KATEGORİLER

16 Nisan 2016 Cumartesi

15/04/2016 Cuma, İzmir

Hatay'dan İzmir Körfezi
Bugün  implant uygulanacak dişlerimin ölçüsü alınacak. Yarım saat bile sürmeyecek bir iş ama yine de beni İzmir'e gitmek zorunda bırakıyor. Toplu taşım vasıtalarıyla gideyim dedim bu sefer. Bu yüzden daha erken çıkmalıyım.

Yola çıkmadan önce kışlık baklalarımızı almak için cuma pazarına gittik eşimle. Salı pazarına göre daha tenha ama yine de park yeri problemi var. Eşimin arabasını aldık hani küçük ya, daha kolay yer buluruz diye. Bu kez şansımız yaver gitti belediyenin yeni yapılan iş merkezinin önünde boş bir yer bulduk ve arabayı park ettik. Bir çuval baklayı sırtlanıp döndük eve.

İzmir'e midibüs kaldırıyor kooperatif. Neyse ki ilk araca yer bulabildim. Biraz bekledikten sonra çıktık yola. Yolda okurum diye Elif Şafak'ın "İskender" adlı romanını almıştım yanıma. Bu yazarın yazım dilini seviyorum. Konusu da sıkıcı değil ama nedendir bilinmez okuma hızımı düşürdü bu kitap. Romanda olaylar döngüsünün bölümler halinde farklı zamanlara ve karakterlere tahsis edilmesinden  pek hoşlanmıyorum. Sanırım sorun bu da değil, çünkü aynı yazarın beğenerek okuduğum "Mahrem"'i de aynı tarzda yazılmış bir romandı. İşin gerçeği bu tür romanları bir solukta okumak gerekiyor. Okuma süresi uzadıkça kitaptan uzaklaşıyorum. Elif Şafak'a yine de toz kondurmak istemem, sorun bende sanırım.  Onu bırakıp başka bir kitaba başlamak da bana göre değil. Tabakta yemek bırakmadığım gibi inat ederim illa elimdekini bitireceğim diye.

Yolda kitabımı okurken çabuk geçti zaman. Her türlü yolculuğu severim. Saatlerce sürmüş yol, ne gam. Elimde kitabım olsun yeter. Gaziemir'de indim. Kızım nöbetçi olduğundan beni karşılayamadı bu sefer. Belediye otobüsüne bineceğim, yıllar sonra, hem de tek başıma.

Heyecan dorukta. Eskiye göre çok şey değişti tabii. Belediye otobüslerinin sağ arka kapısının hemen önünde biletçinin yanlamasına oturduğu bir yer vardı çocukluğumda. Arkadan biner, önden inerdik otobüslerden, biletçiye bozuk para verilmesi istenirdi. Ahşap bir altlığın üzerine kelebek rondelalarla sıkıştırılmış sarı, beyaz pembe biletler vardı. Beyaz bilet tam, pembe bilet çocuk, sarı bilet ise öğrenciler içindi. Belediyeden emekli olan kişilerin ve emniyet mensuplarının taşıdığı kartlara paso denirdi, bu kartı gösterince ücretsiz seyahat ederlerdi kart sahipleri.

Eşim, yanında olmadığım zamanlarda kullandığı bir kart verdi yanıma. Toplu taşıma araçlarının hepsinde geçerliymiş. Gaziemir'de inince belediye otobüs durağına yanaştım. Yaşlıca bir adama Üçyol'a kaç numaralı otobüsün gittiğini sordum. Ankara'da durağa hangi otobüslerin uğrayacağı yazılı tabelalar gözüme ilişirdi ama burada onu göremedim.

Durağın sundurması içinde kalan elektronik levhada hangi otobüsün kaç dakika sonra durakta olacağı gösteriliyormuş ama şansıma levha çalışmıyordu. Adam bana "Konak'a giden otobüsler Üçyol'dan geçer, zaten otobüsün önündeki levhadan görürsün nereye gittiğini." deyince utandım. Öyle ya, otobüslerin üzerindeki ışıklı levhalarda gideceği yer yazıyor. "İzmir'de yabancısınız galiba!" deyince hiç bozuntuya vermedim. "Öyle sayılır." dedim. Nasıl anlatayım şimdi ben ona doğrusunu, doğma büyüme İzmirli olduğumu, büyüdükten sonra İzmir'e hep uzak kaldığımı... Benim zamanımın belediye otobüslerine, üniformalı biletçilerine, boynuzlu troleybüslerine hiç ihanet etmediğimi...

Üzerinde "Konak" yazılı otobüs gelince başkalarını takip ederek otobüsün ön kapısından bindim ve kartı okutucuya tuttum. Herkes tuttuğunda çıkan bip sesi benim kartta çıkmadı. Şoför alt kısma tutun diye ikaz ettikten sonra öttü bizim kart, ekranında bakiye tutar göründü. Otobüs fazla kalabalık değildi. Kendime bir yer bulup oturdum. Yanıma orta yaşını geçmiş bir kadın oturdu. Sanki uzay aracına binmiş gibi her şey tuhaf geliyordu bana. İnsanları, durakları, trafiği inceliyordum. Yanımdaki kadına "Üçyol'da duruyor değil mi?" diye sordum. Kadın "Ben de orada ineceğim ama tam olarak ben de bilmiyorum" diye cevap verdi. Karşı koltukta oturan adamın biri "Döner kavşağı biraz geçince durak var, orada inersiniz." diyerek bize yardımcı oldu.

İndiğim durak düşündüğümden daha ilerdeymiş. Randevu saatine daha kırk beş dakika var. Çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği yerleri yıllar sonra bir kez daha yakından görürsem keyifli olacak. Zamanım da var nasıl olsa. Caddeden karşıya geçip Üçyol'a doğru yürümeye başlıyorum. İlk olarak Arzu Pide'yi gördüm karşımda. Lise yıllarında Cumartesi günleri yarım gün ders yapar, öğlen olunca arkadaşlarımızla yolda sohbet ederek gelirdik buraya. Hafta sonları pide yiyip ayran içmek bizim için bir ritüeldi.

