KATEGORİLER

17 Mart 2024 Pazar

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 238

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetlerinde bu haftanın konusu sevgili Sade ve Derin / DeepTone'dan.  

"Ramazan ayının güzellikleri"

Bu soruya cevabım çocukluk yıllarında çok farklı olurdu. O zaman oradan başlayayım. Aileden kaynaklı yetiştirilme tarzım, çevre etkisinden dolayı ramazan ayı hakkında düşüncelerim bugünküyle kıyaslanamaz. Çok sevdiğim dedemi kaybettiğimde on yaşındaydım. Ölümünden birkaç ay önce elimden tutup Yüzbaşı Hasan Ağa camisine götürmüştü beni. Benden büyük üç öğrenciyle birlikte indirdiğimiz ilk hatimlerin duası yapılacak, mevlid okutulacaktı. Bendeki hava, dedemim gururu inanılmazdı. Birkaç gün önce aynı camide peygamberin sakalını öpmüştük! Cam fanusun içinde bir kıl. Kilise papazlarının elinde buhurdanlıkları, cemaati takdis eder gibi... O zamanlar ramazan ayı diğer aylardan çok farklıydı. Sabahları sahura kalkmak bir onur meselesiydi benim için. Akşam iftar saatine mağrur bir komutan edasıyla girer, cennetteki yerimi sağlamlaştırdığımı sanırdım. Mustafa adında bir arkadaşım vardı mahalleden. Babasının küçük bakkal dükkânında geçirirdik zamanımızın çoğunu. Ramazan ayı geldiğinde dükkânın kapısını kapatıp yan yana namaz kıldığımızı hayal meyal hatırlarım. Akşam vakitleri başka bir heyecan sarardı bizi. Her gece farklı bir camide kılardık yatsı ve teravih namazlarını. Ne kadar uzakta kılarsak sevabı o kadar büyük olur derlerdi! Sokak aralarında yolumuza devam ederken çerezciden aldığımız kâğıt külâh içinde 50 kuruşluk tuzlu fıstık sohbetlerimize eşlik ederdi. Neler konuşurduk aklımdan çıkmış tamamen. Bayram ziyaretleri pek eğlenceli gelmezdi bana. Çünkü diğer çocuklar gibi kapı kapı dolaşıp para toplamanın ayıp olduğunu söylerdi büyüklerimiz. Hacı babaanne ziyaretlerinin de ilgi çekici bir yanı yoktu zaten. Mutlaka bayramın ilk günü gitmek zorundaydık. İzmir'in en yakın ilçesinde oturuyorlardı. Evlerine vardığımızda kanapeye ayağımızı toplayıp otursak, köpek oturuşu diye kendimize çeki düzen vermemizi isterlerdi. O zamanlar hiç sevmediğim ev yapımı baklava en meşhur ikramlarıydı. Israrla ilâç gibi yemek zorunda kalırdım. Evde kazara buzdolabı bozulsun. Mutlaka bu biz çocukların işiydi! Bayramlık olarak tek kuruş çıkmazdı ceplerinden. Çocuklara akide şekerinin yanı sıra verdikleri hediye sadece küçük çocuk mendilleriydi. Hacı dedemiz, nam-ı diğer makinist Ahmet, gençliğinde her haltı yemiş, yaş kemale erince nedamet getirmiş bir zattı. Kutsal topraklardan döndükten sonra dede sözcüğünün önüne "hacı" sıfatını mutlak surette koymak zorundaydık. Devamlı kuran okur, hatim indirir ve onları bir kenarda biriktirirdi. İhtiyacı olanlara ya da ölmüşleri için talepte bulunanlara biriktirdiği hatimlerden satardı. Evet, satardı. İhtiyaç sahipleri gönüllerinden kopanı beyaz bir zarf içind takdim ederlerdi kendisine. Ben de o zamanlar kuran okumayı tecvidiyle öğrenmiştim. Hatta henüz on bir, on iki yaşlarında olmama rağmen yaz tatillerinde camilerde açılan kuran kurslarında öğrencilerim bile vardı. Bu yüzden hacıların evinde yediğimiz öğle yemeğinin ardından sofra duası okuma görevi bana aitti. 

Aradan geçmiş yarım asır. Nereden nereye... O günleri özlüyor muyum, hayır. Eskiden "hayırlı cumalar" lâfı edilmezdi pek. Şimdi her şey hayırla anılıyor sosyal medyadaki gruplarda. Hayırlı kandiller, hayırlı ramazanlar, hayırlı bayramlar... Bayramlar, cumaların diğer günlerden farkı yok benim için. Özlediğim tek şey ramazan pidesi diyecektim ona da gerek kalmadı, bizim fırınlar yıl boyunca her gün ramazan pidesi çıkartıyorlar artık. En azından bizim fırıncıların ramazan ayının diğer aylardan farklı olmadığını kavramış olmaları sevindirici. Allaha şükür medeni bir vilayette ikamet ediyoruz. Yıllar önce Konya'da çalışıyordum. Şantiye suları içilmez olduğu için yoldaki bir çeşmeden bidonlara su dolduruyorduk. Yaz günüydü. Dalıp çeşmeye ağzımı dayadım. Başımı kaldırdığımda ihtiyarın biriyle yüz yüze geldik. O düşmanca bakışı unutamam. Yine ihaleye teklif verebilmek için işin yapılacağı yeri görmek üzere Karadeniz bölgesinde bir yere gitmiştik. Ramazan ayıydı. Ne sabah kahvaltısı, ne öğle yemeği yiyebildik... Her yer kapalı, bakkalı, fırını her yer. Akşam iftar vaktine kadar aç kaldık, niyetsiz oruç tutmuş olduk. Küçük bir ilçeydi son durağımız. Lokantalardan birine girdik. Top atılmak üzere kimseye sormadan çorbalar önümüze konuldu. Açlıktan yutkunuyoruz ama kimse elini kaşığa uzatmadığı için beklemek zorundayız. Kabir azabı gibi bir şey...

