih etme tehlikesini barındırdığı için annesini tedirgin eder. Sevdiğim ikinci roman bu oldu.

Üçüncü roman, Bunun Nedeni, bana biraz fantastik geldi. 60 sayfa uzunluğundaki romanda yıkılmaya yüz tutmuş farazi bir uygarlığın on iki yöneticisinden hayatta kalan sonuncusunun ağzından yeni nesillerin yapmış olduğu hatalar ve çöküşün nedenleri anlatılıyor. Bu romanın -eksik sayfalar nedeniyle- sonunu görme imkânımın ortadan kalkması bir yana konusu itibarıyla hoşuma gitmediğini söyleyebilirim.

Ve kitabın sonuncu romanı, Aşk Çocuğu, 127 sayfayla en uzun olanı. İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiliz askerlerinin bulunduğu gemi Hindistan'a doğru zor şartlar altında yol alırken Güney Afrika'nın başşehri Cape Town'da birkaç günlüğüne mola verir. Misafir edildiği evin sahibesi evli bir kadına aşık olan bir asker yaşadığı tek gecelik birlikteliğin sonucunda bir oğlunun olduğunu öğrenir ve hem aşık olduğu kadının hem çocuğun peşine düşer. İkinci Dünya Savaşının İngiltere ve sömürgesi altındaki toprakları nasıl etkilediğini gözler önüne seren bu roman kitabın adı olmayı Büyükanneler'den çok daha fazla hak etmişti bence. Gerek konu ve kurgu, gerekse üslûp bakımından Aşk Çocuğu isimli romana bayıldım.            

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 148

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın  isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri'nde bu haftanın konusunu sevgili BLOGDedektifi belirledi:

"Önyargı yapar mısın? Önyargı yapanlara karşı yaklaşımın nasıl?"

Önyargı ne taraftan bakarsak bakalım insanı zor durumda bırakabilecek bir davranış. Bununla birlikte, hiç kimseye karşı önyargılı değilim diyemem sanırım. Her insan dış görünüşü, konuşması ve hareketleriyle az çok kendini belli eder ama bütün bunlardan yola çıkıp biri hakkında kesin hüküm vermek doğru değil. Dış görünüş bazen yanıltıcı olabilir ve bu yanılgıyla karşımızdaki insana karşı yanlış davranışta bulunmak bizi utandırabilir. Bazen de tam aksi durumla karşılaşmak mümkün. Dışarıdan beyefendi ya da hanımefendi görünen biri gelip sizi dolandırabilir. 

Uzun yıllar birlikte çalıştığım bir patronum vardı. Sonradan görme değil çekirdekten yetişme biriydi. Bugün on milyonlarca dolar servetin sahibi olan bu adam, gençlik yıllarında işçilerle birlikte aynı çadırı paylaşmış, yeri geldiğinde iş makinesi operatörlüğü yapmış kalender bir insandı. Herkesi değiştiren para ona zerre kadar tesir etmemiş, yaşamında hiçbir değişiklik getirmemişti. Karşıdan görseniz kılığı kıyafetiyle kapıcı Mehmet Efendi diyebileceğiniz sıra dışı bir tipti yani. Lâkin adamın pırlanta gibi bir yüreği vardı. Artık onun çok gerisinde kalan çocukluk arkadaşlarına karşı asla böbürlenmez, kapısına gelenlere her zaman izzet-i ikramda bulunurdu. Şirketin bir de satın alma müdürü vardı, adı diyelim Ekrem olsun. Adam anasının gözü. Büyük meblağlarda alım yapıldığı için firmalardan kendi payına düşeni talep edecek tıynette bir karakter. Bakımlı, kılığına kıyafetine son derece dikkat eden bir düzenbaz. Günlerden bir gün patron, sipariş vermek üzere sanayideki büyük firmalardan birine giden Ekrem'e ben de geleyim seninle der. Ekrem ne diyebilir ki? Birlikte sanayiye varırlar. Mal alacakları şirketin sahibi Ekrem'i karşısında görür görmez ağzının suyu akar. Bir iltifat, bir ikram deme gitsin. "Ekrem Bey, hoş geldiniz, şeref verdiniz efendim, şöyle buyurun, odama geçelim, çay kahve ne emredersiniz?" Bizim Ekrem'in rengi atar tabii. Çünkü mağazanın sahibi, kapıcı Mehmet Efendi kılığındaki büyük patronun yüzüne bile bakmıyor. Patron bir kenarda süslüm püklüm dikilmiş, Ekrem'e yapılan iltifatları izliyor. Ekrem, kıpkırmızı bir suratla "Şey," diyor mağaza sahibine patronu işaret ederek, "Bu bizim patron, Necmettin Bey..." Mağaza sahibi hemen çark ediyor, Necmettin Bey'in adını çok duymuş belli ki, yaptığı gafın farkına varıyor. Ekrem Bey'i bırakıp bu kez patrona yalakalık etmeye başlıyor. Patron muzipçe gülümsüyor. Bizim Ekrem, bunca iltifata mazhar olduğuna göre bizi iyi söğüşlemiş anlaşılan, diyor içinden. Çok  geçmeden suçüstü yakalandığı başka bir olaydan sonra iş akdi feshediliyor Ekrem'in.

