KATEGORİLER

28 Ocak 2016 Perşembe

28/01/2016 Perşembe, Tire

Ne zaman ki kendimi çok şey yapmaya şartlasam, hiç bir şey üretemiyorum. Üniversitede, almamız gereken seçmeli iki sosyal dersten biriydi Psikoloji. Nedense, o dersten aklımda yer eden iki konu kalmış. Bunlardan ilki, "tabula rasa", yani "yoğrulmamış hamur", ikincisi ise, aynı anda birden fazla şeyin, aynı şiddetle yapmak ya da yapmamak istenmesi halinde, hiç birinin yapılamaması gerçeği. Örneğin, Pazartesi günü saat 19.30'da, hem çok seveceğiniz bir tiyatro oyunu, hem de ünlü bir festivalin tek gösterimlik filmi var. Ne oyundan ne de filmden vazgeçiyorsunuz. Sonuç belli; evde kalıp ikisine de gitmiyorsunuz. Çoğu kez kendi üzerimde denedim bunu, bir de baktım ki, her ikisi de kaçmış elimden. Ne de olsa bilimsel bir gerçek.  İşin püf noktası, karar verme anında, tercihleriniz aynı ağırlıkta olması halinde gerçekleşiyor bu durum. Eğer bir tanesi diğerine göre ağır basarsa, o zaman tercihiniz kolaylıkla o yöne kayıyor.

İşte benim için bugün böyle bir gün. Bir yandan keyifsiz halim de devam ediyor. Bütün gün internet üzerinde gezindim. Blog yazılarını okudum, facebook'a takıldım. Liseden dönem arkadaşlarım sayfa ve gruplarına kabul ettiler beni. Ortama koydukları resimler, en az kırk sene öncesine savurdu beni. Bunlar arasında kendi resimlerimi gördüm. Şöyle bir düşünürsek, kırk yıl öncesine kadar İzmir hudutları dışına adım atmayan ben, tam kırk yıl ayrı kalmışım güzel memleketimden. Hayatımın çoğu İzmir dışında, İzmir'i düşünerek geçmiş yani. Neler aldı bu kırk yıl benden neleri verdi bana. Daha dün gibi hatırlıyorum o yılları. Geçmişteki üç yıllık lise hayatım, bana kırk yıl gibi geliyor. Liseden sonraki kırk yıllık dönem ise sadece üç gün. Her birimiz çocukluktan çıkıp koca koca insanlar olmuşuz bu kısacık dönemde. Hangi dostluk yerini tutar bu ortak yaşanmışlığın. Yazışmalardan öğrendim Cemile Erkonuk arkadaşımızın vefat ettiğini. Onun için ne kadar güzel sıfat kullansam azdır. Üzüldüm, gözlerim doldu. Hayat bu kadar zalim demek. İki Cemilemiz vardı sınıfta, biri sarışın diğeri esmer. Gözümün önünde sınıfımızın Cemileleri. Esmer Cemilenin düz siyah saçları vardı. Şimdi nerelerde kim bilir?

En çok ne hoşuma gitti biliyor musunuz? Bütün arkadaşlarımız ilerici, demokrat, bilgili, duyarlı, dost canlısı, eğlenmeyi bilen, vefalı, candan kişiler olmuş. Olmuş diyorum, çünkü hepimiz çocuk yaştaydık lisedeyken. Sonradan esen kuvvetli rüzgarlar bizi çıkarcı, bağnaz, haset ve kendini beğenmiş yapıya evirebilirdi. Diğer taraftan, İzmir'in, hele hele İzmir Eşrefpaşa Lisesi'nin sağlam mayası buna müsaade etmezdi zaten. Hepsiyle gurur duydum.

27 Ocak 2016 Çarşamba

27/01/2016 Çarşamba, İzmir, Tire

Otoparkın anahtarını kızımıza bırakmamız gerektiğinden sabah erken çıkmak zorunda kaldık. Dışarısı yine soğuk. Öğleden sonra eşimin doktorda randevusu var. Sol gözü de ışığa karşı hassas.

Bana gelince adeta ismini koyamadığım bir musibet dolaşıyor bütün vücudumda. Adını koyamadığım bir musibetler dizisi desem daha doğru. Birden bir ürperti geliyor. Sırtımdan buz dökülüyor sanki. Arkasından, sağ göğsümün altına sanki iğne batırıyorlarmış gibi canım acıyor. Kalp olamaz bu diye kendimi avuturken, kalp ağrısı sağa vurur diyor eşim. Acaba kalp mi? Daha önce böyle ağrılar saplanmamıştı ki göğsüme. Üşütmüş de olabilirsin diyor eşim moral versin diye. Derken başlıyor sağ kasığım, ağrımaya. Fıtık olamasın? Bilmiyorum. Doktora gidelim diyen eşime, daha değil diyorum. Ne diyeceğim ki doktora. "Doktor bey, benim sağlığımla ilgili ciddi olabileceğinden kuşkulandığım sorunum var" deyip onun hastalığımı keşfetmesini mi bekleyeceğim. Yok diyor eşim, hani belki bir tahlil falan ister.

Klasik olarak "Neyiniz var?" la başlar doktor hasta ilişkisi. Ne demem lazım ki? "Doktor bey, nasıl anlatayım bilmiyorum, neyim yok ki benim?" desem abes bir soru sormuş olmaz mıyım?

