KATEGORİLER

18 Eylül 2017 Pazartesi

CEVİZLER TAMAM

16/09/2017 Cuma, Tire

Cevizler toplandı, yeşil kabuklarından soyulmayı bekliyor. Bulaşık makinesi altından su kaçırıyor. Burada işten anlayanı bulmak oldukça zor. İzmir'den nasıl gelir buraya servis? Azmin elinden ne kurtulur ki? Tesisatçıyı çağırıyorum. İyi ve akıllı bir çocuk. "Yok abi, bu benim anlayacağım iş değil." Bayılıyorum böyle durması gereken yerde duranlara. Yapmaya soyunup daha çok bozmuyorlar en azından. Tanıdıklarını arıyor. Verdiği telefon numarasını arıyorum. Kendi haline bıraksam ne zaman gelir belli değil. "Ben gelip alırım seni." diyorum.

Böylece şehir yayla arasında git-gel trafiği başlıyor. Gelen teknisyen bir şey yapamıyor. Bir arkadaşını arıyor. "Makineyi almamız lazım." diyor ona. Doblo bir aracı varmış. Şenol'u şehre bırakırken durum değişiyor. Bugün iyi günümdeyim. Üçüncü teknisyeni yanıma alıp yeniden yaylaya çıkıyorum. Makineyi almadan yerinde tamir edeceğini söylüyor. Yarım saat sonra işlem tamam. Üzerimden büyük bir yük kalkıyor.

Öğleden sonra misafirlerimiz İzmir'den. Tabelamızı görüp gelmişler. Oldukça memnun ayrılıyorlar. Facebook'ta bir beş yıldız daha alıyoruz onlardan. Çevre ilçelerden birinin Kültür ve Turizm Müdürü geliyor yakışıklı oğluyla. Böyle turistik bir yerin yollarını nasıl yaptırmaz belediye diye şaşırıyor. "Başkan'la birlikte gelelim bir akşam." diyor, "Çok sever böyle yerleri."

Bin bir türlü davranış şekline tanık oluyoruz. Gelenlerin ekonomik durumları etken yeyip içtiklerinde belki ama her zaman değil. Geliri fazla olmayan gençler arkadaşlarından duyup ziyaretimize geliyorlar. Fazla bir siparişte bulunmamaya özen gösteriyorlar. Az yiyor, bol fotoğraf çektiriyorlar. Belli ki Taş Ev'de misafir olmak onlar için bir ayrıcalık. Esas anlatmak istediğim onlar değil zaten. Öyle misafirlerimiz oluyor ki sipariş ettikleri mezelere masa yetmiyor. Bazıları bir ya da iki mezeyi yeterli buluyor. Çoğunlukla meze tabaklarında küçük bir parça kalsa dahi boşalmış tabağı almama müsaade etmiyorlar. "Şu son lokmayı da alayım ondan sonra." Benim garibime giden zayıf ve narin yapıda olan misafirler. Yiyebileceklerinin çok üzerinde meze sipariş ediyorlar. Her birinden küçük bir kısmını yiyorlar. Tabakta kalan huzursuz ediyor doğal olarak bizi. Soruyorum, "Beğenmediniz mi?" Hararetli bir şekilde karşı çıkıyorlar. "Hayır, hepsi çok güzel ama fazla geldi bize." İşte onlardan birini ağırlıyoruz. Genç bir çift, yakışıklı genç bir beyefendi, yanında çıtı pıtı narin bir hanımefendi. İlk kadehten sonra küçük hanımın ağzı kaymaya başlıyor. Gözleri kapanıyor. Beyefendi tam aksine yaşının üzerinde bir olgunluğa sahip. Bulutların üzerinde uçuyorlar. 

Akşam misafirleriyle güzel vakit geçiriyoruz. Onlar erkenden kalkınca elemanları eşimle birlikte bırakıyoruz şehre. Ayhan Usta hala açık (!) Hemen dükkanına dalıp Tire'nin en güzel dondurmasını yiyoruz.

17 Eylül 2017 Pazar

KAPLAN KÖYÜ

15/09/2017 Cuma, Tire

Hava yeni aydınlanıyor. Erdal kapıya dayanır birazdan. Avluya çıkıyorum. Verandadan Kaplan Köyünü seyrediyorum. Tertemiz serin havayı içime çekiyorum. Venüs kulübesinin yanında mışıl mışıl uyuyor. Beni fark edince şöyle bir başını kaldırıp yeniden kafasını patilerinin arasına alıyor ve uyuklamaya devam ediyor. Gidip demir kapıyı açıyorum. Beş dakika gecikmeyle geliyor Erdal. Hemen ağaca tırmanıp elindeki uzun sırıkla cevizleri düşürmeye başlıyor. Diğer ceviz toplayıcılarını almadan eşime "Saganaki" yapıyorum, çok beğeniyor. Ara sıcak olarak menümüze eklemeyi düşünüyorum. Kullandığım peynir biraz tuzlu sadece. Tuzunu atmak için belki biraz suda bekletirsek iyi olacak.

