KATEGORİLER

17 Ocak 2023 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 178

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu yine Sade ve Derin / DeepTone tarafından şöyle belirlendi. 

"Modern teknoloji birçok çalışanın her gün ofise gitmesi yerine evde çalışmasını olanaklı hale getirdi, en azından çalışma saatlerinin bir kısmında. Bu durum çalışanlar ve işverenler için olumlu mu?"

Ofis yerine evde çalışmayı hem işveren hem de çalışanlar açısından olumlu görüyorum. Bilgisayar ve internetin insanlara sağladığı teknolojik faydanın bir sonucu olarak evde çalışma ekonomik bakımdan avantajlıdır her zaman. Bu sayede işverenin çalışanlarına ofis ayırmasına, ulaşım için servis koymasına ya da araç tahsis etmesine, yemek masrafına gerek kalmaz. Diğer taraftan çalışanlar da her türlü hava koşullarında, trafik keşmekeşi içinde işe gidip gelmenin zorluklarından kurtulur ve zamandan kazanır, kendi ihtiyaçlarına göre plân ve programını yapar. 

Elbette her meslek ev çalışmasına uygun olmayabilir. Birçok kişi tamamen internet üzerinden bireysel ve serbest olarak kendi uzmanlık alanlarında evden çalışmayı başarıyla yürütürken bedenen çalışma gerektiren iş dallarında insanlar ofise gitmek zorunda.

Önemli olan çalışmadan beklenen verimi almaktır. İster özel ister, kamu dairesinde olsun çalışanlar ortaya koymuş oldukları değerin karşılığını almaları gerekir. Hemen her sektörde mesai saatlerine uymalarına rağmen kuruma hiçbir faydası olmadığı gibi çalışan diğer insanlara da engel olan ve dolayısıyla iş verimini düşüren pek çok insan tanıdım. Düzgün bir denetim ve liyakat değerlendirmesi yapılmadığı için bu durum kamu sektöründe daha fazladır. Yapılan işe göre değil mesaide geçirilen süreye göre ücretin belirlendiği kamusal alanda evde çalışmanın avantaj sağlamayacağını söylemek mümkün. Gerçi dolaylı yoldan bir faydası olabilir belki de. Bu tür insanlara tamam, siz evde çalışın denebilir. Böylelikle ulaşım ve yemek maliyetlerinden tasarruf edilebileceği gibi diğer çalışanları olumsuz yönde etkilemelerinin de önü alınmış olur. Fakat çözüm bu değil. Çalışıp işlerini lâyıkıyla yapan insanlar, yanlarında bir işe yaramaksızın gevezelik eden arkadaşlarına seslerini çıkarmazlarken, onların evlerinde boş boş oturarak maaş aldıklarını fark ettikleri anda kazan kaldırabilirler.

Vergi daireleri ve banka şubelerinin ödemelerle ilgili birimleri kapatılmalı, elektrik, su, doğalgaz gibi tüketim giderlerinin gişe işlemlerine son verilmelidir. Her türlü ödeme kredi kartlarıyla ya da bankamatiklerden yapılmalı, bu sayede iş gücünden tasarruf sağlanmalıdır. Resmi ya da özel kurumlardaki görevliler gerektiğinde evlerinde çalışarak vergi kaçıran ya da zamanında borçlarını ödemeyenlerin takibini yapabilir. Bütün tebligatlar e-devlet üzerinden sahiplerine ulaştırılabilir.

Ofiste, özellikle kalabalık ortamlarda çalışanların iş verimleri daha düşüktür. Proje bürosunda çalıştığım yıllarda özellikle pazartesi günleri heyecanlı maç kritikleri ile geçerdi. Evde çalışmanın da bazı dezavantajları olabilir fakat bunlar düzeltilebilecek şeylerdir. Eğer evde çalışıyorsanız sessiz bir çalışma odasına sahip olmanız ve internet bağlantınızın olması  yeterli. Evde küçük çocuğunuz varsa onun bakımını üstlenecek biri olmalı ya da onu kreşe göndermelisiniz. 

Eğer verim alınabiliyorsa işveren evden çalışmayı teşvik edebilir, bu her zaman kendi çıkarınadır. Çalışan için ofis, sosyalleşme için uygun bir ortam yaratır. Evde çalışma durumunda bu sorun en az haftada bir yapılacak durum değerlendirme toplantıları, iş görüşmeleri, iş yemekleri gibi etkinliklerle kapatılabilir. Nihayetinde sarf edilen mesai, enerji değil, yapılan iş ve çıkan sonuç önemlidir. Bütün bunların ışığı altında, imkânlar elverdiği ölçüde, evde çalışma avantajlarının, gerek işveren, gerekse çalışanlar bakımından ofiste çalışmaya kıyasla daha ağır bastığını söylemek mümkün.              

11 Ocak 2023 Çarşamba

ÇAVDAR TARLASINDA ÇOCUKLAR - J.D SALINGER

Kitabın Adı: Çavdar Tarlasında Çocuklar

Yazar: Jerome David SALINGER 

Sayfa Sayısı: 198

Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları

Çeviren: Coşkun Yerli 

Türü: Roman

Çavdar Tarlasında Çocuklar, J.D. Salinger'in ilk ve tek romanı. Yayımlandığı 1951 yılından beri en çok okunan ve üzerinde en çok konuşulan kitaplardan biri olması ilgimi çekmiş, yakın bir zaman önce okuduğum ve vasat bulduğum Dokuz Öykü kitabından sonra yazar hakkında nihai kararımı verebilmek için içimde yoğun bir okuma isteği uyanmıştı. Bu kez her zaman yaptığımın aksine yazar ve romanın konusuna ilişkin önceden epey bilgi edinmemden dolayı kafamda olumsuz bir önyargı oluştuğunu kabul etmem gerekir. Kitabı sevenler tutku derecesinde bağlılıklarını ifade ederlerken büyük bir okur kitlesi de Salinger'in bu eserini deli saçması buluyorlar. Kabul etmem gerekir ki kitabın konusu ne kadar basit olsa da anlatım son derece sürükleyici. İlk sayfadan itibaren ergen bir fırlamanın yaptığı haylazlıkları okumak bana ne kazandırabilir düşüncesiyle boğuşurken kendimi bir anda olayların içinde bulup merak içinde bir sonraki sahnenin peşine takılmam benim için sürpriz oldu.

