Hatay'dan İzmir Körfezi |
Yola çıkmadan önce kışlık baklalarımızı almak için cuma pazarına gittik eşimle. Salı pazarına göre daha tenha ama yine de park yeri problemi var. Eşimin arabasını aldık hani küçük ya, daha kolay yer buluruz diye. Bu kez şansımız yaver gitti belediyenin yeni yapılan iş merkezinin önünde boş bir yer bulduk ve arabayı park ettik. Bir çuval baklayı sırtlanıp döndük eve.
İzmir'e midibüs kaldırıyor kooperatif. Neyse ki ilk araca yer bulabildim. Biraz bekledikten sonra çıktık yola. Yolda okurum diye Elif Şafak'ın "İskender" adlı romanını almıştım yanıma. Bu yazarın yazım dilini seviyorum. Konusu da sıkıcı değil ama nedendir bilinmez okuma hızımı düşürdü bu kitap. Romanda olaylar döngüsünün bölümler halinde farklı zamanlara ve karakterlere tahsis edilmesinden pek hoşlanmıyorum. Sanırım sorun bu da değil, çünkü aynı yazarın beğenerek okuduğum "Mahrem"'i de aynı tarzda yazılmış bir romandı. İşin gerçeği bu tür romanları bir solukta okumak gerekiyor. Okuma süresi uzadıkça kitaptan uzaklaşıyorum. Elif Şafak'a yine de toz kondurmak istemem, sorun bende sanırım. Onu bırakıp başka bir kitaba başlamak da bana göre değil. Tabakta yemek bırakmadığım gibi inat ederim illa elimdekini bitireceğim diye.
Yolda kitabımı okurken çabuk geçti zaman. Her türlü yolculuğu severim. Saatlerce sürmüş yol, ne gam. Elimde kitabım olsun yeter. Gaziemir'de indim. Kızım nöbetçi olduğundan beni karşılayamadı bu sefer. Belediye otobüsüne bineceğim, yıllar sonra, hem de tek başıma.
Heyecan dorukta. Eskiye göre çok şey değişti tabii. Belediye otobüslerinin sağ arka kapısının hemen önünde biletçinin yanlamasına oturduğu bir yer vardı çocukluğumda. Arkadan biner, önden inerdik otobüslerden, biletçiye bozuk para verilmesi istenirdi. Ahşap bir altlığın üzerine kelebek rondelalarla sıkıştırılmış sarı, beyaz pembe biletler vardı. Beyaz bilet tam, pembe bilet çocuk, sarı bilet ise öğrenciler içindi. Belediyeden emekli olan kişilerin ve emniyet mensuplarının taşıdığı kartlara paso denirdi, bu kartı gösterince ücretsiz seyahat ederlerdi kart sahipleri.
Eşim, yanında olmadığım zamanlarda kullandığı bir kart verdi yanıma. Toplu taşıma araçlarının hepsinde geçerliymiş. Gaziemir'de inince belediye otobüs durağına yanaştım. Yaşlıca bir adama Üçyol'a kaç numaralı otobüsün gittiğini sordum. Ankara'da durağa hangi otobüslerin uğrayacağı yazılı tabelalar gözüme ilişirdi ama burada onu göremedim.
Durağın sundurması içinde kalan elektronik levhada hangi otobüsün kaç dakika sonra durakta olacağı gösteriliyormuş ama şansıma levha çalışmıyordu. Adam bana "Konak'a giden otobüsler Üçyol'dan geçer, zaten otobüsün önündeki levhadan görürsün nereye gittiğini." deyince utandım. Öyle ya, otobüslerin üzerindeki ışıklı levhalarda gideceği yer yazıyor. "İzmir'de yabancısınız galiba!" deyince hiç bozuntuya vermedim. "Öyle sayılır." dedim. Nasıl anlatayım şimdi ben ona doğrusunu, doğma büyüme İzmirli olduğumu, büyüdükten sonra İzmir'e hep uzak kaldığımı... Benim zamanımın belediye otobüslerine, üniformalı biletçilerine, boynuzlu troleybüslerine hiç ihanet etmediğimi...