İşçileri almaya gidiyorum. Üç saat sonra tekrar şehirden elemanları alacağım. Elemanlar nazlı nazlı çalışmaya başlıyorlar. Yanlarında epey erzak getirmişler. Sık sık mola verip bir şeyler atıştırıyorlar. Öğlen İzmir'den gelen misafirlerimizle sohbet ediyoruz. Navigasyonla bulmuşlar bizi. Yemeklerini ağır ağır yerken yaylanın temiz havasını soluyorlar. Yapı kimyasalları üreten bir firmanın elemanlarıymış. Yine ortak bir konu yakalıyoruz.

Ceviz toplayıcıları işlerini bitirmeye yakın Erdal ile yukarı yaylaya çıkıyoruz. Hiç soluklanmadan zirveye varıyorum. Buradaki ceviz ağaçlarının üzerinde fazla meyve yok. Akşam misafirlerini ağırlıyoruz. Her şey yolunda.

16 Eylül 2017 Cumartesi

CEVİZ ZAMANI

14/09/2017 Perşembe, Tire


Sabahın köründe kalkıyorum. Saat daha yedi bile değil. Erdal gelmeden kapıyı açıyorum. Motosikletle iki silkeleyici geliyor. Saat sekizde bir silkeleyici ve toplayıcı kadınları alacağım.

Cevizler toplanmaya başlıyor bugün. Getirdiğim ekipte iki silkeleyici güzel iş çıkarıyor ama diğeri başlarında müdürlük yapmaya gelmiş. Getirdiği kadınların yüzü suyu hürmetine sesim çıkmıyor.

Restoran çalışanlarını almak üzere yeniden şehre iniyorum. Alt yaylanın cevizlerinden başlıyoruz. Akşam çabuk oluyor. Misafirler basmadan ceviz ekibini şehre geri götürüyorum. Yarın yine alt yaylada çalışmaya devam edecekler. Gündüz saatlerinde Bayındır'dan Taş Ev'in methini duyan bir aileyi karşılıyoruz. Küçük kızları kabak çiçeği dolmasını bir çırpıda götürüyor. Akşam rezervasyonları sırayla gelmeye başlıyor.


Geçenlerde genç bir çift evlilik teklifinde bulunmuştu Taş Ev'de. Patronuna anlata anlata bitirememiş Taş Ev'i. Mutlaka gidip bir görün, yemeklerinden tadın, manzaranın, müziğin keyfine varın demiş. Çocuk kendi aradı rezervasyon için. Hem de patronlarına ayırtmak istediği masayı tarif ederek. İlk kez geldikleri Taş Ev'in sıcaklığı çok etkiliyor konukları. "Tabaklar evimizdeki gibi, hiç restoran havası yok." Salonda televizyon olmaması hoşlarına gidiyor ayrıca. "Bütün restoranlarda TV de maç izleniyor artık." diyor hanımefendi.  Cuma akşamına aldırmadan içkilerini söylüyorlar. Her geçen gün içki içmede gün ayrımının kalkması sevindirici. Misafirlerimiz memnun ayrılıyorlar, "Daha çok geliriz." diyerek. Şimdiye kadar nasıl keşfetmedik burayı diye dertleniyorlar. Küçük bir yer olduğu için herkes birbirini tanıyor. Memleketimin güzide adetleri su yüzüne çıkıyor. Verandada oturan masa yukarıdakilerin hesabını kendisine yazmamı istiyor. Diğer masalara içki veya meyve ikram edenler hiç de sıra dışı değil.   


15 Eylül 2017 Cuma

PERIPETEIA

13/09/2017 Çarşamba, Tire

Sıcak bir sonbahar günü. Dün Erdal ile anlaştık. Yarın cevizler toplanacak. Elemanları getirdikten sonra ikinci kez iniyorum şehre. Bir kaç parça alışverişin ardından cevizleri silkelemek için iki uzun sırık alıyorum. Geçen seneden tecrübeliyim bu uzun sırıkları yaylaya çıkarmak için. Açılabilir arka bagaj penceresi çok işime yarıyor. Sağ tarafta dikiz aynasının üzerinden geçirdiğim sırıkların arka ucuna naylon bir poşet bağlıyorum.

Gün çabuk geçiyor. Misafirlerimiz Aydın'dan çıkıp gelmişler. Daha gelecek arkadaşları varmış. İsmimle hitap ediyorlar ama ben onların adlarını bilmiyorum. "Salı günü kapalı olduğunuzu bildiğimiz için çarşamba geldik." diyorlar. "Tabii, az yol değil geldiğimiz." Artık salı değil pazartesi günlerinin tatil günümüz olduğunu söyleyince şaşırıyorlar. Uzunca bir süre keyifli sohbetleri devam ediyor. Ayrıldıktan sonra sandalyelerin birinin üzerinde bir cüzdan düşürmüşler, içi kredi kartı dolu. Dönerler diye bekliyorum ancak ne dönen ne arayan oluyor. Yarın sabah ayılınca ararlar nasıl olsa.

