KATEGORİLER

31 Ekim 2016 Pazartesi

YAPRAK DENİZİ

31/10/2016 Pazartesi, Tire


Dün gecenin uykusu iyi geliyor. Dinlendiğimi hissediyorum. Hemen çıkıp alışverişlerimizi yapalım ki Hüseyin kapıda beklemesin. Soğuk bir hava. Bulutlu. İnsanın içini daraltan. İnsanların neşe kaynağı güneş olmalı. Güneş gidince yüzler de asılıyor. Dün gece yazamadığım günlüğü yazdım yaylada. Ara sıra böyle gecikmeler oluyor elde olmayan.  

Zeytin ortalarda dolaşıyor. Ağaçların yaprakları konfeti gibi dökülüyor yerlere. Sarının bin bir tonunu görmek mümkün. Bazı yapraklar kırmızıya dönmüş. Eşim üşüyor, odasına kapanmış. Gelen giden yok erken saatlerde. Bunu fırsat bilip dip temel temizlik yapılıyor.

Akşamın ilk rezervasyonu tanınmış bir markanın yönetici asistanından geliyor. Geçen hafta merak edip keşfe gelmiş, sadece çay içmişti de "Bu kadar güzel bir yer açılmış, nasıl benim haberim olmaz." diye kendini yiyip bitirmişti. Sıcak bir konuşma geçiyor aramızda. Bana "... Bey' ciğim" diye hitap ediyor. Bu samimiyet hoşuma gidiyor. "En güzel masayı size ayırıyorum." diyorum. "Harikasınız" diye cevap veriyor. Dünkü yoğunlukta müzikle ilgilenecek zaman kalmamıştı. Hatta bazı misafirlerimiz hatırlatmıştı bize "Müziğiniz yok galiba".  diyerek. Bu yüzden sakinliği kalabalıktan daha çok seviyorum. Misafirlerimizin pek çoğu terası, verandayı kapatmayı ya da geniş arazide ek tesisler yapmayı öneriyor. Bana göre on masa fazla bile. Klasik müzik çalacağım akşam dostlara. Şömine sobanın ateşi ısıtacak içlerini. Tire'ye tepeden bakacaklar kuş bakışı.

Aşkın Şef harikalar yaratıyor. En sevmediğiniz yemeği söyleyin ona. O sihirli elleriyle beş dakikada en sevdiğiniz yemek haline getirsin. Bu gidişle formumu korumak daha güç olacak. Öğlen yemeklerini kaldıralı çok olmuştu ama bu öğlen yumurtalı ot kavurma yaptı bana. Hayatımda yediğim en lezzetli ot kavurmaydı. Adam resmen yemek cambazı.

Akşam saatleri... Şömine sobamız çıtır çıtır yanıyor. Salonumuz sıcacık.

Telefon geliyor. Köşe masalardan birini rezerve etmek istiyor daha önce gelen misafirlerden biri. "İkisi de rezerve edilmiş maalesef. Size manzaraya hakim cepheden bir masa verelim." diyorum. "Konuşayım, size sonra dönerim." diyor, dönmüyor. Köşe masaların hikmetini anlamakta zorlanıyorum.

Akşam saatleri tam istediğim gibi. Misafirlerimiz nezih. Her masayla rahat rahat ilgileniyoruz. Sabah arayıp en güzel masayı ayırdığım (Evde Yazar'ın masası) hanımefendi iki bayan arkadaşıyla tam vaktinde geliyor. Kırmızı şarap sipariş ediyorlar. Bir saat sonra Polonyalı iş arkadaşları katılıyor masaya. Yabancılarla muhabbeti özlemişim. Öyle güzel olurdu ki onlarla yapılan sofra muhabbetleri. Kaplan yokuşunu çıkarken taksiyle döne döne dar yollardan feleğini şaşırmış adamcağız karanlıkta. "Ama," diyor, Ama gelip de şu manzarayı gördüğümde yolu unuttum tamamen. Şarap güzel, yemekler güzel, yanımdaki hanımlar güzel..." Masayı şen şakrak bırakıyorum.

Hangi masaya uğrasak tanıdık birileri çıkıyor. Şömine soba nefis bir mobilyası oldu salonumuzun. Salonu tek parça kapatan ve tamamen ahşap çatı her zaman ilgi topluyor. Soruyorlar kimin yaptığını. Tire'de var mı bunu yapan usta? Var elbette. Bazen işler yolunda gidiyor, doktor ayağına geliyor. Her şey harika... 

İNSANLAR, İNSANCIKLAR...

30/10/2016 Pazar, Tire
Pazar günleri bizim kabul günümüz. Sabah kalkar kalkmaz telefonuma baktım, arayan var mı diye. Arayan yoktu ama biri mesaj göndermiş. Bahar'dan geliyor. Hani dün havamızı değiştiren, birbirimizden pek bir memnun kaldığımız yüksekokul öğrencisi. Gece saat iki buçukta çekilen mesaj aynen şöyle "Acil İzmir'e gitmem gerekiyor, bilginiz olsun."

Kız kardeşi ile birlikte geleceklerdi sözde. Var mı böyle şey? Bu insanlar hayatta nasıl başarılı olacaklar? Ben şimdi bir daha nasıl güvenirim bu insanlara? Sabah dokuz oluyor, telefon ediyorum, "Yerine birini bulsaydın bari" demek için. Telefon çalıyor, açan yok. Geçen gün aradıktan hemen sonra kalp krizi geçiren arkadaşı arıyorum. O da açmıyor telefonu. Bu pazar da servis bakımından sıkıntı çekeceğiz.

Dün dört kişilik bir doktor aile gelmişti kahvaltıya. Kısa bir süre sonra rezervasyonlu bir aileyi de hemen yanındaki masaya aldık. İlk gelenler ısıtıcı istiyorlar. Şömine sobayı yakmasını istiyorum Hüseyin'den. İkinci gelen aile, "Çok açız, çok acıktık." diyerek aklımızı çeliyor. Bu arada kızım Ankara'da katıldığı kongreden mesaj gönderiyor. Gelenler facebook 'ta yer bildiriminde bulununca onların  hastaneden tanıdığı mesai arkadaşları olduğunu ve alaka göstermemizi istiyor. İkinci aile, ilk gelenlerin aksine güler yüzlü. Daha önce her iki aileyi de görmediğimizden ikinci ailenin kızımın güzel ağırlayın dedikleri olduğunu düşünüyoruz. Yine yanlışlıkla ilk servis ikinci gelenlere yapılıyor. İlk gelenler doğal olarak bozuluyorlar bu işe. Biz farkına vardığımızda iş işten çoktan geçmiş. Muhtemelen iki aile birbirini tanıyor ve birbirlerinden pek hoşlanmıyor. Bu durum da tuz biber ekiyor üstüne. Ben ayrı, eşim ayrı defalarca özür diliyoruz. Beyefendi biraz insafa gelip hafifçe gülümsese de. Eşi hanımefendi bu olayı öyle bir gurur yapıyor ki, gözlerinden ateş fışkırıyor. Biz özür diledikçe daha fazla asıyor suratını.

Akşam Kaystros Taş Ev Restaurant'ın sayfasına bakıyorum. Kadıncağız yememiş içmemiş, gece yarısından sonra oturmuş bizim facebook sayfasına beş üzerinden üç yıldız vermiş. O ana kadar yirmi sekiz kişi beş üzerinden beş yıldız verirken ortalama yıldız puanımız beş yıldız üzerinden beşti. Ancak bir kişinin üç yıldız vermesi büyüyü bozuyor ve ortalama ilk kez 4,9 a düşüyor. Eminim hanımefendi biraz olsun rahatlamıştır bu eylemiyle...

Bu gelişmenin üzerine garson kızların gelmemesi günün zor geçeceği konusunda endişelerimizi daha da arttırıyor. Hava serin. Sabah kahvaltısına geçen haftalara göre daha geç saatte geliyor misafirlerimiz. İleri saat uygulamasından vazgeçilmesi bunun nedeni olabilir mi diye tartışıyoruz. Gerçekten bir saat sonrasında sökün ediyor insanlar. Favori mekan yine teras. Üşüyenler için içeride şömine soba yanıyor. Kahvaltı sonrası yemek servisi başlıyor. Bir ara telefonum art arda çalıyor. Çoğu yola çıkmış, on dakikaya ya da yarım saat sonra gelecek olanlar. Bu haftanın genel karakteri içki satışının geçen haftalara göre azalmış olması. Ancak yine de mezelere rağbet büyük. Izgaralar da çok beğeniliyor. Servis sıkıntılı. Dışarıdan bir kişi buluyoruz son anda ama o da ancak boş tabak ve bardakları taşıyor. Servis sıkıntısını ilgimizle kapatmaya çalışıyoruz. Bugün gelenler doktorların tam aksine o kadar hoşgörülüler ki anlatamam. Ödemiş'ten tavsiye üzerine gelen kalabalık bir grup. Usulünce serviste yaşadığımız problemleri aktarıyor. "Bir bira söyledik 45 dakika sonra geldi." diyor. Olgunlukla karşılıyorlar bu durumu ama biz yerin dibine batıyoruz mahcubiyetimizden ve onların gösterdiği toleranstan. Devam ediyorlar. "Izgaralar yediğimiz en leziz olanları. Mezeler, harika, hele kabak çiçeği dolması, hayatımda yediğim en güzel kabak çiçeği dolması." diyor içlerinden biri.  

Sabah kahvaltısına kızlarını getiren dünyalar iyisi bir bey, öğlene iş arkadaşlarıyla geliyor yemeğe. Ağzından çıkan her kelime bize ilerisi için hem ümit hem de moral veriyor.

Öneriler geliyor. Mesela yayık tabaklara biraz zeytinyağı ve kekik, bir ucuna yöresel çamur peyniri koyun diyor. Bunu ikram olarak verirseniz hem yemekleri beklerken açlıkları diner insanların hem de güzel bir jest olur. "Güzel bir fikir, değerlendireceğiz." diyorum. Bir başkası veranda için UFO cinsi elektrikli ısıtıcılar konmasını istiyor. Hem içkisini içecek hem de sigarasını tüttürecek insanlar için.  Şarap için eski kaşar isteyenler oluyor.

İçki içen az olunca pazar olmasına rağmen servis de erken bitiyor. Elemanların maaş ödemelerini yapıyorum. Tip box açılıyor. İçinde biriken bahşişler özenle sayılıyor ve elemanlara dağıtılıyor. Oğlum, ben de garsonluk yaptım ben de payımı isterim diyor şakasına.

Kapıyı, pencereyi kapatıp düşüyoruz yola. Bu gece Tire'de taş olmayan evimizde kalacağız. Bilgisayarımı alıyorum yanıma, günlüğümü yazıp blogları okurum diye. Uyku teslim alıyor hemen. İyi bir uyku çekiyorum sabah dokuz buçuğa kadar. Sabah yedi buçukta içmem gereken antibiyotik zamanı geçeli iki saat olmuş. Akşamları da geciktiriyorum nasıl olsa. Aç karnına içiyorum bir tane.

30 Ekim 2016 Pazar

TAŞ EV'DE EVLİLİK YIL DÖNÜMÜ

29/10/2016 Cumartesi, Tire

Sabah saatin alarmını duyan eşimin ikazıyla uyandım. Alarm saat 7.30'a kurulu ancak benim ilacı içmem sekiz buçuğu buluyor. Sabahları hava serin. Geceleri taş fırının iki yanında yanık bıraktığımız ışıkları söndürmekle başlıyor günüm. Hüseyin kapıda beklemesin diye hemen gidip bahçenin demir kapısını açıyorum.

Açılış saatimize daha bir buçuk saat var. Arabayla iki genç giriyor açtığım kapıdan. "Açık mısınız?" diye soruyorlar. Geri çevrilir mi misafir? "Henüz açılmadık ama siz buyurun yine." Ne çay hazır ne garson gelmiş. Eşimle birlikte hazırlıyoruz kahvaltıyı. Aynı çocuklarımıza hazırlar gibi. Çok küçük geliyorlar gözüme. Genç kız mimarmış. Söylemese lise öğrencisi derim.

Sabah serinliği... Kış güneşi aratıyor kendini. Peş peşe kahvaltıya gelenler dolduruyor masaları. En rağbet gören yer teras bu kez. Yazın sıcaktan durulmayan teras şimdi en gözde oturulacak yer oldu. Güneş arıyor insanlar bu mevsimde.

Bir taksi giriyor bahçeye. İçinden iki genç kız iniyor. Beklediğim servis elemanları. İkisi de gençlik enerjisiyle dolu. Saf ve sempatikler. Hemen kaynaşıyoruz. Üniversite öğrencisi iki kardeş. Onlar ortamı, biz onları seviyoruz.