Üzerinde "Konak" yazılı otobüs gelince başkalarını takip ederek otobüsün ön kapısından bindim ve kartı okutucuya tuttum. Herkes tuttuğunda çıkan bip sesi benim kartta çıkmadı. Şoför alt kısma tutun diye ikaz ettikten sonra öttü bizim kart, ekranında bakiye tutar göründü. Otobüs fazla kalabalık değildi. Kendime bir yer bulup oturdum. Yanıma orta yaşını geçmiş bir kadın oturdu. Sanki uzay aracına binmiş gibi her şey tuhaf geliyordu bana. İnsanları, durakları, trafiği inceliyordum. Yanımdaki kadına "Üçyol'da duruyor değil mi?" diye sordum. Kadın "Ben de orada ineceğim ama tam olarak ben de bilmiyorum" diye cevap verdi. Karşı koltukta oturan adamın biri "Döner kavşağı biraz geçince durak var, orada inersiniz." diyerek bize yardımcı oldu.
İndiğim durak düşündüğümden daha ilerdeymiş. Randevu saatine daha kırk beş dakika var. Çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği yerleri yıllar sonra bir kez daha yakından görürsem keyifli olacak. Zamanım da var nasıl olsa. Caddeden karşıya geçip Üçyol'a doğru yürümeye başlıyorum. İlk olarak Arzu Pide'yi gördüm karşımda. Lise yıllarında Cumartesi günleri yarım gün ders yapar, öğlen olunca arkadaşlarımızla yolda sohbet ederek gelirdik buraya. Hafta sonları pide yiyip ayran içmek bizim için bir ritüeldi.
İzmir'e uzak kaldığım uzun yıllar nadiren yolum düşerdi bu şehre. İki şeyi çok özlerdim. Birincisi midye dolması, ikincisi kokoreç. Her ikisinin de yerleri belli. Seyyar satıcı olmalarına rağmen hep aynı mekanı mesken tutmuşlardı. Senede veya birkaç senede bir İzmir'e geldiğim zaman her seferinde onları elimle koymuş gibi bulurdum. Şimdi önünden geçtiğim yer senelerdir midye dolması yediğim Mardinlinin yeriydi. Benim Mardinli işi büyütmüş, seyyarlığı artık bırakmış, tezgahının bulunduğu cadde üstündeki yerde dükkan açmıştı.
Önümdeki sokağın köşesinde, bir ara işyeri olarak kullandığım daireye takılınca gözüm, yirmi yıl önceki müteahhitlik serüvenim canlanıyor gözümde. Saate bakıyorum, daha zaman var. Diş hekiminin muayenesine erken varırsam biraz kitap okurum orada.
Telefonum çalıyor. Arayan Ankara'daki komşumuz Murat Bey. Son toplantıda apartman yöneticisi olmuş. Alınan ilk kararda aidatı yükseltmişler de, onu haber vermek için arıyormuş. Arkasından mutfakçı arıyor, teklifini revize edip göndermiş. Hazır telefon faslı başlamışken ben de Kadir'i arıyorum. Domuzların yukarı yayladaki kaptajları toprak doldurduğunun haberini veriyor bana. "Hemen açın ve çalışır duruma getirin orayı inşaata su lazım." diyorum.
Yeşilyurt sapağını geçince sol tarafta mezun olduğum lisemi boşuna arıyor gözlerim. Zira cadde boyunca dizilen apartmanlar kafi gelmemiş, arada kalan ada tamamen bina dolmuş. Bu yüzden caddeden liseyi görmek ihtimali kalmamış. Şoförler lokalinin önünden geçtim. Burada pek çok düğüne gitmiştik çocukluğumda. Nokta durağından ileriye doğru yol alırken insanları, yeni açılan ya da kapanan işyerlerini, izliyorum. Hatay caddesi bu saatler çok hareketli. Eskiden de öyleydi ama daha kalabalık gördüm şimdi. İnsanlar bir sağa bir sola kim bilir nerelere ulaşmak için koşturuyorlar. Bir harekettir gidiyor yollarda.