Bazen zamana bırakınca dertleri, kendi kendini iyileştiriyor. İster inanın ister inanmayın ama ben buna şahit oldum. Hastalıkla dalga geçerim kafam iyi olunca. Ne kadar ağrırsa başım, ağrı kesici bile kullanmam. Mecbur bu ağrının da sonu gelecek.  Hastalık görür ki doktora falan gideceğim yok, bari daha sorumlu kişilerde deneyim şansımı der. İşte o zaman iyi ki biraz dişimi sıktım da gitmedim doktora derim ben de. Ama bu sefer durum biraz farklı. Doktora neyim var  neyim yok, şöyle bir iki cümlede ifade etmem çok zor, hatta imkansız. Bari rahatsızlıklarım sırayla zuhur etse. Yani teker teker gelseler. O zaman, göğsümü gererek aslanlar gibi giderim doktora, "Doktor, göğsümün aha şurası ağrıyor" derim, başka bir şeyim yok. Bunları düşünürken İzmir'i arkamıza almış çevre yolunda ilerliyorduk. İçimdeki karmaşadan habersiz eşim de belinin ağrısından yakınıyor. Bu sebepten dolayı  gideceğiz doktora zaten. Tam yaklaşmıştık ki, Optimuma uğramak istediğini söyledi. Hemen rotamızı değiştirdik. Gaziemir çıkışında oto yoldan çıkıp Optimuma geldik. O kadar erken bir saat ki, henüz otopark dahi açılmamıştı. Dönüp yeniden girdik oto yola az ileriden.

Ağrılar ve halsizlik üzerime üzerime geliyor. Dün geceki muhabbet iyiydi aslında, ama ne oldu böyle bana birden? Otoyolda yapmadığım kadar sürat yapmaya başladım. Hedef, bir an önce eve kapağı atmak.

Torbalı çıkışında gişelerden geçtim. Artık az bir yolumuz kaldı. Tire yol ayrımında hiç azaltmadım hızımı. Biliyorum aslında, Mahmutlar köyüne sık sık radar koyduklarını. Her zaman dikkat ederdim oysa. Ne olduysa aklımdan çıktı. Kader dedikleri böyle bir şey olmalı. İnsan robot gibi sonunu hazırlıyor. Bir anda önümde beliren trafik polisinin, beni sağa çekmeye davet ettiği, Mahmutlar Köyü girişinde buldum kendimi. Camı indirdim. Polis söylemeseydi de biliyordum diyeceğini zaten. Geldim geleli ilk kez girdim radara burada. "Beyefendi 117 km ile radara girdiniz, ehliyet ve ruhsatınız" dedi polis nezaketle. Çaresiz indim aşağıya. Kalan yol daha da uzadı gözümde. Ne yapalım, akacak kan yerinde durmaz. Cezamı kesip, tutuşturdu elime makbuzu.

Dünkü mezunlar gecesi çabuk duyulmuş. Mert telefon etti. Çok uzun zamandır görüşemiyorduk onunla da. Tayland'dan Bahar'la messenger aracılığıyla görüştük. Erdal beni aradığında duymamışım ama sonra ona döndüm. O da dünkü yemeğe katılamadığı için üzgün. Facebook sayfalarında tanıdığım lise arkadaşlarını aramakla geçti günüm.

Havalar hala soğuk geçtiğinden, yaylada sular yine donacak. Harç falan karılmaz duvar için. Biraz daha havaların kırılmasını beklemek lazım. Vücudumdaki anlam veremediğim, sırrını çözemediğim garip homurdanmalar zaten bendeki çalışma gücünü alıyor. Bakalım yarın ne olacak.     

 

26/01/2016 Salı, İzmir


Akşam Lise arkadaşları ile buluşacak olmamızdan dolayı bugünü de İzmir'de geçirdik. Sabahtan dışarı çıkıp biraz çarşı pazar dolaştık. Mudo'da gördüğümüz masa konsept leri çok hoşumuza gitti. Fotoğraflarını çektim. Benzer tasarımların bizim Taş Eve yakışacağını düşünüyorum. Masaların ayakları metal, tablası ise yaklaşık beş santimetre kalınlığında kesilmiş ağaçtan oluşuyor. Ahşabın üzerini kalın camla tamamlamışlar. Ağaç bizde bol nasılsa. Metal ayakları da Cumhur Usta'ya kutu profilden imal ettirip siyaha boyadık mı geriye sadece üstünün camı kalacak. 

Mudo'dan sonra Paşabahçe mağazasını gezdik. İlgi çekici çok fazla ürün var burada. İnsan alışveriş yapmasa bile müze gibi gezebiliyor.
Dışarı çıkınca hafiften kar atıştırıyordu. İzmir karı bu tabi. Minicik kar taneleri, nazlı nazlı havada uçuşarak yere doğru iniyor. Bu manzara bile  İzmir için sıra dışı. Uçuşan karımsı taneler yere düşmeye fırsat bulamadan eriyip gidiyorlar.

Akşama doğru heyecanım arttı. Tam kırk yıl sonra liseyi birlikte okuduğumuz arkadaşlarla birlikte olacaktık. Böyle bir günde içilmez de ne zaman içilir. İçkili araba kullanmak istemiyordum. Bunu düşünürken kızımdan gelen telefon bu sorunu da çözmüş oldu. Akşam yemeğe o da  katılabilir ve daha sonra hep birlikte  eve dönebilirmişiz. Bu harika bir fikir dedim. İşletme sahibi Naci Beyi arayıp kızım için bir kişilik yer daha ayırttım sadece. Kızımızın arabasıyla döneceğimizden dolayı ben arabayı bırakacaktım.

