Sıcak bir sonbahar günü. Dün Erdal ile anlaştık. Yarın cevizler toplanacak. Elemanları getirdikten sonra ikinci kez iniyorum şehre. Bir kaç parça alışverişin ardından cevizleri silkelemek için iki uzun sırık alıyorum. Geçen seneden tecrübeliyim bu uzun sırıkları yaylaya çıkarmak için. Açılabilir arka bagaj penceresi çok işime yarıyor. Sağ tarafta dikiz aynasının üzerinden geçirdiğim sırıkların arka ucuna naylon bir poşet bağlıyorum.
Gün çabuk geçiyor. Misafirlerimiz Aydın'dan çıkıp gelmişler. Daha gelecek arkadaşları varmış. İsmimle hitap ediyorlar ama ben onların adlarını bilmiyorum. "Salı günü kapalı olduğunuzu bildiğimiz için çarşamba geldik." diyorlar. "Tabii, az yol değil geldiğimiz." Artık salı değil pazartesi günlerinin tatil günümüz olduğunu söyleyince şaşırıyorlar. Uzunca bir süre keyifli sohbetleri devam ediyor. Ayrıldıktan sonra sandalyelerin birinin üzerinde bir cüzdan düşürmüşler, içi kredi kartı dolu. Dönerler diye bekliyorum ancak ne dönen ne arayan oluyor. Yarın sabah ayılınca ararlar nasıl olsa.
Geçtiğimiz iki gün hakkında bir şeyler yazmak isterdim. 11 Eylül sadece eşimin doğum gününü hatırlatmıyor artık. ABD'de ikiz kulelerin vurulduğu tarih. Genel Müdürümün odasında tesadüfen naklen izlemiştik bu olayı seneler önce. Daha sonra Orta Doğuyu kana bulayacak bir süreç başlatmıştı stratejik ortağımız(!) Amerika. Nedense 11 Eylül ile 15 Temmuz arasında bir benzerlik seziyorum. Her ikisi de kurmaca gibi geliyor. Elbette birincisi daha profesyonel.
12 Eylül ise yine oyun kurucu ABD'nin bizim çocuklara yaptırdığı askeri bir darbe. İşin iç yüzü seneler sonra ortaya çıkıyor. Bakalım daha ne iç yüzler göreceğiz.
Geç vakit misafirlerimizi uğurladıktan sonra yüksek sesle klasik müzik dinlemek yeni alışkanlığım. Garip bir şekilde haz alıyorum gece yarısı dinlediğim müziklerden. Günün bütün görev ve sorumlulukları sona ermiş, kendimle baş başa... Hafiften bir sırt ağrısı başlasa da çok önemsemiyorum. Oturduğum sandalyenin arkasını yastıkla besleyince geçiyor. Taş Ev'i faaliyete geçireli tam bir yıl olmuş.
"Evdeki Yazar" dan güzel bir kelime öğrendim. "Peripeteia", yani kaderin aniden değişmesi. Daha ziyade drama terimi olarak geçen bu sözcük değerli yazar arkadaşımın farklı bir iş yaşamına start vermesi nedeniyle kullanılmış. Yazgıda ortaya çıkan köklü değişiklik. İlk aklıma gelen fakir bir insana piyangodan büyük ikramiye vurması. Ya da zengin birinin iflas etmesi. Yani uç noktalarına örnekler verdiğim, olabilecek büyük değişikliklerin her türlüsü.
Uzun bir aradan sonra mesleğe geri dönerek olayı "Peripeteia" tanımının içinde düşünmesinin belki de en geçerli nedeni böyle bir düşüncenin kafadan iyice silinmiş olması. İş hayatında yaşanan olumsuzluklar, bilerek ve isteyerek ona yazarlık gibi farklı bir dalda hayatını sürdürme kararını aldırmış olabilir. Bu şekilde düşünülerek verilmiş bir kararın "Peripeteia" olarak değerlendirilmesi zorlama olmasının yanı sıra bir anda karşılaşılan ve yaşantıyı köklü bir şekilde değiştirebilecek iş teklifi söz konusu terimde karşılığını buluyor.
Benim durumum farklı. Yaşantımın ikinci bölümünün henüz ilk perdesinde sayılırım. Emeklilik değil kast ettiğim. Zira emekli olduktan sonra hayatımda hiçbir değişiklik olmadı sayılır, aldığım emekli maaşından başka. "Peripeteia" hiç beklemediğim bir anda geldi beni buldu. En az on yıl daha yaparım dediğim mesleğimi aniden bıraktım. Yirmi yıla yakın bir süre çalıştığım bir işti. Çoğuna göre incir çekirdeğini doldurmaz bir olay yüzünden. Olaya sebep olan kişi üç ay sonra arabasıyla bir kamyona arkadan bindirdi ve hayatını kaybetti. Yaşça benden biraz küçük ama şirkette benden daha eskiydi. Onca yıllık iş arkadaşım olmasına rağmen haberi aldığımda üzüldüğümü söyleyemem. Sevinmedim de. Kayıtsız kaldım. İşten ayrılma kararımın sebebi olan bu arkadaş, haksız davranışının bedelini canıyla ödemiş olduğunu düşündüm.