Biraz daha ilerleyince yaya trafiği azalıyor. Yol üzerinde özel tiyatroların temsil duyuruları çıktı karşıma. Bu tiyatroların kendilerini kitlelere duyurmada yeterince başarılı olmadıklarını düşünüyorum.
Hakimevleri durağında yüksek apartman bloklarının arasından İzmir körfezinin eşsiz manzarasını görüyorum. Apartmanların her birinin arasında durup denizde hareket halindeki gemileri izliyorum. Bir araba vapuru geçiyor, Büyükseyran apartmanının yanındaki aralıktan bakıyorum. Bu apartmanın kara tarafına bakan bir dairemiz vardı bir zamanlar. Onu satmadan önce deniz tarafındaki karşı daireyi almamıza ramak kalmıştı. Satıcı, dairenin başka hiçbir yerini göstermedi. Küçücük bir salona açılan balkona çıkardı bizi sadece. Karşımıza çıkan leb-i derya manzara her şeye bedeldi. Ne salonu ne mutfağı, manzaradan geriye kalanı teferruattı. Böyle bir manzarası var deniz tarafındaki dairelerin.
Burada ne kadar oyalandım bilemiyorum. Saatime baktım randevu saatine sadece iki dakika kalmış. Doğal olarak panikledim ve koşmaya başladım. Randevuya geç kalmak hiç sevmediğim bir şey. Daha önümde üç durak var. Bir yandan koşuyor bir yandan koştuğuma seviniyorum. İki sene geçmedi dizimin üzerindeki protez ve çivilerden kurtulalı. Tam on yedi sene taşıdıktan sonra. Onlar varken bacağımın içinde ne koşabiliyor ne de topa tekme vurabiliyordum. Altı dakika gecikmeyle muayenehaneye girdim. Doktorum bekliyordu beni. Özür diledim geciktiğim için. Hemen koltuğa oturttu. Yarım saat sürmedi dişimin işi.
Muayenehanenin karşısında kokoreç yemek istedim. Devamlı müşterisi olduğum kokoreççimin triportörü yoktu yerinde. Diğerlerinin aksine o, erken saatte satışa başlar erken saatte bitirirdi işini. İlk kez onu yerinde göremiyordum.
Yürümek hoşuma gitmişti. Bu kez caddenin diğer tarafından ters yöne doğru yürümeye başladım. Üç durak kadar yol aldıktan sonra implant parçalarının üzerini kapatan metallerden birini ağzımın içinde hissettim. Geri dönüp verdim diş hekiminin eline. Bu sefer yine yerinden çıkmasın diye penseye benzer bir aletle iyice sıktı.
Diş hekiminden çıkıp birkaç durak yürüdükten sonra otobüs beklemeye koyuldum. On dakika sonra geldi bir tane. Artık acemiliğim gitmişti. Üçyol'a varmadan bir durak önce indim. Esnafın birine Gaziemir otobüslerine nereden bineceğimi sordum. Sağa döndükten sonra biraz yürüyüp tarif ettiği durağı buldum. Durakta Gaziemir otobüsünün 152 numara olduğu yazılıydı. Yaklaşık kırk beş dakika bekledim otobüsün gelmesini. Bu kadar beklemek hiç aklımda yoktu.
Durakta kot pantolon üzerine kısa kollu sarı bluz giymiş yaşlı bir bayan çantasından çıkardığı muzu özenle soyduktan sonra eliyle parça parça koparıp bir güzel yedi önümüzde. Kabuğunu ne yapacak diye izlemeye başladım. Biraz arandıktan sonra durağın yanındaki ağzına kadar her türlü malzeme ile doldurulmuş cam şişe toplama kumbarasına attı elindekini. Daha sonra yanıma oturup bir muz daha soymaya başladı.
Bir süre sonra vücut geliştirme sporu yapan, kolları dövmeli bir genç geldi durağa. Elindeki poşette birkaç siyah kutu vardı. Bu kutular sanırım vücudunu şekle sokmak için kullandığı bitkisel diyerek kamufle edilen hormonlardı. Yüzü şarapçılar gibi kıpkırmızıydı. Kolundaki bir sürü dövmelerin arasından bir tanesi hoşuma gitti. Kemal Atatürk imzasıydı gördüğüm. Ne de olsa İzmir. Belediye otobüslerini, minibüsleri ve her yeri Atatürk resimleriyle süslemişler. Atatürk'e en çok sahip çıkan insanlar bu şehirde.
