KATEGORİLER

22 Nisan 2016 Cuma

"QUESADILLA" NIZI NASIL ALMAK İSTERSİNİZ?

21/04/2016 Perşembe, İzmir


Quesadilla
İşler uzayınca bugün de akşama kadar İzmir'den ayrılamadık. İlk iş olarak Gıda Çarşısına gidip dün belirlediğimiz elektrik malzemelerinin bir kısmını teslim aldık. Geriye sadece bina iç/dış aydınlatmasında kullanılacak aplikler ile salon avizeleri kaldı. Bir hafta sonra onları da teslim edebilecekler.

Bir yandan elektrik malzemeleri hazırlanırken Baks Brasserie adındaki bir yerde kahvaltımızı yaptık.  Mekan kafe tarzında hizmet veriyor. Nedir bu Brasserie? deyip sözlüğe baktım. Aslı Fransızca olan kelime birahane anlamına geliyormuş.  Menülerinde mutlaka bira ve diğer alkollü içkilerin yer aldığı, öğlen saatlerinde genel olarak tabldot ya da biftek-patates kızartması gibi tek çeşit yemek veren Fransa'daki ucuz lokantaların adıymış Brasserie. Yurdumuzda ciddi bir evrim geçiren bu mekanlarda karşılaştığımız farklı konseptlere alıştırılıyoruz.

Baks Brasserie'de alkollü içki bulunmuyor. İçecek menüleri çay, kahve çeşitleri, meşrubat ve portakal suyundan ibaret. Müşterilerin tercihlerini belirlemesinde kolaylık yaratan geniş teşhir dolabının bir bölümü sandviç çeşitlerine, diğer bölümleri unlu mamullere, pizza çeşitlerine, pasta, kek ve kurabiye türlerine ayrılmış. Teşhir ünitesinin arkasındaki panoda birkaç köfte ve tavuk çeşidi var ana menüde. Bir de "Quesadilla". Neymiş bu Quesadilla? Bir Meksika yemeği, tortilla ekmeği içinde baharat ile harmanlanmış antrikot ya da tavuk göğüs eti, yeşillik, acı biber, patates kızartması ve soslardan oluşuyor. Tortilla ekmeğini soracak olursanız o kolay. Bildiğimiz lavaş/dürüm ekmeği! Bazen mısır unu da kullanıyorlar.

Tortilla ekmeği
Fransa üzerinden ülkemize Meksika mutfağını getiren bu ilginç yemek mahallimizin en ilginç tarafı hizmet self servis olduğu halde Fransız benzerlerinin aksine fiyatların uçuk olması. Kapısında "Unlu Mamuller" veya "Simit Sarayı" gibi Türkçe dükkan ismi yazan yerlerde simit ve peynir fiyatı en fazla 2 TL iken, adı Brasserie olunca, yanında incecik bir iki parça domates ve salatalık dilimiyle beraber birden 6 TL ye çıkıyor. Daha da ilginci sunulan servis kağıt tabağın içinde. Anlaşılan maliyeti düşürmek amacıyla orijinaline sadık kalmışlar ancak millet nasıl olsa anlamıyor diyerek fiyatı şişirmişler. Havaya düşkün ama okumaya, öğrenmeye uzak halkım "Brasserie" tabelasını görüp dalıyor içeri. Arkadaşlarına "Az önce falanca brasserie'deydik." diyecek ya. Brasserie'nin bildiğimiz esnaf lokantasının Fransız kültüründeki karşılığı olduğunu bilse cahilliğine, o kadar para verdiği için de aptallığına yanacak. Bilinmeyen, prim yapmaya ve para kazandırmaya devam ediyor ülkemizde.

Bir ara Sezai Usta aradı. Yayladaymış, ne zaman yukarı çıkacağımı soruyordu. İzmir'de olduğumu ama bugün döneceğimi söyledim kendisine. Genel tuvaletlerin sıva ve seramik işleri için ilave üç usta getirmiş. Beni avans istemek için aradığını tahmin ediyorum. Benden beş tane koli bandı getirmemi istedi.  Sıvayla kirlenmemesi için ahşap yüzeylere yapıştıracaklar.

Gıda çarşısından sonraki durağımız Gaziemir. İlk olarak mutfak donanımı için görüştüğümüz Öznur hanımın yanına gitmeyi düşündük. İki gün önce kral gibi karşılanmıştık orada. Anlaşmaya çok yaklaşmıştık aslında. Ama olmadı. Nasip meselesi bu işler. Bize daha uygun fiyat teklif eden başka bir imalatçıyla anlaşarak bu defteri kapattık. 