Salinger, 2. Dünya Savaşı sırasında görev yaptığı cephelerde kaleme aldığı bu kitapta savaşla ilgili bir hususun yer almaması son derece ilginç. Belli ki yazar kendini yazmaya odaklayarak savaşın olumsuz etkilerinden kendini bir ölçüde uzaklaştırmaya çalışmış. Romanın anlatıcı ve baş kahramanı olan Holden Caulfield, gençlik yıllarına bakıldığında adeta yazarın bir kopyası. Kitap, savaşın sona ermesiyle birlikte Amerikan gençliğinin yaşamını, yalnızlık ve bunalımlarını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Evet, ilk bakışta burun kıvırdım, ne yazım tarzı ne o Amerikalılara özgü küfürlü konuşma şekli hoşuma gitti. Kitabın verdiği bir mesaj ya da öğreteceği bir husus da yoktu. Sonra düşündüm ve bir şeyin farkına vardım. Yazarla bütünleşen Holden karakteri, "Siz büyükler, zaten bizi, çocukları ve gençleri anlamıyorsunuz!" diyor ve bir şekilde kendilerini anlamayan yetişkinleri eleştiriyordu. Yani kitapta anlatılanları değersiz görmem bu yönden yazarı haklı çıkarmıştı. Dolayısıyla kibrimi bir yana bırakıp yeniden, farklı bir gözle bakmaya başladım kitaba.

Her şeyden önce, romanın bir yazarın kaleminden değil, ergen bir çocuğun ağzından çıktığını düşünmek gerekiyor. Bunu edebi bir yenilik olarak değerlendirilebiliriz belki, o zaman yazarın bunu başardığını da söylemek mümkün. Çevirmen argo ve küfür içeren bazı ifadeleri dilimize çevirirken yumuşatmış görünüyor. Amerikan filmlerinde rastladığımız "Şu lanet ellerini çek üzerimden" türünden cümleler yine sıklıkla çıkıyor karşımıza. Kitap basıldıktan sonra ahlâk bozduğu gerekçesiyle bir süre okullarda yasaklanmış. Bunun dışında bir de komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla yasak yemiş. Ne var ki, bu yasaklar kitaba olan ilginin daha da artmasıyla sonuçlanmış.

Pencey kolejindeki başarısızlığı sebebiyle okuldan atılan 17 yaşındaki Holden Caulfield'in üç günlük yaşamı kendi ağzından okura aktarılıyor. Aynı, kitabın yazarı gibi Holden, daha önce gittiği okullarda da dikiş tutturamamış. Avukat babasıyla, kulüp üyelikleri bulunan ve tiyatroya giden sofistike bir kadın olan annesi çocuklarına karşı ilgisiz. Holden'ın Hollywood'a yerleşip film senaryosu yazan ağabeyi D.B ile sıradan bir ilişkisi var. Fakat dört yıl önce lösemiye yakalanıp hayatını kaybeden, kendisinden iki yaş küçük, çok sevdiği erkek kardeşi Allie'nin yokluğuna dayanmakta hayli güçlük çekiyor. Holden'ın bir de Phoebe adında, on yaşlarında, kızıl saçlı küçük bir kız kardeşi var ki onunla olan sıcak ilişkisini anlattığı bölümler son derece etkileyici.

Salinger, Çavdar Tarlasında Çocuklar romanında akıllarda kalıcı, yeni, kurgu bir karakter mi yaratmış yoksa tamamen kendini mi anlatmış tam olarak bilemiyoruz ama muhtemelen her ikisi de kısmen geçerli. Holden, bazen hırçın, öfkeli, içine kapanık, sürekli karar değiştiren, yalnızlık çeken, elindeki parayı cömertçe harcayan, kompleksleri olan, yaşı gereği cinsel dürtülerini kontrol edemeyen, yeri geldiğinde yalan söyleyen, büyüklerin yanında kendine yer edinemeyen, bazen ezik, bazen cesur davranışlarda bulunan bir tip. Romanın farklı bölümlerinde Holden'ın yurttan arkadaşları, taksi şoförü, asansörcü, eski öğretmenleri, eski ya da yeni kız ve erkek arkadaşları gibi ikincil karakterler anlatımı zenginleştiriyor. Misafir olarak evini ziyaret ettiği eski öğretmenlerinden birinin uzun uzun nasihatlerini dinlediği bir esnada, öğretmenin psikanalist Wilheim Stekel'den yaptığı şu alıntı ilgimi çekiyor.

"Olgunlaşmamış insanın özelliği, bir dava uğruna soylu bir biçimde ölmek istemesidir, olgun insanın özelliği ise, bir dava uğruna gösterişsiz bir şekilde yaşamak istemesidir."

Bu söz aynı zamanda Salinger'in felsefesine de birebir uymakta. Uzun konuşması bittiğinde Holden'ın yatıp uykuya dalmasıyla birlikte bir elin başını okşaması üzerine deliye dönen Holden, yanında gördüğü öğretmeninin homoseksüel olmasından şüpheleniyor ve korku içinde, aceleyle evi terk ediyor. Holden'ın anlatmasından daha önce bu tür olaylara yabancı olmadığını öğreniyoruz. 

Şimdi ben bu kitap için ne diyeyim? Evet, sıra dışı bir kitap. İnsana fazla bir şey vermiyor. Fakat inanılmaz derecede üzerinde konuşulup tartışılabilecek düşünceler ortaya koyuyor. Eğlenceli ve kolay okunan bir kitap. Holden'ın kız kardeşinin bavulunu toplayarak evi terk etmesi ve ağabeyini yalnız bırakmayıp onun yanında  gitmek istemesi etkileyiciydi. Yine aynı sahnenin devamında aralarının açılıp yeniden düzelmesi için Holden'ın yalvarmaları, küçük kızın sağına soluna bakmadan caddenin karşısına geçmek için yola fırlaması insanın yüreğini hoplatan cinsten ayrıntılar. Hatta küçük kıza araba çarpıp romanın dramatik bir şekilde sonlanacağını düşünmüştüm o an. Kitabı okuduğum için boşa zaman harcadığımı düşünmüyorum fakat tavsiye konusunda kararsızım. Böylelikle Salinger faslını kapatmış oluyorum.  

10 Ocak 2023 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 177

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu hafta sevgili Sade ve Derin / DeepTone en çok ülkemizi ilgilendiren güzel bir konu seçmiş. Umarım burada ele aldığımız öneriler devlet büyüklerimiz tarafından dikkate alınır ve gerekenler yapılır. Aksi takdirde yazımın sonunda vereceğim çözüm reçetesi hiç hoşlarına gitmeyecek. Tartışma konusu şöyle: 

"Günümüzde ülkeler ekonomik anlamda hızla gelişiyorlar. Bu durum, şehirlerde yüksek bir hayat standardı sağlıyor ama kırsal alanlarda bu standart yakalanamıyor. Bu da ülkelere problem getiriyor. Problemler ne olabilir ve nasıl azaltılabilir?"