Nihayet 152 numara körüklü uzun otobüs yanaştı durağa. Başı örtülü bir kız kapının önünde beklerken ona yol veren erkeklere ısrarla kendi sırasını verip durdu. Arkalardan gelen ben de "ladies first" kabilinden ona yol vermek istedim. "Önce siz buyurun" anlamına gelecek bir şekilde bana da eliyle işaret etti. İçimden nezaketten ne anlarsınız siz deyip hırsla çıktım merdivenleri. Bütün erkekleri potansiyel sapık gören bir anlayışın sonucu. Ben hepinizi sapık olarak görüyorum demek bu. Sapık arıyorlarsa kendi vakıflarına baksınlar önce.
Bu duygu ve düşüncelerle yol uzun sürdü. Bir yandan sıcak, diğer yandan otobüsün klimasının arızalanması iyice çekilmez hale getirdi yolculuğu. Orta kapının bulunduğu yere attım kendimi. Her durakta açılan kapı temiz havanın içeri girmesine imkan veriyordu. Otobüs tenhalaşacak derken daha fazla kalabalıklaşıyordu. Bir müddet sonra şoför koltuğundan arkaya doğru dönerek "Herkes otobüsün arkasına baksın bir bakalım!" Arkada ne var diye bütün kafalar arkaya döndü ama kimse bir şey anlamadı. Yolcular kendi aralarında konuşurken öğrendim sonra. Meğerse şoför arkada boş yer olduğundan herkesin arka tarafa doğru ilerlemesini istiyormuş! Zira hemen sonra yolcuları fırçalamaktan geri kalmadı bizim kaptan. "Sabahtan beri bağırıp duruyorum, Allah'ını seven kımıldasın biraz."
Gaziemir'de bir durak önce inerek Tire otobüslerinin bilet satış yerine doğru yürüdüm. Aldığım bilet en arka koltuktaki son biletti. Kitabımı açtım, birkaç sayfa okudum sadece. Bir uyku bastı ardından. Öyle bir uyumuşum ki neredeyse ineceğim durağı kaçırıyordum.
Yolda kitabımı okurken çabuk geçti zaman. Her türlü yolculuğu severim. Saatlerce sürmüş yol, ne gam. Elimde kitabım olsun yeter. Gaziemir'de indim. Kızım nöbetçi olduğundan beni karşılayamadı bu sefer. Belediye otobüsüne bineceğim, yıllar sonra, hem de tek başıma.
Heyecan dorukta. Eskiye göre çok şey değişti tabii. Belediye otobüslerinin sağ arka kapısının hemen önünde biletçinin yanlamasına oturduğu bir yer vardı çocukluğumda. Arkadan biner, önden inerdik otobüslerden, biletçiye bozuk para verilmesi istenirdi. Ahşap bir altlığın üzerine kelebek rondelalarla sıkıştırılmış sarı, beyaz pembe biletler vardı. Beyaz bilet tam, pembe bilet çocuk, sarı bilet ise öğrenciler içindi. Belediyeden emekli olan kişilerin ve emniyet mensuplarının taşıdığı kartlara paso denirdi, bu kartı gösterince ücretsiz seyahat ederlerdi kart sahipleri.
Eşim, yanında olmadığım zamanlarda kullandığı bir kart verdi yanıma. Toplu taşıma araçlarının hepsinde geçerliymiş. Gaziemir'de inince belediye otobüs durağına yanaştım. Yaşlıca bir adama Üçyol'a kaç numaralı otobüsün gittiğini sordum. Ankara'da durağa hangi otobüslerin uğrayacağı yazılı tabelalar gözüme ilişirdi ama burada onu göremedim.