Mutfak ve elektrik işlerinden sonra dönmeden salonun ve terasın oturma gruplarına geldi sıra. Karabağlar yolumuz üzerinde nasıl olsa. Birçok yerden fiyat aldık. Çok zamandır THY uçaklarının koltuk ceplerinde bulunan dergilere reklam veren "Sandalyeci" markası dikkatimi çekiyor, İzmir Karabağlar' da doğan bu firmanın yükselişini gururla takip ediyordum. Bugün tanınmış bir marka olarak aynı ürünleri  en az iki katı fiyatla satması marka olmanın değerini hatırlattı bana. İnsanlar karşı dükkandaki bir ahşap sandalye için 175 TL vermek yerine Sandalyeci markasına 375 TL ödemekten rahatsızlık duymuyorlar.     

Dönüş yolunda Metro'ya uğrayıp alışveriş yaptık. Cadde üzerinde "Balık Pişiricisi" levhası yoldan her geçişimde dikkatimi çekiyordu. Eşime yaptığım teklifim karşılık bulunca rotamızı değiştirdik. Artık yaylaya çıkma ihtimalimiz kalmadığı gibi evde yemek hazırlamak için vakit geçmişti.  Ankara'dakiler gibi, hatta onlardan daha salaş, ama taze balık yiyebileceğimiz bir yer umuyordum aslında. Okları takip edip birkaç sokak ilerleyince güzel bir balık lokantasının önüne geldik. İşin doğrusu Gaziemir gibi bir yerde bu kadar güzel bir balık lokantası beklemiyordum. Balık taze, çalışanlar oldukça ilgiliydi. Mekana çok özen gösterip göz dolduran bir binada hizmet veriyorlar.
     

21 Nisan 2016 Perşembe

ON YEDİ

20/04/2016 Çarşamba, İzmir

Benim için kahvaltı eşime eşlik etmekten öte bir anlam taşımıyor. Fazladan bir öğün işte.  Onun yerine saat 23.00 sularında bir ara öğün olsa daha hora geçecek. Eşim tam aksi düşüncede. Kahvaltı etmeden ona gün başlamıyor, sabah çayını içmeden gözü açılmıyor. Akşam erkenden yatıp sabahları çok erken kalkıyor. Çoğu zaman birimizin yatış saati diğerimizin kalkış saatine denk düşüyor. İşte bu yüzden bizim evimize yıllardır hırsız girmiyor.

Zorunlu kahvaltımızı Site Unlu Mamuller  kafesinde yaptık. Şimdi bu tür yerler moda. Vitrine koydukları tatlılar, pastalar, börekler çok davetkar ama ikimiz de onlardan uzak durmaya çalışıyoruz. Oturup hafif bir şeyler atıştırdık. Daha önemlisi günün ilk çayını içerek açıldı güne,  eşim. Çay sevmediğim için ben içmedim. 

Gıda çarşısı olarak bilinen bölgede sadece toptan gıda ürünleri satılmıyor. Kozmetikçiler, yapı ve elektrik malzemesi toptancıları vs. her biri ayrı yerde toplanmış. Dün dolaştığımız bölgeye gittik. Listemizde yer alan malzemelere fiyat vermelerini istedik. O dükkan senin bu dükkan benim derken ilk gittiğimiz dükkanda karar kıldık en sonunda. Diş hekimi ile olan randevum yaklaşıyordu. Siparişimizi verdik. Malzemenin bir kısmını akşama almak istediğimizi söyledik. Aklına yanlış bir şey gelmesin diye ödeme yapmayı teklif ettim. "Acelesi yok, akşam geldiğinizde yaparsınız ödemeyi" dediler.

Zamanında vardım doktorumun kliniğine. Beş dakika demişti ama yarım saatten fazla sürdü işi. Çeneme uyum sağlasın diye porselen diş grubunu yerine taktı çıkardı defalarca. Sonradan sıkıntı yaşamayım diye sabırla bekledim. İşini bitirdikten sonra ödemeyi yapıp ayrıldım doktorun yanından.

Karabağlar diye bildiğimiz yer yarım durak farkla Gaziemir'e giriyormuş. Eleyip sayısını ikiye düşürdüğümüz mutfakçıların her biri ile ayrı ayrı görüştük. Karar vermek o kadar zor ki bazı durumlarda. Saat 18.00 olmuş biz hala o mu olsun, bu mu olsun tartışmaya devam ediyoruz. Elektrikçiyi arayıp mecburen bir gece daha İzmir'de kalacağımızı, malzemeleri almak üzere yarın sabah gelebileceğimizi söyledim.