Geçtiğimiz iki gün hakkında bir şeyler yazmak isterdim. 11 Eylül sadece eşimin doğum gününü hatırlatmıyor artık. ABD'de ikiz kulelerin vurulduğu tarih. Genel Müdürümün odasında tesadüfen naklen izlemiştik bu olayı seneler önce. Daha sonra Orta Doğuyu kana bulayacak bir süreç başlatmıştı stratejik ortağımız(!) Amerika. Nedense 11 Eylül ile 15 Temmuz arasında bir benzerlik seziyorum. Her ikisi de kurmaca gibi geliyor. Elbette birincisi daha profesyonel.

12 Eylül ise yine oyun kurucu ABD'nin bizim çocuklara yaptırdığı askeri bir darbe. İşin iç yüzü seneler sonra ortaya çıkıyor. Bakalım daha ne iç yüzler göreceğiz.

Geç vakit misafirlerimizi uğurladıktan sonra yüksek sesle klasik müzik dinlemek yeni alışkanlığım. Garip bir şekilde haz alıyorum gece yarısı dinlediğim müziklerden. Günün bütün görev ve sorumlulukları sona ermiş, kendimle baş başa... Hafiften bir sırt ağrısı başlasa da çok önemsemiyorum. Oturduğum sandalyenin arkasını yastıkla besleyince geçiyor. Taş Ev'i faaliyete geçireli tam bir yıl olmuş. 

"Evdeki Yazar" dan güzel bir kelime öğrendim. "Peripeteia", yani kaderin aniden değişmesi. Daha ziyade drama terimi olarak geçen bu sözcük değerli yazar arkadaşımın farklı bir iş yaşamına start vermesi nedeniyle kullanılmış. Yazgıda ortaya çıkan köklü değişiklik. İlk aklıma gelen fakir bir insana piyangodan büyük ikramiye vurması. Ya da zengin birinin iflas etmesi. Yani uç noktalarına örnekler verdiğim, olabilecek büyük değişikliklerin her türlüsü. 

Uzun bir aradan sonra mesleğe geri dönerek olayı "Peripeteia" tanımının içinde düşünmesinin belki de en geçerli nedeni böyle bir düşüncenin kafadan iyice silinmiş olması. İş hayatında yaşanan olumsuzluklar, bilerek ve isteyerek ona yazarlık gibi farklı bir dalda hayatını sürdürme kararını aldırmış olabilir. Bu şekilde düşünülerek verilmiş bir kararın "Peripeteia" olarak değerlendirilmesi zorlama olmasının yanı sıra bir anda karşılaşılan ve yaşantıyı köklü bir şekilde değiştirebilecek iş teklifi söz konusu terimde karşılığını buluyor.  

Benim durumum farklı. Yaşantımın ikinci bölümünün henüz ilk perdesinde sayılırım. Emeklilik değil kast ettiğim. Zira emekli olduktan sonra hayatımda hiçbir değişiklik olmadı sayılır, aldığım emekli maaşından başka. "Peripeteia" hiç beklemediğim bir anda geldi beni buldu. En az on yıl daha yaparım dediğim mesleğimi aniden bıraktım. Yirmi yıla yakın bir süre çalıştığım bir işti. Çoğuna göre incir çekirdeğini doldurmaz bir olay yüzünden. Olaya sebep olan kişi üç ay sonra arabasıyla bir kamyona arkadan bindirdi ve hayatını kaybetti. Yaşça benden biraz küçük ama şirkette benden daha eskiydi. Onca yıllık iş arkadaşım olmasına rağmen haberi aldığımda üzüldüğümü söyleyemem. Sevinmedim de. Kayıtsız kaldım. İşten ayrılma kararımın sebebi olan bu arkadaş, haksız davranışının bedelini canıyla ödemiş olduğunu düşündüm. 

Memlekette mesleğimle ilgili bana iş mi yok? Var elbette ama kızımın ilk  tayin yerinin doğu illerinden biri olacağına kendimizi alıştırmaya çalışırken hiç beklenmedik bir şekilde tayinin Tire'ye çıkması üzerine eşimin aniden ortaya attığı biz de Tire'ye yerleşelim fikrinde birleşmemiz sonucunda kader bizi Kaplan'a sürükledi. Böylelikle yeni bir yaşama adım atmış olduk. İlk yıl yaylanın bayır arazinde düşe kalka çiftçiliği öğrendim. Her gün en az dört beş işçi çalıştırdığım halde kendimi denemek için koca ceviz çuvallarını taşıdım. Defalarca yanımdakilere hangi ağacın kestane, hangisinin ceviz olduğunu sordum. Bu ceviz ağacı dediğimde "Hayır o kestane." cevabını almaktan yılmadım. Komik ve eğlenceli buluyordum bu hayatı. Bu arada bildiğim bir iş olan  Taş Ev'in inşaat işleri ile uğraştım. İşçilerin kaprislerine, sözlerinde durmamasına alıştım. En önemlisi bu hengamede fazla kilolarımdan kurtuldum. Blog yazarlığına başladım. Son bir yıldır restoran işletmeciliğine soyunduk. Ne yazık ki okumaya eskisi kadar zaman ayıramıyorum. Yeniden bir "Peripeteia" ya hazır mıyım? Hazır olsam zaten "Peripeteia" olmaz. 