Durağın sundurması içinde kalan elektronik levhada hangi otobüsün kaç dakika sonra durakta olacağı gösteriliyormuş ama şansıma levha çalışmıyordu. Adam bana "Konak'a giden otobüsler Üçyol'dan geçer, zaten otobüsün önündeki levhadan görürsün nereye gittiğini." deyince utandım. Öyle ya, otobüslerin üzerindeki ışıklı levhalarda gideceği yer yazıyor. "İzmir'de yabancısınız galiba!" deyince hiç bozuntuya vermedim. "Öyle sayılır." dedim. Nasıl anlatayım şimdi ben ona doğrusunu, doğma büyüme İzmirli olduğumu, büyüdükten sonra İzmir'e hep uzak kaldığımı... Benim zamanımın belediye otobüslerine, üniformalı biletçilerine, boynuzlu troleybüslerine hiç ihanet etmediğimi...
Üzerinde "Konak" yazılı otobüs gelince başkalarını takip ederek otobüsün ön kapısından bindim ve kartı okutucuya tuttum. Herkes tuttuğunda çıkan bip sesi benim kartta çıkmadı. Şoför alt kısma tutun diye ikaz ettikten sonra öttü bizim kart, ekranında bakiye tutar göründü. Otobüs fazla kalabalık değildi. Kendime bir yer bulup oturdum. Yanıma orta yaşını geçmiş bir kadın oturdu. Sanki uzay aracına binmiş gibi her şey tuhaf geliyordu bana. İnsanları, durakları, trafiği inceliyordum. Yanımdaki kadına "Üçyol'da duruyor değil mi?" diye sordum. Kadın "Ben de orada ineceğim ama tam olarak ben de bilmiyorum" diye cevap verdi. Karşı koltukta oturan adamın biri "Döner kavşağı biraz geçince durak var, orada inersiniz." diyerek bize yardımcı oldu.
İndiğim durak düşündüğümden daha ilerdeymiş. Randevu saatine daha kırk beş dakika var. Çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği yerleri yıllar sonra bir kez daha yakından görürsem keyifli olacak. Zamanım da var nasıl olsa. Caddeden karşıya geçip Üçyol'a doğru yürümeye başlıyorum. İlk olarak Arzu Pide'yi gördüm karşımda. Lise yıllarında Cumartesi günleri yarım gün ders yapar, öğlen olunca arkadaşlarımızla yolda sohbet ederek gelirdik buraya. Hafta sonları pide yiyip ayran içmek bizim için bir ritüeldi.
İzmir'e uzak kaldığım uzun yıllar nadiren yolum düşerdi bu şehre. İki şeyi çok özlerdim. Birincisi midye dolması, ikincisi kokoreç. Her ikisinin de yerleri belli. Seyyar satıcı olmalarına rağmen hep aynı mekanı mesken tutmuşlardı. Senede veya birkaç senede bir İzmir'e geldiğim zaman her seferinde onları elimle koymuş gibi bulurdum. Şimdi önünden geçtiğim yer senelerdir midye dolması yediğim Mardinlinin yeriydi. Benim Mardinli işi büyütmüş, seyyarlığı artık bırakmış, tezgahının bulunduğu cadde üstündeki yerde dükkan açmıştı.
Önümdeki sokağın köşesinde, bir ara işyeri olarak kullandığım daireye takılınca gözüm, yirmi yıl önceki müteahhitlik serüvenim canlanıyor gözümde. Saate bakıyorum, daha zaman var. Diş hekiminin muayenesine erken varırsam biraz kitap okurum orada.
Telefonum çalıyor. Arayan Ankara'daki komşumuz Murat Bey. Son toplantıda apartman yöneticisi olmuş. Alınan ilk kararda aidatı yükseltmişler de, onu haber vermek için arıyormuş. Arkasından mutfakçı arıyor, teklifini revize edip göndermiş. Hazır telefon faslı başlamışken ben de Kadir'i arıyorum. Domuzların yukarı yayladaki kaptajları toprak doldurduğunun haberini veriyor bana. "Hemen açın ve çalışır duruma getirin orayı inşaata su lazım." diyorum.