Ramazan adetleri, oruç tutma, sahur, iftar, ramazan davulu gibi ritüeller bana garip geliyor şimdi. Hiçbirinin eğlenceli bir yanı yok. Bu dünya bir sınav yeri, herkes hesabı ahiret günü verecek martavalına inanmıyorum. Dini konularda ahkâm kesen mürşitlerin bir eli yağda bir eli balda. Saf ve salak müritler ekmeğe muhtaç. Cami imamları siyasi otoritenin maşası durumunda. Diyanet padişahın emrinde. Yani tekrar ediyorum, geldiğim noktada ramazan ayının hiçbir eğlenceli yönü kalmadı benim için. Tam aksine şeriat yanlıları ve dini siyasete alet edenler, tarikatler ve cemaatler bu ayın hürmetine saf vatandaşları kandırarak yanlarına çekmeye çalışıyorlar yerel seçimlerin arifesinde. Aklımın ermediği; bu çağda, teknoloji ve bilimin geldiği bu noktada, insanlar iki bin yıl öncesinin antik Yunan filozoflarının zekâsından, düşünce yapısından nasıl  daha geri olabiliyor? Ülkemizde bir rönesans yaşanması gerek. Nasıl avrupada kilise kendi alanına çekildi, dünya işlerinden uzaklaştırıldı, bizde de aynısı yapılması lâzım. Diyanet tez elden kapatılmalı, imamların maaşı ve cami giderleri cemaatleri tarafından karşılanmalıdır. Dini kurumlar, cemaatler, vakıfların ticari ve siyasi bağlantıları yok edilmeli ve bunları sıkı bir şekilde denetleyecek maliyeci ve hukukçulardan müteşekkil bir organ teşekkül ettirilmelidir devlet tarafından. O zaman göreceğiz bakalım ülkenin yüzde kaçı müslüman, camiye kaç kişi gidiyor? Bu arada herkese hayırlı ramazanlar! 

21 Şubat 2024 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 235

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetlerinde bu haftanın konusu sevgili Sade ve Derin / DeepTone'dan.  

"Ortalama insan sağlığı gelecekte günümüzden daha kötü mü olacak?"

Geleceğin nasıl olacağı hakkında fikre sahip olsam bu soruya daha sağlıklı bir cevap verme imkânım olabilirdi. Mevcut küresel rejimlerde devrim niteliğinde köklü bir değişim olmadığı sürece bu günlerimizi arayacağımız yadsınamaz bir gerçek.

Vahşi kapitalizmin kolları insan yaşamında hayati öneme haiz her konuya uzanmış, bir ahtapot gibi insanları içine hapsetmiş. Para kazanma hırsı her türlü insanlık onurunun üzerinde. Mevcut siyaset kurumları çürümüş, her biri rüşvet, yolsuzluk, adaletsiz uygulamaları ve hak gasplarıyla kapitalizmin aracı haiine gelmiş. Gıda sektörü, sağlığa zararlı, katkılı ve GDO'lu ürünlerle at koşturuyor. Hava ve çevre kirliliği almış başını gidiyor. İşin tuhaf yanı bütün bunlar teknolojik gelişmeye bağlı ve onca zararlı etkilerine rağmen insanın ortalama yaşam süresi uzuyor! Bu durum gerçekten son derece çarpıcı. Çocukluğumda yaşlılar elli, elli beş yaşlarında dünyayı terk ederlerken hiçkimse arkalarından "yazık daha çok gençti" demiyordu.

Aslında şaşıracak bir durum yok. Dünyanın savunma sanayinden sonra ikinci büyük sektörü, küresel sermayenin azraili sağlık ve ilaç şirketleri yaşlıları çok seviyor. Eğer sağlık kurumu küresel sermayenin elindeyse, ileri teknolojinin insan sağlığına fayda sağlayacağını düşünmek en hafif deyişle safdillik olur. Evet, insanın ortalama ömrü uzamıştır ve bunu teknoloji ve bilimin ilerlemesine borçluyuz. Peki bu teknolojiyi geliştiren, bilimsel araştırmalara onca para yatıranlar, senin benim kara kaşımız, kara gözümüz için mi yapmışlar bu faydalı işleri? Elbette hayır. Daha uzun yaşasınlar, özellikle yaşlılık döneminde daha çok hastalansınlar, tetkiki, teşhisi, tedavisi, ilâcı, yatağı derken inek gibi sağsınlar diye insanları. Katma değer olarak verdikleri ilâçların yan etkileri yüzünden yeni yeni hastalıklara yakalansın hastalar ve sürünüp dursunlar diye... 