Saat yediye doğru eşimle evden çıktık. Kalimera Restaurant'ın bulunduğu sokağın başında kızımızla buluştuk.
Dönem arkadaşım, aynı zamanda işletmenin sahibi olan Naci Bey  tarafından karşılanıp  bir üst kata yönlendirildik.

Mekan eski bir Rum evinden bozma oldukça şirin bir yer. U şeklinde çevrilmiş masaların her iki tarafına sandalyeler dizilmiş. Üst kata çıktığımızda salonun yarısı dolmuştu. Katılım fazla değil sanki. Salona şöyle bir göz gezdirdiğimde bir sürü yaşlı adam, dört beş tane de orta yaşlı bayan görüyorum. Adamların pek çoğu benim gibi kel, geri kalanların saçları iyice aklaşmış. Herkese selam verdikten sonra gösterilen yerimize oturduk.

Keşke diye aklımdan geçti, keşke o dönemde bizi okutan hocalardan birini de bulup getirselerdi buraya. Ne yazık ki salonda hiçbir hocamız yoktu. Gözlerimi soldan sağa doğru bütün masalarda gezdirdim, tanıdık bir yüze rastlarım diye. Yok, hiçbirini hatırlamıyorum. Yanımda oturan top sakallı İngilizce Öğretmeni Yaşar bey, Merzifon'dan kalkıp gelmiş. Hangi sınıftaydın diye soruyorum. 76 mezunuyum diyor. O tamam da şuben neydi diye üsteliyorum. Hatırlamıyorum diyor. Ben hiç unutmam. Belki de benimkisi en kolayıydı şansıma. Liseyi bitirene kadar beş okul değiştirdim ama şubem her zaman A oldu. Liseden de 3-Fen A şubesinden mezun oldum. Aynı şubeden arkadaşım Erdal'ın da ameliyatı uzun sürdüğünden gelemedi. Yok, yok ameliyat olmadı. Ameliyatı yapan o, doktordur kendisi. Mecliste öğretmen boldu ama masanın karşı tarafında oturan bir doktor arkadaşımla tanıştık sonrasında. Lisemizin marşını bile unutmuşlar. Ben hatırlattım hepsine... "İlim ve bilgi yuvası, yükselmektir hep çabası, Eşrefpaşa Lisesi, İzmir'in güzel sesi".


Geçen yıl bizim sınıftan üç arkadaş katılmış. Zaten o da ilk toplantılarıymış. Şaşırdım. 39 yıl boyunca neyi beklediniz diye. Olmadı işte dediler. Geçen toplantıya katılan sınıf arkadaşlarımdan biri Çin'deymiş. Diğer ikisi neden gelmedi, kimse bilmiyor. Bol bol sohbet ettik gelenlerle. Hocalarımızı andık. Ölenlere rahmet okuduk. 

Organizasyonu yapan arkadaşlardan Hasan bir konuşma yaptı. Farklı etkinliklerde bir araya gelmek için herkes istekli göründü. Umarım öyle olur. 1976 yılı mezunları, fen ve edebiyat şubeleriyle kaç kişiydi bilmiyorum ama topu topu 20 dönem arkadaşıydı geceye katılan. Sayı çok az ama aradan da koca 40 yıl geçmiş yani. Az mı?       

26 Ocak 2016 Salı

MUHARREM ABİ

Gözünün kenarında arpacığı çıkan, birden hıçkırık nöbetine tutulan ya da sırtı kaşınan kim varsa soluğu Acilde alıyordu. Tedaviye gerçekten ihtiyacı olanlar, sessizce sıranın kendilerine gelmesini beklerlerken, komik gerekçelerle veya laf olsun diye başvuranlar, acil servise sadece ayak bağı olmakla kalmıyor, bu yetmezmiş gibi bas bas bağırarak hastaneyi ayağa kaldırıyorlardı. 

İşte yine öyle bir günün akşamında, elinden tuttuğu üç dört yaşlarındaki kız çocuğunu çekiştiren kadın, ortalığı birbirine katıyordu.

- Yavrum ölüyor, doktorlar kurtarın yavrumuuu...

Böylesi durumlara fazlasıyla alışık olan personel, işi ağırdan alarak çocukla ilgilenir göründü.

Gün geçmiyordu ki ayağında naylon terliği, boyası geçmiş saçları, ağzında balonlu sakızı, kocaman poposunu kabak gibi ortaya çıkaran şalvarıyla dilberin biri servisi basmasın. Gece kabus görenden tutun da kocasıyla kavga edene kadar ipini koparan soluğu acilde alıyordu. Evde oturmaktan sıkılanların, kaynanasına kızanların, sevgilisine ders vermek isteyenlerin akıllarına gelen ilk adresti burası. Bazıları karın ağrısından şikayet eder, diğeri iştahsız olduğundan. Yapılan muayene ve tahlillerden sonra, önemli bir hastalık çıkmak zorunda. "Bir şeyin yok, turp gibisin" diyen doktor işinin ehli değil nazarında.

- "Şikayet edecem epinizi, bana ölesine baktınız, astalığımı görmediniz." deyip tehditler savurur. Bu durumu alışan doktorlar, etkisi az ama fiyatı çok bir kaç ilaç yazıp sıkı sıkı tembihlemeyi unutmaz.