Yeşilyurt sapağını geçince sol tarafta mezun olduğum lisemi boşuna arıyor gözlerim. Zira cadde boyunca dizilen apartmanlar kafi gelmemiş, arada kalan ada tamamen bina dolmuş. Bu yüzden caddeden liseyi görmek ihtimali kalmamış. Şoförler lokalinin önünden geçtim. Burada pek çok düğüne gitmiştik çocukluğumda. Nokta durağından ileriye doğru yol alırken insanları, yeni açılan ya da kapanan işyerlerini, izliyorum. Hatay caddesi bu saatler çok hareketli. Eskiden de öyleydi ama daha kalabalık gördüm şimdi. İnsanlar bir sağa bir sola kim bilir nerelere ulaşmak için koşturuyorlar. Bir harekettir gidiyor yollarda.
Biraz daha ilerleyince yaya trafiği azalıyor. Yol üzerinde özel tiyatroların temsil duyuruları çıktı karşıma. Bu tiyatroların kendilerini kitlelere duyurmada yeterince başarılı olmadıklarını düşünüyorum.
Hakimevleri durağında yüksek apartman bloklarının arasından İzmir körfezinin eşsiz manzarasını görüyorum. Apartmanların her birinin arasında durup denizde hareket halindeki gemileri izliyorum. Bir araba vapuru geçiyor, Büyükseyran apartmanının yanındaki aralıktan bakıyorum. Bu apartmanın kara tarafına bakan bir dairemiz vardı bir zamanlar. Onu satmadan önce deniz tarafındaki karşı daireyi almamıza ramak kalmıştı. Satıcı, dairenin başka hiçbir yerini göstermedi. Küçücük bir salona açılan balkona çıkardı bizi sadece. Karşımıza çıkan leb-i derya manzara her şeye bedeldi. Ne salonu ne mutfağı, manzaradan geriye kalanı teferruattı. Böyle bir manzarası var deniz tarafındaki dairelerin.
Burada ne kadar oyalandım bilemiyorum. Saatime baktım randevu saatine sadece iki dakika kalmış. Doğal olarak panikledim ve koşmaya başladım. Randevuya geç kalmak hiç sevmediğim bir şey. Daha önümde üç durak var. Bir yandan koşuyor bir yandan koştuğuma seviniyorum. İki sene geçmedi dizimin üzerindeki protez ve çivilerden kurtulalı. Tam on yedi sene taşıdıktan sonra. Onlar varken bacağımın içinde ne koşabiliyor ne de topa tekme vurabiliyordum. Altı dakika gecikmeyle muayenehaneye girdim. Doktorum bekliyordu beni. Özür diledim geciktiğim için. Hemen koltuğa oturttu. Yarım saat sürmedi dişimin işi.
Muayenehanenin karşısında kokoreç yemek istedim. Devamlı müşterisi olduğum kokoreççimin triportörü yoktu yerinde. Diğerlerinin aksine o, erken saatte satışa başlar erken saatte bitirirdi işini. İlk kez onu yerinde göremiyordum.
Yürümek hoşuma gitmişti. Bu kez caddenin diğer tarafından ters yöne doğru yürümeye başladım. Üç durak kadar yol aldıktan sonra implant parçalarının üzerini kapatan metallerden birini ağzımın içinde hissettim. Geri dönüp verdim diş hekiminin eline. Bu sefer yine yerinden çıkmasın diye penseye benzer bir aletle iyice sıktı.
Diş hekiminden çıkıp birkaç durak yürüdükten sonra otobüs beklemeye koyuldum. On dakika sonra geldi bir tane. Artık acemiliğim gitmişti. Üçyol'a varmadan bir durak önce indim. Esnafın birine Gaziemir otobüslerine nereden bineceğimi sordum. Sağa döndükten sonra biraz yürüyüp tarif ettiği durağı buldum. Durakta Gaziemir otobüsünün 152 numara olduğu yazılıydı. Yaklaşık kırk beş dakika bekledim otobüsün gelmesini. Bu kadar beklemek hiç aklımda yoktu.