Bazen geçmişte yaşanan bazı durumlar toplumun belli kesimlerine yapışır ve halk onlara önyargıyla yaklaşır. Sözgelimi Kayseriliyim diyen biriyle karşılaştığımızda, paragöz, cimri, ticari konularda kafası çalışan, pazarlıkta bir numara bir figür beliriverir hemen aklımızda. Bu bir önyargı elbette ama hepsi de böyledir demek yanlış. Bu konuda örnekler çoğaltılabilir fakat konuyu dağıtmayalım.

Önyargı yapar mıyım? Bakın yine aklıma muzırlık geldi. Önyargı yapılan bir şey midir? Sevgili yapmak gibi bir şey olmalı. Ama olsun, bu dili de söktüm sayılır. Evet, ön yargı yaparım. Kültürlü bir insan hal ve hareketinden belli eder kendini. Fakat kafası örümcek bağlamış cahil bir insana karşı mesafemi korumaya çalışırım. İnsanları tanıdıktan sonra önyargılarım değişebilir.

Şirket yöneticileri, yola çıktıklarında şoförleriyle beraber aynı yemek masasına oturmazlar. Bu genel bir kuraldır. Çünkü bu insanların ağzı genellikle gevşektir söz gelimi, önlerinde şirketin özel sayılabilecek sırlarını konuşmak risklidir. Bazıları hemen sizinle kanka olmaya heves eder, bir bakarsınız aranızda saygı seviyesi iyice ortadan kalkmış, misafirleriniz karşısında sizi utandıracak şekilde davranıyorlar. Bazıları ise yerini bilir, ne kadar sıcak davranırsan davran, ne kadar samimi olursan ol, mesafeyi korur. Bu yüzden önyargı iyidir. Baktınız ki, adam iyi niyetinizi suistimal etmiyor, üstelik ağzı sıkı, lâf taşımıyor, işte o zaman aynı masayı paylaşmaktan çekinmezsiniz. 

Bütün bu katılığıma rağmen kendimi hümanist olarak tanımlamakta mahsur görmem. Zira dili, dini ve ırkı ne olursa olsun her insan benim için aynı değerdedir. Yeter ki bağnaz olmasın, aklını kullanmasını bilsin ve iyi huylara sahip olsun. Önyargılı olduğum kişilere zarar vermek ya da farklı davranmak aklımdan geçmese de onlarla aramdaki mesafeyi korumak isterim. 

Bana öyle geliyor ki, önyargının ana nedenlerinden biri de toplumda güven duygusunun azalması ve insanın içinde doğuştan var olan bencillik duygusu. Her an birinden kazık yiyeceğimiz korkusuyla gardımızı alıyoruz bir bakıma. Albert Einstein, "Önyargıları parçalamak, atomu parçalamaktan daha zordur." demiş. Dolayısıyla bu gerçeği kabul etmek zorundayız. Her insanda, az ya da çok, bir savunma mekanizması olan önyargının mevcut olduğuna inanıyorum.   

Önyargı yapanlara karşı yaklaşımım nasıl olabilir? Eğlendirici bulurum herhalde. Aynı yukarıda verdiğim örnekte patronum Necmettin Bey gibi davranırım. Kıs kıs gülerim içimden. Bazen sinirlendiğim de olur elbette. Sözgelimi bir alışveriş merkezinde görevlinin, bir şeyler aşırıyor mu diye sizi sinsi sinsi takip etmesi son derece rahatsız edici bir durum. Haklı olabilir belki, bunu yapmış olabilir bazıları. Ama sizi de onlarla aynı kefeye koymak bir önyargı değil mi? Aslına bakarsanız önyargı meselesi her durum için ayrı ayrı değerlendirilmeli. Önyargı bizleri yanlış tavır içine soktuğu gibi bazen can kurtarıcımız da olabilir.