İyi ki dünya sağlık sektöründe ne dolaplar döndüğünü biliyorum. Bu konuda pek çok kitap, makale ve dergi okudum. Çok mecbur kalmadıkça doktora gitmiyor, asla ilâç kullanmıyorum. Bu bir cehalet değil. Soner Yalçın'ın "Kara Kutu" kitabını okuduktan sonra kararlığımdan daha da perçinlendi. Kitapta yazılanların yarısını komplo teorisi olduğunu düşünseniz dahi, kalan yarısında belgelendirilmiş iddiaların vehameti karşısında ağzınız açık kalır. İlaç şirketlerinin DSÖ'ne ve sağlık bakanlıklarına yaptığı baskılar, verilen rüşvetler, yeterince araştırma yapılmaksızın piyasaya sürülen ve insan hayatını tehlikeye sokan ilaçlar, bu sebeple mahkemece çarptırıldıkları astronomik tazminat cezaları... 

İnsanın uzun yaşatılmasının önemli olmadığını düşünüyorum. Önemli olan akıl sağlığıyla birlikte konforlu bir yaşam sürebilmek. Yaşam süresi ne yazık ki her insanda farklı. Bu Tanrının kullarına karşı en büyük adaletsizliklerinden biri olmalı. Teknoloji ve bilim el ele vererek, insanlara, organ nakli ve doku yenilemeleri, erken teşhis, tedavi yöntemleriyle daha çok uzun süreler yaşama imkânı verecek. Öyle ki o yaşlı insanlar, çevrelerini tanıyamayacak, altlarını tutamayacak hale gelecekler, adeta bitkisel hayat sürmeye başlayacaklar. Bir sürü ilâç kullanacaklar, tekik, tedavi, hastane masrafları, alt bezi masrafları alabildiğince yükselecek. Bu iyi bir şey mi? Yaşam süresini uzatmak en çok sağlık ve ilaç endüstrisine yaramakta. Bu külfet sadece kendilerini bakmakla yükümlü olan aile bireylerine değil, yaşadığı ülkenin bütün vatandaşlarının sırtına da büyük bir yük getirmekte. Elbette anne, babamız ve yaşı kemale ermiş sevdiklerimiz için böyle bir düşünceyi dile getirmek hiç kolay değil. Bu hususta bir yaş tahdidi de koyamayız. Bazen insan yüz yaşına da gelse akıl sağlığı yerinde, bedensel olarak da son derece dinç olabiliyor. Bazen de otuz beş yaşında iflah olmaz hastalıkların pençesinde boğuşuyor. Hiçkimsenin yaşama hakkına engel koyamam fakat benim dile getiirmek istediğim küresel ilaç şirketleri ve sağlık sektörünün (ve elbette onların taşeronu konumundaki  DSÖ ve bütün sağlık kurumlarının) bu insanları birer kazanç kapısı, birer sömürü aracı olarak görmesi... Bir sürü ilaç verip insanların bir tarafını iyileştirirken yan etkileriyle diğer tarafını bozuyorlar. Bu lanet sektör o kadar zalim ki, yaşlıların ölmesini asla istemez, çünkü yaşasınlar (ne kadar yaşamak denirse artık) ki, ilaç satmaya devam etsinler, tetkik, teşhis, ameliyat masrafları eksik kalmasın. 

Yazımdan soruya cevabım anlaşılmış olmalı. Evet, ben bu kapitalist sistem devam ettiği sürece ortalama yaşam süresi artsa bile insan sağlığının gelecekte günümüzden daha kötü olacağı inancındayım. Bununla birlikte hayalini kurduğum devrim gerçekleşir, eğitim ve sağlık hizmetleri tüm insanlara ücretsiz olarak verilir, sağlık alanındaki tüm yenilik ve buluşlar için patent hakkı ortadan kaldırılır, bütün sağlık personeli, uzmanlar ve bilim adamları hipokrat yeminine özünde sadık kalır da hayat bayram olursa o zaman geleceğe bir başka gözle bakabilirim. Herkese küresel sağlık terörünün tuzağından uzak, aklen ve bedenen sağlıklı bir gelecek diliyorum. 

15 Şubat 2024 Perşembe

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 234

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetlerinde bu haftanın konusu sevgili Sade ve Derin / DeepTone'dan.  

"Daima doğruyu söylemek insan ilişkilerinde en önemli faktör müdür?"

Gerçek hayatta doğruyu söylemenin insan ilişkilerinde etken bir rol oynadığı kanaatinde değilim. Bununla birlikte gönlüm, doğruyu söylemenin insan ilişkilerinde önemli bir rolü olmasından yana. Ülkemizde doğruculuğun her zaman kaybettirdiği gerçeği ortadayken bazılarımız doğruculuğu kendisine rehber etmiş umutsuz bir toplum hayalinin peşinde koşuyor. Doğruyu söylemek, doğrudan ayrılmamak elbette takdir edilesi bir davranış ancak "Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar" atasözümüzün de boş yere söylenmediği  akıllardan çıkarılmamalı. 