Durakta kot pantolon üzerine kısa kollu sarı bluz giymiş yaşlı bir bayan çantasından çıkardığı muzu özenle soyduktan sonra eliyle parça parça koparıp bir güzel yedi önümüzde. Kabuğunu ne yapacak diye izlemeye başladım. Biraz arandıktan sonra durağın yanındaki ağzına kadar her türlü malzeme ile doldurulmuş cam şişe toplama kumbarasına attı elindekini. Daha sonra yanıma oturup bir muz daha soymaya başladı.
Bir süre sonra vücut geliştirme sporu yapan, kolları dövmeli bir genç geldi durağa. Elindeki poşette birkaç siyah kutu vardı. Bu kutular sanırım vücudunu şekle sokmak için kullandığı bitkisel diyerek kamufle edilen hormonlardı. Yüzü şarapçılar gibi kıpkırmızıydı. Kolundaki bir sürü dövmelerin arasından bir tanesi hoşuma gitti. Kemal Atatürk imzasıydı gördüğüm. Ne de olsa İzmir. Belediye otobüslerini, minibüsleri ve her yeri Atatürk resimleriyle süslemişler. Atatürk'e en çok sahip çıkan insanlar bu şehirde.
Nihayet 152 numara körüklü uzun otobüs yanaştı durağa. Başı örtülü bir kız kapının önünde beklerken ona yol veren erkeklere ısrarla kendi sırasını verip durdu. Arkalardan gelen ben de "ladies first" kabilinden ona yol vermek istedim. "Önce siz buyurun" anlamına gelecek bir şekilde bana da eliyle işaret etti. İçimden nezaketten ne anlarsınız siz deyip hırsla çıktım merdivenleri. Bütün erkekleri potansiyel sapık gören bir anlayışın sonucu. Ben hepinizi sapık olarak görüyorum demek bu. Sapık arıyorlarsa kendi vakıflarına baksınlar önce.
Bu duygu ve düşüncelerle yol uzun sürdü. Bir yandan sıcak, diğer yandan otobüsün klimasının arızalanması iyice çekilmez hale getirdi yolculuğu. Orta kapının bulunduğu yere attım kendimi. Her durakta açılan kapı temiz havanın içeri girmesine imkan veriyordu. Otobüs tenhalaşacak derken daha fazla kalabalıklaşıyordu. Bir müddet sonra şoför koltuğundan arkaya doğru dönerek "Herkes otobüsün arkasına baksın bir bakalım!" Arkada ne var diye bütün kafalar arkaya döndü ama kimse bir şey anlamadı. Yolcular kendi aralarında konuşurken öğrendim sonra. Meğerse şoför arkada boş yer olduğundan herkesin arka tarafa doğru ilerlemesini istiyormuş! Zira hemen sonra yolcuları fırçalamaktan geri kalmadı bizim kaptan. "Sabahtan beri bağırıp duruyorum, Allah'ını seven kımıldasın biraz."
Gaziemir'de bir durak önce inerek Tire otobüslerinin bilet satış yerine doğru yürüdüm. Aldığım bilet en arka koltuktaki son biletti. Kitabımı açtım, birkaç sayfa okudum sadece. Bir uyku bastı ardından. Öyle bir uyumuşum ki neredeyse ineceğim durağı kaçırıyordum.
6. gün (EK)'im:
BAŞLANGIÇ 75,2 KG
|
HEDEF
70,0 KG
| ||
GÜN SAYISI
| BUGÜNKÜ
KİLOM
|
DEĞİŞİM (+/-) KG
|
HEDEFİME KAÇ KG VAR
|
6
|
73,0
|
- 2,2
|
2,8
|
Evet gerçekten siz de kitap konusunda benimle aynı şeyleri hissetmişsiniz. Zaman sıçramaları, anlatıcı değişmesi benim de pek haz etmedğim bir durum.
YanıtlaSilİnsan gözlemleriniz çok güzeldi, aslında evet herbirinden ne çok hikaye çıkabilir...
Tamamen tesadüf. Günde en az elli sayfa okumaya zorlamalıyım kendimi. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki insan manzaralarını görmek daha zevkli olmalı. Şimdilerde kimiz neyiz belli değil.
YanıtlaSilHarika
YanıtlaSilBence de :)
Sil