Geçenlerde yaylaya su kuyusu açmak için teklif toplarken, jeoloji mühendisi bir arkadaşla tanıştığımızdan bahsetmiştim. O gün ofisinde sohbet etmiştik biraz. Genç yaşta mesleğimi bırakıp erken emekli olma nedenimi  çok merak etmiş. "Bu ülke, en verimli çağında senin bilgi ve tecrübenden yararlanamıyor. Büyük bir haksızlık bu." deyip durdu başımda. Kendisi benden bir yaş daha büyük. "Bu konu o kadar derin ki," dedim, "Anlatmaya kalksam kim bilir kaç kitaba malzeme olur?"

Üst düzey yöneticiydim son işimde. On yedi yıl gibi uzun bir süre aralıksız çalıştım. Bir anda patlak veren bir durum değildi bu benimki. Yılların birikimi, bardağı taşıran son damla... Bir kişi vardı ki, çok etkiliydi kararımda. Oydu benim son damlam. On yedi yıllık yakın mesai arkadaşım. Allah biliyor ya, bir kötülük geçmezdi içimden onun hakkında. Ama o hep benden bildi kötülüklerin sebebini. Bugün o yok artık. Hiç olmayacak. Öldü, trafik kazasında. Bir akrabasının kullandığı araçta, memleket yolunda, önünde duran kamyona arkadan çarparak...

Bazen şaşırıyorum. Hep on yedi rakamı dolaşıyor üzerimde. On yıl kadar önce, on yedi yıl firmada çalışan birinin işine son vermiştim. Haklı gerekçelerim vardı bu kararımda. Yine de büyük olay olmuştu. Benim kararıma önce saygı gösterdi patronlar. Ama bir yıl geçtikten sonra kararlarını değiştirdiler. Onu tekrar işe alacaklardı. Alacaklardı, olmadı. Artık hiç olmayacak. Bugün o da yok. Öldü, trafik kazasında. Bir arkadaş toplantısında, aşırı alkol aldıktan sonra evine dönüş yolunda, kendi kullandığı arabasıyla birlikte uçuruma yuvarlandı... Bu olanlar tesadüf mü yoksa hakkın birer tecellisi mi? Üzüldüm mü bu ölümlere? Hayır. Sevindim mi? Yine hayır. Nasıl olduysa, sevinç ve üzüntü gibi iki zıt duygu uğramadı yanıma. Vücudun  iğneyle uyuşturulan bir uzvu gibi hissiz kaldım.

Bugün (EK) siz yayınlanıyor güncem. Basküller arasında fark var. Çok bir değişiklik de beklemiyorum zaten. 

20 Nisan 2016 Çarşamba

SIRA DIŞI İLGİ ŞAŞIRTTI BİZİ

19/04/2016 Salı, İzmir

Sahil Evleri Gün Batımı
Güzel, güneşli ve yoğun geçen bir gün. Bir ara salı pazarını yaptıktan sonra yola çıkarız diye geçirsek de aklımızdan, geç kalırız düşüncesiyle çabuk vaz geçtik bundan. Kahvaltı ettikten hemen sonra düştük yolumuza. Diş hekimiyle randevum saat 17.30 da. Hatırı sayılır zamanımız var.

Yolumuz üzerindeki Karabağlar' da  endüstriyel mutfak donanımı satıcılarına bakmakla başladık işe. Son seyahatimizden önce görüştüğümüz firmaya uğradık ilk olarak. Arabayı işyerlerinin önüne park ettikten sonra laptop ve sadece giysimin yeterli cebi olmadığı durumlarda zorunlu olarak kullandığım portföy çantamı aldım yanıma. 7-8 sene kadar önce bir sürü kameraya aldırmadan Optimum 'un parkına koyduğumuz arabanın camını patlatıp arka koltuktaki valizimi çalmışlardı. Bu olayı yaşadığımdan  beri araba içinde çanta bırakmamaya özen gösteriyorum.

Elimde bilgisayar ve portföy çantası olduğu halde eşimle birlikte işyerinden içeri adımımızı atar atmaz bir ilgi, bir ilgi deme gitsin. Bir eşime baktım bir de elimdeki çantalara. Bu ilgiyi bize gösterdiklerini var sayarsak, on beş gün önceki gelişimizde bizi niye bundan yoksun bırakmışlardı peki? Bütün show-room katlarını kendi başımıza dolaşırken hiç kimse "Buyurun, nasıl yardımcı olabiliriz?" diye sormamıştı. İlgisizliğe kızıp tam ayrılıyorduk ki Öznur adında genç bir hanım yoldan geri çevirmişti bizi.