- "Bu ilaçları alıp hemen kullanmaya başlayacaksın, fiyatları biraz pahalı ama aksi halde hastalığın ilerler.", sakızı şöyle bir dolaştırdıktan sonra ağzında, kelimeleri yayarak yanaşır doktorun kulağına  mahallenin güzeli,
"Abi be, kaç para şimdi bu ilaçlar, yok mu bana veresin elindeki fazlalardan?" 

O ilaçlar hiç bir zaman alınmaz. Çünkü ne hasta vardır ortada ne hastalık aslında. Mahalleye döner dönmez komşuya dert yanar sarı gacı. "Gııız, bugün hastaneye gittim ya, yine yığınla ilaç yazdı doktor bana, para mı var bende onca ilacı alacak?."

Nöbetçi hemşire, yaşlı gözlerini kocaman açarken annesinin telaşına anlam veremeyen çocuğa doğru  yaklaşır sonunda, 
- "Nesi var bunun?"

- "Bilmem ki ablası neyi var, sabahtan beri ağlar, karnı mı ağrıyo ne, ateşi de yüksek, ev'am yaptım, kaptım getirdim emen. Bir şey olmayacak kızıma, değil mi abla?" Kendini paniklemişbir havaya sokan koca popolu kadın, hemşirenin ağzından çıkacak lafı bekledi.
Hemşire, çocuğun alnına elini koyduktan kısa bir süre sonra,
-"Ateşi yok bunun" diyerek kadından sakin olmasını istedi. "Çocuğa doktor hanım bakacak." deyip arkasını döndü.

Tam o sırada acil kapısının arkasında bağıran bir erkek sesi duyuldu.  Acilin güvenlik görevlileri, öfkeden boyun damarları kabaran adamı engelledikçe o daha çok bağırıyordu. Kapıya doğru sonuncu kez yüklendiğinde aralanan kapıdan deliye dönmüş gözlerini açıp bağıran, kırk yaşlarında, esmer tenli, iri atletik vücutlu biri  göründü.

- "Nerede, nerede o şerefsiz?, göstereceğim ben ona gününü." Gençten bir güvenlik görevlisi, "Kimi arıyorsunuz, söyleyin, biz size yardımcı olalım." derken aslında zaman kazanmaya çalışıyordu sadece. 

Dışarıdan gelen seslerin tanıdığı birine ait olduğunu anlayan kadın aniden telaşlandı. "Maarrem abi bu, bizim Maarrem abi" diye söylendi yanındakilere. Çocuğu muayene etmek için onu hasta yatağına yatıran genç doktor,

- "Niye bağırıyor senin bu Muharrem abin avaz avaz? diye sordu kadına.

- "Bilmem ki neden bağırıyo. Mahallede başka kimsem yok ki benim, o sebeple rica ettim, taksisiyle atsın bizi astaneye..." Sizden iyi olmasın ama çok iyi adamdır, Maarrem abi. Sağ olsun, para falan da istemez. Ayrına getirdi şuncağızı buraya kadar, sizin gibi güzel doktor ocaları güzelce baksın, çareler bulsun bu yavrucağa."
Bir an durakladıktan sonra devam etti.

-"Ben aslında dedim Maarrem abiye, bırak git bizi, dedim. Bak, sen de ev geçindiriyon, dedim. Doktorların işi belli olmaz, dedim." Ağlar gibi yaparak,  "Belki de yatıracaklar yavrumu.yoğun bakıma, dedim. Eğer alıkoymaz gönderirlerse dedim, döneriz biz bir şekilde artık, dedim."

Kapıdaki adamın gücü kuvveti yerindeydi. Bir omuz vurup acil kapısına, girdi içeri. Güvenlikçiler arkasında çekiştirmeye çalıştılar bir müddet daha. Sonra bıraktılar artık, ipin ucunu. Herkes nefesini tutmuş, bas bas bağıran esmer tenli adamı izliyordu. Kapının karşısında perdesi çekilmiş kabine doğru yürüdü, adam. Kabinde çocuğu muayene eden genç doktor, gürültüye daha fazla kayıtsız kalamadı. Perdeyi aralayarak,

- "Ne oluyor burada? Hastane ya burası, nedir bu bağrış çağrış, derhal çıkın dışarı." 

Açılan perdenin arkasında aradığı kadını görmesiyle birlikte,  adam doktorun sözlerini sanki duymamış gibi daha çok bağırmaya başladı.

"İşte burada, şerefsiz kaltak. Mahvettin lan beni"  

Kadın hastaneye girdiği zamanki panik havasını üzerinden atmış, son derece sakin görünüyordu. Personel ikisi arasında kıyamet kopacak diye çaresiz bir şekilde beklerken, adamın saldırgan davranışlarına karşı, kadın onu alttan alıyor, saygıda kusur etmiyordu. Hasta yatağına yatırılan çocukla kimsenin ilgilendiği yoktu artık. Kadın, üzerine saldıran adamdan kendini kurtarmaya çalışırken bir yandan adama sitem ediyordu.

- "Ama Maarrem abi, bak sen beni ep yannış anlıyon ama."
Adamın öfkesi ise dinecek gibi değildi. Güvenlik görevlileri onu kadından zor bela ayırırken, adam bağırmaya devam ediyordu.
- "Ne yanlışı ulan dolandırıcı orospu."

- "Maarrem abi, bak ayıp oluyo ama.  İyi ki senden bir iyilik yapmanı istedim."