Kahvaltı servisi bittikten sonra eşimle şehre inip buzdolabı bakıyoruz. Sadece et ürünleri olacak bu dolapta. Aradığımız özellikte olanı bulup ödemeyi yapıyoruz. Öğleden sonra dolap bizde olacak. Birkaç şey daha alıp hemen dönüyoruz. Bu kadarcık değişiklik bile eşime iyi geliyor.

Rezervasyonlar yapılıyor ardı arkasına, akşam yemeğine, yarınki sabah kahvaltısına. Rezervasyon defteri tutmak lazım karıştırmamak için. Ödemişten arıyor bir beyefendi. Evlilik yıldönümleriymiş. Şöyle mumlar, çiçekler falan, güzel bir karşılama istiyor. Canlı müzik var mı diye soruyor. "Hayır, müziğimiz az önce can verdi maalesef." diyesim geliyor. Sonra gülüyorum bu düşünceme.

Yeni elemanımız Bahar ile oğlum gidip cicili biçili mumlar kuru çiçek yaprakları alıyor. Gelin gibi süslüyorlar rezerve ettiğimiz masayı. Tek sorun onlar gelmeden hemen önce mumların yakılması. Üç beş tane değil, en az yirmi beş, otuz mum yanacak. Taş Ev taş ve ahşap. Bir hata yaparlarsa cayır cayır yanarız. Telefon et diyor çocuklar, gelmeden beş dakika önce haber versin beyefendi. Yok bu şık kaçmaz. Telefon numarası var ama ismini yazmamışım yanına. O yüzden karıştırma ihtimalim de var. Aramıyorum. Aramayıp iyi de ediyorum. Tezgahı kuruyoruz. Ben önce arabaya gidip gelenin doğru kişi olduğundan emin olacağım. Daha sonra işaret verip gelen çifti dışarıda oyalayacağım. O arada mumlar yakılacak. Plan güzel işliyor. Elemanlar bile bu romantik karşılama karşısında heyecanlanıyorlar. Gelgelelim ne beyefendiden ne de hanımefendiden bir teşekkür alamıyoruz. Heyecandan olsa gerek. Ancak giderken yüklü bir bahşiş bırakarak memnuniyetlerini gösteriyorlar.

Gökçen'den gelen misafirlerimiz var. İki masayı birleştiriyoruz. Sabahtan beri klasik ve İspanyol müzikleri çalıyor fonda. Gökçen'li misafirlerimizin masasından bir soru geliyor. "Başka müziğiniz yok mu?" Masalar Hüseyin, Bahar ve oğlum arasında paylaşıldı. Oğlumun baktığı masa bu. Oğlum "Var" diyor ve devam ediyor. Ama o da Fransızca. "Tamam" diyorlar. "Fransızca olsun." Geliyor bana, "Y3 numaralı masa Edith Piaf çalmamızı istiyor." İnanamıyorum. Derhal diyorum, derhal.

Güzel bir gün. Bahar'ın gelmesi Taş Ev'in havasını değiştirdi. Cumhuriyet kutlamaları nedeniyle son rezervasyonu yaptıran Müze Müdürü ve eşi ile İstanbul'dan misafirleri geç geliyorlar. Sırasıyla Hüseyin'i, oğlumla birlikte Bahar'ı onlardan sonra da Aşkın Şef ve eşini gönderiyorum. Yukarıda üç masa eşimle bana kalıyor.  

Müze Müdürü Edip Bey, İzmir Atatürk Lisesi dönem mezunlarını Taş Ev'de verilecek bir yemek organizasyonunda buluşturmak istiyor. "Eşleriyle birlikte yaklaşık yirmi kişiyi bulur." diyor. İki de profesör varmış aralarında.    

Gecenin geç yatanı olarak ben kaldım yine. Son pazar günlerine bakılırsa yarın da hareketli bir gün olacak muhtemelen. Bahar, kardeşiyle birlikte destek verecek bize. 

29 Ekim 2016 Cumartesi

KARIŞIK BİR GÜN

28/10/2016 Cuma, TİRE

Sanırım taşlar yavaş yavaş oturacak yerine. Erken yazmaya başlıyor, sıcağı sıcağına paylaşıyorum yazdıklarımı. Hafta sonu dışında fazla hareketlilik olmuyor gündüz saatlerinde. Alışveriş için fırsat yaratıyor bu bana. Gündüzden itibaren başladım artık yazmaya. Dün yazdıklarım noksan kalmıştı. Onu da yarın paylaşırım demiştim.

Yakışıklı bir delikanlı geliyor kız arkadaşıyla dün geç vakitlerde. Hava soğuk ama verandada oturuyorlar. Birer şal veriyorum üzerlerine. Delikanlı önce gerek yok dese de soğuğa teslim olunca o da şala sarınıyor. "Dağlar benden sorulur." diyor. Doğa tutkunu. Çevrenin korunması için elinden geleninin fazlasını yapıyor. Yöreyi çok iyi tanıyor ayrıca. "Gelin Kayalıkları" nın hikayesini anlatıyor bana. Güzeller güzeli bir kızı sevdiğiyle değil bir başkasıyla evlendiriyorlar. Develer yüklenmiş çeyizlerle birlikte yola koyuluyorlar düğün evine doğru. Yol üzerinde bir fırsatını bulup kayalıklara doğru koşuyor ve kendini boşluğa bırakıyor genç kız. O günden beri "Gelin Kayalıkları" adıyla anılır oluyor o kayalıklar. 

Bugün küçük pazar. Bol bol ot istedi şefimiz.  Dün Cahit Bey'in tarif ettiklerini aktardım Ali'ye sabah beni aradığında. 200'lük fan değil 250'lik fan kullanılacakmış. "Tamam" deyip adamları birazdan yola çıkaracağını söylemişti.

Kapıdan çıkarken Elektrikçi Ali'nin adamları ile karşılaştık. Kamil ve yanında ufak tefek bir çocuk geldi. Kamil'in bu işi kıvıracağını hiç sanmıyorum. Yanlarına iki de çek valf almışlar, pis su borularına takacaklar kokuyu önlemek için. Kamil'e fanın takılacağı yeri gösteriyorum. Patronunu arayıp bu işi kendisinin yapamayacağını söylüyor. Yarım saat sonra iki demirci ustası geliyor. Elektrikçi Ali hiç işlerimi böyle şipşak halleden biri değil ama bu kez beni mahcup ediyor. Üstelik telaş içinde. Pazar günü oğlunu evlendiriyor.

Pazar alışverişi için Derekahve üzerinden gidiyor, fırından ekmek alıyorum. Arabayı park ettiğim yer kimseyi rahatsız etmez görünüyor. Tam da pazar yerinin ucu. Fazla bir şey de almayacağım nasıl olsa. Ekmekleri arabaya koyup pazar yerine dönüyorum. Otların  bollanması için daha zaman var. Bol bol cibez almak istiyorum ama ona da daha vakit var diyorlar. Sadece bir yerde gördüm, onun da yapraklarının çoğu kartlaşmış. Bol bol hardal otu alıyorum. Tatlı biber soruyorum pazarcı kadınının birine. "Dört lira vereyim kilosunu." diyor. "En fazla üç veririm." diyorum. Omuz silkiyor. Çok değil, birkaç tezgah aşağıda kurulu tezgahlardan birinin başında duran köylü kadına soruyorum biberin kilosunu kaça verdiğini. İki lira diyor. Biberler biraz daha küçük ama taze görünüyor. Hemen alıyorum oradan.

Dar sokak aralarından çıkıp mandıraya gidiyorum. Hafta sonu kahvaltısı için sipariş ettiğim peynirleri alıyorum. Oradan aldığım esmer renkli yumurtalardan bir kısmı bozuk çıkmış, beyazlarla değiştirmiştim. Başka müşterilerinden de gelmiş şikayet. Hata götürmüyor bu işler. Misafirlerimiz yüzümüze vurmadı bu durumu, "Sizin suçunuz yok bunda." dediler ama oldu bir kere. Ben de bundan sonra tavuk aldığım yerden alacağım yumurtayı. Aslında alışveriş ettiğimiz mandıra da buranın en tanınmışı. Onun da suçu yok. Mağaza yetkilisi şikayetler üzerine "Bir daha oradan yumurta almayacağız." dedi. Tavuk çiftliği mi sorumlu bu işten yoksa toptancı mı bilmiyorum ama başta biz sonra mandıra mağdur olduk.

Park cezası uygulaması gözümü korkuttu. Her zaman aldığım yerden patates alıp kasaba çevirdim yönümü. Oradan vakit kaybetmeden döndüm yaylaya. Fanın montajı epeyce ilerlemiş. İyi ki yarına ertelemedim misafir gelir endişesiyle. Onlar montajı bitirip çıkana dek gelen giden olmadı. Bu fan gerçekten ihtiyaçtı. Artık ızgara dumanı ne mutfağı boğacak ne salona çıkacak. Fazla ses de çıkarmaması sevindirici.

Gün boyunca dişim ağrıdı. Doktorumla konuştum. Antibiyotik bitsin sonra bakarız dedi. Ağrı kesici kullanmamak için direniyorum. Bir ara neredeyse teslim olup yutacaktım ağrı kesiciyi. Neyse ki, hafifledi biraz.

Akşam rezervasyonları gelmeye başlıyor. Hüseyin boşluktan istifade bol bol odun hazırladı şömine sobada yakmak için. Yarın için dışarıdan ilave garson ayarladım. Bu işleri organize eden birileri var. Pamuk tarlalarında bu görevi yapanlara dayıbaşı dendiğini biliyorum. Ama bu batı versiyonu. İşi hiç karşılık beklemeden yaparken arkadaşlarının hayır duasını alması yetiyormuş. İki sınıf garson varmış. Birisi profesyonel, diğeri amatör. Ücretler  birbirinin neredeyse iki katı. "Yarın kahvaltı için amatör iki eleman gelsin." diyorum elemanları ayarlayacak kişiye. Saat kaçta gelecekler söylememişim. Telefon ediyorum yeniden. Uzun uzun çalıyor telefon. Son anda cevap veriyor. Fakat cevap veren aradığım kişi değil onun iş arkadaşı. Benle konuştuktan az sonra kalp krizi geçirmiş adam, ambulansla İzmir'e götürmüşler. Telefonunu bile alamamış yanına. Geç vakit yine arıyorum. Hastanede olduğu bilgisini veriyor arkadaşı.

27 Ekim 2016 Perşembe

ZANAAT

27/10/2016 Perşembe, Tire

Güzel bir uyku çektim dün gece. Sabah antibiyotik saati için kurduğum alarmı duymamışım. Eşimin seslenmesiyle uyandım. Dünden söylemişti Aşkın Şef alınacakları. Artık hemen hemen hergün kasap işi çıkıyor. Hergün satın almaya çıkmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Koca şantiyelerde dahi mubayaa (satın alma) için haftada bir kez çıkılırdı alış verişe.

İlacı tok karnına içmem gerek. Öyle kahvaltıyı falan bekleyecek zamanım yok. Aşağıda işlerim çok. Öğlene bir grup rezervasyonu var. O zamana kadar dönüp bizimkilere destek versem iyi olacak. Dün geç vakit servisten gelen arabam yağ gibi kayıyor. Olgun Usta güzelce temizletip yıkatmış.

Önce nohut mayalı ekmeğime biraz peynir katık edip ilacıma altlık yapıyorum. İlacı içiş zamanın içmem gereken zamana göre bir saat rötarlı. Eğer doktorların dedikleri doğru ise bana bu antibiyotiğin hiç faydası olmayacak. İlk olarak yolum üzerindeki fırından ekmekleri alıyorum. Sonra sırasıyla mandıra, kasap alışverişini yapıyorum. Meslek Yüksekokuluna uğrayıp müdür ile tanışmak ve öğrencilerinden ihtiyacı olanları part-time servis elemanı olarak çalıştırmak isteğimi iletmek arzusundayım.  

Bir kırtasiyeci bulup ayak üstü dilekçe yazıyor yüksekokulun ilan panosuna duyurumu asmak için bir şeyler karalıyorum. Öğle arası müdür yemeğe çıkmış. Bu süre zarfında gidip sanayide demirci arıyorum. Şömine sobada yakılacak odunları küçültmek üzere aldığım baltayı küçük bulmuştu Hüseyin. Bu sefer ona harbisinden bir oduncu baltası aldım. Baltanın ve sapının hazırlanması yarım saati buldu. Ateşte çeliğe su verilmesi, demirin tavında dövülmesi yıllardır süregelen bir zanaat. Beklerken demirci ustasının kömür ateşinde orak imalatını izledim. Yılların birikimi ile kendinden son derece emin usta eller, ne ölçeğe ne reçeteye bakıyor. Ne zaman ne yapacağını adeta içgüdüsel olarak hissediyor. Ateşin sıcaklığı yüzüne vurunca anlıyor ısının yeterli olduğunu. Derecesine bakıp karar vermiyor.