Yok bizi tanımış olamazlar. Öznur da yok görünürde. Ama gösterilen ilgi olağan dışı. İnanın kendimi iktidar partisinin il başkanı gibi hissettim bir ara. Henüz kapıdan içeri adım atmadan bir görevli "Efendim, anahtarınızı verirseniz arabanızı park edelim." dedi. Anahtarı uzatırken başka biri kapıyı açıp içeri buyur etti. Danışmadaki iki kişi ayrı ayrı "Hoş geldiniz." deyip dostça gülümsediler. Nasıl bir psikolojidir bu anlayamadım. Acaba elimdeki çantaların banknot dolu olduğunu mu sandılar? Bu yüzden mi "Efendim siz zahmet buyurmayın, biz taşırız." deyip çantaları elimden almayı teklif etmediler? Bu kadarla bitse inanın size bunları anlatmaktan hicap duyardım. "Öznur Hanım'la görüşmek istiyordum." dedim danışmada oturan personele. 

"Buyurun efendim, üst katta kendileri" Biri orta yaşlı diğeri daha genç olan düzgün giyimli iki kişi geniş spiral merdivenlerden yukarı çıkarken  bize yol gösteriyordu. Show-room olarak kullanılan ara katı geçtikten sonra sol taraftaki masada oturan genç kadın bizi birden hatırlayamadı ama diğerlerinin gösterdiği ilgiden etkilenip hemen ayağa kalktı. Öznur Hanım'dı bu. Artık onun masasının önündeki koltuklara oturup fiyat tekliflerini görüşürüz derken, katın caddeye bakan bölümünde bir hareketlenme oldu. Bize yol gösterenler "Efendim, sizi şöyle yönetim kurulu başkanımızın yanına alalım." deyince hepten şaşırdım. Orta yaşlı, iri yarı ve göbekli bir adam yerinden kalkıp elimizi sıktı. Önündeki koltukta oturan ve misafirleri olduğunu tahmin ettiğim iki yaşlıca bey elimizi sıkıp hoş geldiniz derken kalkıp bize yerlerini verdi. Arkasından ikramlar başladı! "Efendim ne içersiniz? Çay, kahve, isterseniz soğuk bir şeyler söyleyelim..." Öznur Hanım da peşimizden gelmiş, bize gösterilen ilgiye şaşırmış halde yanımızda dikiliyordu. "Geçen sefer geldiğimizde Öznur hanım bizimle çok ilgilenmişti." dedim patronunun yanında onu onore etmek maksadıyla.

Daha sonra Öznur Hanım, genç bir delikanlı ve sonradan çağırdıkları Nurten Hanım ilgilendi bizimle. Biz onlarla detayları konuşurken patron ve yanındakiler odalarını bize bırakıp sessizce ayrıldılar yanımızdan. Bir saate yakın kaldık orada. Ama bugün gördüğümüz sıra dışı ilgi, hayatımda karşılaştığım esrarengiz olaylar arasında ilk ona girdi. Nedir bunun sebebi hala düşünmekteyim...

Gıda çarşısında elektrik malzemeleri satan 1203 ve onun taksimleriyle anılan sokaklara daldık arkasından. Üç dükkandan beğendiğimiz avize, aplik, priz, vs. elektrik malzemeleri için teklif aldık. Arabada bırakmamış, çantalarımı yine yanıma almıştım. İşyeri sahipleri bizimle ilgilendiler. Ancak bu sefer ilgileri öyle sıra dışı, abartılı değildi. Demek ki ilginin kaynağı çantalar değilmiş! Sonuncu dükkanda saat 17.00 ye gelmişti. Yarım saat içinde trafiği yararak doktorun muayenesine ulaşmak tamamen şansa kalmıştı. Bugün şansıma güveniyorum Sahil yolundan süratle vardım doktorun yanına. Randevu saatine on dakika daha zaman vardı.

Alt çeneme çaktığı implant üzerinde porseleni oturtup son rötuşlarını yaptı doktorum. Yarına beş dakikalık işi kalmış sadece. Akşam kızımda misafiriz. Zor bir nöbetten çıkmış o da, yorgun ve uykusuz. Sahil Evleri tarafına gidip balığımızı yiyoruz. Kendimi tutamayıp bir de buz gibi malt bira içiyorum denize karşı. Eşim dondurma yiyelim diyor. Hiç kırmak istemem ben eşimi, dondurma da yiyoruz. Kendimi tutamayınca benim (EK)in kulaklarını çınlattım! İnanın bende kabahat yok. Orhan Veli'nin güzel şiiri "Sere serpe" ye nazire olsun diye bir şiir de ben patlatsam nasıl olur şimdi? 





Uzanmış deniz önümde,
Havada yosun kokusu,
Masamda buz gibi biram,
Balıkların gelmesini bekliyorum.
Yanımda canan, karşımda canım,
Olmaz ki,
İçmeden durulmaz ki!