Ağaç Ev Sohbetleri konu başlıklarında zaman zaman bir veya iki sözcük dikkatimi çeker. Bu kez "doğru" sözcüğüne takıldım. Ne yazık ki "doğru" sözcüğü de kelime haznemizün yozlaşan sözcükleri arasındaki yerini alıyor. Sözcüklerin anlamını yitirdiği böylesi durumlarda hemen tartışma alevlenir. Doğru, kime göre, neye göre? Herkesin müştereken kabul edebileceği tek bir doğru var mı? Bazen bilerek isteyerek, bazen bilmeden ya da yanlış anlamanın neticesinde kendi söylediğimizin doğru olduğunu iddia ederiz. Muhatabımız da benzer şekilde kendi söylediğinin doğruluğu yönünde ısrarcı olabilir. Böyle bir ilişki tatsız sonuçlar doğurur genellikle ve muhtemelen kavgaya dönüşür. Bu olumsuzlukları asgari düzeye indirmek için karşı tarafı can kulağıyla dinlemek, ateşli konuşmalardan kaçınıp sabırlı davranmak ve her şeyden önemlisi yanılabileceğimiz gerçeğini gözardı etmemek gerekir.

Yukarıdaki soruya dönecek olursam, evet bence herkesin müştereken kabul edeceği tek bir doğru vardır. Fakat bazıları bildikleri halde doğruyu nalıncı keseri gibi kendilerine doğru yontarlar. Fikir ayrılıkları, genellikle dogmatik fikirleri benimseyenlerle bilimi kendisine rehber kabul eden kişiler arasında kendini gösterir. Benzer şekilde fanatik muhafazakârlar, kendilerini belli bir ideolojiye teslim etmiş aşırı milliyetçiler ile liberal düşünceye sahip, her şeyin araştırılıp sorgulanmasından yana olan, genellikle belli bir eğitim düzeyine sahip kişilerin doğruları taban taban zıttır. Şimdi bu gruplar arasındaki ilişkiye bir bakalım: Her iki taraf da kendilerine göre doğruyu söyldedikleri iddiasındalar. Sonuç, büyük anlaşmazlık ve kavgalar... Demek ki neymiş, doğru çeşit çeşitmiş. Herkes kendi doğrusunu söylerse insan ilişkileri bozulurmuş. Bozulmak ne kelime öyle bir hale gelir ki, sırf bu yüzden hakaret eder hatta vurup öldürürler birbirlerini. 

Özellikle siyasetçilerin doğru! sözleri vardır bir de. Özellikle seçimler yaklaşırken bu doğrular inanılmaz boyutlara erişir. Sözgelimi ülkenin bir köşesinde olmayan bir petrol bulurlar aniden. Ya da bir hesap yaparlar altı ayda ekonomimiz düzelecek, halkımızın alım gücü artacaktır sözde. Bir zamanlar bir kadın başbakanımız vardı, vatandaşların her birine iki anahtar sözü vermişti, biri evi, diğeri arabası için. Elbette bu tür sözlerin doğru olmadığını biliyoruz. Fakat yalan söylemenin halkın siyasal tercihleri üzerinde etkisi büyük. Doğruyu söyleseler seçimi kaybedecekleri ortada. Pek kıymetli politikacılarımız doğruyu söylemekten kaçınıp bol miktarda yalan söylemek suretiyle toplumun yüreklerine su serpmiş oluyorlar. Bu durum sosyolojik bakımdan incelenmeli. Yerli ve milli politikacılarımız insan ilişkilerinde Türk toplumuna çığır açtırıyorlar. Aslında bu, ülkemize özel bir durum. Ne kadar çok, ne kadar büyük yalan söylenirse, siyasetçi-vatandaş arasındaki bağlar o denli kuvvetli oluyor!

Şimdi memleketin batık halini bir tarafa bırakalım, varsayalım ki medeni bir ülkede yaşıyoruz. O zaman durumu tamamen farklı değerlendirmemiz gerekir elbette. Doğruyu söylemek bir onur ve gurur vesilesi olur. Medeni ülkelerde doğruyu söyleyeni köyden kovmazlar, bilakis baş üstünde tutarlar. Siyaset kurumu bizde olduğu kadar kirlenmemiştir. Hukuk evrensel normlarda adalet dağıtır vatandaşına. Böylesi bir toplumda yaşamak ve elbette hep doğruyu söylemek isterdim, çevremdeki insanlar da hep doğruyu söylerlerdi. Niye yalan söylesinler ki? İşte o zaman ülkemizde sıfır düzeyine inen güvensizlik ortamının aksine bibirine güvenen çağdaş bir toplumun ferdi olarak huzur içinde yaşar giderdik. Hayâli cihan değer.

7 Şubat 2024 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 233

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetlerinde bu haftanın konusu sevgili Sade ve Derin / DeepTone'dan.  

"Alışveriş merkezlerine alışverişe mi gidiyoruz, zaman geçirmeye mi?"

Kendimi bildim bileli alışveriş merkezlerini sevmiyorum. Acil bir şeye ihtiyacım olduğunda ve aradığım şey sadece orada bulunuyorsa uğrarım. Hani gidip bir kolaçan edeyim, ucuz ya da beğendiğim bir şey var mıdır diyerek bütün günümü harcamam o devasa alışveriş mekânlarında. Klostrofobik değilim ama büyük AVM lerde biraz fazla kalınca ruhum daralır, nefes alamaz hale gelirim, tansiyonum düşer. Yıllar önce Ankara'daki IKEA mağazasına gitmiştik eşimle birlikte. Bildiğiniz gibi mağazanın sinir bozucu bir özelliği var. İçeri adım atar atmaz ziyaretçilerin oklarla yönlendirildiği ve tüm ürünleri gösterebilmek için adeta açık bir tüneli andıran yılankavi güzergâh boyunca uzun bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Sıkıldım döneyim deseniz trafik tek yönlü olduğu için geriye dönmek yok. Metazori tüm ürünleri görmeden çıkış izni alamıyorsunuz. Yolun sonunda bir kafeterya var, İsveç Köftesi güzel. Ama köfte yemek için zorlu parkuru başarıyla tamamlamanız şart. Yaşadığım o anı hiç unutamam, yolun yarısında hafakanlar basmış ve çıkarın beni buradan diye bas bas bağırasım gelmişti. O gün bugündür IKEA'yı her gördüğümde yolumu değiştiririm. 