Ülkelerde ekonomik gelişmenin şehirlerde yaşayan insanların tamamı için yüksek bir hayat standardı getirdiğini söylemek hayli zor. Şehrin varoşlarında yaşayan bir kısım insanların gecekondularda nasıl bir yaşam mücadelesi verdiklerini göz ardı etmemek gerektiğini düşünüyorum. Özellikle geri kalmış ülkelerde ekonomik gelişmenin aynı zamanda gelir adaletsizliğine yol açtığını biliyoruz. Doğru yönetilmeyen ülkelerde, şehirlerde ya da kırsal bölgelerde yaşadıklarına bakılmaksızın gelirin büyük kısmı mutlu küçük bir azınlık tarafından hortumlanırken geriye kalan küçük bir kısmı, kıt kanaat geçimini sağlamaya çalışan, nüfusun büyük çoğunluğuna düşüyor.

Soru her ne kadar ülkeler bazında olsa da esas problemin ülkemizin de dahil olduğu geri kalmış ülke vatandaşları ve yukarıda bahsettiğim üzere şehrin varoşlarında yaşayan insanlar üzerinde yoğunlaştığını düşünmekteyim. Bu nedenle dile getireceğim hususlar, genel olarak, ülkemiz ve bizim gibi geri bırakılmış ülkeler kapsamında olacak. Eskiden aileler çocukları için varlarını yoklarını harcarlar, daha yüksek bir hayat standardına sahip olsunlar diye onları yüksek okullara, üniversitelere gönderirlerdi. Günümüzde üniversite sayısı artmasına rağmen eğitimin kalitesi inanılmaz derecede düştü, çocuk okutmak, ekonomik bakımdan, eskiye göre çok daha zorlaştı. Yine eskiden üniversite sayısı az olduğu için mezunlar iyi şartlarda kolayca iş bulurlardı. Kendimden örnek vereyim, üniversiteden mezun olduktan sonra ilk işimde aldığım maaş o günkü milletvekili maaşının biraz üzerindeydi. O zaman asgari ücretin yaklaşık on katı civarına denk geliyordu bu para. Görünen o ki  milletvekilleri üç aşağı beş yukarı bu oranı korumayı bilmişler. Oysa üniversiteden yeni mezun, meslek sahibi bir genç bugün, asgari ücretin biraz üstünde maaş alırken pek çokları üniversiteli işsizler ordusuna katılıyor. Peki bu kadar düşük düzeyde geliri olan ya da onu dahi bulamayan insanların hayat standartlarının yüksekliğinden bahsetmek mümkün mü? Demem o ki ekonomik anlamda ülkemizin gelişmesi vatandaşlarına aynı oranda yansıyıp onlara yüksek bir hayat standardı sunmaktan son derece uzak. Okuyamayıp yardımlara muhtaç bırakılan milyonlardan bahsetmiyorum bile. 

Bu durum, yani gelir adaletsizliği, hangi problemlere yol açar? Mutsuz olur insanlar. Sağlıklarını kaybederler. Cahil kalır, istedikleri eğitimi alamazlar. Sanatla haşır neşir olamazlar. Yaşam onlar için çekilmez bir hâl alır. Kolayca kandırılır, suça teşvik edilirler. Bazen aç kalmamak için, ailelerine bakabilmek için yasa dışı işlerle bulaşmak zorunda kalırlar. Cahil insanı gütmek kolaydır. Ne söyleseniz kolayca inandırabilirsiniz onları. Her türlü ahlâksızlığa alıştırılırlar. Baştakiler, göz göre göre hırsızlık yapar, döner o cahil bırakılmış kesime ezanlar dinmez derler. Yolsuzlukları çıkar ortaya, vatan bölünmez derler. Katliamlarını bayrakla gizlerler. Adalet yerlerde sürünür. Artık bir köle düzeni kurulmuştur. Cahil milyonlar oluşur, onların sırtlarına kamçıyı vurdukça bağıra bağıra bizi sen batırdın ama kurtaracak olan yine sensin diye haykırırlar. Sırça köşkte yaşarlar, cehalete mahkûm ettikleri tayfaya öbür dünyada cennet vaat ederler.

Nasıl azaltılabilir bu durum? Soru pek yerinde. Tamamen yok edilmesi bu düzende mümkün değil çünkü. Tamamen yok edileceği bir düzen de yok zaten. Ancak azaltılabilir, hem de önemli bir ölçüde azaltılabilir. Medeni ülkeler bunu büyük ölçüde başarmış. Refah düzeyinin ülke sathında yükseltilebilmesi, ülke kaynaklarının adil olarak halka yayılabilmesi ve gelirde adaletin sağlanabilmesi için iki büyük engeli ortadan kaldırmakla işe başlanmalıdır. Bunu başarmanın ilk adımı dini ve milliyetçiliği sömürü aracı olmaktan çıkarmaktır. Daha sonra ülkede adaleti bir takım güçlerin elinden kurtarmalı liyakat sahibi kişiler tarafından yönetilecek devlet kurumlarının (halkın yararına hizmet edecek şekilde) işlerliği sağlanmalıdır. Ayrıca bilimsel eğitim ve sağlık hizmetleri koşulsuz olarak ülkenin tüm vatandaşlarına barınma ve iaşe dahil ücretsiz bir şekilde sunulmalıdır. 

Batı ülkeleri dinin egemen olduğu Orta Çağ cehennemini yaşamış, Rönesans'la birlikte dini olması gereken yere konumlandırmıştır. Büyük ölçüde tarikat mezhep ve cemaatlerin oyuna muhtaç değil artık oradaki siyasi partiler. Kurumlar yerli yerine oturmuş, siyasi liderlerin keyfi politik sapmalarından arındırılmıştır. Almanya'da Hitler faciasından sonra aşırı milliyetçi eğilimlere karşı son derece uyanık davranmak zorunda olduklarını biliyor medeni ülkeler. 