10. gün (EK)'im:
BAŞLANGIÇ 75,2 KG




HEDEF
70,0 KG 

GÜN SAYISI
BUGÜNKÜ   
  KİLOM        


DEĞİŞİM (+/-) KG
HEDEFİME KAÇ KG VAR
        10
    73,5
    - 1,7
     3,5

19 Nisan 2016 Salı

18/04/2016 Pazartesi, Tire


Çözümün tek olması işi kolaylaştırır bazen. Ama genel olarak farklı çözüm yolları ararız. Daha sonra "Hangi yolu seçmeli?" aşaması başlar. İşi bu seviyeye getirdiğimiz zaman yatırım maliyeti, yapım süresi, dayanıklılık, estetik, bakım, işletme maliyeti gibi yığınla kriter arasında boğuşmaya başlarız. Ne basitine, kötüsüne razı oluruz ne de pahalısına. Ne kadar ince eleyip sık dokusak işin sonunda, "Keşke diğer yolu seçseydik." türünden hayıflanmalarla karşılaşırız.

Şeytanın bacağını kırıp yaylaya elektrik getirdikten sonra şimdi en önemli meselemiz: "Su" Öncelikle yukarı yaylanın pınarlarını aşağıda, büyük bir su deposunda toplamayı düşündüm. Konuştuğum ekip başı bana verdiği sözde durmayıp başka işler yüklendiği için bugüne kadar depo inşaatına başlanamadı. Pınar özlerinde sağlıklı kaptajların yapılması, oradan borularla aşağıya indirilmesi de bu işin ayrılmaz parçalarıydı. Belki en pahalı çözümdü ama suya para vermeyecektik. Zaman daralınca İZSU aboneliği makul gelmeye başladı. Bu durumda o kadar yatırım yapmaya gerek yoktu. En garanti seçenek buydu belki. Tek olumsuz tarafı ise suya her ay belli bir paranın ödenecek olmasıydı. Sonra, sondaj kuyusu açmak fikri bir çözüm yolu olarak zuhur etti kafamda. Bu yöntem su deposu kadar olmasa bile ciddi bir yatırım gerektiriyordu ama istediğimizden fazla ilave suya kavuşma imkanına kavuşacaktık, hem de ücretsiz.

Bölgede sondaj işi yapan kişilerin telefon numaralarını temin ettim. Yüz yüze ve telefonla yaptığım bazı görüşmelerden sonra ilk düşündüğüm çözüm şekline döndüm. Sadece bir farkla. Su deposunu o kadar büyük yapmayıp maliyeti düşüreceğim. Büyük olması yersizdi zaten. Deponun kapasitesi tesisin içme ve kullanma suyu ihtiyacını karşılasın yeter. Fazla su büyük havuza aktarılıp süs havuzu ve sulamalarda kullanılacak. İleriki zamanlarda lüzum olursa bir sondaj kuyusu açtırabiliriz.

İZSU müdürüyle görüşemedim. Yerinde yoktu. Onun derdime çare olacağını sanmıyorum. Müdür mühendis bile değilmiş. Karar alamaz böyleleri... Kitapta ne yazıyorsa ona uyarlar. Kafalarını çalıştırıp inisiyatif alamazlar. Zamanında ilgilenmedim bu işlerle. Arkadaşım Ahmet Bey IZSU Genel Müdürü iken şipşak halledebilirdik her şeyi. Bugün öğrendim ki, Ahmet Bey emekli olmuş, ondan sonra yerine başka müdür atanmış, şimdi de bir hanımefendiyi getirmişler kurumun başına.

Elektrikçi Ali'ye uğramadan önce yukarıya, yaylaya çıkmak istedim. Bugün haftalıkları ödeme günü. Süs havuzunun kenar kalıplarını çakarlarken buldum onları. Kümes neredeyse bitmiş. Sadece telleri gerip yere sabitleyecekler. Yukarıdaki kaptajların elden geçirmeleri için önce Ahmet Usta'yı aradım daha sonra Şaban Usta'yı. İkisi de gelemeyeceklerini, bahçe işleri ile uğraştıklarını söylediler. Bir de memlekette işsizlik var demiyorlar mı? Burada çalıştıracak adam bulamıyoruz. Yakup Ustaya "İzmir'den dönüşümde birlikte yukarı çıkar şu kaptaj işlerine öncelik veririz." dedim. Bunu ona söyleyebilmek bile mutlu ediyor beni. Eğer bütün kış iş vermeseydim şimdi yanımda bulabilir miydim onları acaba? Kim bilir nasıl naza çekerlerdi kendilerini. Bu arada Kadir askere gidiyor ay başında. Tokat acemi birliği çıkmış şansına. "Ağabeyyy, beni tokatlayacaklar orada." deyip kendine bir espri uydurmuş garibim, herkese bunu söyleyip kıkır kıkır gülüyor.