20 Haziran 2022 Pazartesi

AMOK KOŞUCUSU - STEFAN ZWEIG


Kitabın Adı: AMOK KOŞUCUSU

Yazar: Stefan ZWEIG

Çeviren: Levent BAKAÇ

Sayfa Sayısı: 83

Yayınevi: Koridor Yayıncılık 

Türü: Roman (Psikolojik)

Amok Koşucusu, Stefan Zweig'ın  en çok bilinen kitaplarından bir diğeri. Geçen hafta ilk kez okuduğum romanın neden bu kadar göklere çıkarıldığına anlam verememiştim. Hele yazarın Satranç adlı eseriyle mukayese ettiğimde Amok Koşucusu gözüme pek sönük gelmişti. Kitabı bitirdikten sonra her zamanki gibi, yorumlara, youtube kanalında yapılan inceleme ve değerlendirmelere göz attığımda bir şeylerin ters gittiğini anlamıştım, kitabı yeni baştan okumaya karar verdim. Çeviriden kaynaklanan bir durum değildi bu sanırım, kusurun bende olduğuna inanıyordum. Fakat ne olur ne olmaz diye kitabı bu kez Bizim Kütüphane kanalının sesli kitabından, Benal Koç'un sesinden dinledim. Ne yazık ki çeviriyi yapanın adını vermemişler. Sayfalar ilerledikçe olayların içine giriyor, ilk okuyuşumda atladığım detayları yakalıyordum. Yazarın o muhteşem tasvirlerine, betimlemelerine, anlatım diline bir kez daha vuruldum. Şimdi anlıyorum ki, Zweig'ı ve kitaplarını anlayabilmek, hak ettikleri değeri verebilmek için önce kafamızı boşaltmak ve yazarın hayal dünyasına girmek gerekiyor.

Stefan Zweig'in sayfa sayısı yüzü geçmeyen bu kitaplarına roman demek ne kadar uygun bilmiyorum. Novella tabiri kullanılıyor bu tür kısa romanlar için ama ben uzun öykü demenin daha uygun geleceğini düşünüyorum. Olay, Satranç ve yazarın diğer pek çok romanında olduğu gibi yine bir yolcu gemisinde geçiyor. Öykümüzün tek kahramanı, gerçek adını bile bilmediğimiz bir doktor, nam-ı diğer Amok Koşucusu. Önce kitabın adı ilgi uyandırıyor. Nedir bu Amok? Malezya kültüründe yer etmiş bir çıldırma, bir delirme hali. Herhangi bir nedenden ötürü daha fazla strese dayanamayıp sigortasının atması insanın. Eline hançeri alıp gözü kararmış bir şekilde koşmaya başlıyor, önüne çıkan insan hayvan ne varsa öldürüyor, durdurmak mümkün değil. Böyle birini gören köy halkı Amok, Amok diye bağırarak evlerine kaçışıyor canlarını kurtarmak için. Amok önüne geleni doğruyor ta ki vurulana, ya da sonunda enerjisi bitip ağzından köpükler saçarak kendini öldürene kadar.

Kalküta'dan yola çıkan Oceania gemisinin yolcularından biri olan anlatıcı, gecenin bir vakti güvertede yaşama dair umudunu yitirdiği bezgin haline yansıyan Alman bir doktorla tesadüf eseri karşılaşır. Doktor, yaşadığı serüveni tüm detayları ile anlatır. Yıllar boyu görevlendirildiği Polinezya adalarından birinde yedi yıldan beri yalnız başına hayatını devam ettirmeye çalışan doktor, aşağıladığı yerli halkın arasında tükendiğini, yaşama sevincinin kalmadığını düşünmektedir. Tam da o sırada uzak bir şehirden gelen ve koloninin ileri gelenlerinden bir tüccarın karısı, İngiliz bir kadın kapısını çalar. Doktor, içinde bulunduğu ruh halinin etkisiyle kadına kaba davranır ve parası karşılığında yaptırmak istediği yasak bir ilişkinin ürününü ortadan kaldırmaya yanaşmaz. Bu iş için kadının para teklifini onur kırıcı bulurken, parasıyla her şeye sahip olacağını düşünen bu kibirli kadına yardımcı olmak ve büyük sırrını muhafaza etmek için tek seçeneğin kendisiyle yatmak olduğunu söyler. Kadın mağrur bir şekilde "ölmeyi tercih ederim" der ve arkasını dönüp gider. 