Mevcut koşullar altında ülkemizin, demokratik yolları kullanarak Avrupa'daki gelişmiş ülkelerin düzeyine çıkabilmesi mümkün değil bence. Bunun sebebi halkımızın büyük bir kısmının cahil olması ve özellikle cahil bırakılmasıdır. Vay, sen milletimize hakaret ettin! demeyin. Cehalet derken din ve milli duyguların sömürülmesinin farkında olunmaması durumundan bahsediyorum. Zira bu tür cehaletin okumakla bir ilgisi yok. Ne okumamış insanlar var bildiğim, kendini yetiştirmiş, üniversite mezunlarına taş çıkartan. Diğer taraftan profesör olmuşlar ama kalkıp din ve milli duygu sömürüsü yapabiliyor bazı insanlar. Bu konularda, bazıları şahsi çıkarları uğruna halkı yanıltmaya devam ediyor. Sözgelimi Cübbeli Ahmet'in zerre kadar dine ve Tanrı'ya inanmadığını, inanır görünüp vatandaşları dolandırdığını düşünüyorum. Peki, demokrasi çare değilse nasıl çözeceğiz bu problemi diye soracak olursanız, cevabım size biraz ters gelebilir. Evet, bunun için tek yol, iyi bir diktatörün idareyi ele geçirmesi. E var ya bir tane diyeceksiniz. Yok onun gibi değil, çünkü o kötü bir diktatör, örnek istiyorsanız, Atatürk'ü gösterebilirim. Düşünüyorum, onca cami birer eğitim yuvası birer sanat, kültür merkezi olsa, diyanetin devasa geliri buralara harcansa nasıl olurdu? Tanrı, kulları evlerinde dua ederken onları duymayacak mı sanki? İslâm dini yaşama doğrudan müdahale eden kurallar koymuş. Bu yüzden kolay değil bu işin üstesinden gelmek. Zira camiler, diyanetin, diyanet siyasal iktidarın güdümünde, hepsi birer dini kurum olmaktan çıkıp siyasi sömürü aracı olmuşlar. Milliyetçiliğin nasıl kullanıldığını, cesaret ve güvence verdiği cahil kesimlere ne denli kirli işler yaptırabileceğini güncel bir suikast gösteriyor bizlere. Evet, ne yazık ki ülkemiz, bir taraftan mafyanın diğer taraftan tarikat ve cemaatlerin elinde, liyakatsiz kadrolar tarafından yönetiliyor. Seçimler yaklaşıyor, işte falanca parti gelirse sorun çözülür diyemem. Dedim ya kim gelirse gelsin bu işleyişi demokratik yoldan düzeltemez. Memlekete helâl süt emmiş, cesur bir diktatöre acilen ihtiyacı var. Ben şimdi darbeyi teşvik mi etmiş oluyorum? Valla sonu nereye varacaksa varsın, Zeus'un bildiğini Mehmet Ağa'dan, Hatçe Teyzeden esirgeyecek halim yok!     

7 Ocak 2023 Cumartesi

HAYAT MEZARDA - STRATIS MIRIVILIS

Kitabın Adı: HAYAT MEZARDA

Yazar: Stratis MIRILIVIS 

Sayfa Sayısı: 360

Yayınevi: ARION Yayınevi

Çeviren: Kriton DİNÇMEN

Türü: Roman

Stratis Mirilivis (1890-1969) Osmanlı devleti toprağı olan Midilli adasında doğan Rum asıllı bir yazar. Gönüllü olarak katıldığı Balkan ve Birinci Dünya savaşlarında bulundu, Savaş nedeniyle hukuk eğitimi gördüğü Atina Üniversitesini bırakmak zorunda kaldı. Mirivilis, 1912-1922 yılları arasında sıcak cephelerde savaşırken savaşın çirkin yüzüne şahit oldu. Daha sonraki yıllarda gazetelerde makaleleri, tefrika halinde öyküleri yayımlandı ve editörlük yaptı. 

Elli yedi kısa bölümden oluşan kurgu romanın ilk bölümü (önsöz) dışında kitap, üniversite öğrencisi Çavuş Anthony Kostoulas'ın sevgilisine yazmış olduğu mektuplardan oluşuyor. Önsözde yazar, 1917-1918 yıllarında Makedonya cephe savaşları sırasında kendisinin Kostoulas'la birlikte savaştığını iddia ederek edebi bir hileye başvurmuş. Yunan ordularının bozguna uğrayıp Anadolu'yu terk etmesinden sonra döndüğü Midilli adasında yazar, eski bir sandığı karıştırırken eline geçen bir deste kâğıdın, Bulgarlarla Balkan Savaşında bir alev makinesi tarafından yakılan yakın arkadaşı Kostoulas Çavuşa ait el yazması mektuplar olduğunu fark eder. Yazarın mektupların sahibinden cüretini affetmesini isteyerek el yazmalarını yayımlamaya karar verdiğini anlatarak başlıyor roman. Her bir bölüm mektuptan ziyade birbirine bağlı birer kısa öykü tadında.

Mirivilis, eserinde yer yer lirik bir dil kullanarak savaşın gerçek yüzünü tüm çıplaklığıyla ortaya koymakta. Kitabı okurken siperlerde yaşananları, korkuyu, cesareti, askerlerin duygu ve düşüncelerini muhteşem tasvirlerle ve edebi bir dille aktardığını görüyoruz. Arka kapakta bu, savaş aleyhtarı bir eser değil savaşı anlatan bir kitaptır denilse de savaşın kirli yüzü burada anlatılanlardan daha gerçekçi bir dille anlatılamazdı. Romanı dilimize kazandıran Ermeni asıllı bir Türk vatandaşı olan Kriton Dinçmen'in çevirisi başarılı olmakla beraber redaktör elinden geçmemiş gibi. Okuma keyfini kaçıracak derece bildirme eki, -dir, -dır larla bitirilen cümlelerin yerli yersiz kullanılması rahatsız edici. Bu kadar güzel biir çeviriye hiç yakışmamış. Bir de -ki bağlacı kullanımında sıklıkla yapılan hatalar var. Arion Yayınevi tarafından basılan bu kitap dışında "Mezarda Hayat" adıyla Can Yayınlarının Nevzat Hatko çevirisi bir alternatif olarak değerlendirilebilir.

"ANLAMIYORUM.... acaba, neden ille de bizlerin başkalarını öldürmemiz ve başkalarının bizleri öldürmeleri gerekiyor? Kime sorayım? Düşünüyorum... kötülüğün kökü nerededir? Ve, neden kötülüğün bu kökü böylesine güçlüdür? Bir cevap duyuyorum: "Savaşa karşı savaş!" "Sınıflar arası savaş!" Biliyorum. Bu da, yeni aldatmacadan başka bir şey değildir. Daha çağdaş ve daha iğrenç bir maske takmış Savaş'ın kendisinden başka bir şey değildir. Belki de, diyorum, kötülüğün kökü başka bir yerde: Düşmanlık organizedir, disiplinlidir, silahlanmıştır... Sevgi ise organize değildir, duygusallık ve dinsel yalanlarla yozlaşır, etkinliğini kaybeder. Şimdi... Sevgi'yi kim organize edecek, kim silâhlandıracak, kim saygınlaştıracak? İsa mı? O, işi yumuşaklıkla kotarmak istedi ise de, fazla bir şeyler beceremedi. Sevgi zorbalıkla yerleştirilecek olsa... o zaman da, sevgi olmaktan çıkar. Anlayamıyorum..."