Haftalıklarını dağıttıktan sonra ilk parti köy tavuğunu satın alması için fazladan para bıraktım Yakup'a. Kadir motosikletine atlayıp bahçelerine, bana söz verip getirmeyi unuttuğu köy yumurtalarımı almaya gitti. Kadir'den yumurtalarımı alıp çarşıya, sondaj işini görüşmek üzere yola düştüm. Karşıma yaşıtım bir jeoloji mühendisi çıktı. Hem de Hacettepe mezunu. Ankara'da aynı yıllarda geçmiş öğrenciliğimiz. İş görüşmesi sıcak arkadaşlık havasına dönüyor. Oradan çıkıp Elektrikçi Ali'ye uğradım. İzmir'den alacağımız malzemeleri beklediğini söylüyor montaj için. Ben de süs havuzu tesisat bağlantıları için yukarı adam göndermesini istedim ondan. 

Şu "Erime Köşesi" (EK)'im beni üzüyor. Dün akşam dört tabak yemek yedim. Fırında kaşarlı köfte, bakla, enginar, yoğurt.  Belki hepsi faydalı şeylerdi ama bu işin kuralına uymak lazım işte. Hoş, kural koyucu ben olunca kuralları bozmak da kolay. Bir porsiyondan fazlası yok benim kuralımda, hadi bir de yoğurt olsun yanında. Ben bununla yetinmeyip bir de Derekahve'de dondurma yersem olacağı bu. Çok kızdım kendime. Geriye kaldı 6 gün. Günde ortalama 600 gr. erimem lazım. Yarından tezi yok örfi idare ilan ediyorum irademde.



9. gün (EK)'im:
BAŞLANGIÇ 75,2 KG




HEDEF
70,0 KG 

GÜN SAYISI
BUGÜNKÜ   
  KİLOM        


DEĞİŞİM (+/-) KG
HEDEFİME KAÇ KG VAR
        9
    73,7
    - 1,5
     3,7

18 Nisan 2016 Pazartesi

17/04/2016 Pazar, Tire

Dere de Café
Bugün farklı bir gün. Bir şeyler yazmak istedim gün boyu. Öğlene doğru Köy Enstitülerinin 76. kuruluş yıldönümü münasebetiyle bir etkinlik olur da katılırız diye düşündüm. Bu sene nedense bir anma ya da kutlama olmadı. Belki ADD ve CHP birer plastik çelenk bırakmıştır Ortapark'taki anıta, adet yerini bulsun diye.

Öğlen geçti, hani eşim çıkıp dolaşalım biraz hava alalım demeseydi bilmem daha ne kadar kalırdım bilgisayarın başında.

İyi oldu evden çıktığımız. Hafta sonu, her taraf kalabalık. Yaylayı bir kolaçan etmek lazım. Demir kapı yapmış, kilitlemişsin, etrafına çit çekmişsin, fark etmiyor bu insanlara. Önce yoğun bir araç trafiğinin arasından sıyrılarak vardık bahçeye. Anormal bir durum yok, asayiş berkemal. İçeri giriyoruz kilitli demir kapıyı açarak. Sanki bu kapıyı kendimize yapmışız gibi. Bizden başkası kapıyı kullanmıyor ki, atlayıveriyor çitin üzerinden, tamam. 

Tanıdık birileri geliyor ben eşime yeni yaptırdığım tavuk kümesini gösterirken. Kapıda arabamı görüp durmuşlar. Buyur ediyoruz onları, gezdiriyoruz taş evimizi. Manzarası yok buranın bir başka yerde.

Çok fazla kalmıyoruz. Dönüş yolunda Derekahve'ye gidiyoruz. Derekahve'nin adını Dere de Cafe olarak değiştirmiş yaratıcı (!) halkımız. Kahvenin Deresi yani. Dere kahvenin olabilir. Kim karışır ki buna, eşimden başka. Ama eşim kızacak. "Dilimizi katlediyorlar, kimliğimiz gidiyor elden." diye söylenip duracak.

Rağbet gören yerlerden biri burası. Bahçenin tam ortasından dere akıyor. Etraf yemyeşil. Boş masa kalmamış, her yer dolu. İlçe boşalmış sanki. Herkes Kaplan, Toptepe ve Derekahve gibi mesire yerlerinde almış soluğu. Baharın son günleri artık. Yaz kapıda. Bugünün de yazdan pek farkı yok ki, gölgede tam 32 derece. Tutuyorum kendimi kilo aldıracak bir şey yememek için. Çay da içmem zaten. Eşime eşlik etmek için küçücük bir dondurma yiyorum sadece.