14 Eylül 2017 Perşembe

GÜZEL BİR GÜN

12/09/2017 Salı, Tire

Eşim erkenden kalkmış, işleri bitirmiş. Öyle dalmış ki işlere, seslenmedi bile bana. Oysa bugün büyük pazar var, bir sürü alışveriş. "Gördüğün her şeyden al." diyor. Vakit geçirmeden fırlıyorum. Kalaycının karısı kurutmalık biberlerden getirmemiş. "Söyleseydin ya." diyor. Küçük pazara getirmeye çalışacakmış bakalım. Pazar alışverişi biter bitmez elemanları alıyorum. Kasap bonfileyi yarın verebileceğini söylüyor. 

Yaylaya döner dönmez hummalı bir çalışma başlıyor. Kapya biberler közlenip temizleniyor. Köfteler hazırlanıyor. Dün hiç hazırlık yapmamamıza rağmen işler tıkır tıkır yürüyor. Yemeğimizi yedikten hemen sonra komşu ilçelerden birinin belediye başkan yardımcısı geliyor arkadaşıyla. Verandada oturuyorlar. Salona çıkıp muhteşem manzaraya hayran kalıyorlar. Başkanın ağzından ilk dökülen sözler samimi duygularını açığa vuruyor. "Meclis toplantılarından birini burada yapalım." Meclis üyeleri kaç kişi ki? "Turlar gelmiyor mu buraya?" diye soruyorlar merakla. "Aman gelmesinler, burası sakin, kafa dinlenecek bir yer." Artık ne turla gezmek isterim, ne de tur ağırlamak. Mezelere, yemeklere bayıldıklarını söyleyerek ayrılıyorlar. 

İlçenin önemli yöneticilerinden biri arıyor. Epey bir zamandır görünmüyordu. Evlilik yıl dönümleriymiş., eşiyle birlikte yemeğe geleceklermiş. Mezelere ve ızgaraları başarılı buluyorlar. Günün önemine binaen kestikleri büyükçe bir pastanın küçük bir kısmını yedikten sonra kalanını diğer misafirlere ikram etmemizi istiyorlar.

Geç vakit gelen gençler gurubu arkadaşlarının yaş günü için toplanmışlar. El ayak çekilince içkinin de tesiriyle bizim verandayı dans salonuna çeviriyorlar. Geç vakit kalktıklarında eşim uykuya hazırlanıyor. Misafirlerimizi uğurluyoruz. Dışarıda bir kıyamet. Venüs'ü bırakmaya fırsat bulamazken o çoktan tasmasından kafasını sıyırmış. Tavuğun canhıraş bağrışmaları Fifi'nin havlamasına karışıyor. Venüs kümese dalmış, ağzında bizim kara kızlardan biri ağzında. Peşinden koşturuyorum. Zor bela ağzından bırakıyor ama kara kız çok korkmuş. Alıp kümesine bırakıyorum. Yaşaması için dua ediyoruz. Venüs cezalı, suyunu mamasını verip kulübesine kapatıyoruz. Anlar mı yaptığını? Çok zor. 

El ayak çekilince keyif zamanı. Dinlerken büyük keyif aldığım Vivaldi'nin dört mevsimi çalıyor. Soğuk bir bira açıp günün yorgunluğunu atıyorum. Korkarım bu keyif alışkanlık yapacak.

13 Eylül 2017 Çarşamba

11 EYLÜL

10/09/2017 Pazar, Tire

Pazar günü sakin başlayan günümüzü ceviz kırarak, değerlendiriyoruz. En çok tükettiğimiz malzemelerden biri olduğundan her fırsatı değerlendirmek gerek. Çıkıp terasta kuruyan domatesleri topluyorum. Akşama doğru hareket başlıyor. Hepimiz işimizin başına dönüyoruz. Misafirlerimizin hiç biri rezervasyon yapmadan geliyorlar; üstelik anlaşmış gibi hepsi bir anda. Yeni elemanlar yavaş yavaş neyin nerede olduğunu öğrenmeye başladılar. Salataların hazırlanması, sebzelerin yıkanması gibi işlerde yardımcı oluyorlar. 