Dönüş yolumda Taş Ev'in siparişleri bitmek bilmiyor. "Gelirken bir kasa da domates alıver." "Kahve de azalmış." Öğle tatili sona erdi. Meslek Yüksekokuluna uğruyorum. Özel Kalem Meltem hanım yerinde yok. Bahçede oturan müdür yardımcısını işaret ediyorlar. Gidip tanışıyorum. "Öğrencilere bir imkan sunduğu için teklifim duyurulmasında sakınca yok." diyor. Yanında oturan gençten biri aklını çeliyor. "Efendim Gökhan halleder, sizin için sıkıntı doğurabilir." Tartışıyorlar aralarında kısa bir süre. Müdür Yardımcısı iyi niyetli. "Eğer sorun çözülmezse, haftaya asarız duyuruyu." diyor. Yukarıdan Hüseyin arıyor. "Amca ekmek bitti, ne zaman geliyorsun." "Az sonra geliyorum Hüseyin, senin kahveni alır almaz geleceğim."

Hava iyice kapandı. Salonun penceresinden karşı dağların eteklerine bakınca Bayındır görünmüyor. Güneş olmayınca soğuk kendini iyice hissettiriyor. Döner dönmez malzemeleri indiriyorlar arabadan. Ben de Taş Ev'in üst kat salonuna çıkıp misafirlere hoş geldiniz diyorum. Eşimin en yakın dostları gelenler. Yeni trend, günlerin dışarıda yapılması. Telefonum çalıyor. Haftaya perşembe gününe yirmi kişilik bir gün rezervasyonu daha. Genelde akşam yemekleri kalabalık oluyor. Bu şekilde bir denge sağlanacak belki. Çalışan için öğle yemeğini Taş Ev'de yemek zor. Yarım saat geliş, yarım saat dönüş gitti öğlen tatili.

Genç bir çift bu akşam misafirimiz. Daha önce defalarca geldi. Tam bir doğa tutkunu, çevre bilinci dorukta. Rembetiko çalıyorum istekleri üzerine...

HAVALAR SOĞUDU

26/10/2016 Çarşamba, Tire

Arabanın ikaz ışıklarından biri yanıp sönüyor. Partikül filtresi tıkandığını söylemişti Olgun Usta dün akşam kapıdan gösterdiğimde. "Bir an önce bakmamızda yarar var." demişti ayrıca. "İstersen yaylaya adam gönderir, oradan arabayı aldırırım." bile demişti. İşte bu yüzden sabah erken çıktık evden. Olgun Ustaya arabayı aldırması için telefon ettim.  

Belediye'den denetime geldiler. Tuvaletlere engelliler için iki tarafa korkuluk istediler. Baca çıkışına dumanı önleyecek bir çözüm getirmemiz gerekiyormuş. Dün hep bu konuyla ilgilenmiştim zaten. Haşereye karşı hizmet veren bir şirket ile sözleşme yapmalıymışız. İlaçlamayı biz yapsak ya da dışarıya yaptırtsak olmaz mı? Sözleşme neyin nesi? Sözleşmeyi görünce "Tamam, haşere kontrolü yapıldı." denecek. Bu zorunlu tutmalar aklıma hep belediye ile ilaçlama şirketi arasında bir ilişki mi var sorusunu aklıma getirir. Çok mu kötü niyetliyim? Ama böyle düşünmemin bir sebebi var.

Yıllar önce kendi çapımda müteahhitlik yapmıştım. Köy Hizmetleri adında bir kamu kurumu vardı. Bu kurumdan çok sayıda içme suyu ve köprü ihalesi almıştık. Kuruma işveren manasına gelen "İdare" derdik. Sözleşmeler yapıldı, işe başlandı. Hakediş zamanı gelince İdarenin kontrol elemanı hakedişimizi dışarıda falanca bürodaki teknikerlere belli bir ücret karşılığında yaptırabileceğimi söyledi. Ben mühendisim, hakedişimi istediğiniz formatta kendim hazırlayabilirim desem de nafile. Anladım ki onları dinlemezsem zorluk çıkaracaklar. İşaret ettikleri büroya gidip tekniker çocuklarla tanıştım. Meğer onlar Köy Hizmetlerinin mevsimlik işçileriymiş. Sözleşmelerinin süresi bittiğinden işsiz kalmışlar. Arkadaşları da onlara bir şekilde iş yaratmış. Baktım çocuklar ekmek parası peşinde. "Tamam" dedim. "Ben size paranızı vereceğim ama hakedişleri kendim düzenleyeceğim." Düzgün çocuklarmış, diğer müteahhitlerden aldıklarının yarısını aldılar benden. Aslında diğer müteahhitler için bunlar biçilmiş kaftandı. Bir hakediş mühendisi çalıştıracaklarına bu büroyu kullanmaları onlar için daha avantajlı oluyordu.

Hava soğuk bugün. Güneş bulutların arkasında. Olgun Usta birini göndermiş arabayı almak üzere. Öğlen yemeğine bir masa rezervasyonumuz var. Üşümesinler diye şömine sobayı yakıyoruz. Gelecek olanlar eşimin yakınları. İstanbul'da yaşıyorlar. Beyefendi ile meslektaş olduğumuzu öğreniyorum. Aynı okul mezunuymuşuz üstelik. Sadece o benden on iki yaş büyük. Aşkın Şef'i arıyor durumu özetliyorum. Belediye denetime geldi, mezeler yapılacak, öğlene misafirimiz var. Ondan erken gelmesini istiyorum.

Misafirlerimiz biraz geç geliyor. Bir bakıma iyi de oluyor. Geldiklerinde mezelerin çoğu hazırlanmış durumda. Beyefendi ile ortak arkadaşlarımız varmış. Konularımız da ortak olduğu için uzun uzun sohbet ediyoruz.

Misafirlerimizi uğurladıktan sonra Zeytin'le oynuyorum biraz. Aşırı hareketli, sürekli üzerime sıçrıyor. Ceviz ağaçlarının altında avuç avuç ceviz topluyorum yerden. İyi silkilmedi bu sene. Ağaç üzerinde bırakılanlar düşüyor yere teker teker. Yukarı yayladaki ceviz ağaçlarının altı da doludur ama kim çıkacak onları toplamaya.

Akşama doğru hareketleniyoruz. Misafirlerin çoğu ilk kez gelenlerden oluşuyor. Her masa ile ayrı ayrı ilgileniyoruz. Salondaki şömine sobamız yanarken harika görünüyor. Sigara bağımlısı olan bazı misafirlerimiz ise veranda ve terasta oturmayı tercih ediyorlar.

Bugün de güzel insanlar tanıyoruz, güzel dostluklar kuruyoruz. Geç vakit Olgun Usta'nın kendisi getiriyor arabamı. Verandada bir çay içiyoruz. Hüseyin iyi çalıştı bugün. Beş altı masaya tek başına yettiğini gördüm. Gelenler kahvaltımızı soruyorlar. Sadece hafta sonları kahvaltı verebildiğimizi söylüyoruz.

Gelen misafirlerden bazıları haftanın bir günü canlı müzik koymamızı istiyorlar. Daha erken diyorum, parasını çıkartması lazım saz heyetinin. Ne parası deyip şaşırıyorlar. "Saz ekibine sakın para vereyim deme. Onlar gelir çalarlar, sen sadece yemesini içmesini karşılarsan yeter. İstek şarkılardan toplanan bahşişler yeter." diyor. Böylelikle bir şey daha öğreniyorum.

Son misafirlerimizi de uğurlayınca kapıyı pencereyi kapatıyorum.

26 Ekim 2016 Çarşamba

KAPALIYIZ

25/10/2016 Salı, Tire

Dün bir ara gittiğim diş hekimine dişimin ağrıdığını ancak sorunlu dişimi göstermemin mümkün olmadığını söyledim. Sağ tarafım olduğu kesin ama alt çene mi yoksa üst çene mi, onu bile ayırt edemiyorum. Hafta sonunu diş ağrısı ile geçirdim, hep sol tarafımla çiğnedim. Doktorum antibiyotik ve ağrı kesici verdi. Ağrı kesici kullanmadım yine. Dün gece saat 19.30'da başladım antibiyotiğe. Bu sabah yedi buçukta içmem lazımdı ama nerdeee. Cep telefonumun alarmını bile kurmuştum. Diğer odada kaldığı için telefonum, duyamadım. Uyandığımda ilaç saatim çoktan geçmişti. Antibiyotiğin faydasını görebilmek için saatlerin şaşmaması gerekiyormuş. Henüz başında şaşırdım saatleri.

Bugün tatil günümüz. Aşkın Şef bir alışveriş listesi hazırlamıştı. Dün gece çıkarken her şeyi aldım, onun listesini unuttum. Gerçi dün listeye yazdıklarını tekrarlayıp durduğu için çoğu aklımda kalmış ama tam emin olamıyorum. Alacaklarımın çoğu yeşillik. Fazla ağırlık tutan şeyler değil. Evden çıkıyorum.

Arabayı her zaman park ettiğim tarihi camilerin yer aldığı sokak üzerinde tesadüfen bir yer buluyorum. Kabak çiçeği alacaklarımın arasında en önemlisi. Bazen erkenden bitiyor pazarda. Bir de "Ne kadar ot bulursan al." demişti şef. Pazarın kurulduğu dar sokakların en başından başlıyorum alışverişe. İlk gördüğüm köylü kadından tanesi bir liraya on paket alıyorum. Ankara'dayken tanesine beş lira vermeye razıydık eskiden. Köylüler uyanık. Yabancı gördüklerine fiyat çekiyorlar. Benim görüntüm de hala onlara yabancı olmalı. Geçen hafta eşim köy salçası istemişti. "Sakın on iki liradan fazla verme kilosuna." diye de tembihlemişti. Köylü kadına sormuştum kilosu ne kadar diye. Yirmi lira kilosu derken başlamıştı salçasını övmeye. "Yok, almam." demiştim. "Hanımdan fırça yemeye hiç niyetim yok. "On iki liradan fazla verme." dedi bana. "Hadi, ver on beş lira." demişti. Henüz "lokantaya alıyorum" kozumu elimde tutuyorum. "Yok vermem." diyor ve sihirli cümle çıkıyor ağzımdan. "Lokantaya alacağım, on ikiden vereceksen ver alayım." Kadın, "Kaplan'daki lokantaya verdim sabah on kilosunu on beşten." diyor. "Bir de kavanoz parası var." Ben kavanozu ne yapayım, içi lazım. "Koyarsın bir naylon poşete. Razı oluyor sonunda on ikiden vermeye. Şöyle bir düşününce neredeyse yarı fiyatına almış oluyorum.

Bazı facebook sayfalarında görüyorum. "Köylü amcaları, köylü teyzeleri üzmeyin. İki lira dediklerini bir lira almaya çalışmayın. Bu para onların emeklerinin karşılığı..." İlk bakışta makul hatta haklı bir çağrı gibi gelmişti bana da. Ancak, insanları tanıyınca durumun hiç de öyle olmadığını gördüm. Köylü şehirliden daha kurnaz. Tamam, ucuza sattıkları doğru. Emeklerinin de karşılığı bu olmamalı. En iyi bilenlerden biri oldum bunu. Ama bir de şu durum var: Yerliye bir fiyat, yabancıya başka bir fiyat çıkarmak ne oluyor? Bir de pazarcılığın bir kuralı var sıkıca uydukları. Sağlamları gözüne sokup çürük çarığı kaşla göz arasında sokuşturmak. Genelleme yapmak doğru olmaz elbette ama köylü vatandaşlar hiç de göründüğü kadar saf değiller burada. Hele bozuk köy yumurtalarını satıp beni misafirlere rezil etmelerini hiç unutmayacağım.

Pazarda dün misafirimiz olan hanımefendi ile karşılaşıyoruz. Hoş bir tesadüf. İktisat mezunu olduğunu söylemişti. Facebook sayfasını ziyaret edeceğim. Yazmasını takdire şayan bulmuştum. Eşini tanıştırmak istedi ama beyefendinin elinde telefon, fazlasıyla meşgul. Bir sonraki sefere kalıyor tanışmamız, zira elimde yük var ve yapacağım çok şey.