Bugün aradı beni mutfakçı İlhan Bey.  Programa almak istiyormuş kararımızı verdiysek eğer, malum işlerin yoğun olduğu sezon başlamış. Ona pazartesi olmazsa eğer en geç salı gününe kadar döneceğimizi söyledim. Eve döndüğümde teklifini gözden geçiriyorum.

Yarın bir şekilde su işini çözmem lazım. Bir de şu Çeşme'deki ev işi için sözleşme ve vekaletname konularını çalışmam gerek. Salı gününe yine İzmir. Sabah Çeşme, öğleden sonra yine diş hekimindeyim.

8. gün (EK)'im:
BAŞLANGIÇ 75,2 KG




HEDEF
70,0 KG 

GÜN SAYISI
BUGÜNKÜ   
  KİLOM        


DEĞİŞİM (+/-) KG
HEDEFİME KAÇ KG VAR
          8
    73,4
    - 1,8
     3,4

17 Nisan 2016 Pazar

YİTİRİLEN UMUT, KÖY ENSTİTÜLERİ

Köy Enstitülerinin Amblemi
Neden bugün ben böyleyim? Duygusallık tavan yapmış, sevinç, öfke, özlem hepsi birbirine karışıyor.

17 Nisan 1940  tarihinde kurulan Köy Enstitülerinin 76. kuruluş yıldönümü bugün. Köy Enstitülerini konu alan ilk yazımı yazalı tam bir yıl olmuş. Ne güzeldi o gün. Blog yazarlığımın ilk günleriydi.  Geçen yıl burada yapılan etkinlik bu sene olmadı. Olduysa da benim haberim olmadı. Yöresel gazete, sivil toplum kuruluşlarının sitelerinde tören veya anma günü düzenleneceğine dair hiçbir haber görmedim.

Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve İlköğretim Müdürü İsmail Hakkı Tonguç döneminde Kurtuluş Savaşından sonraki en büyük hamle gerçekleşiyor. 1940-1946 yılları arasında en parlak dönemini yaşayan kurum, bu tarihten sonra  aklı kıt ve satılmış insanların gayretiyle kapatılana kadar yozlaştırılma sürecine girmiş. Müfredatın yarısı teorik diğer yarısı uygulamalı eğitimden oluşan bu nadide kurum, % 80'i köylerde yaşayan halkımızın kurtuluş destanını yaratmış.

Kapatıldığı 1954 yılına kadar Köy Enstitüleri, 1.308 kadın ve 15.943'ü erkek olmak üzere toplam 17.251 öğretmen yetiştirmiş. Halk tabanında bir Rönesans rüzgarı estiren bu kurumlarda öğrenci sayısı 1.500.000'e ulaşmış. Türkiye'nin 21 farklı bölgesinde üstelik hiçbir devlet desteği olmaksızın kurulan Köy Enstitülerinde ayrıca 9.000 eğitmen ve 600 köy sağlıkçısı yetişmiş. Ünlü Amerikalı filozof ve eğitimci John Dewey, bu güzide eğitim kurumlarına "hayalimdeki okullar" derken kapatılma gerekçesinin "komünist yuvası" olarak gösterilmesi trajikomik bir durumdur.

Hiç şüphem yoktur ki, eğer bu okulların önü kesilmeseydi ülkemizin gelişmişlik düzeyi, Avrupa ülkelerinden daha ileride olurdu. Halkın adalete olan güveninin tam olduğu, gelir dağılımının bu denli bozulmadığı, insanlar arasında dil, din, mezhep ve etnik kökenine dayalı ayrışmaların olmadığı müreffeh bir ülkede yaşardık. Köy Enstitülerinde eğitim görme şansına nail olup sayıları artık iyice azalmış insanlarımız, o günlerin kutsal atmosferini gözleri yaşlı anlatırlar.

Her köylü çocuğun aldığı derslerin yanı sıra dünya klasiklerinden senede en az 25 kitap bitirdiğini, en az bir müzik aleti çaldığını ve bütün öğrencilerin kızlı erkekli tiyatro oyunlarını sahneye koyduklarını düşünün bir kere. Yetmiş altı yıl sonra bugün, o okullar sadece hafız ve imam yetiştiriyor.    