Aklımda yarın için yapacağımız plan var. Kızımla birlikte eşime güzel bir gün yaşatmak istiyoruz. 11 Eylül onun doğum günü. Üstelik tatil günümüze rastlaması güzel bir tesadüf. Belki de restoran açılalı beri ilk kez tam anlamıyla tatil yapacağız. Salı pazarından alışveriş yaptıktan sonra tüm hazırlıkları aynı güne bırakmaya niyetliyiz. Eşim de ilk kez tez canlılık yapmıyor her nasılsa. Kapanış saatine yakın müdavim misafir ailelerimizden biri geliyor. Hemen siparişlerini veriyorlar. İki kız kardeş eşimin krema soslu makarnasına hayran. Onun üzerine ızgara köfte söylüyorlar. Çoğu zaman misafirlerimiz şefin tavsiyesini sorarlar. Ben genel olarak tercihi kendilerine bırakıyorum. Beğeniler kişiye göre değişir çünkü. Diğer taraftan elinde kalanları satmaya çalıştığımı düşünmelerini istemem.

İşin doğrusu genç kızların yemek tercihi benim de hoşuma gidiyor. Bunu eşime söylüyorum. "Ben de olsam aynı siparişi verirdim." Kremalı mantarlı yassı spagetti tam kıvamında pişirilerek servis ediliyor. Tabakta bir buçuk porsiyon olarak istedikleri iki porsiyon gibi duruyor. Eşime takılıyorum. "Bu çok fazla, bir tabak da bana çıkar bundan." Misafirlerimize fazla geleceğini düşündüğüm duble makarna tabağı tertemiz geliyor. Beyefendinin tercihi günün en fazla sipariş alan sıcağı. Mantarlı bonfile sote. Jet hızıyla yemeklerini yedikten sonra kahvelerini içip kalkıyorlar.

"Bodrum'a mı gitsek, internetten rezervasyon yapayım?" diye soruyor kızım. Eşimle planlarımızı paylaşıyoruz. Sabaha karşı varırız, gün boyunca da otelde uyuruz artık. Bu fikir pek alıcı  bulmuyor. Gecenin bu vaktinde yola çıkmaktan vazgeçiyoruz. Şehirdeki evimize dönüyoruz. 

11/09/2017 Pazartesi, Seferihisar

Sabah erken kalkıyoruz. İlk işim eşime gösterişli bir çiçek yaptırmak. Altımızda yeni açılan çiçekçi bu işi görür. "Öyle bir buket hazırla ki şimdiye kadar yaptıklarının en iyisi olsun." diyorum çocuğa. Bu esnada çarşıya gidip eşimin sevebileceği güzel bir hediye alıyorum. 

Dönüşte arabamı oto yıkamacıya bırakıyorum. "Dönüş saatim belli değil, anahtarı benzinciye bırakın oradan alırım." diyorum. Artık çoğu insan tanıyor beni burada. Ev yakın, yürüyerek gidiyorum. Bir kolumda çiçek bir elimde hediye paketi eşimin doğum gününü kutluyorum. Çok hoşuna gittiği belli. "Nice güzel yıllarımız olsun hep birlikte." 

Kızımın arabasıyla Selçuk'a doğru yola çıkıyoruz. Yol üzerindeki bir kır bahçesinde kahvaltımızı ediyoruz. Her pazar misafirlerimizin önüne koyduğumuz bir sürü kahvaltılık bu kez bizim önümüze geliyor. Hizmet etmenin keyfi başka, hizmet almanın daha başka. Her ikisinin tadını bilmek en güzeli. Kahvaltıdan sonra yolumuza devam  ediyoruz. Yolda tartışıyoruz. Urla'da bir Özbek Köyü var, çoktandır gitmedik. Hem mezeleri güzel, hem de balıkları taze. Otobanda ilerliyoruz. Kahvaltıdan yeni kalktığımız, üstelik bazlama ekmeği ile karnımızı tıka basa doyurduğumuz için kimsenin yiyecek hali yok. Urla sokaklarında serseri mayın gibi dolaşıyoruz. Bunu biz her zaman yaparız. "Bademler köyüne gidelim." diyor kızım. "Ne var Bademler köyünde?" Tiyatro oynanan ilk köymüş. Köylüler oyuncu oluyorlar, yıl boyunca rollerine hazırlanıyorlarmış. "Eeee?" "Daha sonra oyunlarını halka sergiliyorlarmış. Bu gelenek yıllar boyu devam edegelmiş." Muziplik olsun diye araya giriyorum. "Şimdi gitsek bize de oyunlarını sergilerler mi?" Eşim soruma aldırış etmeden bir bilgi daha veriyor. "Susuz Yaz" filmi de bu köyde çekilmiş."  

Kızımın kaptanlığında Bademli köyünden çıkıp alakasız yerlere savruluyoruz. Sağımız solumuz incir ağacı. Eşimin en çok sevdiği meyve, incir. Ama dalından kendisi koparırsa. "Yol üstündeki ağaçların birinden iki tane yesek hırsızlık sayılmaz değil mi?" Göz hakkı denilen bir şey var en azından. Durup olgun incirlerden topluyoruz, oracıkta yiyeceğimiz kadar. "Yok" diyor eşim, "Bizim incirler daha güzel." Urla sokaklarında turumuz devam ediyor. Arada konut sitelerini geçiyoruz tali yollarda ilerlerken. Daha bir sürü arazi var. Boş değil, zeytin ve incir ağaçları var seyrek de olsa. 