Doktor, aradan geçen birkaç saniye sonra hatasını anlamış ve yaptığı kabalıktan ötürü pişman olmuştur. Kadının peşinden koşar. Önüne çıkan her türlü engeli aşarak kendini affettirmek için çabalar. Bu uğurda canının bile önemi yoktur artık. Ama iş işten geçmiştir. Aynı Amok Koşucusu gibi sonu ölümle bitecek bir yolculuktur Doktorun sonu. 

Yazar, burada hatayı yapan mı yoksa yaptığı hatadan pişmanlık duyan birine kibirle sırtını dönen mi daha suçlu sorusunu tartışmaya açıyor bir bakıma. Bu kibrin sonunda iki taraf da kaybeden oluyor zira. Stefan Zweig'in bu öyküsünde de, Satranç romanında olduğu gibi yaşanan travmalar, tükenmişlik, yalnızlık ve ölüm temalarını görüyoruz. Geminin güvertesinde ayın ve yıldızların ışıltısını, geminin bir aşağı bir yukarı hareketiyle yardığı dalgaların her iki yanında bu parlaklığın yansımalarını anlatan muhteşem tasvirlerine hayranlık duymamak olası değil. Gökyüzündeki ışığı örten kadife bir perde ve ışığın geçmesine izin veren pencerelerden püsküren yıldızlar, geminin motor seslerinin kalbin vuruşunu andırması, dalgaların arasında bir aşağı bir yukarı yola alan geminin karasabanın toprağı işlemesini andırması gibi nefis betimlemeler çok etkileyici.

"Gökyüzü ışıl ışıldı ve içinde uçuşan yıldızların etrafını kapkara sarmakla birlikte, yine de parıldıyordu; sanki kadifeden bir perde muazzam bir ışığı örtüyor ve püsküren yıldızlar, bu ışığın geçmesine izin veren pencere ve çatlaklar oluşturuyormuş gibiydi. Gökyüzünü daha önce hiç o gece gördüğüm gibi görmemiştim; ... insan ayın ışığı giderek sönmekteyken yıldızlar tarafından yeniden tutuşturulduğu ve esrarlı bir şekilde içten içe tekrar yanmaya başladığı hissine kapılıyordu."

Aklımı kurcalayan tek husus, kendini Amok Koşucusuna benzeten doktorun büyük sırrını tüm detayıyla geminin güvertesinde tesadüfen karşılaştığı yabancı bir adamla (anlatıcıyla) paylaşması oldu. Bunun nedeni belki ölümünü önceden plânlamış olmasıydı. Lâkin sır öldükten sonra önemini yitiren bir şey midir? Napoli limanında meydana gelen kazaya ilişkin İtalyan gazetelerinde çıkan muhtelif haberlerden anlaşıldığına göre belli ki anlatıcı bu büyük sırrı saklamayı bilmiş. Oysa İngiliz kadının hatırasını hiçe sayıp arkasından kötü lâflar edilmesine yol açacak şekilde kazanın içyüzünü biliyorum deyip gazetelerden güzel paralar kapabilirdi. 

Kitap ince olmasına rağmen kalın kapaklı ve kaliteli bir cilde sahip. Fazla spoiler verdiğimin farkındayım ancak verdiğim bazı bilgilerle kitabın daha rahat anlaşılacağını düşünüyorum. Ayrıca, kanaatim odur ki, kitap hakkında ne kadar spoiler verilirse verilsin yeni okuyacak insanları olumsuz etkilemek bir yana, merak duygularını daha da pekiştirecektir. Başta biraz zorlanarak da olsa okuduğum Amok Koşucusu, sevdiğim kitaplardan biri oldu. Ama bana soracak olursanız Satranç romanını daha çok sevdiğimi söylemek isterim. 

15 Haziran 2022 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 147

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın  isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri'nde bu haftanın konusu sevgili Sade ve Derin / DeepTone tarafından belirlendi:

"Cenneti nasıl hayal edersiniz?"