Alışveriş konusunda insanlar ikiye ayrılır. Birinci grup aklında hiçbir şey olmasa da AVM, çarşı, pazar dolaşır. İhtiyacı olup olmadığına aldırmaksızın canının çektiği ya da piyasa şartlarına göre ucuz gördüğü ne varsa satın alıp evine kucak dolusu eşya ile döner. Hele bir de karnı açken çıkarsa alışverişe, durum daha vahim bir hal alır.  Bu gruba dahil insanların bir kısmı evlerine döndüğünde cazibesine kapılıp yüksek bedeller ödeyip satın aldığı bazı eşyaları gereksiz olduğu fark edip kendi kendine kızar. Benim de içinde bulunduğum ikinci grup insan türü ise alışverişten pek hoşlanmaz. Bir şeye ihtiyacı mı var, bekler bekler, ihtiyaç kaçınılmaz boyuta geldiği zaman en kısa yoldan bir dükkân bulup sorununu giderir. Bu yerin AVM, çarşı ya da cadde üzerinde bir mekân olmasının önemi yoktur. Hedefe odaklı bir yol izleyerek genellikle ilk gördüğü yerden süratle ihtiyacını karşılar ve evine döner.

Anlayacağınız üzere AVM'ler benim uğrak mekânım olamaz. Mecbur kalmadıkça (yani eşimden dolayı maruz kaldığım haller dışında), ne kafesi, ne kahvesi cezbetmez beni. Bazen alışveriş için eşimin peşine takılıp gittiğimde mağaza mağaza dolaştıktan sonra fast food katına uğramamız züğürt tesellisi olur benim için. Bunun yanı sıra AVM'ler piyasanın çok üzerinde pahalı yerlerdir. Aynı ürünü başka bir yerden çok daha ucuza temin etmek varken binanın güzelliğine aldanıp para saçmak sabit gelirliler için akılla bağdaşmaz. AVM'ler müthiş bir rant kapısıdır. Dükkân kiraları aşırı derecede yüksektir. AVM'den alışveriş yapanlar yüksek kira bedellerini satın aldıkları ürüne ekstra bedel ödeyerek karşılamış olurlar. 

Zaman geçirmek için AVM'ye gitmeyi düşünenleri hep merak ederim. Bunların başka işleri ya da zamanlarını harcayacak başka aktiviteleri yok mudur? Bir de işin felsefi boyutu var zamanın. Zaman geçirmek bizim elimizde mi? Zaman dediğin isteseniz de istemeseniz de geçer gider zaten. Zaman bir türlü geçmek bilmiyor deyip şikayet edenleri, boş vakti olduğunu dile getirenleri anlayamıyorum. Tam aksine, zaman bana göre ışık hızında geçiyor. Hiçbir şey yapamıyorum diye bir his kaplıyor içimi bu hız karşısında. Sonra kısacık ömürleriyle gerilerinde büyük eserler bırakmış besteciler, bilim insanları, yazarlar geliyor gözümün önüne. Yaşamın anlamını düşünüp bir garip hüzün çöküyor üstüme. 

3 Şubat 2024 Cumartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 232

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetlerinde bu haftanın konusu sevgili Sade ve Derin / DeepTone'dan.  

"Alışveriş, iş, iletişim, her şey internet üzerinden, artık yüzyüze kavramı kalmadı. Bu iyi bir şey mi?"

Bana mı öyle geliyor bilmiyorum ama dünya genelinde iyiye doğru giden pek bir şey kalmadı sanki. Bu tersine gidişte teknolojinin payı ne acaba? İnternetle alışveriş konusunda hem olumlu hem de olumsuz şeyler söylemek mümkün. Bazı sağlam alışveriş siteleri var, istediğiniz bir ürünü resimlerine ve özelliklerine bakarak sipariş edebiliyorsunuz. İnternet yüzünden "henüz mürekkebi bile kurumadan" da diyemiyoruz artık ama onun gibi bir şey işte. İnanılmaz bir hızla kargo kapınızda. Ne zaman siparişi aldınız, ne zaman para hesabınıza geçti de işleme soktunuz, ne zaman paketleyip kargoya verdiniz! Ambalajı açıp bakıyorsunuz, bu resimdeki renge benzemiyor, ben bir ton açığını istiyordum, sorun yok gönder gerisin geriye, üstelik beş para ödemeksizin. Karşınızda ne münakaşa eden var, ne itiraz eden. Birkaç gün içinde paranız hesabınıza geçiyor. Emin olduğunuz, tanınmış online alışveriş sitelerinden ürün alırsanız genellikle sıkıntı çıkmıyor. Ama ben yine de yüzyüze alışveriş yanlısıyım. Kitap ve sanat etkinlikleri için bilet satın alırım, bunun dışında internet alışverişini pek tercih etmem. Kitaplarda çoklu ürün alışverişlerinde ciddi indirimler oluyor, oturduğumuz yerden bilet almak da çok keyifli. Market alışverişini bizzat kendim yaparım. Apartman görevlisine bile bırakmam bu işi. Bizzat kendim bir çok ürün arasından kalitesine, fiyatına ve tazeliğine, son kullanım tarihine göre seçim yapmayı tercih ederim. Belki elden ayaktan kesilince getir götürcü alışveriş sitelerine ihtiyacımız olacaktır fakat bir süre daha böyle idare edebiliriz.