" Bu mu senin iyiliğin alçak karı, iyi ki dönüp bakmışım ceketimin cebine"

"Beni aksız yere suçluyon. İiç, bunları aketmiyom ben, bak alınıyom artık senin bu akaretlerine Maarrem abi."

- "Sen alâ nasıl konuşursun be karı, yürüttüğün o parayla döviz alacaktım ben, Almanya'ya gitmek için."

- Senden iç bunu beklemezdim Maarrem abi, nasıl benden şüphelenirsin?"

- "Arabada senden başkası mı vardı ulan, ben seni hiç mi tanımıyom, çıkar ulan şu paraları, fena olacak yoksa bak" derken, son bir hamleyle üzerine doğru yürüyecekti kadının ki, güvenlikçiler adamı zor zapt ettiler.

Kadın, ürkerek sağ elinin baş parmağını işaret parmağının üzerine koyarak,
- "Aşk olsun Maaarem abi, beni tanıdığını söylüyon madem, bu kadar da mı yok atırım. Koca astanede demediğin kalmadı bana.  Biz erşeyi aramızda konuşup alledemez miydik."

-" Bırak bu lafları şimdi, çıkar o tırtıkladıklarını, yoksa ciğerini sökme pahasına alacağım senden onları."
Koca popolu kadının keyfi iyiden iyiye kaçmıştı. Aklına yatağa uzanmış çocuğu geldi. Çocuğun yanına eğilip, kendini acındırmaya yeltendi.

-" Bana acımıyon madem, bari şu bebeye acı Maarrem abi, sende de iç acıma duygusu kalmamış. Şurada yatan yavrucağın ölüsünü öpeyim ki yok bir şeyden aberim."

"Çocuğu falan kullanma bana, ver şu yürüttüğün paraları. Senelerdir biriktirdim ben onları, sana yedirtmeye iiç niyetim yok bilesin. Polisi çağırın, baksınlar arasınlar üstünü başını, nerene koyduysan çıkartsınlar ortaya paramı!"

Polis lafını duyan kadın artık köşeye iyice sıkıştığını anlamıştı anlamasına ama pişkinliği elden hiç bırakmaya yoktu niyeti.

- "Ne kadar para düşkünü biriymişsin be Maarrem abi, ihtiyacımızı görüp geri ödeyecektik erhalde. Yemedik paranı işte episi burada"demesiyle birlikte elini attı koca memelerinin arasına.

Kocaman popolu kadın kocaman memeleri arasından bir tomar para çıkarıp titreyen eliyle adama doğru uzattı.

Adam derin bir nefes aldı. Bir yandan paraları sayarken bir yandan söyleniyordu,

-" Biliyodum ben zaten, biliyodum."


Adam paraları, kadın çocuğu alıp çıktılar acil kapısından. Doktor ve diğer bütün personel ağzı açık kala kaldılar ardından.      

25 Ocak 2016 Pazartesi

MAVİ YALAN

Her insan hayatı sorgular iç dünyasında. Anlamaya çalışır var olmanın gizemini. Dışarıya ne kadar farklı görünseler de, dindarı da yapar bunu ateisti de. Neden geldim ben bu dünyaya? Ne verdim, ne aldım bu dünyadan? Yaşı ilerledikçe ya da tanıdığı birini yitirince daha sık sorar bu soruları kendi kendine. Bazıları çok şeyler katmıştır insanlığa ama çok az şey almıştır yaşamdan. Bazıları ise hiçbir şey vermeksizin dünya nimetlerinden sonuna kadar faydalanmıştır. Nasıl bir düzendir bu akıl sır ermez. En sonunda yaşam biter herkes için. Başka bir kapı var mı içinden geçecek?

Uğur Mumcu katledildiğinde Karadeniz Ereğli'de bulunuyorduk iş icabı. Akşam televizyondan almıştım ölüm haberini. Beklemediğim şiddette bir hüzün çöktü üzerime. Duygu seline kapılarak hıçkıra hıçkıra ağladım. Nadirdir bu ağlama nöbetlerim. Bir kez dahi onu görmüşlüğüm yoktu. Ama çok iyi biliyordum yüreğinin vatan sevgisi, insan sevgisi ile attığını. Aynı gün Deniz'e de ağladım. Asıldığı gün ağlamamıştım ona oysa. Siyah beyaz televizyonumuz bile yoktu o zamanlar. Çok sonra öğrendim onca genci nasıl harcadıklarını hepsine terörist damgası vurarak hem de. Haberim yoktu ki neler döndüğünden bu dünyada? Kimler neler paylaşıyor, ne hesaplar dönüyor. Şimdi ne kadarını biliyoruz ki bize anlatılmayanların? Ölenler şimdi ne alemdeler? Toprak olmuş mudur bedenleri? Neyin çabasıydı bu, canlarını ortaya koyacak kadar?

Wolfang Amadeus Mozart, otuz beş yıllık ömrüne tam 626 eser sığdırmış bir deha! Hala zevkle ayakta alkışlanıyor eserleri. Nice devlet adamı, komutan, yazar geçti bu alemden. İyilik yapan, zalimce davranan, cömert, kıskanç, korkak, cesur insanlar. Yakışıklı, sakat, kör, güzel, uzun saçlı, şişman, esmer, ince yapılı insanlar, nerelerde şimdi? 

Seri katiller, sapıklar, caniler, hırsızlar, dolandırıcılar nerede? 