Romanı okurken kâh insanı kızdıran, kâh insanın içini yaralayan olaylar karşısında etkilenmemek mümkün değil. Bazen de anlatılanlar hüzünlendiriyor okuru. Satır aralarında o güç koşullarda insanı gülümseten bazı anlara da şahit oluyorsunuz. Yağmurun sesi, dağların görüntüsü ve nehrin akışı muhteşem bir betimlemeyle tasvir edilmiş. Bazı cümlelerde karşılaştığım, kulağı rahatsız edici yanları düzeltip yeniden okuma cefasına katlanmama rağmen kitabın ilgiyle ve severek okuduğumu söyleyebilirim.

Çeviriyi yapan Kriton Dinçmen psikiyatri dalında akademik çalışmalar yapmış ve klinik servislerde görev yapmış bir doktor. Varoluşçu görüşe sahip Dinçmen, çevrilerinin yanı sıra roman, öykü, şiir ve deneme türleriyle edebiyata hizmet etmiş. Ayrıca mesleki konularda kitapları mevcut. Vasiyeti üzerine ölümünden sonra bedenini kadavra olarak kullanılması için Cerrahpaşa Hastanesine bağışlayan Dinçmen, insanların sevgisini kazanmış doktor, düşünce adamı ve bir yazar. 

Özellikle "vatan sana canımız feda" nidalarıyla talim yaptıktan sonra sıcak yataklarında yatan askerlerin ve gençlerin bu kitabı okuduktan sonra etkilenmemeleri olanaksız. Eserin birkaç bölümünde bazı okurları rahatsız edebilecek şiddet unsurlarına yer veriliyor fakat savaşı tüm çıplaklığıyla anlatabilmek için yazarın bu duruma değinmesi, özellikle bir savaş romanı için normal karşılanmalı. Yine de romanda şiddet eserin ana teması değil. Savaşta insan psikolojisine yer verilmiş genel olarak. Kitap, Yunanistan'ın faşist dikta yönetimleri sırasında iki kez yasaklanmış. Ülkemizde de birilerinin farkına varması halinde, insanları askerlikten soğuttuğu ileri sürülerek (ki bunda haklılık payı olduğunu da düşünüyorum) kitaba yasak getirilebileceği aklımdan geçmedi değil. Sonuç olarak kitabı beğenerek okuduğumu ve tavsiyeye şayan gördüğümü belirtmek isterim.

5 Ocak 2023 Perşembe

DOKUZ ÖYKÜ - J.D SALINGER

Kitabın Adı: DOKUZ ÖYKÜ

Yazar: Jerome David SALINGER 

Sayfa Sayısı: 168

Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları

Çeviren: Coşkun Yerli 

Türü: Öykü

En çok satan kitaplar arasında sayılan Çavdar Tarlasında Çocuklar romanının Amerikalı yazarı J.D Salinger'le tanışmamı sağlayan ilk kitap oldu Dokuz Öykü. Geçen yıl okuduğum son kitaptı fakat yaklaşık bir haftadır yazar ve eserlerini araştırıyor, anlamaya çalışıyorum. Kitabı kısa süre içinde bitirmiştim fakat hiçbir öykü doğru dürüst bir etki bırakmamıştı üzerimde. Çavdar Tarlasında Çocuklar romanının yazarı J.D.Salinger'in büyük bir hayran kitlesi olduğunu biliyordum. Acaba neyi atlıyorum, herkesin göklere çıkardığı bu yazar bana niye hitap etmedi diyerek kitaptaki öykülerden bazılarını bir kez daha okudum. Yazdığı kitapları okuma sırasında mı yanlışlık yaptım diye sordum kendime. Gerek yazarın hayatı gerekse meşhur romanı hakkında çok sayıda yorum ve inceleme yazısı okudum. Yorumlar izledim, hatta kitabın ilk öyküsü için çekilen Muz Balığı için Mükemmel Bir Gün adlı kısa filmi izledim. Yazarın belgesel niteliğinde bir de biyografik bir filmi var, ilk fırsatta onu da izleyeceğim.

J.D Salinger (1919-2010) Newyork doğumlu, Amerikalı sıra dışı bir yazar. Dokuz Adından da anlaşıldığı üzere Dokuz Öykü kitabı, yazarın 1948-1953 yılları arasında kaleme aldığı dokuz öyküden oluşan bir eser. Lise yıllarından itibaren yazmaya başlayan Salinger'in okul hayatı başarısızlıklarla geçmiş. Bir ara oyunculuğa niyetlenmiş, daha sonra babasının gönderdiği askeri akademiden 1936 yılında mezun olmuş. Salinger, öykülerinin dergilerde yayımlanabilmesi için çaba gösteriyordu. 1941 yılında Amerikalı bir yazarın kızı olan Oona O'Neill ile çıkmaya başladı. 1942 yılında A.B.D'nin İkinci Dünya Savaşına katılmasından sonra askere alındı ve Normandiya Çıkartması dahil sıcak muharebelerin içinde bulundu. Bu sırada sevgilisi O'Neill'in ünlü sanatçı Charlie Chaplin ile evlendiğini gazetelerden öğrendi. Yazdığı çok sayıda öyküyü Amerikan The New Yorker dergisine gönderip yayımlattı. Paris'te bulunduğu sırada Ernest Hemingway'le tanışıp aralarında dostluk başladı. Savaşta yaşadıkları duygusal açıdan yazarı oldukça fazla etkilemişti. Sonraki yıllarda kızına bu döneme ilişkin şöyle diyecekti.

"Ne kadar yaşarsan yaşa, yanan etin kokusunu burnundan hiçbir zaman söküp atamıyorsun.

Kitabı tam olarak beğendiğimi söyleyemem. Bunun dışında yazarın popülerliği ve kitaplarına yapılan övgüler beni yazarı tanımaya yöneltti. Salinger'in yaşam öyküsü çok daha ilginç geldi bana. Bazıları öykülerin yavaş yavaş, sindire sindire okunmasını öneriyor. Ben üç gün içinde kitabı bitirmiştim oysa. Dönüp bazı öyküleri yeni baştan okudum. Özellikle de "Muz Balıkları için Mükemmel Bir Gün" ve "Teddy" adlı öykülere yoğunlaştım. Anlatım tarzı güzel fakat yine de bana bir şey kazandırmadığını düşünüyorum. Yazar yazdığı bazı öykülerden aldığı olumsuz eleştirilerden sonra hayata küsmüş. Daha sonra The New Yorker dergisine yazmış olduğu öyküler büyük beğeni kazanınca yazarla  röportaj yapmak isteyen, fotoğrafını çekmek isteyen birçok muhabir kapısına üşüşmüş. Gösterilen bu ilgiden bunalan yazar çareyi şehir dışında satın aldığı bir çiftlik evinde münzevi bir hayat sürmekte bulmuş. Yazdığı eserlerin sinemaya aktarılması teklifiyle gelen ünlü yönetmenleri geri çevirmiş. Öyle nevrotik bir kişiliğe bürünmüş ki, kapısına gelen muhabirleri yumruklamaya kadar vardırmış işi. Bu vakitten sonra hiçbir kitabını yayımlatmamış. Ölümüne kadar bir sandıkta topladığı çok sayıda yayımlanmamış kitabı olduğu söyleniyor. 