Ana yola çıkıyoruz. Bir markete uğrayıp susuzluğumuzu gideriyoruz. Yavaş yavaş acıkmaya da başladık ama nereye gideceğimiz hala belli değil. Yol üstünde bir Starbucks Coffe görüyoruz. Birer kahve içmek üzere dalıyoruz içeri. Dışarının sıcağından sonra içeride klimanın serinliğiyle ferahlıyoruz. Ben soğuk bir kahve söylüyorum. Adı aynı da olsa her Starbucks Coffe aynı olmuyor. Muscat'ta içtiğim soğuk kahve nerede bu nerede? Dörtte üçüne buz kattıkları için iki yudum sonra insanın elinde buz dolu koca bir bardak kalıyor. 

Özbek köyünün yanından geçip rotayı Teos'a çeviriyoruz. Güzel bir yer varmış orada. O da ne? Kocaman bir tabela karşılıyor bizi. "Pazartesi günleri kapalıyız." Gerisin geriye dönüyoruz. Artık karnımız iyice acıkmaya başladı. İnternette en güzel yorumları alan bir restorana doğru yönümüz. Sığacıkta bu yer. Taverna havasında, Yunan müziği çalıyor. Hava henüz kararmamış ama bütün masaların üzerinde "Reserved" yazıyor. "Bak gördünüz mü? Butiklere takıla takıla burayı da kaçırdık." Yaşlı bir teyze işletiyormuş bu Restaurant'ı. Hemen bizi buyur edip "İstediğiniz yere oturabilirsiniz." diyor. Bir anne kedi, üç minik yavrusuyla yanımıza geliyor. Hepsi bir yumak oluyor. Birinin karnı acıkmış, annesinin altına giriyor. Diğerleri sırasını beklerken anneleri onları yalayarak temizliyor. Hem ziyaret hem ticaret. İçeri girip vitrinden meze çeşitlerine bakıyoruz, belki ilham olur bizim için. Bizden farklı olarak deniz ürünlerinden yapılan mezeler var. "Saganaki" hoşumuza gidiyor. Menümüzde neden olmasın? Ben enginarlı karides güveç sipariş ediyorum. Kaşık salatası çoban salatasından farklı değil. "Biz kaşık salatası istemiştik." Garson önümüzden salata kasesini alıp az sonra geri getiriyor. Giden ile gelen arasında pek fark yok. Soruyorum Konyalı garsona "Ne değiştirdiniz?" "Biraz daha ufalttık domates ve salatalık boyutlarını." "Kaşık salatanın ekşili suyu olmaz mı?" "Biz böyle yapıyoruz."

Enginarlı karides güvecim geliyor. İştahla yemeye hazırlanırken, toprak güveç kap altındaki tabaktan kayarak yere iniyor. Garson önümüzdeki yavru kediye basmamak için dengeyi kaybedince kedilere sürpriz bir ziyafet çıkıyor. Kalamar pek hoşumuza gitmiyor. Yeterince yumuşak değil. Bazı restoranlar çok güzel yapıyor tavasını. Balığımızı yedikten sonra kalkıyoruz. Kızım bizi Gaziemir'e yetiştiriyor. Minibüs kalkmak üzereyken son yolcu olarak bizleri alıyor.

Torbalı'ya kadar yanımda oturan genç adamın telefonunda oynadığı çocuk oyununa bakıyorum göz ucuyla. Sırtımdaki ağrı uyumama engel. Torbalı'yı geçtikten sonrasını hatırlamıyorum. Şoförün sesi tatlı uykumu bölüyor. "Hastanede inecekler..." Eşim de uyuya kalmış. Sesleniyorum. Minibüsten uyku sersemi inip yıkamaya bıraktığım arabamızı alıyor, yaylamıza çıkıyoruz. Ooo, çok geç oldu, yarın büyük pazar var.