Günlük lüzumlu ihtiyaçlar dışında alışverişi pek sevmem. Belki bu yüzden online alışveriş de soğuk geliyor bana. Eşimin aksine on-line alışveriş sitelerine girip indirimleri, yeni çıkanları veya öylesine bakıp beğenebileceğim ürünleri takip etmek bana göre değil. Market kasalarında son zamanlarda sıkça karşılaştığımız, şu kadarlık alışveriş yaparsanız şu ürün şu fiyata tekliflerine sinir olurum genelde. İhtiyacım olmayan bir ürünü yarı fiyatına verseler cezbetmez yine beni.     

İş konusu biraz farklı sanırım. Her işin internet üzerinden yapılması mümkün mü? Özellikle yazılım işiyle uğraşanlar ve bazı maslekler bu konuda şanslı olmalı. Öğretmenlik mesleğinin internet üzerinden yapılması pek sağlıklı gelmiyor bana. Özellikle çocukluk çağında sosyalleşmenin yüzyüze ilişkilerle sağlanmasının kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Pandemi gibi bir sorun olmadıkça birkaç iş kolu dışında yüzyüze çalışmanın devam edeceğine inanıyorum. Elbette tele konferanslar, kısmen ofis, kısmen homeofis çalışması alternatifleri mümkün. 

İletişimde internetin çığır açtığı bir gerçek. Aradığınız insanı birkaç saniye içinde karşınızda bulabiliyorsunuz. Özellikle iş konusunda olumsuz bir yanı yok gibi. Sosyal anlamda sanal iletişimi sorunlu görenlerdenim. Özellikle teyzelerin facebook, instagram sayfalarında haberleşmelelerine ifrit olurum. Biri yazar: deprem çok korkuttu, öbürü, teyzesinin ameliyatı iyi geçmiş, şükür. Bayramlar tebrikleri, hele hele özellikle cuma günleri gönderilen "hayırlı cumalar" mesajları bana göre son derece can sıkıcı. Tebrik ya da başsağlığı mesajları aynı şekilde. Hadi imkânın yok gidemiyorsun, bari aç bir telefon sesini duy değer verdiğin kişinin. Yok illâ ki mesaj yazacak, sevincini, üzüntüsünü ikonlara yükeleyecek ya da aşırdığı özlü sözlerle, şiirlerle hislerini aktaracak. İki adım ötende oturur komşun, face üzerinden bir saat sohbet edersin. Çık git ben geldim, konuşmaya ihtiyacım var de. Öyle bir anda aranırsınız ki ya tuvalette yakalanırsınız en zor anınızda ya da elinizdeki işi berbat edersiniz. Birine bir mesaj iletecekseniz, yolculuktan sonra sevdiklerinize sağ salim vardınız diyecekseniz amenna. Eskiden öyle miydi? Üniversitede olaylar çıkmıştı, ölenler, yaralılar vardı. Aileme ancak ertesi günü iyilik haberlerimi iletebilmiştim. 

Sonuç olarak faydalı ve zararlı bulduğum yönleri var internet olayının. Bazen yüzyüze kavramı öne çıkarken bazen sanal yoldan iş kotarmak büyük avantaj sağlayabiliyor. Bu tercih hem işin nev'ine hem de kişisel tercihe göre değişkenlik gösterebiliyor.    

28 Ocak 2024 Pazar

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 231

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetlerinde bu haftanın konusu sevgili Manxcat / Kuyruksuz Kedi'den.  

"Ölümle burun buruna olduğunuz bir anda normal koşullarda asla yapmam dediğiniz bir şeyi yapar mısınız? Hayatta kalmak için ölmüş bir insanı parçalayıp yiyebilir misiniz? Hayatta kalma iç güdünüz ağır basar mı yoksa ben insanlığımı (nedir insanlık?) kaybetmeden ölmeyi yeğlerim mi dersiniz?"

Soruyu cevaplandırmadan önce her biri iki buçuk saat süren iki film izledim. Bunlardan biri "Sophie'nin Seçimi", diğeri ise "Kar Kardeşliği". Her ikisi de haftanın sohbet konusuyla ilgili güzel, öğretici ve düşündürücü filmlerdi. Ağaç Ev Sohbetlerinde düşüncelerimi daha doğru şekillendirebilmek için söz konusu kaliteli yapımları izlememe vesile olan sevgili Mrs. Kedi'ye teşekkür ederim.