İzmir'e uzak kaldığım uzun yıllar nadiren yolum düşerdi bu şehre. İki şeyi çok özlerdim. Birincisi midye dolması, ikincisi kokoreç. Her ikisinin de yerleri belli.  Seyyar satıcı olmalarına rağmen hep aynı mekanı mesken tutmuşlardı. Senede veya birkaç senede bir İzmir'e geldiğim zaman her seferinde onları elimle koymuş gibi bulurdum. Şimdi önünden geçtiğim yer senelerdir midye dolması yediğim Mardinlinin yeriydi. Benim Mardinli işi büyütmüş, seyyarlığı artık bırakmış, tezgahının bulunduğu cadde üstündeki yerde dükkan açmıştı.

Önümdeki sokağın köşesinde, bir ara işyeri olarak kullandığım daireye takılınca gözüm, yirmi yıl önceki müteahhitlik serüvenim canlanıyor gözümde. Saate bakıyorum, daha zaman var. Diş hekiminin muayenesine erken varırsam biraz kitap okurum orada.

Telefonum çalıyor. Arayan Ankara'daki komşumuz Murat Bey. Son toplantıda apartman yöneticisi olmuş. Alınan ilk kararda aidatı yükseltmişler de, onu haber vermek için arıyormuş. Arkasından mutfakçı arıyor, teklifini revize edip göndermiş. Hazır telefon faslı başlamışken ben de Kadir'i arıyorum. Domuzların yukarı yayladaki kaptajları  toprak doldurduğunun haberini veriyor bana. "Hemen açın ve çalışır duruma getirin orayı inşaata su lazım." diyorum.

Yeşilyurt sapağını geçince sol tarafta mezun olduğum lisemi boşuna arıyor gözlerim. Zira cadde boyunca dizilen apartmanlar kafi gelmemiş, arada kalan ada tamamen bina dolmuş. Bu yüzden caddeden liseyi görmek ihtimali kalmamış. Şoförler lokalinin önünden geçtim. Burada pek çok düğüne gitmiştik çocukluğumda. Nokta durağından ileriye doğru yol alırken insanları, yeni açılan ya da kapanan işyerlerini, izliyorum. Hatay caddesi bu saatler çok hareketli. Eskiden de öyleydi ama daha kalabalık gördüm şimdi. İnsanlar bir sağa bir sola kim bilir nerelere ulaşmak için koşturuyorlar. Bir harekettir gidiyor yollarda.

Biraz daha ilerleyince yaya trafiği azalıyor. Yol üzerinde özel tiyatroların temsil duyuruları çıktı karşıma. Bu tiyatroların kendilerini kitlelere duyurmada yeterince başarılı olmadıklarını düşünüyorum.

Hakimevleri durağında yüksek apartman bloklarının arasından İzmir körfezinin eşsiz manzarasını görüyorum. Apartmanların her birinin arasında durup denizde hareket halindeki gemileri izliyorum. Bir araba vapuru geçiyor, Büyükseyran apartmanının yanındaki aralıktan bakıyorum. Bu apartmanın kara tarafına bakan bir dairemiz vardı bir zamanlar. Onu satmadan önce deniz tarafındaki karşı daireyi almamıza ramak kalmıştı. Satıcı, dairenin başka hiçbir yerini göstermedi. Küçücük bir salona açılan balkona çıkardı bizi sadece. Karşımıza çıkan leb-i derya manzara her şeye bedeldi. Ne salonu ne mutfağı, manzaradan geriye kalanı teferruattı. Böyle bir manzarası var deniz tarafındaki dairelerin.

Burada ne kadar oyalandım bilemiyorum. Saatime baktım randevu saatine sadece iki dakika kalmış. Doğal olarak panikledim ve koşmaya başladım. Randevuya geç kalmak hiç sevmediğim bir şey. Daha önümde üç durak var. Bir yandan koşuyor bir yandan koştuğuma seviniyorum. İki sene geçmedi dizimin üzerindeki protez ve çivilerden kurtulalı. Tam on yedi sene taşıdıktan sonra. Onlar varken bacağımın içinde ne koşabiliyor ne de topa tekme vurabiliyordum. Altı dakika gecikmeyle muayenehaneye girdim. Doktorum bekliyordu beni. Özür diledim geciktiğim için. Hemen koltuğa oturttu. Yarım saat sürmedi dişimin işi. 

Muayenehanenin karşısında kokoreç yemek istedim. Devamlı müşterisi olduğum kokoreççimin triportörü  yoktu yerinde. Diğerlerinin aksine o, erken saatte satışa başlar erken saatte bitirirdi işini. İlk kez onu yerinde göremiyordum.

Yürümek hoşuma gitmişti. Bu kez caddenin diğer tarafından ters yöne doğru yürümeye başladım. Üç durak kadar yol aldıktan sonra  implant parçalarının üzerini kapatan metallerden birini ağzımın içinde hissettim. Geri dönüp verdim diş hekiminin eline. Bu sefer yine yerinden çıkmasın diye penseye benzer bir aletle iyice sıktı.

Diş hekiminden çıkıp birkaç durak yürüdükten sonra otobüs beklemeye koyuldum. On dakika sonra geldi bir tane. Artık acemiliğim gitmişti. Üçyol'a varmadan bir durak önce indim. Esnafın birine Gaziemir otobüslerine nereden bineceğimi sordum. Sağa döndükten sonra biraz yürüyüp tarif ettiği durağı buldum. Durakta Gaziemir otobüsünün 152 numara olduğu yazılıydı. Yaklaşık kırk beş dakika bekledim otobüsün gelmesini. Bu kadar beklemek hiç aklımda yoktu.

Durakta kot pantolon üzerine kısa kollu sarı bluz giymiş yaşlı bir bayan çantasından çıkardığı muzu özenle soyduktan sonra eliyle parça parça koparıp bir güzel yedi önümüzde. Kabuğunu ne yapacak diye izlemeye başladım. Biraz arandıktan sonra durağın yanındaki ağzına kadar her türlü malzeme ile doldurulmuş cam şişe toplama kumbarasına attı elindekini. Daha sonra yanıma oturup bir muz daha soymaya başladı.