Hardal, semizotu, turp otu ne bulursam alıyorum. Aklım elemanda. Bu işleri bitirip eleman arayışına girmem lazım. Hem sürekli çalışacak bir garson, hem de hafta sonları destek elemanları. Her karşıma çıkana soruyorum. Bu memlekette işsizlik yok.Çalışmayan halinden memnun. Çiftçi ailesinin çocukları bazen tarlada, bahçede çalışıyorlar, özellikle hasat zamanı yoğunlaşıyor işleri. Fabrikaya kapağı atmış olanlar geceleri ek iş peşinde. Yevmiye usulü çalışıyorlar. Garson, bulaşıkçı için dayı başılar gibi bir kısım insanlar varmış. Bunlardan biri de bana söz verip kestane işinde ortada bırakan. Nasıl güvenirim bu insanlara? Ödemişten gelirmiş insanlar burada çalışmaya. Tire'de çalışacak insan yok çünkü. Garip bir memleket. Dayı başı bir otobüse bindiriyormuş talep edilen sayıdaki işçiyi. Akşam saatlerinde de geri götürüyormuş.

Pazar alışverişinden sonra yaylaya götürüyorum aldıklarımı. Zeytin havlıyor, karnı açıkmış olmalı. Kahvaltıdan kalan haşlanmış yumurtalara bayılıyor. Onun da pis bir huyu var. Kemik olsun, yumurta olsun ona sevdiği bir şey verdiğimde dişlerini gösterip saldırmaya çalışıyor. Bilmiyor ki onları getiren benim. O önce verip sonra önünden alacağımı sanıyor olmalı. Zincirini öyle bir zorluyor ki dişlerini gösterirken beni bile korkutuyor.

Soğutucu dolaplara yerleştiriyorum pazardan aldıklarımı. Sabah telefon edip sonra yanına uğradığım Elektrikçi Ali telefon ediyor davlumbazın tepesine taktırmayı düşündüğüm fanla ilgili. Izgaradan çıkan duman bazen salona doluyor. Mutfak duman içinde kalıyor. Acil olarak önlem almalıyız. İzmir'den bir numara veriyor bana. Bazı teknik sorular soracakmış, fanı gönderecek yetkili. Davlumbaz baca bağlantısı hakkında bilgi alıp fotoğrafını çekip göndermemi istiyor. Fotoğrafını çekiyorum çekmesine ancak şarjım bitiyor birden. Halbuki yüzde on dördü gösteriyordu doluluk oranı. Pilin ömrü bitmiş olmalı. Hemen dönüp eve gitmem lazım, telefonun şarjını doldurmalıyım.

Evde bir süre şarja bağlıyorum telefonu. Fancı Cahit'i arıyorum. Meşgul çalıyor. Yukarıya, yaylaya çıktığımda Zeytin'i beslemiş, onun suyunu tazelemiş ve unuttuğum Aşkın Şefin alışveriş listesini yanıma almıştım. Listeye bakınca pazardan almadığımın sadece yeşil biber olduğunu görüyorum. Bir kez daha pazara dönüp tatlı köy biberi alıyorum. Renkleri daha koyu. "Tatlı mı bunlar?" diye soruyorum emin olmak için. "Dene bak." diyor pazarcı. En koyu renklilerden birini ortadan kırıp ağzıma götürüyorum. Adam haklı, dış görünüşe aldanmamalı. Biberler tatlı.

Yanımda götürdüğüm yeni nesil pos cihazını gösteriyorum Ozan'a. Sabahtan uğradığım muhasebeci korkutmuştu gözümü. "Bunu bir kontrol ettir yoksa ceza ödersin." Kafasına göre z raporu, çıkarıyor, kafasına göre detay ya da toplu rapor. Telefonun şarj edilebilir pilinin değişmesi gerektiğini söylüyorum. Yokmuş kendilerinde. Bir adres veriyor Gümüşpala caddesinde. Gittiğim yerde telefonun şarj tutmadığını anlatıyorum. Bir saat zaman istiyor değişim için. O kadar zaman alıcı olmasını düşünmemiştim. Bu arada kalan alışverişimi tamamlıyorum.

Fancı Cahit dönüyor bana. Önemli bir iş görüşmesi yaptığından dolayı açamamış telefonu. İki tane farklı çapta fan gönderecek elektrikçi Ali'ye. Bir an öne kurtulmak lazım şu dumandan.

Birkaç gün önce Çeşme'den gelen ustayı arıyorum. Belki de garson konusunda yardımcı olur diye. Ustanın şivesi doğulu. Düzgün birine benziyor. Yardımcı oluyor elinden geldiğince. Karşılaştığım insanlardan pek çoğu Aşkın Şefin beni yolda bırakabileceğini söylüyor. Ben ona güveniyorum ama tedbiri de elden bırakmamak lazım. Bu usta ona iyi bir alternatif olabilir. Hem Türk hem de yabancı mutfak kültürünü biliyormuş. Ailesiyle birlikte Taş Ev'i ziyaret edeceklerini söylüyor önümüzdeki günlerden birinde.

Bugün tatil günüm. İleride alışveriş işi dışında kendime ayırmak istiyorum bu günü. Haftada bir gün dinlenmek ihtiyaç. Telefon ediyorlar rezervasyon için. "Kapalıyız bugün maalesef." diyorum. İlk kez geleceklerini söyleyip yol tarifi istiyorlar. Reklama ihtiyaç var sanırım. Henüz bizden haberdar olmayan önemli bir kitle var daha. Hemen tabelacı geliyor aklıma. Yakınlarındayım. Uğrayıp bir tabela siparişi daha veriyorum. Kaystros Taş Ev'e 250 metre kala son virajın bulunduğu Nihat Efendi ve Cambaz Ali'nin bahçeleri arasına koymayı düşünüyorum bu levhayı. Çok sayıda misafir buradan geri dönmüş daha ileride bir şey yoktur diye.         

SAKİN BİR GÜN

24/10/2016 Pazartesi, Tire

Pazar gününün yorgunluğundan sonra haftanın ilk gününün sakin geçmesini hayal ediyoruz. Hüseyin, geliş saatinden yarım saat önce telefon edip kendini iyi hissetmediğini söyledi ve bugünkü yevmiyesinin de düşülmesini istedi. "Olur mu hiç Hüseyin, yevmiyeni kesmeyeceğim ama ne zaman kendini iyi hissedersen gelirsin. Oğlum da çok yoruldu dün. O da aşağıdaki evde istirahate çekildi.

Henüz saat on bile değilken dört hanımefendi giriyor bahçeye. Arabalarını ağaçların arasına park ediyorlar. "Açıksınız değil mi?" diye soruyor arabadan ilk inen.
"Evet açığız, buyurun." deyip karşılıyorum. Zeytinin zincirini yeni çözmüştüm. İlk iş onu yeniden bağlamak oluyor. Ödemiş'ten misafir getirmişler. Bizim Kaystros Taş Ev Restaurant'ın serpme kahvaltısı ağızdan ağıza dolaşıyor. Gelenler de methini duymuşlar, kahvaltı istiyorlar.

"Hafta içi kahvaltımız yok." deyince yüzlerindeki hayal kırıklığını anlamamak mümkün değil. Eşim onların bu isteğini kabul ediyor. Dört kişilik serpme kahvaltı hazırlamaya başlıyoruz. Güya bugün sadece kendimize güzel bir kahvaltı hazırlayacaktık.

Kahvaltı servisi sona erdikten sonra içeri bir minibüs giriyor. Şoförü tanıdık. Her grup gelişinde görüyoruz onu. Misafirler tam dokuz kişi.. Hemen servisler açılıyor. Sabah misafirlerinin hepsi bayan. O esnada iki bayan daha geliyor. Hanımefendilerden biri İstanbul'dan geliyormuş.

Böyle giderse tek başıma altından kalkamayacağım. Sıcakları hazırlayan Aşkın Şef servise çıkıyor. Oğlumu arıyorum. "İhtiyacınız varsa geleyim." diyor. İnatlaşıyoruz. "Hayır, yok" diyorum şaka yollu. "Eğer ihtiyacım var demezsen gelmem." diyor. "Gel hadi" diyorum. "Özledik seni."

Yukarıdaki grup terastaki masaları görünce açık havaya çıkmak istiyor. Tabak, çatal, bıçakları kendileri toplayıp dışarı taşıyorlar. Keşkekler, köfteler geliyor masaya. Bir ara içlerinden bir hanımefendi elindeki defterden bir şeyler okuyor. Dikkat kesiliyorum. Bu bir öyküye benziyor. Masadakiler pür dikkat onu dinliyorlar. Yazının sonuna gelince dayanamayıp soruyorum. "Yazar mısınız?" "Hayır değilim ama yazıyorum." diyor.

Çok hoşuma gidiyor. Misafirlerin çoğu İzmir'den kalkıp gelmişler. Keşke misafirlerimiz hep böyle olsa. Ressamlar, yazarlar, müzisyenler... Taş Ev'den Tire manzarasını seyrederken ilham alsınlar doğadan, şehirden, insandan.. Ressamlar vursun fırçalarını tuvale, ölümsüzleştirsinler bugünü. Yazarlar döksünler içindeki cevheri. En güzel bestelerini Taş Ev'de yapsın müzisyenler.

Böyle giderse Ekmek yetmeyecek diyor Aşkın Şef. Şehre iniyorum. Dönüş yolunda telefonum çalıyor.
"Alo, orası Taş Ev mi?"
"Evet efendim."
"Balık aldım biraz, temizlettim. Getirsem pişirir misin diye aramıştım."
"Yok efendim, dışarıdan yiyecek kabul etmiyoruz. Kusura bakmayın."
"Rica ederim."

Belli ki bu balık muhabbeti bir süre daha devam edecek. Akşama kadar genel olarak sakin geçiyor. Gece gelenlerden genç bir çift ile Çeşme'den Tire'ye güzel bir sohbet açılıyor. Beyefendi, sadece birkaç yıl sonra Taş Ev'e benzer bir yer açıp rakibim olacağını söylüyor. Bundan mutluluk duyacağımı söylüyorum.
                                                          

24 Ekim 2016 Pazartesi

KARPUZU KES YARISI SENİN OLSUN

23/10/2016 Pazar, Tire

Herhalde bugün Taş Ev'de yaşanabilecek en yoğun gün olacak. Eğitim Gönüllülerine verdiğimiz kahvaltı bile bu kadar gergin geçmemişti. Manzara cepheli masaların sadece biri rezerve değil. Onu da açılış saatimizden önce gelen bir grup aldı. Yazdan kalan güneşli bir hava var ama güneş rahatsızlık vermiyor, bilakis güneş gören yerler tercih ediliyor. Dört numaralı masa on kişi için rezerve edilmişti. Servisleri açıldıktan sonra terasa çıkmak istediklerini söylediler. Haydi, bütün tabaklar dışarı... Terasımızın bu dönemde Taş Ev'in en güzide mekanı olduğunu söylemek mümkün.

Bir anda yağmur gibi araba yağmaya başlıyor bahçeye. Veranda, salon ve teras doluyor. Oturacak sandalye soruyor gelenler. Eşim Taş Ev'in karizmasına aykırı bulduğu plastik sandalyeleri depoya kaldırtmıştı. Şimdi onlara o kadar ihtiyaç var ki. Öyle bir an geliyor ki "Yeter artık, hep birlikte değil, teker teker gelin." diyesim geliyor.

Sabah karanlığında kalkmıştım kestanecileri köylerinden almaya. Çeşme başında beyaz minik bir köpek havlıyor. Uzanıyorum sevmek için. Korkup uzaklaşıyor. Onun bir yandan havlayarak arkasına baka bak kaçması gülünç geliyor. Son kadın toplayıcı da gelince alıp getiriyorum onları yaylaya. İşlerini bitirene kadar bir daha yüzlerini görmüyorum.

Sabahtan itibaren birkaç kez uyarmıştı Aşkın Şef, etimiz, kıymamız bitiyor diye. Biraz daha geciksem yok satacağız. En hummalı zamanda oğlumu ve Hüseyin'i yalnız bırakıyorum serviste. Cafe hizmeti de verdiğimiz için iki çay içip kalkanlar da oluyor, bir karışık tostu ikiye bölüp paylaşanlar da. Hiç şikayetimiz yok onlardan. Bugün çay, kahve içenler bir sonraki sefer yemeğe geliyorlar. Son sürat aşağı iniyorum. Daha önce kasaba telefon ettiğim için fazla beklemeyeceğim. Sadece et olsa... Hale uğrayıp bir kasa domates alıyorum. Sabah aldığımız ekmek bitmek üzere, fırından ikinci kez ekmek alıyorum.