Hepsi girdi ön kapıdan ağlayarak, çoğu sessizce çıktı arka kapıdan, bazıları bağırarak. Her birinin gittiği yer mi farklı yoksa? Sanmıyorum.

İnsanoğlu pek çok bilinmeyeni açıkladı ama cevabını bulamadığı birkaç nokta kaldı. Biri varoluşun nedeni, diğeri evrenin sonsuzluğu. Sonsuzluk tanımını keşfetse de anlam veremedi sonsuzluğa. Gökyüzüne çıktı, yıldızları, galaksileri, kara delikleri tek tek ortaya döktü, yaratılışa dair teoriler üretti. Ama evrenin sınırlarını keşfedemedi. Ona göre sayılarla ölçülemeyecek bir büyüklüktü sonsuzluk. Düşünce ötesi. Benim de küçükten beri kafa yorduğum bir konuydu bu. Yıldızlar çok uzak... Milyarlarca ışık yılı git uzayda. Nereye varacaksın? Önüne bir duvar mı çıkacak, yoksa yeni bir kapı mı açılacak? Ruhlarımız bu kapıdan mı geçecekler? 

Tanrı bizi neden imtihan ediyor? Hem de ne kabahat işleyeceğimizi önceden bildiği halde. Madem kaderimiz adam öldürmek, elinde bir belgeye mi ihtiyacı var Tanrının, itiraz etmemiz halinde olay anını bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçirecek...

Nasıl bir yarış ki bu, kimi doğarken ölüyor kimisi tam bir asrı deviriyor. Bazıları sağlıklı bir hayat sürerken bazıları ölümü bir kurtuluş görüyor? Bir kısmımız her türlü dünya nimetine sahip bir kısmımız bir kuru ekmeğe muhtaç. Kimi genç yaşta kaybettiği evladının acısını içine gömüyor, kimiyse "ondan önce benim canımı alma" diye yalvarıyor yaratana, özürlü çocuğu kimsenin eline kalmasın diye. Hangi hassas terazi tartacak milyarlarca farklı insan yaşamının günahlarını, sevaplarını  

Bir de kafama hep takılır ilahi adalet kavramı. Onca haksızlık, zulüm yapılırken insana, neden göz yumulur bunlara? Önleyemez miydi yaratan onca fenalığı, yalanı, dolanı? Önce çocuklar mı ölmeli bu ilahi sistemde? İnsanlar birbirini mi yemeli? Atom bombaları mı atılması gerekiyordu Hiroşima'ya, Nagazaki'ye? Ne zaman görülecek bunların hesabı? Hangi masum gözlerin yaşını silecek, hangi şehit anasının yüreğine su serpecek? 

İnsan insanı kandırıyor, sömürmek için. Caniliğini dolambaçlı, aldatıcı, güzel sözlerle örtüyor. Bombalar yağdırıyor sözde demokrasi getirmek için. Yalan dünya demişler birileri. Aslında dünya gerçek, insanlar yalan, riyakar, egoist. Yalandır bütün kötülüklerin anası. Yalandır bu dünyanın kaderini değiştiren sihir. Pinokyo gibi yalan söyledikçe burnu uzasaydı insanın, burundan başka bir şey görünmezdi dünyada. Yok bu pratik bir yol değil. Bazılarının yüzü kızarırdı eskiden. Yüz kızartıcı suç denirdi bazı suçlara. Yok artık kimsenin yüzünün kızardığı. Başka bir renk olabilirdi, farz-ı mahal "mavi" diyelim. Yalan söyleyince masmavi olsaydı insanın bütün derisi. Bak o zaman kimse kimseyi aldatabilir miydi? Ne Amerika Irak'a demokrasi getireceğim martavalı atardı, ne de Rusya beni Suriye davet etti diyebilirdi maviye boyanmadan. Yoksullara iftar çadırı kurduran ünlüler masmavi çıkardı basının önüne ne kadar iyilik sever olduklarını anlatmak için. Bembeyaz "gerçek" gelirdi iktidara "masmavi" yalanın yerine. Her şey daha güzel olurdu. El ele veren insanlar, sonsuzluğu ve sonsuz mutluluğu keşfederlerdi. Yaşamın sırrı da çözülürdü o zaman. Kimse sormazdı niye geldik bu dünyaya diye. Herkes mutlu, birbirine sevgiyle kucak açmış keyfini çıkarırdı dünyanın, soru sormadan...

25/01/2016 Pazartesi, İzmir

Güzel planlarım vardı bugün yine ama eve kapandık mecburen. Sadece soğuk değil bunun nedeni. Neyin sebep olduğunu bilemediğim bazı sinyaller alıyorum sağlığımla ilgili. Başım ağrıyor, üşüme krizleri geliyor. Soğuk algınlığı desem değil. Ne öksürük var ne nezle. Korkarım böbreklerle ilgili bir problem yaşıyorum. Belki de taş ya da kum döküyorum.

Sabah kalktığımda belimin sağ alt kısmında hafif bir ağrı hissettiğimde bunu hiç önemsememiştim. Birlikte kahvaltıyı hazırlarken, her zaman olduğu gibi erkenden güne merhaba diyen  eşim, benim için büyük bir sürpriz yaparak son yazılarımı okumuş. Sadece okumuş olmak için değil tabi. Elinde kocaman bir büyüteç, iz peşinde koşan Sherlock Holmes misali, yazım hatalarımı ortaya dökmek üzere yoğun emek vermiş sağolsun. Sonuç hem şaşırttı hem sevindirdi beni. Şaşırttı çünkü, o kadar çok hata yapmışım ki şaşırmamak elde değil. Hele bazılarını ben mi yapmışım diye sordum kendime. Sevinmemin nedeni ise, hatalarımı görebilmem ve bu hataları en aza indirme olanağına kavuşmam. Bazen olmadık imla hataları yapıyorum. Ama bazen o kadar vahim mantık hatalarımı çıkaıyor ki eşim, ağzım açık kalıyor.