Bir süre sonra vücut geliştirme sporu yapan, kolları dövmeli bir genç geldi durağa. Elindeki poşette birkaç siyah kutu vardı. Bu kutular sanırım vücudunu şekle sokmak için kullandığı bitkisel diyerek kamufle edilen hormonlardı. Yüzü şarapçılar gibi kıpkırmızıydı. Kolundaki bir sürü dövmelerin arasından bir tanesi hoşuma gitti. Kemal Atatürk imzasıydı gördüğüm. Ne de olsa İzmir. Belediye otobüslerini, minibüsleri ve her yeri Atatürk resimleriyle süslemişler. Atatürk'e en çok sahip çıkan insanlar bu şehirde.

Nihayet 152 numara körüklü uzun otobüs yanaştı durağa. Başı örtülü bir kız kapının önünde beklerken ona yol veren erkeklere ısrarla kendi sırasını verip durdu. Arkalardan gelen ben de "ladies first" kabilinden ona yol vermek istedim. "Önce siz buyurun" anlamına gelecek bir şekilde bana da eliyle işaret etti. İçimden nezaketten ne anlarsınız siz deyip hırsla çıktım merdivenleri. Bütün erkekleri potansiyel sapık gören bir anlayışın sonucu. Ben hepinizi sapık olarak görüyorum demek bu. Sapık arıyorlarsa kendi vakıflarına baksınlar önce.

Bu duygu ve düşüncelerle yol uzun sürdü. Bir yandan sıcak, diğer yandan otobüsün klimasının arızalanması iyice çekilmez hale getirdi yolculuğu. Orta kapının bulunduğu yere attım kendimi. Her durakta açılan kapı temiz havanın içeri girmesine imkan veriyordu. Otobüs tenhalaşacak derken daha fazla kalabalıklaşıyordu. Bir müddet sonra şoför koltuğundan arkaya doğru dönerek "Herkes otobüsün arkasına baksın bir bakalım!" Arkada ne var diye bütün kafalar arkaya döndü ama kimse bir şey anlamadı. Yolcular kendi aralarında konuşurken öğrendim sonra. Meğerse şoför arkada boş yer olduğundan herkesin arka tarafa doğru ilerlemesini istiyormuş! Zira hemen sonra yolcuları fırçalamaktan geri kalmadı bizim kaptan. "Sabahtan beri bağırıp duruyorum, Allah'ını seven kımıldasın biraz."

Gaziemir'de bir durak önce inerek Tire otobüslerinin bilet satış yerine doğru yürüdüm. Aldığım bilet en arka koltuktaki son biletti. Kitabımı açtım, birkaç sayfa okudum sadece. Bir uyku bastı ardından. Öyle bir uyumuşum ki neredeyse ineceğim durağı kaçırıyordum.


6. gün (EK)'im:
BAŞLANGIÇ 75,2 KG




HEDEF
70,0 KG 

GÜN SAYISI
BUGÜNKÜ   
  KİLOM        


DEĞİŞİM (+/-) KG
HEDEFİME KAÇ KG VAR
          6
    73,0
    - 2,2
     2,8

15 Nisan 2016 Cuma

14/04/2016 Perşembe, Tire

Akşam saatlerine kadar yolunda gitti işler. Elektrikçi Ali ile aksesuarları tespit etmek üzere cumartesi sabahına randevulaştık. Marangoz Ünal ile konuştum, sıva boya işleri bittikten sonra ahşap işlerini elden geçirecekler. Sezai Usta'yı aradım, birkaç gün içinde tuvaletin sıva, yer duvar seramiği, taş evin sıva rötuşları ve boya işlerine girebileceğini söyledi. Yarın ya da yarından sonra ustaları gönderebilecek sözünde durursa...


Yakup Usta ile Kadir bahçenin uygun yerine kocaman bir kümes yapmaya başladılar. Yakında kendi köy tavuklarımızın yumurtalarını yiyeceğiz. Yırtıcı kuşlar kapmasın diye gündüz gezmelerini tamamladıktan sonra gece girecekleri bölümün üzerini kümes teli veya delikli bir örtüyle kapatacağız. Ortalık yemyeşil. Canlı, parlak, hayat dolu.

Erikler büyümeye devam ediyor. Her gün bir ağaç tanıyorum bahçede. Kümes yaptıkları yerin hemen yanında bir tane de nar ağacı varmış.

Akşam saatlerinde bir telefon geldi. Arayan kişi İzsu'dan bir yetkili olduğunu söyledi. Bu iş beklediğimizden de erken olacak diye sevindik. Yer göstermek için gelip gelemeyeceğimizi sordu telefondaki. Ne demek, derhal fırladım. Eşim yeni dönmüştü arkadaş toplantısından. "Ben de geleyim." dedi heyecanla. Yarım saate kadar yukarı çıkarız demiştim.

Bekletmeyelim diye adeta uçarak vardık köy meydanına. Bir çeyrek saat geçmesine rağmen gelen giden olmayınca aradım arayan numaradan. Biraz işleri varmış onları halledip geleceklermiş. İşte bunu ben anlamıyorum. Niye insanlar randevu saatine benim gösterdiğim özeni göstermiyor burada. Kendi zamanları önemli de başkalarınınki mi önemsiz mi? Ne var ki gelenler bizim için önemliydi. Sırf bu yüzden zamanlarının önemli olduğunu kabullenmek zorunda kaldık! Hani biraz zıt gitsek, olacak işimiz de suya düşebilirdi.