Öncelikle sıcak koltuklarımızda otururken asla aklımıza getirmediğimiz zor anlarımızda nasıl davranacağımızı, neleri yapıp neleri yapamayacağımızı önceden kestirmek pek makul gelmiyor bana. Bu nedenle istediğimiz kadar ahkâm keselim başımıza gelmesi durumunda asla yapmam dediğimiz davranışlarımız olabilir. İzlediğim filmlerden hareketle konuyu iki açıdan ele aldım. Sophie'nin Seçimi filminde Nazi subayının iğrenç teklifi, Sophie'nin biri kız diğeri erkek iki çocuğundan birini tercih etmesi şeklindeydi. Zavallı kadın bir çocuğunu kurtarırken diğerini ölüme göndermiş olacaktı. Sophie ilk önce böyle bir seçime zorlanmasına isyan etti ancak Nazi subayının emrindeki askerlere "o halde ikisini de alın götürün" demesi üzerine, Sophie, en azından birini kurtarayım düşüncesiyle bağrına taş basıp kızını gözden çıkarıyordu. Burada kendi hayatına dair bir pazarlık söz konusu değil. Kendisi belki kurtulacak belki o da meşhur Auschwitz fırınlarında yakılacak. Bu kendisi açısından bir sorun değil zaten. Önemli olan çocukları ve onlardan birini kendi kararıyla ölüme göndermesi! Bence hayatta karşılaşabileceğimiz en zor sınavlardan biri bu. Ben Sophie'nin yerinde olsaydım ne yapardım diye düşündüm. Böyle bir durumu yaşamaktansa ölmek çok daha iyi geldi fakat o sırada arzuladığınız ölüm bile sırtını dönüyor size. Karar vermekten kaçmak için intihar yolunu denerdim sanırım, eğer bu da mümkün olmazsa, seçim yapamazdım herhalde.

İzlediğim diğer film, Kar Kardeşliği. Uruguay'lı bir ragbi takımının da bulunduğu çoğu yirmi yaşlarındaki 45 yolcusuyla birlikte And Dağlarına çakılan uçaktan sağ kurtulan gençlerin açlık ve çetin hava koşulları altında 72 günlük hayatta kalma mücadelesini konu eden film gerçek bir öyküye dayanıyor. Burada olay esasen bireysel yaşam mücadelesi ya da hayatta kalma içgüdüsü olarak işleniyor. Kazadan sonra mucize kabilinden hayatta kalan yolcular, yaşamak için kazada can veren arkadaşlarının (belki de yakınlarının) cesetlerini parçalayıp yemek zorunda kalıyorlar. Yaşam mücadelesini anlıyorum ama hayatta kalma çabası gerçekten bir içgüdü mü, emin değilim. İçgüdü hayvansal bir dürtü. Diğer taraftan insanın kendi iradesiyle yaşamına son verme durumu da var. Hatta bazen balinaların kıyıya vurması bazıları tarafından intihar diye niteleniyor. Oysa uzmanlar insanın, kendi ölümünün farkında olan tek canlı türü olduğu görüşündeler. 

Onedio.com adresinden "hayvanlar intihar eder mi?" konusunu incelerken bir yazıya rastladım. Bazı anne örümcekler yavrularının kendisini yemesine izin veriyormuş! Makalede anne örümcek bu esnada ölse bile buna intihar denilmesinin güç olduğundan bahsediliyor. Yani genel olarak balina, köpek ve diğer birçok canlı üzerinde yapılan inceleme ve araştırmalar intihar olayının sadece insanlara mahsus olduğunu göstermekte. İster psikolojik ister felsefi açıdan bakalım intihar, hayvansal bir dürtü olan "hayatta kalma çabası"nı yok sayıyor ve bir bakıma sevgili Mrs. Kedi'nin "insanlık nedir?" sorusuna açıklık getirirken diğer taraftan insanı hayvandan ayıran önemli bir özellik olarak dikkatleri üzerine çekiyor. Örümcek hikayesinde ise hayvan dostlarımızla ortak içgüdüsel bir harekete şahit oluyoruz. Çocukları yaşamını sürdürebilsin diye kendi canını feda eden bir dürtü bu. 

Gelelim And Dağlarındaki uçak kazasındaki gibi yaşamak için tanıdığınız ya da tanımadığınız bir insanı parçalayıp yiyebilir misiniz sorusuna. Aklıma ister istemez vejetaryenler geldi. Onlar için bu sorunun cevabı kolay olmalı. Hayatta kalma içgüdümün yeterince gelişmediğini düşünüyorum. Muhtemelen bunun bir sonucu olarak ölümü de doğum kadar doğal karşılıyorum. Nasıl ki doğumumuza kendimiz karar vermediysek, (intihar hariç) ölümümüzü de kendimiz tasarlayamıyoruz. Vakti gelince huzur içinde ruhumuzu teslim edip yok olacağız. Yoktan var olduğumuz gibi vardan yok olacağız. Hayatın bilinen ve tatmin edici anlamını (varsa eğer) öğrenene kadar devran böyle dönecek. O halde illâ yaşayacağım diye ölmüş bir insanı parçalayıp yemeyi midem kaldırmaz sanırım. Ancak bu davranışımı ne hayatta kalma iç güdümün zayıflığına ne de insanlık dedikleri (her neyse) ulvi değer atfedilen bir nedene bağlayabilirim. Ölümle burun buruna geldiğim anlarda yaşadığım his gibi, "demek buraya kadarmış" ya da "filmin sonuna geldik" diyerek ölüme hazırlardım kendimi. Elbette yaşamdan neler beklediğinize bağlı biraz da. Yaşamdan yüksek beklenti içinde olanlar insan eti de yiyebilirler, küçük bir ihtimal olsa dahi olsa hayatta kalabilmek uğruna akla gelmedik her türlü tiksindirici şeylere de katlanabilirler. Böyle düşünen insanları da yargılama hakkını kendimde görmüyorum.