Aslında teknik bir adamım ben. Sosyal branşlar benim alanım değil diye, uzun bir süre mesafe koydum arama.İlk yanılgım hukuk üzerine olmuştu. Birlikte uzun seneler çalıştığım avukat arkadaşım, hukukun da matematiksel bir denge üzerinde kurgulandığını göstermişti bana. Dava sonucunun,  sadece kitaplarda yazılı yasalarla sınırlı olmadığını öğrendim ondan. Sanılanın aksine olaylar üzerinde bir takım bağlantılar kurup, sanki bir karmaşık formül çözermiş havasında sonuca odaklanmak çok daha önemli. Arkadaşımın hukuk bilgisi, benim olaylara mühendis mantığı ile analitik yaklaşmam pek çok davayı lehimize çevirmeye yetmişti.

Benzer bir ilişkiyi yazarlık üzerine kurmaya başladım şimdilerde. Mantığa sığmayan ifadeler iyi bir okuyucunun gözünden asla kaçmıyor. Olayların normal akışına ters düşen ifadeler ya da metnin bir yerinde damdan düşer gibi alakasız bir cümle, yazının ahengini, onun sihirli formülünü bozuyor aniden. Muazzam bir konsantrasyon gerektiriyor bu iş. Sanki duvar örer gibi her taş yerli yerine oturmak zorunda ve birbiriyle güzel bağlanmalı taşlar. Yoksa çöker o duvar, ustasının başına. Usta demezler böylesine artık. Aynı durum yazısı çöken bir yazar için de geçerli. Ustalık ister yazarlık da bu yüzden.

Öğlen olmuştu. Şimdi geçer diye beklediğim ağrılarım bilakis yayılarak arttı. Battaniyeye sarılarak ağrılarımı bastırmaya çalıştım gün boyu

24/01/2016 Pazar, Sığacık, İzmir

Yine soğuk bir havaya uyandık. Güzel güzel kahvaltımızı yaptıktan sonra hiç aklımızda yokken, eşim bir yerlere gitmeyi önerdi. "Bu soğukta nereye gideceğiz ki?" demedim. Sanki ben de böyle bir teklifi bekliyordum. "Nereye mesela?" diye sorup, aslında teklifine sıcak baktığım mesajını vermiş oldum. Biz hep böyleyiz. Bir saat sonra ne yapacağımız belli olmaz. Öyle uzun uzun plan yapmak bize göre değil. Zaten ne zaman plan yapmaya kalksak mutlaka bir sorun çıkar. Çok fazla planladığımız için Karaferye'yi göremedik hala..

Uzak bir yere gitmek değil, eşim için kapı dışına kapağı atmaktı önemli olan. Bense aklıma ilk geleni attım ortaya. "Sığacık". Uzun yıllardan sonra, ilk kez geçen yıl gittiğimizde pazarını çok beğenmiştik. Hangi gündü pazarı diye sorduk birbirimize. Google Amca yetişti imdadımıza. Güzel haber, pazar bugün kuruluyormuş.

Aklıma kızım geldi. O da sever gezmeyi, tozmayı. Kime benzemiş bilmem ki! Katılır mısın bize diye sordum telefonda. "Tamam" dedi.
"Biz geliyoruz, hazırlan o zaman!"

Geç kararımızdan dolayı yola çıkmamız yine öğleni buldu. Ne gam, biz ne zaman günü birlik bir yere gitmeye kalksak, daima yolun karşı şeridi daha yoğun olur. Yani biz gitmeye çalışırken millet çoktan dönüş yoluna çıkmıştır.

Buradan Sığacık az değil hani. Tam 135 km. İzmir üzerinden gidip kızımızı alacağız. Hava güneşli, ama dondurucu soğuk var. Arabada klimanın sıcak düğmesini artış yönünde sonuna kadar çevirdim. 

Keyifli bir yolculuktan sonra İzmir'e vardık. Kızımızla buluştuktan sonra, otoyola girmeyip, eski yol üzerinden Seferihisar yönünde yolumuza devam ettik.

Arabayı park edip aşağı indiğimizde, soğuk bıçak gibi kesti yüzümüzü. İlginçtir, bu havada bile gelen gelmiş buraya. Pazar yeri yine hınca hınç kalabalık. Dar sokakların arasına kurulan tezgahlarda ev yapımı yiyecek ve içecekler satılıyor. Satıcıların çoğu köylü değil, modern hanımlar.  Geçen sefer de dikkatimi çekmişti bu. Hanımların çoğu Ankaralı. Çeşme Alaçatı'yı İstanbullular ele geçirdiği gibi şimdi Sığacık da Ankaralıların işgali altında gibi. Böyle olunca sosyal statü bakımından daha yüksek insanlara hitap eder olmuş. Yine de kesinlikle rahatsız edici bulmadım.

Ev yapımı baklavalar, otlu, peynirli,, patlıcanlı börekler, gözleme çeşitleri, yaprak sarma, keşkek ve türlü kurabiyeler en çok sergilenen gıda türleri. Eline naylon eldiven geçirmiş kibar hanımlar yeni pişmiş yaprak sarmaları uzatarak, "Lütfen tadına bakar mısınız?" diye ısrarla sesleniyorlar tezgah arkasından.