Bir çeyrek daha bizi beklettikten sonra pikapları göründü. "Beni takip edin" dedim. Bahçe kapısına vardığımızda kapıyı açmak için arabadan indim. Onlar da arkamdan gelip arabalarını perk ettiler. "Kapıyı açmanıza gerek yok" dedi yaşlı olanı ve devam etti. "Olumsuz" 

"Ne demek bu?" dedim. "Depodan buraya su veremeyiz kot kurtarmaz." dedi. Ana hatları bizim arazilerden geçiyor, oradan branşman almalarını önerdim. Su temini belediyeden İzsu'ya geçtikten sonra alınan karar gereği klorlamadan önce su vermeleri yasakmış. Daha önce verdikleri? Onlar eskiden belediyeden aldıkları için devam ediyorlarmış. Al sana, sadece yurdumuzda görülecek bir uygulama. Ben gerekirse klorlama tesisimi kendim kurarım desem de nafile. "Müdürümüzle konuşun." dedi gelen yetkili, yapacak bir şey yok. Yapacağı tek şey "olumsuz" rapor tutup dosyayı kapatmaması. Önümüzdeki hafta sonuna kadar rapor tutmayacağı konusunda söz aldık. İşte akşamki bu gelişme sıktı canımı. Hayat bu, bazen sevineceğiz, bazen sıkılacağız, ne yapalım?  


5. gün (EK)'im:
BAŞLANGIÇ 75,2 KG




HEDEF
70,0 KG 

GÜN SAYISI
BUGÜNKÜ   
  KİLOM        


DEĞİŞİM (+/-) KG
HEDEFİME KAÇ KG VAR
          5
    73,2
    - 2,0
     3,0

13 Nisan 2016 Çarşamba

13/04/2016 Çarşamba, Tire

TAŞ EV - KAYSTROS
Mutfakçı yayladaki taş evin ölçülerini almaya geldi bugün. Ben küçücük, sevimli bir yer olsun istiyorum. Eşim ise kalabalık gelirse geri mi göndereceğiz deyip beni sıkıştırıyor. Evet, diyorum. Eğer yerimiz kalmadıysa "Yerimiz yok" diyebilmeliyiz.

Biz önde mutfakçılar arkada yaylaya çıktık. Bahçe kapısını açtım, içeri girdik. O da ne? İçeride adamın biri var. "Hey, kimsin sen? Ne arıyorsun burada?" Altmış yaşlarında kısa boylu bir adam elinde yarım bağ kadar sarmaşık olduğu halde bulunduğunuz yere doğru sırıtarak geldi. Ben ise sorularımın cevabını henüz alamamıştım. "İçeri nasıl girdin sen?" diye devam ettim. "Çitten atladım." dedi.

Sinirden kendimi zor zapt ediyordum. "Kimden izin aldın başkasının kilitli yerine girmek için?" diye sorunca eğdi başını öne. Açıklama yapmasına dahi izin vermiyordum. "Ne biçim insansınız siz?, daha ne yapmam lazım sizi uzak tutmak için buradan? Bahçenin dört bir yanını beton çitle kapattım olmadı, demir kapı yaptırdım, kilitledim yine olmadı.." 

"Yanlış anladınız, bakın ben, müzeden emekliyim." dedi. Burada insanlar bir yerde çalışmakla kendilerini bir halt zannediyorlar. Allah bilir müzede olsa olsa odacılık yapmıştır. Ama öyle söylüyor ki sanki müze müdürü. Ki olsa ne değişecek?  "Genel Kurmay Başkanı olsan ne yazar" dedim. Bahçeme girmeye kim izin verdi sana, üstelik çitten atlayarak? Döndü arkasını bahçe kapısına doğru yürüdü. "Tamam girmem bir daha" derken süt dökmüş gibiydi. Aklıma geldikçe insanların bu sorumsuzlukları canımı sıkıyor.


Bahçeden ayrıldıktan sonra Cambaz Ali ve torununun bahçesine gittik. Köy yumurtamız kalmamıştı. Yumurtalarımızı hazırlamışlar. Beyaz, sarı ve yeşil kabuklu yumurtalar... Kadir çapa işiyle uğraşıyormuş biraz aşağıda. Dedesi birkaç kez seslendikten sonra duyabildi. O da yanımıza geldi. Ay başında askere gidiyor. Şansı iyi olur da iyi kura çeker inşallah. Bu devirde askerlik yapmak çok zor. Oradan çıkıp su aboneliği için İzsu'ya ilk müracaatımızı yapmaya gittik. Umarım tez zamanda olumlu netice çıkar. 



4. gün (EK)'im:
BAŞLANGIÇ 75,2 KG




HEDEF
70,0 KG 

GÜN SAYISI
BUGÜNKÜ   
  KİLOM        


DEĞİŞİM (+/-) KG
HEDEFİME KAÇ KG VAR
         4
    73,1
    - 2,1
     3,1

12/04/2016 İzmir, Gümüldür, Özdere

Gümüldür'de Gün Batımı
Dünden beri İzmir'e gidiş nasıl olacak karar veremiyoruz eşimle. Sabah olduğunda, nihayet trende karar kıldık. Ben trene binmeyeli ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum. Sahi bindiğim son tren hangisiydi? Otomobile o kadar çok alışmışım ki başka araç tanımıyorum. Yurt dışındakileri eğer saymazsam metroyu bile sadece birkaç kez kullandım. Roma'da yeni şehrin yer aldığı sahil tarafına trenle gittiğimi hatırlıyorum beş altı sene oluyor, belki de daha fazla. Artık hafızama fazla güvenmiyorum. Ufak bir çocukken dedemle Tepeköy pazarına gitmiştik trenle, neredeyse elli yıl geçmiş bak!

Trene karar verdik ama eşim belindeki rahatsızlığın nüksetmesinden korktuğu için bana eşlik etmekten vaz geçti. Yalnız gidecektim artık. Sonra, kızımın evinden alacağımız eşyalar geldi aklımıza. Onları getirmek için arabayı götürmek gerekecekti. Bu sefer de yattı tren. En sonunda eşimle birlikte düştük yollara arabayla.