Yaylaya döndüğümde başım dönüyor. Bahçe tam bir panayır havasında. Arabalar bahçeyi doldurmuş, dışarıya park etmeye başlamışlar. Taş Ev'i duyan gelmiş. Köylüler, esnaflar, kadınlar, erkekler, değişik meslek grupları, yerliler, dışarıdan gelenler... Hüseyin ve oğlum performanslarını zorluyorlar. İlk havlu atan oğlum. İçerideki odaya gidip biraz dinlenmeye çekiliyor. Rahat bırakmıyorum. Yanlışlık olmasın diye onun başladığı adisyonları hesap alırken teyit ettiriyorum. Kafayı karıştıran bazı olaylar da oluyor. Mesela bunlardan biri masa değiştirmeleri. Bir diğeri masadakilerden birinin gizlice gelip hesabı ödemesi. Daha sonra arkadaşı gelip hesap isteyince adisyonu arıyorsun, hesap kesildiği için kaldırılmış tabii. Ara da bulasın. Diğer bir sıkıntı da hesabın masada ödenmemesi. Masalarından kalkıp kasaya yöneliyor halkımız. Hayır kasa da yok benim konseptte. Koymayı da düşünmüyorum. Yemeğini yiyen misafir vitrinin önüne geliyor hesabı çıkarmamı istiyor. Ayak üstü alıyorum hesabı. Sanırım en zor kırılacak alışkanlık bu olsa gerek. Ama bir yolunu bulmalı.

Bugün bir de şuna çok güldüm. Dört amca gelmiş salondaki manzaraya bakan bir masaya oturmuş demleniyorlar. Aşağıdan gelip ilk kez salona çıktığımda dikkatimi çekiyorlar. Bir yetmişliğin sonuna gelmişler. Çapraz köşede cam kenarında oturan beyefendinin elinde bir sigara. Gülümseyerek yanlarına gidiyorum.
"Hoş geldiniz, afiyet olsun efendim, var mı bir arzunuz?
"Yok sağ ol, biz gerekeni söyledik."
Az çok gerekeni biliyorum. Çünkü oğlum yukarıdaki bir masanın yanında getirdiği karpuzu servis etmemizi istediğini söylemişti. Elindeki sigarayı işaret ederek,
"Beyefendi, burada sigara içemezsiniz. Bakın hava gayet güzel, terasta içebilir ya da avluya çıkabilirsiniz."
Gözümün içine bakarak, biraz da mahcup gülümseyerek,
"Terasta aile var. İçmiyorum, tamam tamam." Yanındaki arkadaşı bana destek çıkıyor.
"Yasaksa uyacaksın kurallara." Biraz tatlı sert yapmaya çalışıyorum.
"Bakın beyefendi, çok özür dilerim, yasağı da geçtim, az sonra yan masaya çocuklu bir aile gelecek, onlar rahatsız olurlarsa içtiğiniz sigaradan, benim ne dememi beklersiniz?"
Sigara içmeye devam ediyorlar, içmediklerini iddia ederek. Bir müddet sonra aşağıya iniyor içlerinden biri. Elinde orta büyüklükte bir karpuz. Ortasında bir dilim kesilip yine yerine konulmuş.. Belli ki kesmece almış karpuzu amcam.
"Sana zahmet, söyle şunu kesiversinler, yarısı bize yeter gerisi size kalsın."
"Yapmayın beyefendi. Burada böyle şeyler olmaz. Çok özür dilerim. Bakın sizinle bu karpuzu alır bir ağaç altında keser, rakılarımızı tokuştururuz. Ancak bu mekanda istediğiniz yapılmaz. Özür dilerim, kusura bakmayın.
"Ben özür dilerim, ne demek. Bir yanlışım olduysa, kusura bakma."
Bir gün de bu karpuz muhabbeti ile bitiyor. Eğlenceli bir dünya burası.

Hüseyin epeydir sıkıştırıyor beni. Amca kestanecilerin işi bitti, paralarını ver şunların da götür köylerine. "Hayır Hüseyin, işim var beklesinler, hava güzel."

Oğlum dert yanıyor, Hüseyin dertli. Birileri gelip servis gecikiyor diye kalkmış, gitmiş. Gecikme de ne? Kızarmış ekmek istemiş. Ama ekmeğin kızarmasını bile bekleyememiş. Bir de fırçalamış Hüseyin'i "Ne biçim garsonsunuz siz?" diye. Hüseyin'in morali bozuk. Bunu anlamak mümkün değil. Bir yere gidersin, servis iyi değilse bir daha gitmezsin. Fırça atmak ne oluyor. "Babanın yeri mi?" di-ye-mi-yor-sun. Misafir her zaman haklı. Bir diğeri almış menüyü eline fiyatlarınız pahalı demiş, kalkmış. Gözüm başım üstüne.

Yine yalnız bırakıyorum bizimkileri. Kestanecilerin hesabını görüyorum önce. Helalleşiyoruz. Gömü ilaçlanıp kapatılmış. Çarşamba gününe açılıp sulanacak. Toplayıcı kadınları Boynuyoğun köyüne götürüyorum. Döndüğümde rezerve masalar yerlerini almış. İçlerinden bir tanesi üniversiteden yurt arkadaşım Ali. Ailecek gelmişler yemeğe. Annesi de onlarla birlikte. Devamlı gülen nur yüzlü bir teyze. Torunları oğlu gibi mühendis. Duyduğu gurur gözlerinden okunuyor.

İZMİR KIZ LİSESİ 77 MEZUNLARINI AĞIRLADIK

22/10/2016 Cumartesi, Tire


Yine hafta sonu, yine yorgunluk. Hayır ben kendi adıma değil, eşim adına üzülüyorum. O çok yoruluyor. Bırak diyorum, bırakmıyor.  Cevabı hazır "Kim yapacak bu işleri." Aylarca hazırladığı reçellerin değerlendirilmesi, beğenilmesinden çok haz duyuyor. Bazı misafirler kahvaltı sonrası armut reçeli, erik reçeli veya beğendikleri ne varsa yanlarında götürmek istiyorlar. Bu iş için kavanozlar almıştık. Güya zamanımız olacaktı da onlara "Kaystros" etiketi yapıştıracaktık. O kadar çok reçel hazırlamışız ki daha kaç kahvaltıyı süsleyecek kestirmek mümkün değil. Kahvaltı işinin bütün yükü bizim ailede. Sabahın erken saatlerinde kaplara çeşit çeşit reçeller, tereyağları, zeytin çeşitleri, cevizli acukalar, okmalar ve diğer kahvaltılıklar hazırlanıp dolaplara kaldırılıyor. Karadutlu lor tatlısının reçeli ilave ediliyor servis öncesi. Bir de salatalık ve domates söğüş son anda hazırlanıyor.

Kız kardeşim arıyor. Organize Sanayi Bölgesine gelmişler. Otobüsü aşağıda bırakmak gerekip gerekmediğini soruyor. Aşağı derken ne demek istediğini anlamıyorum. Bahçe girişindeki demir kapının önünü kastetmiş olabilir. Kapının önüne kadar gelebileceklerini söylüyorum. O da ilk kez ziyaret edecek Taş Ev'i. Rezervasyonlu misafirler salonun manzara cephesindeki masaları doldurmuş. Zaten iki sıra masa İzmir Kız Lisesi mezunlarına tahsis edilmiş durumda. Hava sabahları serin olsa da öğlene doğru hızla ısınıyor. Fazla masaları avludan terasa taşımıştık. Teras ayrı bir cazibe merkezi oluyor. Salona rezerve ettiğimiz masalar terasa taşınıyor. Yazın güneşten bucak bucak kaçarken insanlar artık güneşin sırtlarına vurmasını istiyorlar. Veranda boyunca esen rüzgar bazı misafirleri rahatsız ediyor. Bu yüzden ağaçların arasında kalmış teras, manzara tarafında olmasa da daha fazla rağbet görüyor bu aralar.

Kız Liselilerin masası hazır. O kadar dolu ki masalar ekmek sepetini koymakta zorlanıyoruz. Servis tabakları küçültüldü. Eşimin yaptığı sıcacık patatesli börek yerinde servis edilecek. Liselerin arasındaki samimiyet, neşe ve arkadaşlık duygusu hiç eksilmemiş yıllar boyunca. Bol bol fotoğraf çekiyorlar. İçlerinden bir hanım kız kardeşime çıkışıyor, "Neden böyle bir güzel yer var da bize daha önce haber vermedin." diye. Aralarında minibüsü kullanan bir beyefendi dışında hiç erkek olmaması şaşırtıyor beni önce. Bu tür gruplar neden erkeksiz? Bu erkeklerin mi yoksa kadınların kabahati mi? Sonra jeton düşüyor. Kız Lisesinde erkek öğrenci ne arar? Aslında İstanbul'daki bazı kız liselerine erkek, bazı erkek liselerine kız öğrenci aldıklarını duymuştum. Ama bildiğim kadarıyla İzmir Kız Lisesi o dönem sadece kız öğrenci kabul ediyordu. Ne kadar garip bir durum değil mi? "Oğlum sen hangi liseyi bitirdin?" "Ben mi? Şey, Beşiktaş Kız Lisesi" Ben olsam kızarırdım bu cevabı verince.

Kahvaltıya dönelim. Kız Liseli grubun içinde saygı duyduğum biri var. Hülya Soyşekerci... Evde Yazar'ı taklit edeyim. Sanırım o böyle bir giriş yapmıştı yazısının birinde. Yanlış hatırlıyorsam da affeder beni o. O biiiir Edebiyat Uzmanı. O biir yazar. O biirr eleştirmen. Eşim ve kız kardeşimin üniversite arkadaşları. Çok okumak istediğim ama zamanım yetmediği için yeterince okuyamadığım. Sevgili Hülya Soyşekerci. O da benim günlüklerimi takip ettiğini söylüyor. Aman ne mutluluk, ne mutluluk benim için. Son dönemde yazım kuralı, imla kuralı hak getire. Bazen yazdıklarımı okuyunca yazarken uyuduğumu ve alakasız kelimeleri yazıya döktüğümün farkına varıyorum. İşte o zaman "Hadi oğlum, yatma zamanın geldi, iyice saçmalamaya başladın artık." diyorum kendi kendime.

Dün akşamdan beri dilimdeki aftların çektirdiği acı yetmezmiş gibi bir diş ağrısı başladı. Pazartesi gününe kadar bir şey yapamam. Ağrıyla yaşamaya alışmam lazım. Çok çaresiz kalana dek ağrı kesici falan da almam.

Kestane toplayıcılarını sabahın köründe almıştım. Artık orta yayla ve Taş Ev'in bulunduğu aşağı yaylada çalışıyor ekip. Bahçede ağaçların altı yine araba dolmaya başlıyor. Etrafta kestane silkiciler, toplayıcılar, harar taşıyıcılar... Gelen misafirlerin daha da çok ilgisini çekiyor bu manzara. Kestane, ceviz satışları patlıyor. Mutfaktaki terazide talebe göre kestane, ceviz tartılıyor. Bu arada önemli bir yanlışlık yapılıyor. Geçen seneden kalan cevizlerle yeni yılın cevizleri karıştırılıyor. Neyse ki elimizde misafirlerimizin isim isim ne kadar ceviz aldıklarına dair liste var. Konuklar ayrılmadan yanlışlıkla verilen cevizleri yenileriyle değiştiriyoruz.

Pos makinesi kullanımına alıştım artık ama bazen saçmalıyor. O saçmalayınca ben daha fazla saçmalıyorum. Bağlantı kurulmadı diyor. İptal ediyor yeniden giriyorum. Ekranda görülen rakamı kontrol ediyorum. İşlemi tamamlıyorum. Bir misafir grubu karttan ödeme yapmıştı. Hanımlar bu konuda daha dikkatli. Elindeki fişe bakmış ki hesabın iki katı ödenmiş. Tekrar geri yükleme yapması beni aşar. Farkı nakit olarak ödedim, özür üzerine özür dileyerek.

Kahvaltı sonrası gruplar terasa çıkıyor. Dedim ya eğlenceli bir grup. Oyun havası istiyorlar kardeşim aracılığıyla. "Yine ayarımız kaçmaya başladı." diyorum içimden. Hani ben klasik müzik dışında bir şey çalmayacaktım burada. "Biz de sadece rembetiko var." diyorum. Oğlum beni kızdırmak için "Ar gelir Osman Aga ar gelir, Safiye'me karyola dar gelir." türküsünü çalmaya başlıyor. Çıldırıyorum. Bırakıp kaçmak istiyorum. Şakası bile korkunç. "Taş Ev'in bütün karizmasını götürdünüz." diyorum. Gülüyorlar hep birlikte.  Bizim Liselilerin havası ayrı. Terasta kendileri söylemeye, kendileri oynamaya başlıyorlar. Göz ucuyla terasa bakıp hemen iniyorum aşağıya.