Bu sıra dışı pazar içinde ilerlerken, önümüzdeki tezgahlardan birinde, rengarenk büyük şerbet kavanozları dikkatimizi çekiyor. Erik, nar, armut neyse de kaktüsten yaptıkları şerbet ilgimizi çekiyor. İri kıyım satıcı soğuk havayı tiye alırcasına, kısa kollu bir gömlek giymiş üzerine. Bu adam benden de deli galiba. Organik olduğunu söyledi bütün şerbetlerinin. Bu durumda fiyatlar da organikleşiyor tabi. Ne kadar organik bunu da Allah bilir. Birer bardak içmemiz en azından nefsimizi köreltti.

Kış mevsimi yaza benzer mi hiç. Yazın yoğunluktan şikayet eden işletme sahipleri,günü siftahsız kapatmamak için ellerinden geleni yapıyorlar bu aylarda. Müşterinin ilgisini çekmeye çalışan bir pansiyonlardan birinin kapısındaki kağıt hepimizi gülümsetti. Sıcak yaz mevsiminde bunalan insanları serinliğe davet eden sözcükler, alttan görünür şekilde üzeri karalanmış. Serinlemek için bahçemize buyurun yazısı bizi daha çok ürpertti bu soğukta.

Biraz daha yürüyünce, sevimli butikler gördük yol kenarlarına sıralanmış. Genel olarak şık ve zevkli giysiler, şapka, atkı ve bereler satılıyor bu dükkanlarda. Buraları her zaman potansiyel alışveriş mekanlarıdır bizimkilerin. Ufak dükkanların içine sığmayan cezbedici giyim eşyaları ve aksesuarlar kapı önlerine taşmış. Başını koruyacak bir şey almadan evden çıkan kızımın beğenebileceği bir bere buluruz ümidiyle daldık ufacık dükkanlardan ilk önümüze çıkan birine. Devlet kurumlarının birinden emekli olmuş da sanki sadece hobi olarak bu işi yaptığı izlenimine kapıldığım dükkan sahibi orta yaşlı bir bayan karşıladı bizi güler yüzüyle. Bu tür alışverişlerden hiç hoşlanmam. Bıraktım ana kızı içeride. Giyip çıkartsınlar ne bulurlarsa üşenmeden ben onları dışarıda beklerken.

Butikten çıkıp kale içine geldiğimizde, sağlı sollu sebze, meyve tezgahları dizilmeye başladı önümüzde. Soğuk hava, sergilenen  ürünlerin görüntüsünü bozmuş, canlı görünümlerinden eser kalmamış. Sadece bir yerde şevket-i bostan gördüm. Arapsaçı, turp otu, kavurmalık ya da böreklik karışık ot birkaç yerde vardı fakat fiyatları bizim Salı Pazarına göre en az iki üç kat daha yüksekti.

Akşama doğru güneş çekilmeye başladığında, soğuk kendini daha da hissettirmeye başladı. Küçük, ama sıcak bir cafe bulup daldık içeriye. Üstelik bu şirin yer istediğimizden alaydı. Yanan bir şöminenin önüne kurulup birer sıcak salep içtik.

Ne salep, ne de daha önce yedikleri ev yapımı içli köfte kesmişti bizimkilerin hızını. Karnımız acıktı yeniden. Sığacık'a gelip balık yemeden gitmek olur mu? Hemen bir balıkçı bulduk deniz kenarında. Yok dedik, burası olmaz, donarız burada, ısıtma yetersiz. Başka bir yere gittik. Bak burası daha iyi. Salaş bir yer, naylon ile kapatmışlar daha önce bahçe olarak kullanılan mekanı. Her masaya elektrikli bir ısıtıcı koymayı akıl etmişler her nasılsa. Balığımızı beklerken bahçedeki ördeklere ekmek atıp resimlerini çektik.

Balıkçıdan çıkıp arabaya giderken yarı değerli taşlardan muhtelif takılar imal edip bunları satan bir yere girdik. İçerisi sıcaktı. Kızımla satıcı çetin bir pazarlığa girişti. Sonuçta beklenen oldu ve satıcı kaybetti tabi.

Dönüş yolculuğna çıktığımızda hava kararmaya başlamıştı. Yol üzerinde Güzelbahçe Migros'a uğrayıp alışveriş yaptıktan sonra kızımın evine vardık. Bir iki gün misafiriz burada artık. Salı günü akşamı Kemeraltı Kalimera Restaurant'da lise arkadaşlarımla buluşacağım. Şaka değil tam 40 yıl olmuş liseden mezun olalı.

Evde ilk iş olarak bugün aldığımız iki Elif Şafak kitabından adı "Mahrem" olanı okumaya başladım. Şafak'ın yazdığı ikinci kitapmış bu. Bakalım beğenecek miyim? Kitap okumayı bırakıp Viyana ve Salzburg'ta kalacağımız otellerin rezervasyonlarını yapıp her iki şehir arasındaki tren biletlerimizi on-line satın aldık.

Kızımın çılgınlıklarını seviyorum. Bu sefer de sıcak şarap niyetine, değişik otları kaynatarak yaptığı çayı, şarap kadehleri ve sürahide sundu bize. Çayı sevmeyen ben bu tadı çok beğendim.