İlk adresimiz göz doktoru. Ameliyat olalı bir aydan fazla zaman geçmiş. Bugün gözümün son kontrolü olacak. Tam zamanında vardık hastaneye. Bir aydır üç farklı damla kullanıyordum. Giriş işlemlerinden sonra üçüncü kata yönlendirdi bizi, girişteki genç kadın. Asansörle yukarı çıkarken tam bir sene önce muayene olduğum ve bana "Artık bu şekilde idare edeceksiniz, kalan yaşamınız boyunca, yapacak bir şey yok." diyen doktorla karşılaştık. "İdare etmedim işte, sen bir şey yapamadın ama ben gelip senin patronun olan hastane sahibine ameliyat oldum. Evet zor bir ameliyattı, riskliydi de... Fakat seni dinlemedim, ne iyi yapmışım. Şimdi hem yakını hem uzağı gayet rahat görüyorum, kitap okuyabiliyorum, bilgisayarımı kullanmak için ekrana yapışmak zorunda kalmıyorum." diyesim geldi. Ama demedim, "Bende kalsın büyüklük" dedim, içimden yüksek sesle.

Profesör muayenesini tamamladı, herhangi bir sıkıntımın olup olmadığını sordu. "Sayenizde" dedim, "Sayenizde hocam, iyi ki varsınız." Şanslılar taifesindeydim bu konuda. Parayla da ilgisi yok bu işlerin. Küçücük bir şey ters gider, bir bakmışsınız, kör olmuşsunuz.

Alsancak'tan çıkıp sahil yolu boyu geldik Hatay semtine. Kızımı aradım, arkadaşlarıyla programları varmış. Ne isterse onu yapsın, Allah önüne doğru kişileri çıkarsın, yeter ki mutlu olsun. Biraz dinlendik evinde.

Daha sonra diş doktoruma uğradım. Ucu kıvrık çelik bir aletle implantların etrafını açtı bir kaç uyuşturucu iğne darbesinden sonra, canım acımasın diye imiş. Canım acımasın diye yaptığı iğneler acıttı canımı. Kısa süre sonra alt dudağımın sol yanı uyuştu. Alt çene dişlerimin arkasına yerleştirdiği bir çengel hortum ağzımda biriken sıvıyı dışarı vakumluyordu. Gözlerimi kapattım. İmplantın bulunduğu diş yerlerine ufak çelik kalıpların denendiğini hissediyordum. Macun kıvamındaki malzemeyi bu kalıpların içine sürüyor, birkaç dakika parmaklarıyla bastırıyor, sonra sertleşmesine müteakip çenemin üzerine yapıştığı yerden kuvvetle çekip kurtarıyordu. Bu çıkardıkları sonradan yapacağı porselen protezin kalıplarını oluşturuyor olmalı.

Diş hekiminden çıktıktan sonra ağzımdaki uyuşukluk hala devam ediyordu. İstediğimi yiyip içmekte serbestmişim ama ne yesem ya da ne içsem ağzımdan dökülecek gibi geliyordu. Kızımın evinden yüklemeye başladık eşyaları arabaya. Önce arka koltukları yatırdım hepsi sığmayacak zannedip. Kaplan'da, yaylada kullanacağımız üç büyük tüp arkada serbest kaldı. Devrilip yuvarlanmasınlar diye tekrar kaldırdım koltukları. Kolileri tüplerin arasına yerleştirdikten sonra çıktık  yola. 

Sabah kahvaltısında, ilk kez eşime "Yaşamak istiyorum, hem de çok" dedim. Oysa ölümün er ya da geç her insanın  başına geleceğini bilen ve ölümden korkmadığını düşünen biriydim. Yine de öyleyim. Yaşamak arzum asla ölümden korktuğumdan değil. Neden mi? Çünkü, daha okuyacağım çok kitap var, daha dinleyecek çok müzik, gezecek çok yerim var. Yazacaklarım var, hem de çok... İşte sırf bu yüzden yaşamak istiyorum.  

Uzun uzun yazmak istiyorum bu gece. Okunup okunmadığını umursamadan. Mesela dönüş yolundan bahsetmek istiyorum biraz. Sordum eşime dönüş yoluna çıkarken, "Nasıl gidelim?" "Alternatifleri söyle" dedi. "Yani, geze geze mi gidelim, vaktin nasıl geçtiğini umursamadan. Yoksa, bir an önce dönüp Salı Pazarına mı yetişelim?" En kısa zamanda dönelim deseydi eğer, otoyola girip göremeyecektik gördüğümüz güzellikleri...

Hatay caddesinin trafik ışıkları ile sık sık kesilen uzun caddesinde sabırla ilerlerken sirenlerini acı acı çalan bir ambulans  arkamızdan yaklaşıyordu. Sağa yanaşıp onun geçmesine izin verdik. Üçyol'dan sağa dönüp Karabağlara, oradan Gaziemir'e doğru yol alırken, Menderes yol ayrımında sordum eşime. "Gümüldür'e gidelim mi?" Utandım kendimden, buraları İzmir'e çok yakın yerler ama ben sadece yanlarından geçmişim. Bu sefer Menderes ilçesinin şehir merkezine giriyoruz. Sonra Gümüldür'ün merkezine. Gümüldür köy mü mahalle mi yoksa belde mi? Nereye bağlı. Bütün köyler mahalle oldu şimdi. Ne garip! Hiç köyümüz yok artık. Seçimlerde avantaj sağlamak için onu buna bağlayıp kim bilir ne numara çeviriyorlar. Menderes şehir merkezi büyük bir köy meydanı gibi. Şimdiye kadar görmemekle bir şey kaybetmemişiz, ama olsun yine de görmem lazımdı şimdiye kadar. Ne mi arıyoruz buralarda? Enginar! Hem de bahçesinden taze koparmak istiyoruz, bulursak eğer. Hatay'da bir sokak satıcısından aldık on tane. Sonra pişman olduk aldığımıza. Hani Ankara'da bu kadarını da bulsak öpüp başımıza koyacaktık lakin burası İzmir. Beğenmiyoruz aldıklarımızı, hibrit diyorlar, İspanyol tohumu. Üzerleri kırmızı benekli oluyormuş. Hiç lezzet yokmuş bunlarda. Ben "A, ne güzel kınalı kınalı" diyordum ama makbul değilmiş işte. Yerli Enginar arıyoruz. Kendi öz tohumumuzdan. Hem pişireceğiz zeytinyağlı, hem de derin dondurucuya atacağız kışın yemek için.