10 Eylül 2017 Pazar

ORTAYA KARIŞIK

08-09/09/2017 Cuma, Cumartesi, Tire

Dün gün içinde gelen iki gençle iyi vakit geçiriyoruz. Biri Almanya'da yaşıyor, arkadaşı aslen Bayındırlı ama İzmir'de oturuyor. Gezmeye gelmişler Tire'yi. Yolları nasıl onları Taş Ev'e getirdi bilmem ama buradan çok büyük keyif aldıkları her hallerinden belli. Her baktıkları yer bir fotoğraf karesi... Bol bol fotoğraf çekiyorlar, kurumakta olan domates ve biberleri, Taş Evin her bir köşesini, çalışanların kabak çiçeği dolması sarışlarını... Bir anda mutfakta beliriyorlar. Eşim her zaman olduğu gibi telaşlanıyor. Mutfakta tezgah üzerinde hiçbir şey olmamalı. Fotoğraf karesine girebilecek çöp kovası bile tedirgin ediyor onu. Oysa çalışan bir mutfağın görüntüsünü almak istedikleri. Salonda oturuyorlar, manzara fotoğrafları çekiyorlar, sipariş edip keyifle yedikleri mezelerin, keşkeğin fotoğrafını çekip paylaşıyorlar. Fotoğraf çekmeleri yetmiyor video kaydı yapıyorlar. Türkiye özlemi içinde kor bir alev gibi yanıyor Almanya'da yaşayanın. Kuru kırmızı biber almak istiyorlar. İhtiyacımız olanı kurutabiliyoruz oysa. Çektikleri sayısız fotoğraf ve videoyu sosyal medyada paylaşıyorlar, altına "Harika bir yer burası." kaydını düşüyorlar. Kara kızların yumurtaları, organik ve katkısız reçel kavanozları sosyal medya aracılığı ile yakınlarına ulaşıyor. Şehre indikten sonra geri geliyorlar, acaba ne unuttular derken, "Reçel siparişi aldık Almanya'dan, gerisin geriye döndük geldik."  Paylaştıkları fotoğrafları gören yakınları Taş Ev'e has organik reçellerimizden ısmarlamış. 

OSB'den bir müdür ağırlamışız bir müddet önce. Kayınpederine anlatmış Taş Ev'i. "Tire'de yeni bir yer açılmış, Taş Ev diye. Mutlaka gidin görün." Beyefendi Ankaralı, eşi Torbalı'dan. Hayatımın yarısından fazlasını yaşadığım şehir Ankara. Bu yüzden Ankaralıları yarı hemşehrim sayarım. Bahçelievler'deki bir okulda İngilizce öğretmeniymiş. "Çocuklarla yine geleceğiz mutlaka, bayıldık buraya." diyerek ayrılıyorlar.  

İlk açıldığımız günden beri bizi yalnız bırakmayan misafirlerimizden biri telefon ediyor. "Açık mısınız?" Tatil günümüzü değiştirdiğimizden bu yana bu soru çok sorulmaya başladı. Gelecek olanın önceden araması büyük incelik. Ama onun gibilere her zaman kapımız açık. "Bayan arkadaşlarımızla geleceğiz bu akşam." diyor telefonun ucundaki hanımefendi. Her zamanki yerlerine alıyoruz. En çok sevdiği Fellah köftesiyle başlıyorlar. Masayı donatıyoruz. İş arkadaşlarıymış. "Bütün kızlar toplandık." şarkısını hatırlatıyorlar bana. Sohbet koyu, hava güzel... Canları şeftali istiyor. Gidip bahçedeki ağaçtan topluyorum. Öyle kocaman değiller, hatta normal şeftaliye göre oldukça küçük kalırlar. Hormonsuz, ilaçsız. Ağızlarına götürür götürmez aldıkları tat onları çocukluklarına götürüyor. "Bu çocukken yediğimiz şeftalilerin tadında, çok hoş." 

Sabah yataktan kalkarken sol bacağıma müthiş bir kramp giriyor. Hareket ettikçe dayanılmaz bir acı çekiyorum. Kalkmak istiyorum, bu kez sol baldırımda ayrı bir kramp çıkıyor ortaya. O kadar kuvvetli bir acı ki bağırmak istiyorum. Bağırsam kramptan kurtulur muyum? Düşününce bağırmanın gereksiz olduğunu düşünüyorum. Bir süre hareketsiz bekliyorum. Şöyle hafifçe hareket edip yokluyorum. Yok, geçecek gibi değil, ayaklarımı oynattıkça daha şiddetli bir acıyla kıvranıyorum. Geç kalacağım, zor bela yüzü koyun yatar pozisyona geliyorum. Ağrı şiddetini azaltıyor. Usulca, yoklayarak yataktan kalkıyorum. Elemanları toplayıp yeni bir güne açıyoruz pencereyi.

Bugün 9 Eylül, İzmir'in kurtuluşu. Bütün yurtta coşkuyla kutlanıyor. O Atatürk posterlerinin, Türk bayraklarının altında olmak isterdim, unutturmaya çalıştıkları kurtarıcımıza sahip çıkmak adına. Müfredattan Atatürk'ü anlatan ne varsa çıkarmışlar. İlköğretime başlayan yeni nesil Atatürk'ü bilmeyecek. Onun bir ideali vardı, çağdaş, laik bir yönetim, modern, eğitimli bir toplum, kadın erkek eşitliği. Kıymeti bilinmedi. 