Çiftlik evinde, toplumdan uzak bir hayat sürerken yazar, Glass ailesi adında kurgusal 9 üyeli bir aile yaratmış. Öykülerinde bu aile fertlerine yer veriyor. Dokuz Öykü kitabında da bu karakterlerden bazılarını buluyoruz karşımızda. Ailenin büyük çocuğu Seymour Glass otelin plâjında dokuz yaşlarındaki bir kız çocuğuna anlatıyor.

"Muz dolu bir delikten içeri girerler. Deliğe dalmadan önce basbayağı bir balıktırlar. Ama delikten içeri girdiler mi, domuza dönerler. Neden mi? Öyle muz balıkları bilirim ki delikten içeri girdikten sonra yetmiş seksen muz yediler ondan... Tabii bu kadar muzla öyle şişko olurlar ki delikten çıkamazlar. Kapıdan geçemezler."

Elbette bu muz balığı metaforundan bir şeyler çıkarılabilir. Fakat Seymour'un daha sonra, plâjdan çıkıp otel odasına gitmesi ve yanındaki yatakta karısı uyurken kendi (?) kafasına sıkması karşısında insan şaşırıyor. Kendi kafasına sıktı diyenler olduğu gibi karısının kafasına da sıktı kurşunu diyenler var. Her ne kadar savaşın yol açtığı travmalar nedeniyle kendisine böyle bir son hazırladığı akla gelse de öncesini bilmeden bazı şeyler eksik kalıyor. Teddy adlı son öyküde ise yazar on yaşlarındaki bir çocuğun Uzak Doğu dinlerinden yola çıkıp reenkarnasyon ve felsefe üzerine yaptığı konuşmalardan bahsediliyor. Mevcut eğitim sistemini kıyasıya eleştiriyor bu zeki çocuk. Sözgelimi okullardan filin büyük ve hortumu olan bir hayvan olduğunu öğretmenin yanlış olacağını anlatıyor. Çocuğu filin yanına götüreceksin, fil çocuk hakkında ne biliyorsa çocuk da en çok onun hakkında o kadar bilecek ve kendisi tanıyacak sonunda diyor. Buna benzer sözler her ne kadar doğru olsa da on yaşında bir çocuğun bu sözleri sarf etmesi pek olağan gelmiyor bana. Diğer öyküleri, bir romanın başı ve sonunu ayırıp ortasından birkaç sayfasının alınmış gibi. Sabun köpüğü adeta, akılda pek kalıcı değil. Çeviri fena değil. 

Salinger'in kendisini toplumdan soyutlaması, beraberinde ona daha çok ilgi gösterilmesi, popülerliğinin artması sonucunu getirmiş. Amerika'da en çok satılan on kitaptan biri "Çavdar Tarlasında Çocuklar" Ne olursa olsun ilginç bir yazar J.D Salinger, hâlâ çok seveni var. Kendisi hakkında kesin fikir sahibi olabilmem için "Çavdar Tarlasında Çocuklar" romanını okuyacağım en yakın zamanda. 

3 Ocak 2023 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 176

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Yeni yılın ilk haftasında konu, Sade ve Derin / DeepTone'dan geliyor. Bu vesileyle bütün blog dostlarına yeni yılda en iyi dileklerimi gönderiyorum.

"Kendimizi sevmek gerekli mi?"

İnsanın kendini sevmesi öz sevgi diye tanımlanıyormuş! Yani kişinin kendisine duyduğu sevgi. TDK da böyle bir sözcük yok! Uydurma, olmayacak bir şey bence. Normal bir insan, doğal olarak, kendisini iyi hissettirecek şeylere yönelir, kendisine rahatsızlık verecek şeylerden de kaçınır. Kendini sevmek, hasta ruhların kendilerini geçici bir süre iyi hissetmelerini, kendilerine güvenmelerini ve mutlu olmalarını sağlayan, sahtekâr kişisel gelişimcilerin ya da çaresiz ruhbilimcilerin uydurduğu bir sözcüktür. Kendini abartılmış bir sevgiyle kucaklayanlara narsist deniyor. Bence hangi seviyede olursa olsun insanın kendini sevmesi düpedüz psikolojik bir rahatsızlık, kişisel bir bozukluk. 

Sevmek; birine, bir şeye ilgi duymak, beğenmektir. Güveni, dostluğu, fedakârlığı ve bağlılığı arttıran en güzel duygudur, sevmek... Niçin birini, herhangi bir şeyi severiz? Bizim gibi düşünüyordur, ortak ideallere sahip olabiliriz. Görünüşü, kokusu, tadı ilgimizi çekmiştir, severiz. Bize faydası olmuştur, rahata kavuşturmuştur ya da bir iyiliği dokunmuştur. Eğlendirmiştir severiz, yardımı olmuştur ya da heyecanlandırmıştır severiz. Bu davranışları olabildiğince uzatmak mümkün. Özetle bizim kendimizi iyi hissetmemize sebep olacak bir şekle ya da davranışa sahiptir, sevdiğimiz her ne ise... Görülüyor ki sevmek eylemi tek başına olmaz, mutlaka bir karşılığı vardır. Sevmenin karşılığı sevilmektir. İnsan ya da herhangi bir canlı, hatta nesne sevilen bir özelliğe sahip olacak ya da güzel bir davranışta bulunacak ki sevilsin. Sevmek bilinenin aksine edilgendir. Durup durduk yere birini, ya da bir şeyi sevene rastlamadım. Bu konuyu örneklerle açıklamadan önce "kendimizi sevmek gerekli mi?" diye sormak yerine "kendimizi sevdirmek gerekli mi?" sorusunu sormak bana daha mantıklı geliyor.

Pek sevdiğim Nazım Hikmet "Tahir'le Zühre Meselesi" şiirinin bir dizesinde şöyle der:

"Yani sen elmayı seviyorsun diye

Elmanın da seni sevmesi şart mı?"