O güzel hayallerinizi yıkmak istemem ama yok, maalesef yok öyle bir yer. Sizi kandırıyor birileri! Hayalini kurmamızı istedikleri, fakat gerçekte olmayan bir cennet var elbette. Kitapta anlatılan cenneti soracak olursanız, bu cennet benim hayallerime şöyle yansıyor. Hadi, birlikte bakalım: 

Öldüm, ruhum sıcak bedenimi terk etti, göğe doğru yükselmeye başladım. Bedenimi görüyor ruhum, yükseldikçe küçülen bedenimi... Üzerimdeki ağırlığın tek sebebi bedenimmiş demek! Açık gri bir buhar görünümünde bulutlara karışırken etrafımda uçuşan başka ruhlar görüyorum bazen. Tuhaf bir vurdumduymazlık hissediyorum, göğe yükselen bütün ruhlar kendi aleminde, birbirleriyle ilgilenmiyorlar. Belli ki, cehennem korkusu bacayı sarmış. Dehşet bir şey bu, görmelisiniz. Yanından geçtiğim ağlak ruhlardan bazıları, fısıltı halinde ha bire tövbe istiğfar çekiyorlar. Gülümsüyorum, "artık çok geç" derken baş parmağımı burnuma götürüp nanik yapıyorum onlara. Acemi ruhlar şaşırıp geri dönmesinler diye, yukarıyı gösteren ok işaretleri konulmuş yol boyunca. Yükseldikçe altımda kalan bulutlar harika bir görüntü oluşturuyor. Kendimi o pembe renkli pamuk denizine atmak istiyorum ama başaramıyorum. Ruhum havadan hafif olduğu için yer çekimi işe yaramıyor. Acemi ruhlar o kadar hafif değil, çünkü değer verdikleri bazı dünyalıkları yanlarına almışlar, bu onların yükselmesine engel. Hatta bazı ruhlar ölmekten vazgeçip tekrar bedenlerine geri dönebiliyor. Tahmin edeceğiniz gibi herkesin yükselme hızı farklı. Dünya hayatında çile çeken ruhlar bir an önce Araf'a çıkmak için acele ederken, içinde fesatlık taşıyanlar, ne işe yarayacaksa, zaman kazanmaya devam ediyor. 

Yeni bir şey öğrendim. Burada zaman kavramı farklı. Yukarı çıktıkça zaman daha ağır ilerliyor, yani arkadan gelenler öndekilere bir şekilde yetişiyor. Bunu görevli bir melek tarafından yakalarımıza kimlik kartlarının takıldığı, göğün birinci katına çıktığımda anladım. Birkaç metre gerimde çocuklarım, birkaç metre ilerimde annemi, babamı, büyük annelerimi, büyük babalarımı gördüm. Yaka kartları olmasa onları tanıyamazdım. Yüz metre kadar ilerimde parlayan bir ruh gördüm. Merak edip yanına koştum. Yaka kartında doğum tarihi 1881 yazıyordu. Anladım ki göğün birinci katında bir asırlık zaman farkı saniyeler mertebesinde. Muhtemelen göğün ikinci katında peygamberle saf tutacağım. Yıllar geçiyor ama geçen yıllar bana saniyeden kısaymış gibi geliyor.

Yolculuğum konusunda size net bir şey söyleyemem. Ne keyifli ne de sıkıcıydı. Hani toplasan belki yedi saniye falan sürmüştü algıladığım kadarıyla. Tabii bu zaman dilimi dünyada milyarlarca yıla tekabül ediyor olmalı. Böylece ucu bucağı olmayan geniş bir alana geliyoruz hep birlikte. Benden milyonlarca yıl önce yaşayanlarla milyarlarca yıl sonra yaşayacak olanlar, yani siyahıyla, beyazıyla, her milletten bütün insanlar, mahşeri bir kalabalık içinde hesap vermek üzere Arafta toplanıyoruz. 