İkiçeşmelik Caddesine koşardık çocukken resmi geçidi izlemek için. Efsane belediye başkanı Osman Kibar, nam-ı diğer Asfalt Osman, üstü açık bir araba içinde ayakta dikilir, halkı selamlardı. Süvariler geçerdi önümüzden. Bazen yürüyüş tıkanır, atlar nefes alırdı. Çok mu sıcak olurdu o günler? Atın üzerinden inen asker tören kılıcının keskin olmayan tarafı ile alımlı doru atının kalçasını sıyırır, yerlere şakır şakır hayvanın teri boşalırdı. Bakıldığında hiç belli olmayan bu sıvı atın tüyleri arasında nasıl kendine yer buluyor çözemezdim. Süvarilerin arkasından özel olarak süslenmiş, firmaların reklamını yapan kamyon ve kamyonetler, bazen traktörler bir karnaval havasında geçiş merasimine katılırdı. Araçların üzerindeki yöresel giysiler giymiş genç kızlar kalabalığın içine imal ettikleri ürünlerden oluşan küçük eşantiyonlar savururdu. Bazen bir şeker, bazen bu özel gün için paketlenmiş kuru incir, küçük ambalajlar içinde toz deterjan ya da tanıtım broşürleri...  Çoluk çocuk küçük bir çikolata, ya da bisküvi kaparım ümidiyle araçların etrafında koşturup dururduk. Ve nihayet bu özel gün için hazırlanmış okul grupları, ellerinde trampetlerle günümüze neşe katarlardı. Çok gösterişli olmasa da bize yeterdi bayram havasındaki bu eğlence. Bayram günleri bile sönük kalırdı yanında. Akşam olmadan dönerdik evlerimize. Şimdi müzelerde yerini bulan eski model radyomuzda 19.00 ajansını dinlerdik. "İzmir'in kurtuluşu bütün yurtta coşkuyla kutlandı." Ne şehit haberi duyardık radyodan o zamanlar, ne kadın cinayeti. Fetö'ye kol kanat gerilmezdi o zamanlar.

Öğleden sonra hanımlar acı biberleri iplere diziyorlar. Bu işe alışık oldukları belli. Kilolarca biberi bir çırpıda hallediyorlar. Verandaya açılan demir parmaklıklı kapı geçen sene olduğu gibi bu sene de kırmızı gerdanlıklarla süslenince Taş Evin havası daha bir güzelleşiyor. 

Akşamın erken misafirleri yakında evlenecek bir çift. Delikanlı benim gençliğim gibi. Mantar sevmez, dereotu, sarımsak yemez. Onu yemez, bunu yemez. Onca meze arasından yiyebileceği üç meze çıkıyor zorlukla. Kızın çekeceği var diyeceğim ama "Evlenince sen de alışırsın her şeyi yemeye." diyorum. 

Selçuk'ta bir açılış töreni. Başbakan yapıyor açılışı. Belediye Başkanı ilk konuşmayı yaptıktan sonra nezaketle verecek sözü başbakana. İzmir Büyük Şehir Belediyesinin büyük emek verdiği proje hükumet tarafından siyasi ranta çevriliyor. Yalakalar yuhalıyor, hakaret ediyorlar başkana. Başkan sitem ederek konuşmasını tamamlamadan kürsüden iniyor. Bulunduğu mevki üzerine bol gelen başbakan keyifli. "Şekeri var başkanın, her halde dayanamadı." diyerek dalga geçiyor. Siyaset kötü bir kurum. Yalakalık onun mayasında var. Aziz Kocaoğlu'nu tanımam. İzlediğim kadar beyefendi biri. Ama Binali Yıldırım'la ve birçok bakanla işim gereği tanıştım, görüştüm. Hepsi sıradan insanlar. Ülkenin ne değerli insanları varken onların bu makamlara gelmesinin tek nedeni var. "Yalakalık." 

Yalakalık nedir? "Peki efendim." ciliktir. "Haklısınız efendim." cilik, "Tensip buyurdunuz, emredersiniz." ciliktir. Düşünmeden, akıl yürütmeden üstünün her dediğini fazlasıyla yaparlar bunlar. Üstünün isteği doğrultusunda yaptıkları yanlış bir şey olsa dahi "Ya patron, bunu yapmamızı sen istedin." demezler. Her türlü karar kendilerine aitmiş gibi bir de üstlerinden fırça yerler. Yine sineye çekerler. Yeri gelir, onları yanlış yönlendiren üstlerinden özür bile dilerler. "Efendim, siz öyle demek istememiştiniz ama biz yanlış anladık, bu yüzden beklediğimiz sonucu alamadık." Oysa içlerindeki ses bunun tamamen patronun hatası olduğunu söyler. Yıpranınca buruşuk bir kağıt mendil gibi kenara atılırlar. O etrafındaki kalabalık yoktur artık. Kendi kendine hesaplaşma dönemi başlar. Patronun sayesinde haksız edindiği mala mülke bakar, bir de itibarına. Bu mal mülk, hem benim hem de çocuklarımın itibarını kurtarır derler sonunda. Evet, malın mülkün, paranın itibar olduğu bir ülke yarattık. Ahlak, adalet, dürüstlük, sözün namus sayıldığı eski defterler kapandı. Efendilik, insan ve hayvan sevgisi yerlerde sürünüyor.