Tahtalı baraj gölünü solumuza alarak şahane manzarası olan bir yolu takip ederek girdik Gümüldür'e. Şehir içinde bir kaç fuzuli tur atınca eşim başladı söylenmeye. Keşke erken dönseydik eve, alsaydık Salı Pazarından enginarlarımızı... Yolun kenarındaki yaşlıca birine yanaştırdım arabayı, anlattım derdimi. "Şimdi, ileride sola dönün, tepeyi aştıktan sonra orada, sağda bir bahçe var. Eğer ektilerse onlarda vardır, yoksa bulmazsınız bu taraflarda." dedi ihtiyar. Teşekkür edip umutla dediği tepeyi aştık. Sağda bir bahçe, bahçenin kapısına açılan yolun üstünde birkaç kişi konuşuyor. Gittim yanlarına. "Enginar arıyorum bahçeden, bulamazsam hanım beni dövecek." 

Yol üstünden bahçeye doğru Durmuş diye bağır, dediler, bulur o seni. Ondan alırsın istediğin enginarları." Teşekkür edip yaptım dediklerini. Ama ne ses vardı ne seda, köpeklerin havlamasından başka. Tam ümidi kestiğim anda, bir kadın sesi geldi kulağıma ama ne dediği anlaşılmazdı. Eşimi alıp indim bahçeye. Kadın bizi karşıladı. "Durmuş yok şimdi." dedi. "Bize enginar lazım." dedik. Pek bir gönülsüz olarak aldı hilal şeklindeki çakıyı eline, vurdu küfeyi sırtına. "Zordur buranın işi." dedi, "Bastın mıydı çamura ayağın burkuluverir." Durmuş olsaydı, onun çizmeleri var, kolay olurdu o zaman toplamak istediğiniz enginarları."

Nüket Hanım bahçe otu topluyor.
"Kocan mı olur Durmuş senin?" 
"Evet" dedi. Kerpetenle söküyorum kelimeleri ağzından. Korkuyorum soğukluk girmesin diye araya. Maazallah bir de vaz geçerse son anda. Yok size satacak enginarım derse... Tam tarla içlerine doğru yürümeye başlamıştı ki yolun üzerinden göründü Durmuş. "Gel hemşerim gel, bize enginar devşir iyilerinden" dedim.

Durmuş aldı elinden küfeyi kadının. Tarlanın uzaklarına daldı. Çok değil on dakika sonra döndü geri, sırtında enginar dolu küfesiyle. Kaça vereceğini sormuştuk kadına önce. 1,5 lira demişti tanesi. "Daha aşağı olmaz mı?" diye sormuştu eşim, adetten. Kadın, "Daha ucuzunu bul da oradan al" diye kondurmuştu cevabı. "İyi madem yirmi tane alalım" demiştik. 

Adam büyük naylon poşetin içine saymaya başladı enginarları. İki tane de fazladan koydu. Çıkarıp otuz lira verdim. Adam "Çok bu, yirmi beş yeter." dedi. İşte yurdum insanı böyle olmalı, tok gözlü. Ama karısı öyle değil. Ne kızmıştır adama. Gönülsüzce "Ver o zaman beş lira geri" dedi.

Kuşadası körfezini sağımıza alıp yol alırken acaba gözümüze balık yenecek bir yer takılır mı diye aranıyorduk. Araya tatil siteleri girdiğinden dolayı denizden uzaklaşmıştık biraz.


Menderes'ten çıktıktan beri gördüğümüz tabiat manzaraları harikaydı. Bu bölge İzmir'in en ağacı bol yeri olmalı. Sağ tarafta denize ineceğimiz bir yer bakıyoruz. Yolun kenarında restaurant yazan levhayı gördükten sonra sağ tarafta çam ağaçları arasındaki dar ve virajlı orman yoluna girdik. İki kilometre kadar sürdük arabayı ama ıssız bir yoldu gittiğimiz. Yolunu kaybeden geçer ancak buralardan diye düşünmeye başlamıştık.
Tepeye vardığımızda salaş bir yer gördük karşımızda. Belli ki sezonu açmamışlar daha. Basit bir tatil köyü burası.



Gençten bir adam yaklaştı yanımıza. Henüz sezonu açmadıklarını, arzu edersek tesisi gezebileceğimizi söyledi. Deniz kıyısına doğru yürüdük. Nefis manzaralar yakaladık burada. Tam güneşin batışı. Resimlerini çektik, güneşin, denizin, kumsalın...








Orman yolundan gerisin geriye çıkıp Selçuk istikametinde yolumuza devam ettik. Özdere girişinde güzel bir balık lokantası bulduk. Hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Denizin kenarında bir masa bulduk. Yanımızda bize eşlik eden dost köpeklere ekmek verdik. Onlar da uysallıkla yediler verdiklerimizi.

Selçuk ve Belevi üzerinden geldik Tire'ye, evimize. Yoktu sabahtan böyle bir plan aklımızda. Sevmeyiz plan yapmayı, bu konularda. Çoğu zaman herkesin gittiği yoldan döneriz biz. İyi ki de böyleyiz... 


3. gün (EK)'im: Üçüncü günümde 200 gr. almışım ama sorun değil ara sıra vücut dengesini böyle buluyor. Bir sonraki gün acısını çıkarıp günlük ortalamanın iki katı da verebiliriz. 15 gün sonunda hedefime ulaşacağımı düşünüyorum. Daha hızlı olanı fazla sağlıklı olmaz zaten.
BAŞLANGIÇ 75,2 KG




HEDEF
70,0 KG 

GÜN SAYISI
BUGÜNKÜ   
  KİLOM        


DEĞİŞİM (+/-) KG
HEDEFİME KAÇ KG VAR
          3
    73,9
    - 1,3
     3,9

11 Nisan 2016 Pazartesi

11/04/2016 Pazartesi, Tire

Sabah pencereden baktığımda gördüğüm manzara gece boyu aralıksız yağmur yağdığına işaret ediyordu. Gün içerisinde bir yağdı, bir durdu. Öğlene doğru evden çıktığımda hafiften atıştırmaya başlamıştı ama beş on dakika sonra kesileceğini çok iyi biliyordum. Yaylayı düşündüm. Toprağın nemli kalması ağaçlar için iyi bir şeydi. Şimdiden o kurak yaz günlerini ve sulamada çektiğim eziyeti düşünüyordum. Yağmuru bahane eden ustaların bu sefer yine yaylada çalışmaktan kaçacakları geçti aklımdan.  Hafif bir serinlik ya da yarım saat süren bir yaz yağmuru işe çıkmamaları için yeterliydi onlar için.