Doğrusunu söylemek gerekirse Araf hiç de hoş bir yer değil. Kalabalığı görünce ilk kez gözüm korkmaya başlıyor. Bu kadar insanın hesabının görülmesi için dünya kadar zaman lâzım. Kendi kendime söyleniyorum. Tanrı'nın duyamayacağı bir sesle "Papazı bulduk!" diyorum. Hemen yanımdaki ruhlardan biri heyecana kapılarak bana doğru fısıldıyor. "Hani, nerede?" diye soruyor. Muhbirlerden biri olmalı, diyorum içimden. Burada bile kendilerine kadro yaratmaları şaşırtıcı! Ama şöyle güzel bir eleme yapmak aklımdan geçmiyor değil hani. Yoksa yıllarca Araf'ta kalacağız. Hiç sevmediğim bir şey belirsizlik. Olsun artık ne olacaksa. Cennet, cehennem fark etmez. Müslüman olmayanları ayırıp onları doğrudan cehenneme tıksalar zamandan epey tasarruf sağlanabilir belki de. Ancak Müslüman ruhlardan pek çoğunum gideceği yer de aynı. Hepsi şeytana pabucunu ters giydirecek cinsten. Bütün arzuları, Tanrı'yı aldatıp hiç emek sarf etmeden cennetten iyi bir köşe kapmak. İşin tuhafı, Tanrı'nın bu durumu biliyor olması ve her nedense bilmez görünmesi. Bakın bu durum sevgili Tanrı'mızın espri anlayışıyla alakalı olabilir belki. Nitekim benzer espri anlayışıyla kurdurduğu Sırat Köprüsünün karşısına geçip aşağı düşenlere kıs kıs güleceğini adım gibi biliyorum. Mesleğim gereği köprüyle ilgilendim biraz. Tabliyesinde şimdiye kadar hiç görmediğim bir malzeme kullanılmış. Dışarıdan bakıldığından son derece sağlam görünüyor. Köprü ayağındaki levhanın üzerinde "Sırat Köprüsü - Beşli Çete tarafından inşa edilmiştir." yazıyor. Yok artık, bu kadar da olamaz dedim, burayı bile ele geçirmişler! Biraz ötede etrafına geniş bir kalabalık toplayan Reis, kendinden emin bir şekilde gülücükler dağıtıyordu. Size göre yıllar, bana saniyeler süren o sessiz yolculuk sayesinde gülümseyen, sevinçli, üzüntülü ya da acı çeken ruhları tanıyabiliyordum artık. Hesap zamanı gelmişti. Akın akın köprüye hücum ediyordu ruhlar. Bedenlerinden arındırılmış ruhlar, onca hafifliklerine rağmen aşağıda yanan cehennem ateşine kuru birer yaprak misali süzülüyordu. İtiraf edeyim, ben daha ağır bir manzara bekliyordum. Her ruhun ete kemiğe bürünmüş haliyle, yani topyekûn bir insan olarak Sırat Köprüsüne sürüleceğini, aşağıda harlı ateşe düşen zavallı insanların derileri yanıp döküldükçe, sırf daha iyi azap çeksinler diye yanan derilerinin başkalarıyla değiştirileceğini sanıyordum. Bu sanmaktan da öte bir şeydi, aynen böyle yazıyordu Kitap. Ağır ağır köprüye doğru ilerlerken nasıl olduysa kalabalık bir ruhlar topluluğunun arasında buldum kendimi. Kuvvetli bir akışa teslim olmuş, tanımadığım ruhlarla köprüye doğru hep birlikte sürükleniyorduk. Tamam dedim, buraya kadarmış. Zavallı ruhum altta fokur fokur kaynayan su kazanlarında yok olacak, susadığımda bana sadece irinli su ikram edilecek, yutmaya kalktığımda onu bile boğazımdan geçirmeye gücüm yetmeyecek, en sonunda her yandan ölüm gelecek, ölümün kurtuluş olduğunu bildiğim halde, ölümü gösterip ölmeme müsaade etmeyecekler ve ardından daha katı bir azap bekliyor olacak beni.... 

Ruhum daralmıştı. Bir yandan aklımda deli sorular uçuşuyordu. Aşağıda tüm azametiyle yanıp duran cehennem ateşinin binlerce derecelik yakıcı sıcağını hissetmiyordum. Bütün ruhlar benimle aynı durumda mıydı? Ruh, ateşte yanar mıydı? Ateş, ruhu yakar mıydı? Bir fırsatını bulup başımı arkaya çevirdim. Reis yanındakilere sesleniyordu, "Sabredin nankörler, şükretmesini bilin pislikler, sürtükler..."  Benim için iş işten geçmiş, sabredip şükredecek zamanım kalmamıştı. Tuhaf bir şekilde köprüyü yarılamış olduğumu fark ettim, sayıları gittikçe azalan ruhlarla beraber ilerliyordum. Önünü alamadığım bir merak, büyük bir çaresizlik içinde Reis'in peşimden gelip gelemeyeceği düşüncesi bir fare gibi beynimi kemiriyordu. İşte tam o esnada Tanrı'yı gördüm, başkasına kaptırdığı bir oyuncağı yeniden eline geçiren hınzır bir çocuğun gülümsemesi yapışmıştı yüzüne. Reis peşimden gelirse kendimi köprünün korkuluklarından aşağı atmaya kesin kararlıydım. Onca kalabalığın içinden haykırdım Tanrı'ya. "Ya o, ya ben!" dedim, ikimiz sonsuza kadar aynı yerde kalamayız. Kulakları sağır eden bağrışmalar, feryatlar arasında billûr, ipek gibi yumuşak bir ses geldi kulağıma. Tanrı'nın sesiydi bu. "Sen yoluna devam et." diyordu. Başka şansımın olmadığını biliyordum, mecburen yürümeye devam ettim. Köprünün sonuna varmıştım. Benimle birlikte köprüyü geçmeyi başaran ruhları görmeliydiniz. Hepsi sevinç naraları atıyor, hoplayıp zıplıyorlardı. Bense son derece sakindim. Hemen karşı tarafta, azametli altın kapının üstünde büyük, süslü Arap harfleriyle, "Cennete Hoş Geldiniz." yazısı okunuyordu. Onun biraz altındaki levhada "Şeytan Giremez." yazısı dikkatimden kaçmadı. Şeytanın girmediği yerlerin son derece sıkıcı olduğunu biliyordum. Buraya kadar geldikten sonra beni Şeytanın yanına götürün desem buna Tanrı alınabilirdi. Durmak yok, yola devam dedim.      