Öğleden sonra haber veriyor Hüseyin. Yeni bir kestane toptancısı gelmiş, benimle görüşmek istiyor. Kafamdan tamamen çıkmış kestane. Eşimle bir ön görüşme yapıyorum. Artık beş lira verirlerse verelim diyorum. Aksi takdirde pazartesi günü kestane pazarında satmak durumunda kalacağız. Belki o kadar da veren olmayacak. Benim Taş Ev'den ayrılmam problem. Pazartesi diş doktoruna gitmem lazım. Kestaneleri getir götür, indir bindir hem ilave yakıt parası hem yorgunluk. "Tamam" diyor eşim bezginlikle,"Ne istiyorsan onu yap."  

Yeni gelenler de Ödemiş'ten. İki ortak arkadaşlarmış. Uyumlu görünüyor. Bursa türüne üç lira diğerlerine beş lira fiyat biçiyorlar. Ufak büyük ayırmadan olduğu gibi kilosu beş liradan anlaşıyoruz. Kamyondan teraziyi çıkarıyorlar. Toplam dört yüz yirmi yedi kilo geliyor. İbrahim dört yüz kilo çıkar demişti dün. Parayı peşin verip yüklüyorlar araçlarına kestaneleri. Yarın da bir miktar döküntü çıkacak. Bir kısmı toprağa karışacak cevizler gibi. Ceviz ağaçlarının altında dolaşırken hergün ceviz topluyorum. Zamanında iyi silkelememiş ve toplayamamışlar.

Arada telefon geliyor rezervasyon için. Değişik diyaloglar oluyor aramızda. Bazıları fiyatları soruyor, bazıları yol tarifi. Biri daha arıyor.
"İyi akşamlar."  
"İyi akşamlar efendim."
"Taş Ev mi orası?"
"Evet efendim, buyurun."
"Ben biraz balık aldım temizlettirdim, sizin orada pişirmemiz mümkün olur mu acaba?"
"Maalesef efendim, dışarıdan yiyecek ve içecek kabul edemiyoruz."
"İçkiler senden olacak ama" diyor.
Amcam bozuluyor. Ne güzel keyif yapacaktı oysa. Ne çok kızmıştır şimdi bana. Ben kızmıyorum ancak, gülüyorum.

Bahçe öğleden sonra hıncahınç araba dolu. Tireliler gezmeyi de yemek yemesini de seviyor.  İzmir'den de gelenler oluyor. Tavsiye üzerine gelenler beni en memnun edenler. Onları da memnun göndermek en büyük emelim. Yemeğini bitirenler ağaçların arasında dolaşıyor, sonbaharın güzelliklerini keşfediyorlar. Bir başkası geliyor en sıkışık zamanda. Arabaların arasına sokmuş arabasını. "İyi günler, biz ailecek geldik, ağacın altında şöyle bir piknik yapmak istiyoruz, var mı müsaade." "Yok artık." diyorum. "Eskiden hep gelir burada piknik yapardık suyun başında." diyor. Eee sahipsizdi eskiden. Şimdi sahibi var artık. "Arkadaşım, burası artık ticari bir müessese, maalesef piknik yapamazsınız artık burada. "

Yarın kestanecilerin işi bitecek. Toplayıcı sayısını azaltıyoruz. İlave bir işçi daha istiyorum. Aydınlatma kablolarını yer altına gömdürmek için. Depodan gelen su hattı da gömülecek. Yoksa kışın soğuk havalarda su donabilir. İşi bitenlerin paralarını ödüyor ve onları köylerine bırakıyorum. Allah acıyor da gece misafirleri çok geç vakte kalmıyorlar. Oğlumla oturup hesapları kontrol ediyoruz. Pazar sabahına hazırlıyoruz kendimizi.

YİNE KESTANE İŞLERİ

21/10/2016 Cuma, Tire

Saati kuruyorum sabahları. Boynuyoğun köyünden yaylaya taşıdığım ekibin bugün üçüncü günleri... Geçen seneki gibi kestaneleri Dündarlı köyündekilere toplatsaydım yanmıştım resmen. Şimdi bir saatten az bir zaman içinde ekibi gidip alıyorsam, geçen sene iki saatten fazla sürüyordu bu iş. Bir de dönüşü hesaba katarsanız gerisini siz düşünün gari. Geçen sene hava iyice karanlık iken çıkardım yola gecenin karanlığında da dönerdim. 

Toplanan kestaneler yevmiyeleri kurtaracak mı acaba? Bu soru kafamı kemiriyor. Yukarı yaylanın işi bugün tamamlanacak. Öğleden sonra Gani Usta'dan traktörü göndermesini istedim. Hem kozalak çuvallarını hem de döküntüleri aşağı yaylaya taşıyacaklar. Tire'ye pazara inmiş kendisi. Oğlan da tepede rüzgar enerjisi için inşa edilen pervanelere malzeme taşıyormuş. Israrla bir ara bizim kestane çuvallarını aşağı getirmesini istiyorum.

Sabah Cuma Pazarına çıkıyorum. Taş Ev'deki hareketlenme alışveriş işlerimi de artırıyor. Daha önce haftada bir bilemedin iki sefer et alırken, artık hemen hemen hergün et taşıyorum yaylaya. Kiloyla aldığım sebzeler kasayla alınmaya başladı. Durum böyle olunca domates, patlıcan gibi bazı sebzeler daha taze ve uygun fiyata halden alınabiliyor.

Alışveriş sonrası yaylaya dönüyorum. Gündüz saatlerinde günlüklerimi tamamlamak geçiyor aklımdan. Olmuyor... Gece fazla gelen olmazsa o zaman yazarım ben de. Yine olmuyor. Eğitim Gönüllülerini ağırladıktan sonra iyi bir uykuya ihtiyacım var. Dilimde bir aft başladı. Ne yesem, ne içsem yanıyor fena halde. Kızım iki ilaç almamı önerdi. Oğlum ilaçları aldı ama düzenli kullanamıyorum.

Öğleden sonra kestane çuvalları aşağı taşınıyor. İbrahim ve kuzeni orta yayladaki kestaneleri silkmeye başlamıştı sabahtan beri. Toplam döküntü kestane dört yüz kilonun üzerinde olduğunu söylüyor İbrahim. O şöyle bir baksa yeter zaten. Ben iki yüz elli kilo ya var ya yok diyordum. Başında durmadan çalışıyor ekip. Ara sıra Hüseyin'i gönderiyorum yanlarına. Tamamen vicdanlarına teslim oldum bu sene. Başak bir çarem yok. İyi çalışsınlar diye bir şirinlik yaptım onlara. Sabah gelirken yanlarına bir şey almamalarını, yemeklerini Taş Ev'de yiyebileceklerini söyledim.

Geçen seneden tanıdığım Ödemiş'li kestane tüccarı Tahir birkaç gündür arıyor, döküntü var mı diye soruyordu. İlk gelen o oluyor. Bunlar küçük kamyon ya da kamyonetleri ile köy köy dolaşıp kestane topluyorlar. Kilosuna üç lira fiyat veriyor. Bugün dahil ödeyeceğim yevmiye dört bin liranın üzerinde teklif edilen para İbrahim'in dört yüz kilo tahmini doğruysa toplam bin iki yüz lira. Yüzüme ateş basıyor. Kovmaktan beter ediyorum Tahir'i. Eşime durumu anlattığımda. "Keşke" diyoruz, "Keşke ağaçta bıraksaydık"

İbrahim'in bahsettiği diğer bir kestane alıcısı geliyor bahçeye. Eşim diyor "Bırak ben konuşacağım."
Bu gelen dört lira teklif ediyor. Geçen sene bu fiyattan vermiştiniz diyor. Geçen sene hem daha fazlaydı hem de kilosu on liraya kadar vermiştik. Adamın bu sözü iyice geriyor eşimi. "Hadi kardeşim, hadi başka kapıya." deyip gönderiyor gelenleri.

Şu kestane işi büyük dert oluyor bize. Daha bitmeden gelecek seneyi düşünüyorum. Çalışanlar "Keşke verseydiniz, fazla dayanmaz bu elinizde." diyorlar söz birliği etmişçesine. Sinirlerimiz gergin. Büyük çuvalların birini sürmüşler yerde, altından patlamış.

Domuzlar kestane kokusunu iyi alıyorlar. Ancak algıladıkları diğer bir koku insan kokusu. Geçen sene domuzdan korumak için eski gömleğini yanındaki ağaca asmıştı çalışanlardan biri. Gömlek ne kadar insan kokarsa domuz o kadar uzak duruyor. Çuvallara sinen insan kokusu da aynı işi görüyor. Zamanla ya da yağmur yağdığında bu koku kalkıyor ortadan. O zaman daha dikkatli olmak gerek. Geçen sene gömünün etrafına ilaç serpmiştim. Kısmen faydası oldu.

Yarın yine hafta sonu. Sabah serpme kahvaltı çıkaracağız. Haftanın yorgunluğunu atamadan hafta sonu telaşı başlıyor. Kahvaltımız  çok tuttu burada. Nasıl tutmasın, beş çeşit ev yapımı reçel, hem de bahçeden toplanan organik meyvelerden...  

Günlükleri yazamıyorum. Gün geçince zihnimden ayrıntılar kayboluyor. Bu işi çok önemsiyorum. Zira çok sayıda takipçim var. İnsanlar merakla bekliyorlar günümün nasıl geçtiğini. Çünkü anlıyorlar olayların ne kadar sahici olduğunu. Yarın yine yoğun bir gün. İzmir Kız Lisesi 1977 mezunlarından kalabalık bir grubu ağırlayacağız. Günlüğümü aynı gün yazmak bir hayal bu aralar... 

EĞİTİM GÖNÜLLÜLERİNİ AĞIRLADIK

20/10/2016 Perşembe, Tire
Yazılacak çok sey var aslında. Ancak yazacak takat yok. Sabaha kadar uyumadım. Son masa çok geç kalktı. Şimdi insanlara kalkın gidin demek olmuyor. Meyve istiyorlar, götürüyorum. Ceviz krokan istiyorlar götürüyorum. Her perşembe ziyaretimize gelen bir çift bu. Yanlarında misafir getirmişler. Kahve istediklerinde artık kalkmaları yakın diye düşünmüştüm.

Geçirdiği saatlerden hoşnut kaldığı gözlerinden okunan genç kadın çıkarken son kez vitrine bakıyor. Arka tarafa saklanmış kabak çiçeği dolmasını görünce elinden oyuncağı alınmış çocuklar kadar üzüldü. Onları memnun bir şekilde uğurlayınca manzara çıktı ortaya. Masanın üstü bardak tabak dolu. Hiç panik yapmam bu durumlarda. Sinir bozucu işler konusunda uzmanımdır. Bir ucundan başlarım. Tepsiye dizmeye başladım. Rakı bardakları, su bardakları, şalgam bardakları, çay bardakları, fincanlar... Ne kadar çetrefilli olursa olsun başlamak önemli. Zaman geçip geriye bakıldığında elinizin değdiği her iş bir şekilde yapılmış oluyor.

Masalar toparlandı, silindi, temizlendi. Taş Ev yarın sabah doksanın üzerinde misafir ağırlayacak. Beş sıra masa diziyorum salona. Aralarına girip nasıl servis yapılacak? Yeniden bozup aralarını açıyorum. Dört sıra olunca tamamen rahatlıyor salon. Beşer masayı uç uca ekliyorum. Merdivenlerin önü üç masa alıyor. Böylelikle normalde kırk kişilik salon, masa ve sandalye ilavesiyle tam yetmiş iki kişiyi ağırlayacak hale geliyor. Girişte de bir kaç masa atacak yerimiz olduğu hep aklımda. Altı masa da girişe koyuyoruz. Sandalye sayısı doksan altıya ulaşıyor. Böylelikle kapalı alanda ağırlayacağımız azami misafir sayımız da ortaya çıkmış oluyor. Havanın yağmura dönmesi durumu her zaman korkulu rüyam olmuştu zira.