GELİNCİK:



Apartmanın önünde arabama doğru ilerlerken,  yağmura hasret bir gelinciğin narin gövdesini sık döşenmiş tretuvar taşları arasından geçirip dünyaya merhaba dediği dikkatimden kaçmadı.

Hemen resmini çekmek üzere yanına eğildim ve ona "Merhaba, sen de hoş geldin dünyamıza" dedim. Yakından bakınca yağmur damlaları kırmızı yaprakları üzerinde öylesine güzel duruyorlardı ki.  Kaldırımda yürürken dikkatsiz biri kolayca üzerine basabilecek ya da haylaz bir çocuk okul dönüşünde çekip koparabilecekti. Bütün bu tehlikelere aldırmadan uğraşmış, didinmiş, olmazı olur yapmış betonun ta içlerinden kendine bir yol çizmeyi başarmıştı, hem de zerre toprağı olmadan, suya hasret çekerek. Bizim ustaların köşe bucak kaçtığı o yağmur tanelerine kavuşmak içindi onca çabası... 

Elektrikçi Ali'yi aradım. İşin önemli kısmı bitti ya, telefonlara cevap veriyor artık. Ödeme yapacağımı da bildiği için telefona çıkmasına kesin gözüyle bakıyordum zaten . "Şimdi dükkana girdim bende" dedi, kısa süren hal hatır sormaların ardından. Yakup Ustayı da önceden aramıştım. Tahmin ettiğim gibi yağmur nedeniyle çalışmamışlar bugün. Seyahatimiz nedeniyle iki haftadır biriken işçilikleri ödemem gerekiyordu fakat yarın İzmir'e gidecektim. "Ya çarşamba gününü bekleyeceksiniz ya da Elektrikçi Ali'nin dükkanına gel orada görüşelim." dedim. "Tamam oraya gelirim." dedi.

Bankadaki işleri hallettikten sonra İzsu ile görüştüm. Su deposu fikrinden uzaklaşmaya başlamıştım işler uzayınca. Geçen sene konuştuğum usta sözünde dursaydı şimdiye çoktan bitmiş olurdu ama her işte var bir hayır dedim. Belki de böylesi daha iyi olacak. Gerekli evrakların ne olduğunu öğrenip istedikleri belgeleri belediyeden temin ettim. Evden çıkarken tapuyu yanıma almayı akıl etmediğimden dolayı müracaat çarşamba gününe kaldı yine de.

Elektrikçi Ali'nin dükkanı kalabalıktı. Aslında pazartesi günleri onun ödemelerle ilgili telaşlı olduğu bir gün. Ne var ki, seyahat dönüşü ödeme yapacağıma dair söz vermiştim ona. Çarşamba gününe sarksın istemiyordum. Telaşlı bir şekilde masalara bir sürü fatura yığılmış, bir yandan oğlu Hasan ile birlikte kendi faturalarını kesiyorlardı. Kafalarını karıştırmamak için ara vermelerini bekledim bir süre. Ben beklerken bir ıhlamur söylediler. Baktım ki sıranın bana geleceği yok, araya girip benim işimi halletmelerini istedim. İstedikleri ödemeyi yaptıktan sonra kapıda bekleyen Yakup Ustaya işçiliklerini ödeyip ayrıldım dükkandan.

Eve uğradıktan sonra eşimle birlikte hemen yanımızdaki pazara alışverişe çıktık. Geçen sene yediğim sarmaşığın çok daha azı nasip oldu bu sene. Pazarda göremedim, geçti mi sezonu acaba? Gördüğümüz enginarlar da pek hoşumuza gitmedi. Yarın İzmir'e giderken, eşim Salı Pazarına çıkacak artık, enginar ve haftalık otlarımızı almaya...

2. gün (EK)'im:
BAŞLANGIÇ 75,2 KG




HEDEF
70,0 KG 

GÜN SAYISI
BUGÜNKÜ   
  KİLOM        


DEĞİŞİM (+/-) KG
HEDEFİME KAÇ KG VAR
          2
    73,7
    - 1,5
     3,7

10 Nisan 2016 Pazar

10/04/2016 Pazar, Tire

ZEYTİNLİK
Sabahtan blog sayfama gezi resimlerini yerleştirmekle uğraştım. Bir sürü resim arasında seçim yapmak, seçilenleri belli bir düzen içinde sayfaya dizmek herkese kolay gelse de ben çok uğraştım. İnadım sayesinde kısmen başarılı olduğumu düşündüğüm sırada "yayınla" düğmesine bastım. Sonra bir de ne göreyim? Üzerinde onca zaman harcadığım resimlerim başına buyruk davranmış, her biri sayfanın istedikleri bir köşesine kapağı atmışlar. Yapacak bir şey yok. En az iki kısım daha çıkacak. Bu işin çok zamanımı alması bir yana istediğim neticeyi görememem hevesimi kırıyor biraz.

Bugün nihayet eşimle birlikte çıktık yaylaya. Bu mevsimin hafta sonlarında çok kalabalık oluyor Kaplan yolları. Kaplan köyü ve restoranların önü arabadan geçilmiyor. Çoğunluğu İzmir'den gelenler oluşturuyor.

Bahçe kapısı kapalı. Kadir'e telefon ediyorum. Tekke Köyündeymiş. "Bugün sadece Yakup Usta çalışacaktı, derzlerde az bir işi kalmıştı." diyor. Demir kapıyı açıp içeri giriyoruz. Ortalık yemyeşil, kuş sesleri cıvıl cıvıl. Geçen seneki don bu sene vurmadı ağaçlara. Taş Ev'in yanındaki kayısı ve erik ağaçları meyve tutmuş artık. Hatta erik yenecek hale gelmiş bile. Birer tane atıyoruz ağzımıza. Şimdiden lezzetini bulmuş, acılığı yok. Çok güzel bir İtalyan eriği bu ikinciyi yemeye kıyamıyoruz. Her biri şeftali boyutuna geleceği için beklemek gerek.