Nur yüzlü melekler karşıladı kapıda beni. Cennet hakkında bana ilk aşamada işime yarayacak kısa bilgiler verdiler ve daha sonra emrime verilen cennet personeli ile tanıştırıldım. Bulunduğum yerde derin bir sessizlik hakimdi. Benden önce gelen ruhların her biri bir köşeye çekilmiş, hallerinden son derece memnun görünüyorlardı. Yeşil rengin hakim olduğu, etrafında ırmaklar çağlayan güzel kokulu bir yerdi burası. Hava sıcaklığı öyle güzel ayarlanmıştı ki ne üşütüyor, ne terletiyordu. Benimle ilgilenecek meleğin adı Dilruba'ymış. İnce, dal gibiydi, gözlerini ceylândan almıştı. Ruhumu ateşler bastı, bir de tatlı dili vardı ki, sormayın gitsin. Koluma girdi, yürümüyor, ayaklarımız yerle temas etmeksizin  süzülüyorduk adeta. Az ötesi gölgelik bir yerdi, pınarın başındaki görkemli çadıra doğru ilerledik. Kulağımı okşayan hoş bir Arapçayla sesleniyordu Dilruba, bu dili hiç bilmediğim halde onu gayet iyi anlayabiliyordum. Çadırın içinde geniş döşekler ve yastıklar, üzerinde türlü meyvelerin bulunduğu sehpalar ve şarap sürahileri, hepsi beni bekliyordu. Dilruba, çadırın odalarından birine girip eli dolu bir şekilde geri döndü hemen. Bana uzattığı elbiseyi giymemi istedi. Tül gibi inceydi, turkuaz renginde, ipekli bir kumaştan yapılmıştı. Üzerimde garip durduğuna şüphem yoktu. Ama bu elbise sayesinde ruhum silik bir duman olmaktan çıkmış, ete kemiğe bürünmüştü. Dilruba elindeki aynayı tutup bana aksimi gösterdi. Otuz üç yaşındaki halime dönmüş, içimde muazzam bir enerji birikmişti. Kolumu uzatmamı istedi, boyun eğerek dediğini yaptım. Bileğime altından bir bilezik geçirdikten sonra şimdi boynunu uzat dedi. Çıplak göğsünden yayılan amber kokusu beni sarhoş ediyordu. Boynuma inciden bir kolye taktı. Hop, ne oluyoruz diyecek oldum. Bana bir bakış attı, nefesimin kesildiğini hissettim. Üzerine ince tülden, vücudunun bütün kıvrımlarını ortaya koyan, açık pembe bir esvap giymişti. Siyah saçları narin beline kadar uzanıyor, kemiklerinin içindeki ilik şeffaf teninin altından görünüyordu. Küçük burnunun gölgesi altında davetkâr kiraz dudaklara sahipti. Bir süre bakıştık, o an aklımdan geçen şeyleri tahmin edemezsiniz. O ise karşıma oturmuş bana tatlı tatlı gülümsüyordu. Sonra sessizce ayağa kalktı, sehpanın üzerindeki sürahilerden birini alıp çadırın hemen önünde fışkıran pınarın suyuyla doldurdu. Önümde saygıyla eğilip sürahiyi kadehlere boşalttı. Nasıl desem, zencefil tadı vardı sanırım, gayet hoş bir karışımdı. Bu suyun adına selsebil diyorlarmış.