Masaların donatılmasına başlıyoruz. Sabaha kadar sürüyor hazırlık. Saat yedi olunca birden aklıma kestane toplayıcılar geliyor. Onlarla aramızda geçen son cümleyi hatırlamaya çalışıyorum. "Dün olduğu gibi aynı saatte." Fırlıyorum. Rüzgar gibi iniyorum Boynuyoğun köyüne. Bugün iki kişi fazlalar. Yukarı yaylaya çıkacak olan kestanecileri bahçe kapısının önünde bırakıyorum.

Saat dokuzdan sonra Eğitim Gönüllüleri akın akın gelmeye başlıyorlar. Bütün masalar hazır. Şömine sobamızı da yaktık arzu üzerine. Aslında o kadar insanın nefesi dahi ısıtır salonu. Üst salonda neredeyse metrekareye bir kişi düşüyor. Sabah kestane toplayıcıları aldığımdan dolayı servis için iki ilave garson bayanı oğlum alıp geldi. Onların yapacakları sadece çay ve ekmek servisi. Bir de boşalan tabakları mutfağa taşımak.

Salon kalabalıklaştıkça yoğun bir uğultu duyulmaya başlıyor. Müziğin sesi o uğultu içinde kayboluyor. Merdiven çıkmakta zorlananlar girişteki masa ve sandalyelere oturmayı tercih ediyorlar. Güneş yükseldikçe havanın soğuğunu kırıyor. Isınan hava içerideki insanları dışarı davet ediyor. Bazı misafirler içerinin kalabalığından bunalmış durumda. Sandalyeler avluya ve terasa taşınmaya başlıyor. Kahvaltıdan sonra kahve içmek isteyenlere servis başlıyor. Öğlen Aşkın Şef ve yardımcısı yetişiyor yardıma. Biriken onca bulaşık kısa sürede yıkanıp yerleştiriliyor ve Taş Ev yeni misafirlerine hazır hale getiriliyor. Gelenler memnun ayrılıyorlar. Böylelikle bir sınav daha başarıyla atlatılmış oluyor.

21 Ekim 2016 Cuma

TİRE KANATLARIMIN ALTINDA

19/10/2016 Çarşamba, Tire

Geceden tam altı buçuğa kurdum saati. Uyanmasına uyandım ama kalkmaya hiç niyetim yok. Katarakt ameliyatından sonra kızım saat başı kullanılacak damlalar için farklı melodilerden alarm kurmuştu telefonuma. O melodilerden birinin üzerine kaydetmişim sabahki alarmı. Öyle bir şey ki mübarek ninni gibi geliyor bana. Hani eşim alarmın çalıyor demese uyumaya devam edeceğim.

Zamanım kısıtlı. Hemen hazırlanıp köy meydanından Hüseyin'i alacağım. Randevu saatinden beş dakika önce varıyorum köye. Hava yeni aydınlanıyor. Arabanın göstergesinden dışarıdaki sıcaklığın 8 derece olduğu okunuyor. Üzerime kazak giydiğim için fazla üşümüyorum. Saat yediyi geçiyor, Hüseyin yok ortalarda. Telefon ediyorum. Uykulu bir ses "Tamam amca geliyorum" diyor. Az sonra yeniden aradığında tam olarak uyanmadığını anlıyorum. "Amca ben Tire'deyim sen beni İtfaiye Meydanından gel al."

İtfaiye meydanına geldiğimde etrafıma bakıyorum, yine yok. Telefon ediyorum cevap veren yok. Beş dakika sonra çıkageliyor. Yan tarafımdaki kapıyı açıp içeri atıyor kendini. "Günaydın amca." Gökçen istikametine doğru sürüyorum arabayı. Uzak bir mesafe olduğunu düşünerek köklüyorum gazı geniş Ödemiş asfaltında. Bir an gözüm üzeri diyagonal kırmızı şeritli yer bildirir levhaya takılıyor. Boynuyoğun Köyü sınırlarının sonunu işaret ediyor levha. "Bu köy bu kadar mı yakınmış Hüseyin?" "Valla, ben de bu kadar yakın olacağını tahmin etmezdim amca." 

Geri dönüp köy içine sapıyoruz. Girişte çeşmenin karşısındaki ağılın önünde bekleyeceklermiş toplayıcı kadınlar...

Kadınları arabaya doldurup dönüş yolunda ilerliyorum. İtfaiye meydanında Hüseyin arabadan inip motosikletiyle döneceğini söylüyor. Yaylaya geliyoruz. Kadınlar öğlen yemeği için çıkınlarını hazırlamışlar. Her birinin elinde bir torba. Silkici İbrahim ve onun yapışık ikizi, kuzeni bir delikanlı. Kestane ağaçları üzerinde ip cambazlarından daha rahatlar. Arabayla geçen sene açtığım yoldan çıkmayı deniyorum yukarı yaylaya. İlk virajda tek turda dönüş mümkün değil. İkinci turda arabanın tekerlekleri yumuşak toprakta patinaj yapıyor. Bir iki hamle sonra virajı dönüyorum. İbrahim, Hüseyin motosikletle yetişiyorlar peşimden. Böylelikle  kestane işi geç de olsa dört toplayıcı iki silkici ve hararları taşıyacak olan Hüseyin ile birlikte başlıyor.

Hüseyin kestane toplamaya gidince garsonluk tamamen bana ve oğluma kalıyor. Yarın kalabalık bir grubu ağırlayacak Taş Ev. Öyle ki gelecek misafirlerin sayısı sandalye masa sayısından fazla. Hemen masa ve sandalye tedarik etmemiz lazım. Şehre inip dört masa on altı sandalye alıyorum. Böylelikle oturma kapasitemiz 96'ya çıkıyor. Yarın için biraz alışveriş yaptıktan sonra koltukları yatırıp katlanır masaları arabanın arkasına koyuyorum. Taş Ev'e döner dönmez sanki sözleşmiş gibi ardı arkasına rezervasyonlar geliyor. Bir an önce kestane toplayıcı kadınları sabah aldığım köye geri bırakmam lazım.

Kapıda bekler buluyorum köylü kadınları. Arka koltuğu dikip alıyorum arabaya. İçlerinde birini yol tutuyor. Bir an önce yaylaya dönmem gerek. Yol tutan kadına aldırmadan basıyorum gaza. İyi ki köy yakında. Bir solukta varıyor, bırakıyorum onları köylerine. Yolda sohbet ederken bana hararcı bulmalarını istiyorum. Dönüp sandalyeleri alıyorum bu sefer. Yayla yokuşunu tırmanırken bu tempoya nereye kadar dayanabileceğim geçiyor aklımdan.

Taş Ev'de hareketlilik hemen göze çarpıyor. Bahçedeki ağaçların arası arabalarla dolmaya başlamış. Hava soğuk olmasına rağmen sırf rahat sigara içebilsinler diye verandada oturmayı tercih edenler var. Her masayla özel olarak ilgileniyoruz eşimle. İnsanların hoşuna gidiyor bu alaka. Bizim de hoşumuza gidiyor elbette. Belki de bugün en yoğun hafta  içi günümüz. Üstelik Hüseyin de yok. Harar taşıdığı için mızmızlandı. Seve seve gönderdik. Sabah erken gelir belki. Toplayıcı kadın telefon ediyor, yarına hararları taşıyacak birini bulmuş. Bu haber sevindirici. Hüseyin garsonluğa dönecek.

Herkes mutlu ayrıldı. Bunu gözlerinden anladık. İki kişiden bahsetmeden bitirmeyeceğim. Bunlardan biri Bodrum'da yaşadığını söyleyen bir bayan. Yanında iki kızı var. Yiyorlar, içiyorlar. Olağanüstü bir durum yok ta ki hesabı isteyene kadar. Hesabı istiyorlar. Hesap pusulasının içinde olduğu kitapçığı masalarına bırakıyorum. Onu geri almaya gittiğimde hata olduğunu söylüyor hanımefendi. "Olabilir." diyorum. "Eğer hata varsa düzeltiriz."

"Bizim bir fanta bir de spirite vardı hesaba yazmamışsınız."
"Olabilir efendim, madem hata yaptık, bizim ikramımız olsun."
"Bakın, biz dürüstlükle söyledik size bunu, söylemeyebilirdik."
"Anlıyorum hanımefendi, ben de sizin iyi niyetinizden dolayı bedelini talep etmiyorum."
"Ama içtiğimiz kahve ve çayları hesaba yazmışsınız." deyince şaşırıyorum. Devam ediyor hanımefendi.
"Her yerde yemekten sonra çay kahve ikram edilir. Ama siz ikramı hesaba yazmışsınız."
"Bakın hanımefendi, size menü getirdiler değil mi? Orada çay ve kahve ikram yazmıyor, karşılığında fiyatı var. Diğer yerlerdeki uygulamalara bir şey diyemem ama bizde çay ve kahvenin bir ücreti vardır. Bu da hesaba yazılır. Üstelik Bodrum'da yaşadığınızı söylüyorsunuz. Bodrumda restoranlar böyle bir uygulama başlattıysa benim haberim yok. Zaten bu da benim aynısını yapmamı gerektirmez."
Konu sakız gibi uzayıp duruyor. Hanımefendi bitirecek gibi değil.
"Bakın böyle yaparsanız çok müşteri kaybedersiniz."
"Efendim ikram gönül işidir. Size ben kahve ikram edeceğimi taahhüt etmedim ki. Bunu yapmak zorunda olduğumu da hiç sanmıyorum."

Hesabı karttan ödedi. Kalkıp gittiler. Bugün bakıyorum Foursquare puanım 8.7 den 8.3'e düşmüş. Belki sebep başkadır ama sebebi ondan bildim. Pişman mıyım? Hayır.

Günün diğer olayı da ilginç. Kır saçlı bir bey misafirim. Eşiyle birlikte ortalardaki masalardan birinde oturuyorlar. Turizm sektöründen geliyormuş. Yaşımı soruyor. Kendisinin en az on yaş büyük olduğunu anlayınca daha rahat konuşmaya başlıyor.
"Yanlış anlamayın ama bu işin acemisi olduğunuz anlaşılıyor."
"Efendim, ben aksini iddia etmiyorum, haklısınız. Bir kusur işlediysem..."
"Yok, yok tam tersine. Yaptığınız işten o kadar büyük keyif alıyorsunuz ve bunu karşınızdakine o kadar yansıtıyorsunuz ki, bunu anlamayan dünyanın en büyük aptalıdır. Ben bu sektöre yıllarımı verdim. Ben sizin tabağı tutuşunuzdan bu işte yeni olduğunuzu anladım. Ama işinizi severek yapmanız her şeyi fazlasıyla örtüyor."
"Çok teşekkür efendim. Bunu duyduğuma çok sevindim."
Ayak üstü sohbetimiz uzun sürüyor.
"Buraya işten anlayan tecrübeli bir şef garson lazım size."
"Evet efendim. Lazım lazım olmasına lakin bulamıyoruz. Hani varsa bir tanıdığınız hemen alalım işe."
"Dur ben bir araştırayım. Size yardımcı olalım."
"Memnun olurum efendim."

Konuştuğum kişi bir partinin ilçe başkanıymış. Artık iyice tanınır oldum. Çarşıda pazarda bana ismimle hitap ediyorlar. Benim işim zor, bütün ilçeyi nasıl tanırım ki?

20 Ekim 2016 Perşembe

SATIR ARASI MİM #1

"Ayna Hikayesi" adını verdiği bloğun sahibi sevgili Aytül Örcün Hanımefendi, lütfetmişler "Satır Arası Mim#1" de beni ilk sırada mimlemişler.  Güzel sorular var var bu mimde. Her biri uzun uzadıya anlatılacak. Kendisi de burada samimiyetle cevaplamış soruları.

Yazısını okurken blog yazarlığı ile tanışmasının "Evde Yazar" la olduğunu öğrendim. "Evde Yazar" ın benim açımdan da önemi büyük. İlk yorumu ondan aldım. Çoğunlukla aklımdan geçenleri dile getirir. İyi bir insandır özetle.

Gelelim mim cevaplarıma...

1. NASIL BLOG YAZMAYA BAŞLADINIZ?

Benim hikayem oldukça ilginç. Şu Taş Ev konusu Tire'ye geldiğimiz ilk günden beri kafamdaydı. Blog dünyasına ilk girişim "Kaystros Kaplan Tyrha" blog sitemi kurmakla başladı. Hiç bir ön bilgim yoktu bu konuda. Esas niyetim açmayı planladığım restoranı internet ortamında tanıtmaktı. Blog dünyasına girince değişik bir ortam buldum. Kendimi biraz geliştirmeye çalıştım. Bazen düşüncelerimi paylaştım, bazen sevdiğim müzikleri. Daha sonra gezdiğim gördüğüm yerleri de.