Bahçe içinde nane, kekik ve sarmaşık topluyoruz. Sarmaşığa gözümüz hala alışamadı. Bu nedenle beş on dalı geçmiyor topladığımız. Avlunun parke taşları neredeyse tamamlanmış. Havuza geldi sıra şimdi. Elektrik geldi ya, gerisi kolay.







Bahçeden çıkıp kapıyı kapatıyoruz. Kaplan Köyünü geçtikten sonra zeytinliğin önünde arabayı park ediyoruz.

Bademler tam yenecek duruma gelmiş. Ağaçlar çok yüksek ve yamaç yerde olduğu için sadece yetişebildiğimiz alçak dallardaki bademleri topluyoruz. Bizden önce gelen geçen de toplamış olmalı, yerlere atılmış badem taneleri görüyoruz.
Dönüş yolunda Bülent beye telefon edip çiftliklerinin adresini öğreniyorum. Hazır gitmişken taze sağılmış süt de alırız yoğurt yapmak için. Çiftliğin köpekleri karşılıyor bizi. İnekler yaşlarına göre ayrılmış. Birkaç tane buzağı var aralarında. Her şeyin ufağı güzel. Çok sevimliler. Mutlu bir çiftlik görüntüsü var burada. İneklerin böğürmesi köpeklerin havlamasına karışıyor. Bakıcı on beş dakika sonra sağıma başlayacağını söylüyor. Gözümüzün önünde sağılan sütümüzü alıp evimizin yolunu tutuyoruz.




Yarın işler çok. Mutfakçıya telefon edilecek, elektrikçi ile hesaplaşılacak, ödemeler yapılacak, su konusu görüşülecek. Erime Köşemde (EK) ilk yirmi dört saat. İlk gün için fena sayılmaz!   

2. gün (EK)'im:
BAŞLANGIÇ 75,2 KG







HEDEF
70,0 KG 

GÜN SAYISI

BUGÜNKÜ   
  KİLOM        


DEĞİŞİM (+/-) KG
HEDEFİME KAÇ KG VAR
          1
    74,4
    - 0,8
     4,40

"BEN O ÇOCUKLARI ÇOK SEVDİM..."

d'Amélie Poulain - Kaynak: dribbble.com
Sosyal paylaşım sitelerindeki "kopyala-yapıştır" tarzı uygulamalardan nedense pek hoşlanmam. Belki üzerinde emek olmadığından, belki de konuları ilgi alanıma girmediğinden... Çoğu zaman bu paylaşımlar zamanımı aldığı için kızarım da onlara içten içten... Özellikle "Hayırlı Cumalar", "Hayırlı Pazarlar" türünden gelen postlara ya da tepsi içinde sunulmuş kahve fincanı, yanında lokum ve su bardağının bulunduğu bir resmin altına "Kahvemden buyurmaz mısınız?" tarzındaki yaklaşımları pek bir banal bulurum. Ayrıca şunu da ilave etmeliyim ki, kaynak göstermek suretiyle yapılan kısa alıntılar yazının değerine değer katar diğer taraftan. Kimsenin keyfine karışamam elbette, kendime has düşünceler bunlar.  

Gel gelelim az önce bir yazı okudum face-book sayfalarında. Yurdumuzun değişik yerlerinde yıllarca öğretmenlik yapmış kız kardeşim paylaşmış. Kaynağı ile ilgili detaya rastlamadım ama yaşanmış bir öykü gibi sunuluyor. Öylesine beğendim ki, bütün perhizlerimi bozdurdu bana. Böylesine bir güzellik paylaşılmaz da ne yapılır?

*****

Bir profesör, sosyoloji sınıfındaki öğrencilerini Baltimore şehrinin kenar mahallelerine göndermiş ve o bölgede yasayan 200 erkek çocuğunun durumlarını araştırmalarını ve her bir çocuğun geleceği hakkında bir değerlendirme yapmalarını istemişti. Öğrenciler hemen hepsi bu çocukların gelecekte hiçbir şanslarının olmadığını dile getirmişlerdi.

Bundan tam yirmi beş yıl sonra bir başka sosyoloji profesörü tesadüfen bu çalışmayı buldu ve öğrencilerinden bu projeyi sürdürmelerini ve... aynı çocuklara ne olduğunu araştırmalarını istedi.
Öğrenciler, o bölgeden taşınan ya da ölen 20 çocuk dışındaki 180 çocuktan 176'sinin olağanüstü bir başarı gösterip, avukat, doktor ya da iş adamı olduklarını ortaya çıkardılar.

Profesör çok etkilenmişti ve bu konuyu izlemeye karar verdi. Birer yetişkin olan o çocukların hepsi o bölgede yasadıkları için, her biriyle buluşma şansı oldu.

"O koşullarda nasıl bu kadar başarılı oldunuz?" sorusuna verdikleri cevap hep aynıydı : "Mahalle okulunda bir öğretmenimiz vardı. Onun sayesinde."

Profesör, bu öğretmeni çok merak etmişti. Hala hayatta olduğunu öğrendiği yaşlı öğretmenin izini bulması zor olmadı. Kendisini ziyaret etmek için evine kadar gitti. Karşısında yılların yüzüne eklediği kırışıklıklara rağmen hala dinç duran bir yaşlı kadın buldu. Merakla yaşlı kadına bu çocukları kenar mahallelerden kurtarıp, başarılı birer yetişkin olmalarını sağlamak için kullandığı sihirli formülün ne olduğunu sordu.

Yaşlı öğretmenin gözleri parladı ve dudaklarının kenarında bir gülümseme belirdi:
"Çok basit" dedi, "Ben o çocukları çok sevdim...'' 

İşte dostlar, budur başarının sırrı!