Başka, başka ne var cennette diye sordum Dilruba'ya. Elimden tuttu, dışarı çıkardı beni. Nereye baksam her tarafta akan sular görüyordum. Hepsinin ayrı tadı vardı, hepsinden kana kana içtim. Bir ağacın gölgesinde durduk. Ayağımızın dibindeki ırmakta akan sıvı, kehribar renginde, kıvamı hayli koyuydu. Sonradan bunun süzme bal olduğunu öğrendim. Tanrı'nın arıcılık konusunda bu kadar iyi olması beni hayli şaşırtmıştı. Çeşitli meyve bahçelerinin, bağların, hurma, nar ve muz ağaçlarının arasından geçtik. Onca yol yürümemize karşılık hiç yorgunluk hissetmiyordum. Dönüşte çadırın önünde bıyığı yeni terlemiş genç bir oğlan çocuğu bizi bekliyordu. Dilruba'ya kim bu, ne istiyor diye sordum. Ha o mu? Onun adı Gilman dedi, cennetin çocuklarından, bir de Vildanlar var, hepsi size hizmet etmek üzere Tanrı tarafından görevlendirildi. Peki onların yapacağı işleri sen yapamaz mısın diye sordum. Utandı, gözlerini yere indirdi. Bırak Tanrı aşkına dedim, sen yanımda ol bana yeter, lakin derhal söyle şuna, gözümün erişmediği yerde bitsin.

Gecem fena geçmedi doğrusu, Dilruba'yla birlikteydik. Birkaç gün sonra yine onun kadar güzel, beyaz tenli, ceylan gözlü kızlar geldi yanıma. Yaşları yirmi yoktu, hepsi bana hizmet etmek için gelmişler, yanlarında Tanrı'nın selâmını getirmişler. Döşeğime uzanmıştım, biri ağzıma hurma tıkarken diğeri dudakları arasında tuttuğu iri üzüm tanesini bana uzatıyordu. Bir diğeri arkama geçti narin elleriyle sırtıma masaj yapmaya başladı. Canım ne isterse o oluyordu, hepsi itaatkâr bir şekilde boyun eğiyorlardı talimatlarıma. Ama bu da bir yere kadardı. Her gün hurma, üzüm, nar yemekle olmazdı ki. Güzellerden biri gidip diğeri gelirken monoton yaşam sıkmaya başlamıştı beni. Fakat Dilruba'yı yanımdan hiç ayırmıyordum. Bir sabah rahat döşeğimde keyif çatarken çadırımdan içeri birileri girdi. Başımı kaldırdım, birkaç gün önce çadırıma gelen Gilman'ı karşımda görür görmez kafamın tası attı. Yanında genç, güzel bir kadın getirmişti. Kadından utanmasam elimdeki üzüm salkımını yüzüne fırlatacaktım. Dilruba'ya çıkıştım, bu oğlan bozuntusu gözüme görünmesin demedim mi sana ben? Gilman'ın yanındaki kadın dik dik baktı yüzüme. Ben de ona doğru çevirdim başımı, gözlerim fal taşı gibi açıldı. Evet, farklıydı bu diğerlerinden, otuz yaşlarında falan gösteriyordu. Bakışı hükmedercesine insanın içine işliyordu. Diğer masum, itaatkâr bakışlı kızlardan çok farklıydı. Gözüm onu bir yerden ısırıyordu sanki. Müstehzi bir gülümsemeyle yanıma yaklaştı. "Beni tanımadın değil mi?" diye sordu. Evet şimdi hatırladım dememle birlikte başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Arkadan gelecek ikinci soruyu tahmin etmek hiç de zor değildi. Gözleri ateş saçıyordu. "Ne işin var çocuğun yaşındaki kızların arasında, utanmıyor musun, seni gidi kart zampara!" diye çıkıştı. Yemin ederim bir şey yapmadım dedim, istersen test yaptıralım. Dilruba ve yanındaki hurilerin yüzü kızarır gibi oldu. "A benim sersem kocam, senin yeminine hiç inanılır mı? Buradaki hurilerin bekaretinin asla bozulmayacağını bilmeyecek kadar saf mı sandın beni sen?" Lâfı değiştirmek istedim, "Sahi sen Sırat'ı nasıl geçtin, kolay oldu mu? Araf'ta havalar nasıldı?" diye saçma sorular sordum. Cevap verme tenezzülünde dahi bulunmadı. Havanın gerildiğini gören Dilruba, diğer hurilerle birlikte çadırın arka kapısından sıvışmıştı çoktan. Bense hâlâ Reis'in Sırat'ı geçip geçmediğini merak ediyordum.