Romantizmi doruğa çıkaran ve sevginin tek taraflı olduğunu çağrıştıran bu benzetmeye kesinlikle katılmıyorum. Elmayı niye seviyorsun ondan başlamak gerek. Kırmızı renkli hoş bir görünüşü var. Tadı güzel, faydalı. Sapı ve ortasındaki çekirdeğinden gayrı bir müşkülâtı yoktur elmanın. Arzu edersen kolayca soyulabilir kabuğu, sulu, etli ve lezzetli meyvenin keyfine varırsın. Elma seni sevemez ama kendini sevdirir. Elmanın sana verdiği keyfi, tat, zevk, iyiliği görmez, bunlara hiç kafa yormaksızın ya ne güzel de söylemiş Nazım Usta dersin.  

Karşılıksız sevgi yoktur! Bazı kitapları, yazarlarını, müzikleri ya da herhangi bir sanat dalını sevebilirsiniz. Bu durup dururken ortaya çıkan bir duygu değildir. Bütün bu saydıklarım size bir şeyler katmış, hoşunuza gitmiştir ki, siz de onları sevmişsinizdir. Sevgi kendiliğinden oluşan, içimizden kopup gelen bir duygu. Önemli olan insanın kendini sevdirebilmesi. Sevilmek için çaba göstermek, iyi şeyler yapmak, fedakârlık göstermek gerekir. 

Ben karşılıksız severim diyeni inandırıcı bulmam ya da o kişinin ruhsal bir sorun yaşadığını düşünürüm. Aşk böyle bir duygudur. Bir de annenin çocuğuna karşı hissettiği, hayvanlarda da olan içgüdüsel bir dürtü olan sevgi türünü ayrı tutuyorum. Bunlar dışında her türlü sevginin bir sebebi vardır mutlaka. Tanrı bile kendisini sevdirsin diye cennet ve huriler bahşetmiş erkek kullarına. O zamanlar kadının adı yoktu tabii. Eğer olsaydı, onların sevgisini kazanabilmek için mücevherlerin yanı sıra başka neler vaat ederdi acaba?

Ne kendimizi ne de başka birini, ya da başka bir şeyi sevmek için çaba göstermemizin anlamı yok. Sevmek değil, kendimizi sevdirmektir esas olan. Aslında zor olan budur. Ahlâklı olman gerekir, dürüst olman gerekir, fedakâr, yardımsever olman, çalışkan olman, hak yememen gerekir. Sadece kendini değil karşındakini de düşünmen, empati kurman lâzım karşındakiyle. İşte o zaman sevilirsin, sevilmen için sadece sevmen yeterli değil. Karşındaki bu güzel şeyleri yaparsa onu sevmiş olman doğal bir sonuçtur. Kendini zorlama, sevmek için. Zorlama sevgi yapmacık, sevilmek ise gerçektir.      

31 Aralık 2022 Cumartesi

KARAMAZOV KARDEŞLER - Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKI

Kitabın Adı: KARAMAZOV KARDEŞLER

Yazar: Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKI 

Sayfa Sayısı: 1025

Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Çeviren: Nihal Yalaza TALUY 

Türü: Roman

Dostoyevski'nin baş yapıtı Karamazov Kardeşler en sevdiğim kitaplar arasında liste başına kuruldu. Oldukça hacimli bir kitap olmasına rağmen sürükleyici ve sevdiğim felsefe, din ve psikoloji gibi konulara derinlemesine inen mükemmel bir eser. Birçok yazar ve düşünür tarafından incelenen Karamazov Kardeşler filmlere, dizilere ve oyunlara konu olmuş. 

Yazarın iki yılda tamamladığı dev eser, tasvirleri, diyalogları ve tiratlarıyla dikkat çekiyor. Kullanılan her cümle yerli yerinde, romanın ilerleyen sayfalarında neden-sonuç ilişkisinde bunu görüyoruz, bu bakımdan sağlam bir kurgu ortaya koyuyor. 

Olaylar yazarın yaşadığı dönem olan 19. yüzyılın ikinci yarısında geçiyor. Romanda pek çok karaktere yer verilmiş. Karakterlerden her biri yazarın kendisi ve yakın çevresindeki gerçek kişilerin özelliklerini yansıtıyor. 

Fyodor Pavloviç Karamazov; baba rolüyle romanın ana karakterlerinden biri. Sorumsuz, sadece kendini düşünen, şehvet düşkünü bir adam. İlk evliliğini soylu, varlıklı ve güzel bir kadınla yapıyor ve ilk çocuğu Dimitri (Mitya) doğuyor. Kadın, Pavloviç'e dayanamıyor ve oğlunu babasına bırakıp Petersburg'a kaçıyor. Ancak kısa bir süre sonra arkasında büyük miras bırakıp ölüyor. Pavloviç eline geçen servete çöreklenip oğlu Dimitri ile hiç ilgilenmiyor. Dimitri önce uşak Grigory tarafından daha sonra annesinin yakınları tarafından büyütülüyor. 

Bir süre sonra Pavloviç, ikinci evliliğini bir generalin yetiştirmesi olan bir kızla yapıyor ve bu evlilikten iki oğlu daha, İvan ve Alex (Alyoşa) oluyor. Çocukların doğumundan kısa bir süre sonra ikinci karısı da hayatını kaybediyor. Pavloviç bu çocuklarla da hiç ilgilenmiyor ve eğlencesine, düşkünlüklerine devam ediyor. Bu arada sokaklarda yatan kıt akıllı saf bir kızla ilişkisi neticesinde Smerdyakov adlı bir oğlu daha oluyor ancak Pavloviç bunu inkâr ediyor. Yine de uşak Grigori'nin yanında hizmet etmesine ses çıkarmıyor. 

Yazarın baba Pavloviç karakterinin duygu ve düşüncelerine fazla yer vermediğini söylemek mümkün. Duygu ve düşünceleri kapalı bir kutu, ancak onu dışarıdan, kötülüğün sembolü, zevk ve sefaya düşkün, kimseye faydası olmayan, her gördüğü kadını parasıyla elde etmeye çalışan biri olarak tanıyoruz. Bu özellikleriyle Pavloviç, Dostoyevski'nin gerçek babasına benzetiliyor. Alyoşa dışında bütün çocukları aynı Dostoyevski gibi babalarının ölmesini istiyor. Diğer bir görüş ise, Dostoyevski'nin yaşamı boyunca karakter değişimini farklı yapılara sahip çocuk karakterlere yansıtması. Büyük oğlu İvan, yazarın batı Avrupa'nın etkisiyle kapıldığı nihilist düşüncelere sahip ilk gençlik yıllarını hatırlatmakta. Dimitri (Mitya), yazarın Sibirya sürgününden döndükten sonraki içki ve kumara düşkün, romantik hallerini anımsatıyor. En küçük kardeş Alyoşa ise yazarın son yıllarında dine bağlı ve sevgi dolu halini yansıtmakta. Pavloviç'in gayri meşru oğlu Smerdyakov ise sinsi, akıllı ve sara hastası bir tip. İvan'ın fikirlerinden fazlasıyla etkileniyor. 