Stalin'in ülkemizi tehdit etmesiyle başlayan süreçtir kapatma kararı. ABD'nin NATO desteğini sözde komünist yetiştiren Köy Enstitülerinin kapatılması şartına bağlaması ile sonuçlanmıştır. Bu yüzden dönemin iki süper gücü  ABD ve SSCB'nin ülkemize attığı en büyük kazıktır.

Rusya sahneden çekildi Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte. ABD hep var. Emperyalist, gaddar, kibirli, sömürgeci, katil Amerika... Paraya tapan, silah ve petrol tüccarlarının, kukla devlet başkanlarının ülkesi Amerika... Üniversite yıllarıma götürdü şimdi beni. Ateşler yakılırdı yurtların orta yerinde. Kocaman ateşler... Ateşin aydınlattığı saf yüzlere vuran sarı ışıklar. Genç ama gür çıkan sesler... "Mahir, Hüseyin, Ulaş. Kurtuluşa kadar Savaş." 


Askerler gelirdi Unimog (cemse derdik biz onlara) kamyonların içinde. TOMA'lar yoktu o zamanlar. Çünkü Tayyip de öğrenciydi, ya da okulunu bitirmiş, bakkallık yapıyordu. Su sıkmazdı cemseler bize. Onların su sıkacak mekanizmaları da yoktu zaten. Arkasında karşılıklı iki uyduruk kanepeyi iki manga asker doldururdu elleri tüfekli. O tüfekleri bile, bizi korkutmak için taşıdıklarına inanırdık.



Sonra bir Tuncel Kurtiz geldi, geçti bu dünyadan. Gür sesiyle Ümit İlter'in sözlerini haykırdı Amerika'ya. Ne güzel sözlerdi onlar öyle, ne güzel sesti o. Haykırdı o ses, 25.000 kişiye avazı çıktığı kadar. "Geçit yok" diye haykırdı! "Geçit yok Amerika'ya!"

Derine hep derine kazıyoruz...
Nerde çağımızın o altın kalbi?
Çağımızın altın kalbini arıyoruz,
Üzerimizde ağır bir yeryüzü,
Gökyüzünden uzakta, çok uzakta.
Nerde çağımızın o altın kalbi?
Çağımızın altın kalbini arıyoruz.

İşte bu yüzden böyleyim bugün. Ne güzel insanları yitirmişiz biz. Denizleri, Hüseyinleri, Mahirleri, Ulaşları, gencecik çocukları, Hasan Alileri, Tonguçları, İlterleri, Kurtizleri...

Ağlamamak elde mi yitirdiklerimize, ülkemin kaderine
Memlekette adam yokmuş gibi,
Yitirilenler yerine, gönderilenleri gönderene,
İsyan etmemek elde mi?

  

GÜZEL BİR GİRİT TÜRKÜSÜ, FURTUNA


Bugün bir o yana bir bu yana savrulan ruhum, ataların toprağında vücut buldu. Bu türkü bende takılana kadar kaç yazardan, kaç bestekardan geçtim, kaç öykü okudum. En sonunda hepsini unuttum ve "Furtuna"'da karar kıldım. Bakalım beğenecek misiniz?

SANA SÖYLEDİM, YİNE SÖYLÜYORUM

Pek çok sanatçı seslendirmiş bu türküyü. Ama ben en çok Sakina Anadolu Dörtlüsünün (Anadolu Quartet) ve güçlü sesiyle Yunanlı şarkıcı Natasha Bofiliou'nun enstrümansız yorumunu beğendim.





Sözleri İngilizce ve Türkçe olarak şöyle;

I told you once and say it again
Don't go down to the sea shore
The sea makes waves
it will take you and get lost (in the waves)

If it takes me it will take me
down to the deep waters
I'll make my body a boat
and my hands oars
my handkerchief a sail
I come and go to the shore

I told you once and say it again
don't write me any letters because
I don't know letters (meaning don't know how to read)
and I start crying"





Sana söyledim ve yine söylüyorum

Sahile inme
Denizde fırtına olur
Dalgalar alır seni götürür

Beni de alırsa eğer oraya,
O derin sulara,
Vücudumu tekne yaparım
Ellerim kürek olur,
Mendilim bir yelken,
Alır seni karaya çıkarım.

Sana söyledim ve yine söylüyorum
Bana mektup yazma
Ben mektup okuyamam.
Sonra beni ağlatırsın... 

Bu türküyü bir de Yabancı Damat dizisinden hatırlayacağımız Özgür Çevik farklı sözlerle şöyle seslendirmiş.

Fırtına
Söylemiştim sana gitme
Gönlünün sahiline
Seni alırsa fırtına
Dayanamam yokluğuna
Kalbim sandal olur uğruna
Rüzgâra yelken olur
Gözyaşım benzer yağmura
Savrulurum yokluğuna