17 Ocak 2024 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 230

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetlerinde bu haftanın konusu sevgili Sade ve Derin / DeepTone'dan.  

"Geleneksel kültürü korumak önemli midir?"

Kültür, bir toplumu diğer toplumlardan farklı kılan yaşayış ve düşünüş tarzıdır. Değişerek devam eden, toplumların asırlar boyunca oluşturduğu yaşam tarzlarını içine alan bir hafızadır. Doğuştan gelen bir özellik değildir, toplumun inançları, dili, tutum ve davranışları, bilgisi, sanatı, beceri ve alışkanlıkları, gelenek ve göreneklerine bağlı olarak bireylerin koşullanmasından ibarettir. İster Afrika'da ilkel bir kabile, ister gelişmiş bir ülke coğrafyasında olsun her toplumun kendine özgü bir kültürü vardır. 

Geleneksel kültürü korumak topluma ve bireye ne fayda sağlayabilir? Kültürü dış etkilere karşı korumak ne ölçüde mümkün? Yaşadığımız ülkenin her bölgesinde kültürel özellikler aynı mı? Kültürün var olması onun önemli olduğunu gösterir mi? Hangi kültürel özelliklerimiz korunmaya değer? İnsanın aklına bunun gibi bir sürü soru geliyor ardı ardına.

İlk bakışta geleneksel kültürümüzü korumak pek önemli değil gibi geliyor bana. Ne yalan söyleyeyim, kültür deyince aklıma ilk düşen Bursa'nın kılıç kalkan ekibi! Bir zamanlar memleketi tanıtacağız diye korkunç teneke sesleriyle turist karşılamak modaydı. Her millet kendi kültürüyle övünür övünmesine ama kültürün içinde hep iyilikler ve güzellikler mi var? Toplumu oluşturan bireyler, kültürel öğelere hep aynı gözle mi bakıyor?

Kültürün yurttaşlar üzerinde bağlayıcı etkisi olduğunu yadsımıyorum. Yabancı bir ülkeye gittiğimizde farklı bir kültürle karşılaşır, uyum sağlamakta güçlük çekeriz. Bulunduğumuz ülkenin insanları aralarına almak için kendi kültürlerini kabul etmeye zorlar bizleri. Diğer taraftan bu kadar önemli bir konuyu el üstünde tutup koruma noktasında pek bir şey yapılabileceğine inanmıyorum. Her kültür birbirinden etkilenip zaman içinde değişirken kurallara bağlı olamaz. Sözgelimi geleneksel kültürümüzün bir parçası olan Karagöz çocuklarımız tarafından ne ölçüde tanınıyor? Oysa telefon ekranlarından "kırmızı balık gölde kıvrıla kıvrıla yüzüyor" şarkısını bilmeyen ve hipnotize olmuşçasına kendini kaptırmayan çocuk yok gibi. Evet, işin uzmanları iki yaşına kadar telefondan uzak tutun çocukları diyor ama Karagöz o boşluğu doldurabiliyor mu? Ayrıca Karagöz, tarihin sayfaları arasında kaybolup gitse ne kaybederiz? Kişi başı milli gelirimiz mi düşer, hayallerimiz mi sona erer? Niye abartıyoruz bazı şeyleri, kendi haline, doğal akışına bırakmıyoruz?

Bütün dünyanın tek ve ortak bir dil konuşması mümkün olmadığı gibi kanaatimce global kültürden de bahsedemeyiz. Her ulusun kendine has kültürel özellikleri vardır. Siyasi ve ekonomik bakımdan güçlü devletler zayıf devletlere kültürlerini ihraç eder. İngilizce'nin uluslararası geçerli bir dil olması, ülkemizdeki fast food ve Starbucks türünden kafe alışkanlığı bunlara örnek gösterilebilir. Köy kahvelerini koruyup başka kültürlerden gelen benzerlerine kapıları kapatmak bize bir şey kazandırmaz. Zaten istesek de kültürler arası etkileşimi engelleyemeyiz. 

Aslında geldiğimiz coğrafyadan dolayı Bozkır kültürünün izlerini taşıması gereken Türk kültürü İslâm dininin etkisiyle Arap kültürüne teslim olmuştur. Bu nedenle halkımız bilimde yeterince kendini gösterememiş, resim, heykel, müzik gibi sanat dallarında pek söz sahibi olamamıştır. Yine dinin etkisiyle Arap toplumundan etkilenen örf, adet, anane, gelenek ve göreneklerimiz çağın gerisinde kalmıştır. Bütün bunlar modern çağda unutulmaya yüz tutmuş değerler. Halkımız milli kültür birikiminden yoksun olarak kendini var etmeye çabalıyor. Aslında üzerimize pek de uymayan bu değerlere saplanıp kalmanın bize kazandıracağı bir şey de yok bana göre. Hepsi zamanı gelince tarihin sayfalarında ya da etnografya müzelerinde yerini almaya mahkûm olacak zira.