Çocuklar büyüdükten sonra Dimitri, teğmenlikten emekli olup babası Pavel'e gidiyor ve annesinden kalan miras payını istiyor. Pavel, Dimitri'ye arada küçük paralar göndermiş olsa da bunlar son derece az geliyor oğluna haklı olarak. Ivan, Petersburg'a gidip doğa bilimleri üzerine çalışıyor, bu arada edebiyatla ilgilenerek kendini geliştiriyor. Küçük Alyoşa şehrin manastırında Zosima adlı, doğa üstü güçlere sahip olduğuna inanılan bir rahibin yanına sığınıyor. Smerdyakov ise aldığı aşçılık eğitiminden sonra Fyodor Pavloviç Karamazov'in konağında aşçı olarak hizmet etmeye başlıyor ve davranışlarıyla babasının güvenini kazanıyor. 

Yıllar sonra aile miras sorununu çözmek için Zosima'nın manastırında toplanıyor. Pavloviç işi dalgaya alıp toplantıyı sabote ediyor. Bu arada Dimitri, toprak sahibi bir kadın olan Katerina Ivanovna ile nişanlanıyor. Dimitri ile Katerina ilişkisi oldukça karışık; nefret ile tutku arasında gidip geliyor. Bu arada Ivan da Katerina'dan hoşlanmaya başlıyor. Dimitri babası Pavel'in özelliklerini taşıdığı için eğlenceye ve kadınlara düşkün. Fakat babasının aksine para buldukça cömertçe çevresine saçıyor. Dimitri sonunda fahişelikle geçimini sağlayan Gruşenka'ya kaptırıyor gönlünü. 

Roman farklı karakterlere sahip kardeşlerin çevreleriyle ilişkilerine, ruhsal durumlarındaki değişikliklere değinerek ilerliyor. Alyoşa'nın her şeye rağmen babasıyla ilişkisi iyi. Sevgi temelli bir yaşam anlayışına sahip ve çevresi tarafından seviliyor. Dimitri ve Ivan ise babalarından nefret ediyor. Smerdyakov, babasına bağlı görünürken Ivan'ın etkisiyle içten içe babasına düşmanca hisler besliyor. Rahip Zosima'nın ölümü Alyoşa'yı derinden etkiliyor. Onun tavsiyesine uyup manastırdan ayrılıyor. 

Benim en sevdiğim kısım İsyan başlığı altında İvan ve Alyoşa'nın masa başında oturup yaptıkları tartışma oldu. Baba figürü üzerinden teolojik sorgulamaları içeren tartışmanın galibi İvan oluyor. Babanın suçundan zavallı çocuklar neden büyük eziyetler çekiyor diyerek Alyoşa'yı köşeye sıkıştırıyor İvan. Sonradan vaat edilen cennet, cehennemin ne anlamı var, hangi masum çocuğun göz yaşlarına değer bu diye soruyor kardeşine. Bu aynı zamanda Ademin şeytan tarafından ayartılıp bütün insanlığa verilmiş çilekeş dünya hayatına karşı bir isyan. Eğer tanrı bu kadar acımasız ise biz insanlar için her şey mubah diyor. Bu düşünce aynı zamanda İvan'ın Smerdyakov'u etkilediği bir husus.

Sonunda olay patlak veriyor. Baba Pavloviç bir gece cinayete kurban gidiyor. Şüpheler iki kişi üzerine yoğunlaşıyor. Bunlardan biri, bütün kanıtların aleyhinde toplandığı Dimitri ve diğeri kurnaz bir şekilde plânını uygulayan Smerdyakov. Dimitri tutuklanıp hapse atılıyor. Mahkemede savcılığın mütalaası ve Dimitri'nin Katerina tarafından özel olarak getirtilen güçlü avukatının savunması detaylı bir şekilde veriliyor. Ne var ki, Katerina daha sonra Gruşenka'yı kıskanıp Dimitri'nin aleyhine tanıklık ediyor.  Karar gününden bir önceki gece Smerdyakov, İvan'a babası Pavloviç'i öldürdüğünü ve parasını çaldığını itiraf ettikten sonra mahkeme gününün sabahında kendini asarak intihar ediyor. İvan ise Smerdyakov'u etkilediğini düşünerek kendini suçlarken kafa karışıklığı sebebiyle halüsinasyonlar görmeye başlamıştır. Son olarak şeytanla konuşur. Tanıkların dinlenmesi sırasında mahkemeden halk jürisi İvan'ın hastalığı dolayısıyla sözlerine önem vermez ve Dimitri haksız yere yirmi yıl sürecek sürgün cezasına çarptırılır. 

Diğer bazı klasik Rus romanlarında görüldüğü üzere akla kıymet veren realist karakterlerin nedense sonu pek parlak olmuyor. Burada da kendini yetiştirmiş, sorgulayan karakter İvan'ın yaşamı şizofreni illetine yakalanmış olarak sonlandırılıyor. Diğer taraftan dini ve milli değerlere bağlı içi sevgiyle dolu Alyoşa ise romanın mutlu ve sevilen bir karakteri olarak gözler önüne serilmekte. Dostoyevski, romanı yazarken önce Smerdyakov karakterine yer vermemiş ve baba katili olarak İvan'ı düşünmüş. İvan realist olduğu kadar romantik bir tip. Her ne kadar isyankâr olsa da düzeni koruması bakımından dinin önemini de kabul ediyor. Aslında kafası son derece karışık. Bu nedenle yazar, gördüğü lüzum üzerine yeni bir karakter yaratarak Smerdyakov'u kurgulamış görünüyor. Smerdyakov ne çevresindeki insanları ne de kendini seven bir tip. Özellikle tanrı çocukları düşünmüyorsa her şey mubah düşüncesinden hareketle babasını öldürürken son derece soğukkanlı. 

Bu arada İş Bankası Kültür Yayınlarından çıkan Nihal Yalaza Taluy çevirisini hatasız ve son derece başarılı bulduğumu söylemek isterim. Karamazov Kardeşler, gerek kurgusu, gerek anlatım tarzı, gerekse ele aldığı konular bakımından sindire sindire, defalarca okunması gereken bir eser. Özellikle psikoloji dalında henüz adının konulmadığı pek çok davranış Freud gibi bilim adamlarına rehber olmuş. Cinayetten sonra mahkemenin yargılama süreci hukuk derslerinde örnek gösterilmiş. Felsefe üzerinde pek çok insanı etkilemiş. Şiddetle tavsiye edeceğim bir roman, Karamazov Kardeşler...