İkinci blogum "Kaplan Diary" ye başlarken artık ne yapacağımı biliyordum. Kitap yazma fikri vardı kafamda. Ama ne yazsam? Yazının konusunu seçmek, olayları kurgulamak, kahramanlara ruh üflemek kolay şeyler değildi benim için. Her zaman bana yardımcı olan ve yol gösteren eşim yetişti imdadıma. "İyi bildiğin bir konuyu yaz." dedi. Böyle çıktı günlük tutma fikri. Günlüğümde sadece şunu yaptım şuraya gittimler olmasın dedim. Duygularım, sevinçlerim, üzüntülerim, kızgınlıklarım, düşüncelerim, velhasıl aklımdan geçen her şey yer alsın. İşte böyle doğdu "Kaplan Diary"...

2. BLOĞUNDA DAHA ÖNCE YAZMADIĞIN BİR TARZDA YAZACAK OLSAN, BU NE OLURDU? 

Eğer zamanın olsaydı öykü üzerine yoğunlaşırdım. Ama bu sıralar buna başlamak mümkün değil.

 3. BLOGLARDA OKUMAYI EN SEVDİĞİN KONULAR NELERDİR?

Gerçek yaşamdan kesitleri okumayı seviyorum. En çok ilgimi çekenler kişisel bloglar sanırım. Öyküler, denemeler de ilgimi çeker. Hayatı ve kendisini ti'ye alan yazarların yazılarını da zevkle okurum.

4. HAYATTA EN ÇOK YAPMAK İSTEDİĞİN 3 ŞEY NEDİR?

Hayatta en çok bir küçük restoranım olsun isterdim. Oldu da. Şimdi bunun bireysel zevkime göre oluşturacağım konseptler dahilinde tanınmasını ve tutulmasını istiyorum ilk olarak. İkinci olarak düzenli kazancımız ve kaliteli ve sebat eden kadromuz olsun isterdim. Son istediğim bu restoran iyi çalışmaya başladıktan sonra başına güvenilir bir müdür atayım. Böylelikle yazılarımı yazayım, kitaplarımı okuyabileyim.

19 Ekim 2016 Çarşamba

KESTANE

18/10/2016 Salı, Tire

Dün akşamdan yatmıştı kestane işi. Hüseyin toplayıcı kadınların Salı Pazarına gideceklerini. bu yüzden gelemeyeceklerini söylemişti.

Bir gün yağmur, bir gün fırtına, yok silkici bulamadık, onu bulduk haracı (kestane çuvallarını gömüye taşıyan kişi) yok, hepsini bulduk toplayıcı gelmedi... Kestanecilik öldü Tire'de derken ne demek istediklerini anlamamıştım tam olarak. Bir sürü nedenleri var elbette bu durumun.

Birincisi yöredeki kestane ağaçlarına musallat olan bir illet. Kimse anlamıyor ne olduğunu. Zamanında biri demiş bu kestane kanseri. Nasıl ki kansere çare yok ağaçlarda da durum aynı. Ağacın gövdesindeki yara ile ortaya çıkıyor bu hastalık ve onu kurutana kadar için için kemiriyor gövdeyi. Bazı ziraatçılar aynı görüşte değiller. Bu kanser değil başka bir hastalık diyorlar. Diyorlar demesine de hiçbir ilaç çare olmuyor bu hastalığa. Her ne olursa olsun sonuçta o asırlık kestaneler göz göre eriyor.

İkinci neden bakımsızlık. Yıllar boyu biz dışarıda o şantiye senin bu şantiye benim gezerken icara verdiğimiz vatandaştan tek istediğimiz bahçeye bakmasıydı. Oysa o bakım adına hiçbir şey yapmadı. Ne budama, ne ilaçlama ne aşılama ne de yeni fidan dikimi. Sadece bakımsızlıktan her sene azalan ürünleri toplayıp pazarda satıp parasını cebine atmasını bildi.

Üçüncü neden ağaçların yaşlı ve yüksek oluşu. Kestane ağacına çıkmak her babayiğidin harcı değil. Hele hele uç dallara kadar uzanıp dal  üzerinde iki eliyle yedi sekiz metrelik sırığı sallamak hiç değil. Sayıları gittikçe azılan silkicilere talep fazla olunca yevmiyeler de 300 TL yi zorlamaya başladı. Sadece o mu? Haracıların ve toplayıcıların yevmiyelerini de hesaba katarsak bir dünya para.

Eşim yaylaya çıkarken ben pazar alışverişine gidiyorum. Közlemek için kırmızı kapya biber alıyorum. Çok yoğun pazar bugün. Arabayı yakın bir yere park etmek mümkün değil. Isırgan otu, kabak çiçeği, hardal, semizotu, turp otu ve yeşillikleri almakla başlıyorum.

Alışverişi bitirip yaylaya dönüyorum. Bugün tatil günümüz yine. Bahçenin içinde beyaz bir araç. İçeri girince anlıyorum kim olduklarını. Üç tane genç. İzmir'den gelmişler Taş Ev'in kahvaltısının güzel olduğunu söylemişler. O kadar yoldan geldik, ne olur bizi geri çevirmeyin demişler eşime. Kıramamış o da. Çıkmışlar yukarı ilk masaya oturmuşlar.

Perşembe günü gelecek grubun hazırlıklarına başladık. Tabaklarımız yeterli, çay bardaklarımız da. Sadece çay kaşığı ve çay tabağına var ihtiyacımız. İnip çarşıdan buluyorum aradıklarımı.

Bir tanıdık da belediye çalışanı arkadaşlarını almış yanına Taş Ev'i görmeye gelmişler. İçlerinden biri yine o illet olduğum soruyu soruyor. "Aile için yeriniz var mı?" Anlamaz görünüp yüzüne bön bön bakarken açıklamak zorunda kalıyor. "Yani bu masalara  erkekler gelirse, aileleri oturtacak yeriniz yok mu? Mesele anlaşıldı. "Kimse başkasını rahatsız etmez burada, gördüğünüz her yer aile yeridir." dedim.

Akşamın geç saatlerinde Dündarlıdan Yaşar aradı. Tire'de yaşayanlar bozulmuş, bu dağ köylüdür bozulmamıştır." dedik. Ama o da sattı bizi. İşleri bitmiş, gelelim diyor. "Ağaçlarda silkilecek kestane kalmadı, neyi silkmeye geleceksiniz." Peki toplayıcılar ne isteyecekler yevmiye. 120 TL. Yapma Yaşar, burada toplayıcılar 60 lira yevmiyeye çalıştılar. Hiç olmazda 90 olsun." "Yok, patron olmaz." Hay patronun batsın. Gelme dedik, istemiyoruz silkici, toplayıcı. Dalında çürüsün kestane yapacak bir şey yok.

Moralim çok bozuk. Yarın sabah saat yedide Hüseyin ile birlikte uzak sayılabilecek bir köye gideceğiz toplayıcıları toplamak için. Eğer onlarda vazgeçmezlerse tabii.

18 Ekim 2016 Salı

SICAK ve HUZUR VERİCİ

17/10/2016 Pazartesi, Tire

Eşim uyandırmasaydı öğlene kadar yatardım muhtemelen. Hüseyin'le İtfaiye Meydanında buluşacaktık. Hava tam olarak aydınlanmamıştı. Aydınlanacak gibi de durmuyordu aslında. Gökyüzünü kara bulutlar işgal etmiş, yerler hafifçe ıslanmıştı. Hiç de kestane toplanacak hava değildi bu ama hadi hayırlısı. 

Kapının önünde tam arabaya binerken Hüseyin'i aramayı düşündüm. Tereddüdümü gidermenin yolu sorup öğrenmekti. Yarı uykulu bir vaziyette açtı telefonu. "Geliyorum yoldayım amca." dedi. "Hava iyice karardı, yağmur yağacak galiba. Bir değişiklik var mı, yok mu ara bakalım İbrahim'i." İbrahim bu havada ağaca çıkılamayacağını söyleyerek yarına söz vermiş. "O zaman sen toplayıcı kadınları ara da boşuna beklemesinler." dedim.

Şu kestane işi beni iyiden iyiye hasta etti. Zaten iyice geç kalındı. Yerler döküntü doldu. Tam adamını bulduk bu sefer de hava bozuldu. Dünkü yoğunluğun üstüne gündüz saatleri dinlenmemiz için iyi bir fırsat oluyor. İş sahiplerinde bu his olur mu bilmiyorum ama ben zaman zaman kendimizi toparlayacak kadar bir sakinlik istiyorum. O zaman diliminde daha dip temel temizlik yapılıyor, mezeler tamamlanıyor, gönül rahatlığı içinde alışveriş yapılıp eksiklikler gideriliyor. Hergün pazar günlerinin yoğunluğu olsun hiç istemem mesela. Gündüz kahvaltı, öğlenden geç vakitlere kadar cafe ve restoran hizmeti hem çalışanlar için hem bizim için oldukça yıpratıcı olurdu. Çift vardiya sistemine geçmek için henüz erken. Zira hafta arası aynı yoğunluk olmuyor. Burada yapılacak olan hafta sonları eleman takviyesi. Hafta sonu eleman buluyoruz bulmasına ancak bulduklarımız haber vermeden gelmeyiveriyor.

Sabahın erken saatlerinde kalabalık bir grup rezervasyon yaptırdı. Gelecek olanlar şehrin iş çevrelerinden, tanıdığım saygın kişiler. Yanlarında dışarıdan misafirleri var. Bu bizi gururlandıran bir şey. Önemli konuklarını Taş Ev'de rahatlıkla ağırlayabileceklerini biliyorlar.

Gündüz saatlerinde yine çarşı pazar alışverişini hallediyorum. Halde güzel domates buldum. Pazarın yanı sıra diğer bir alternatif oldu benim için.

Biri arıyor öğlene doğru. Eşi ve çocuğu ile yemeğe gelmek istiyorlarmış. Adres soruyor. Pek çok kişinin ortak talebi levhaların arttırılması. Kaplan Köyüne geldikten sonra bizi ararken kaybolmuş hissine kapıldığını söylemişti misafirlerimizden biri. İlk fırsatta bir kaç levha yaptırmak lazım. Hele şu kestane işini bir kafamdan atayım önce.

Akşam saatlerinde kapıdan Taş Ev'e kadar bahçe içinde kavisli bir şekilde uzayan yolun kenarındaki aydınlatma ışıklarını yakıyoruz. Bir biri ardına arabalar ağaçların altında kendilerine uygun park yeri buluyorlar. Misafirlerin ortak düşüncesi Taş Ev'in insana huzur ve sıcak bir duygu yaratan atmosferi. Hüseyin ısrarla şömine sobayı yakalım diye tutturuyor. Gelen misafirler önemli, onların önünde sobayı tecrübe etmek fikrine sıcak bakmıyorum. Ya tüter de salon dumana boğulursa...

Sonunda hadi deneyelim o zaman diyor ve Hüseyin'in ısrarından kurtarıyorum kendimi. Hemen koşup odun topluyor bahçeden. Sobanın nazlı nazlı yanışını görüp koşturuyor yanıma. "Amaca, amca gel bak ne güzel yanıyor." Üst kattaki salona çıkıyorum. İçim rahatlıyor. Bu soba bize çok keyifli anlar yaşatacak.

Aşkın Şef, döktürüyor. Standard menüde olmayan hazırlıklara girişiyor. Ara sıcak olarak güveçte peynir yapıyor. Yine güveçte mantarlı bonfile gerek lezzet gerek sunum olarak zirveye ulaşıyor. Misafirler bu lezzet fırtınası karşısında şaşkınlıklarını gizlemiyorlar. Peyniri nerden aldığımızı soruyorlar. Misafirler arasından Antakya mutfağını çok iyi bilip ayda en az bir kez oraya yolu düştüğünü söyleyen biri "Burada yediğim fellah köfteyi eşiniz o kadar güzel yapıyor ki, ben böylesini Antakya'da dahi yemedim." Yandaki masa ilk kez gelenlerden. O da başkanın akrabasıymış. Tavsiye üzerine aldıkları domates kurusu ile karışık biberli mezeyi alıyor çatalının ucuna. Hanımefendinin yüzündeki mutluluk dışarıya yansıyor ilk lokmasında. "İnanılmaz bir lezzet, bu kadar olamaz." diyor.

Aşağı inip yukarıdaki durumları bizimkilerle paylaşıyorum. Eşimin yüzünde güller açıyor, koltukları kabarıyor. Artık kimse tutamaz onu. Aşkın Şef de durumdan hayli memnun.

Gecenin ilerleyen saatlerinde dönüyoruz Tire'ye. Taş olmayan evimizde geçiriyoruz geceyi.