Memlekette mesleğimle ilgili bana iş mi yok? Var elbette ama kızımın ilk tayin yerinin doğu illerinden biri olacağına kendimizi alıştırmaya çalışırken hiç beklenmedik bir şekilde tayinin Tire'ye çıkması üzerine eşimin aniden ortaya attığı biz de Tire'ye yerleşelim fikrinde birleşmemiz sonucunda kader bizi Kaplan'a sürükledi. Böylelikle yeni bir yaşama adım atmış olduk. İlk yıl yaylanın bayır arazinde düşe kalka çiftçiliği öğrendim. Her gün en az dört beş işçi çalıştırdığım halde kendimi denemek için koca ceviz çuvallarını taşıdım. Defalarca yanımdakilere hangi ağacın kestane, hangisinin ceviz olduğunu sordum. Bu ceviz ağacı dediğimde "Hayır o kestane." cevabını almaktan yılmadım. Komik ve eğlenceli buluyordum bu hayatı. Bu arada bildiğim bir iş olan Taş Ev'in inşaat işleri ile uğraştım. İşçilerin kaprislerine, sözlerinde durmamasına alıştım. En önemlisi bu hengamede fazla kilolarımdan kurtuldum. Blog yazarlığına başladım. Son bir yıldır restoran işletmeciliğine soyunduk. Ne yazık ki okumaya eskisi kadar zaman ayıramıyorum. Yeniden bir "Peripeteia" ya hazır mıyım? Hazır olsam zaten "Peripeteia" olmaz.
Ben ed mesleğimin en zirvesinde iken, çekemeyenler öyle sinsice davranıyorlar ki; sizin adeta kankiniz oluyor. Maddi sıkıntınız varsa lütfen söyleyin halledelim şeklinde bile yakınlık kurabiliyorlar. Oysa biz önce kendi menfaatimizi değil, umumun menfaatini düşünerek vicdani sorumluluğumuzda bir zaaf olmasın diye ömür boyu çırpınıp durduk.
YanıtlaSil.....
Ben de Türkiyenin en büyük gazetesinde Reklam Direktörü olarak çalışırken. birden istifa ederek kendi işimizin bir nevi patronu da olduk. Kreatif bir reklam ajansımız oldu. Fakat zamanla hastalıklar, sıkıntılar ofisi kapatmak zorunda kaldık ama, çocuklarımızı da birer eğitimci olarak yetiştirme şansını yakaladık.
....
Emekler boşa gitmiyor; bir şekilde karşılığını Allah bahşediyor. Maddeten ed bir konuma gelebiliyorsunuz. Bazen rüyada gibi, ya da bir masal kahramanı gibi kendinizi hissedebilirsiniz. Hani şişeden cin çıkar da "Dile benden ne dilersin" der de her istediğin gibi gelişir ya, aynen öyle bir efsunun içinde kendinizi buluvermiş gibi oluveriyorsunuz.
.....
Doğal olarak herkesin yaşadığı kader farklı olacaktır. Fakat insanlık sosyolojik olarak birçok ortak kaderi pylaşırlar. Biz de belki dualarımızda bize şunu ver, bize bunu ver yerine, hepimize önce hidayet ver, doğru yoldan saptırma, kalp kırıcılardan olmayalım diye dua etmişizdir. Allah ta bize alın size içsel huzur, içsel mutluluk, ve maddi ve manevi zenginlik deyivermiştir. Şükür Sevdiğimiz bir ailemiz var, sevdiğimiz işimiz ve hizmet heyecanımız var, Dostlarımız var.
.....
Hani eskisi gibi okuyamıyorum diyorsunuz ya, artık insanları okuyorsunuz, tabiatı okuyorsunuz, Okumak sadece matbu ciltlenmiş bir kitabı okumak değildir; aslolan kırk yaşından sonra idrak melekelelerimizin tekamül etmesidir. Duygu, düşünce ve davranışlarımızın bütün varlıklara olan olumlu etkisinin bize tekrar geri yansımasıdır.
.....
Bu kadar yüklü yorumla sayfayı yormuşumdur sanırım. Hoşgörü var ya, iyi ki var...
Önce son cümlenizden başlayayım. Hayır ne sayfayı ne de okuyanı yoruyorsunuz. Bilakis değerlendirmeleriniz yorgunluğumu alıyor.
SilBana kızacaksınız belki. Belki de düşüncelerim sizi incitecek. Bu bakımdan ben de sizin engin hoşgörünüze sığınmak zorunda hissediyorum kendimi. Öyle bir düzen kurmuş ki yaratan, ekseriyetle kötüler iyileri dövüyor. Hak yiyenler, adalet nedir bilmeyenler, yalancılar, içinde fenalık eksilmeyenler mevki olarak, maddi olarak ve itibar olarak her zaman daha iyi durumdalar. Bütün hesapların öldükten sonra görülmesi niye? Düşünün ki bir devlet memuru aldığı maaşla evini zor geçindirebiliyor olması lazım. Ama bulunduğu makamda devletin, dolayısıyla milletin çıkarlarını gözeteceğine birilerinin çıkarına hizmet etmiş ve bu sayede kendi kesesini doldurmuş. Diğer taraftan namusuyla çalışan memur, bir yanda geçim sıkıntısı çekerken, bulunduğu yerden sürülmüş, işini doğru yaptığı için cezalandırılmış, hakları yenmiş. Keşke ilahi adalet öbür dünyaya bırakılmasaymış. İşte o zaman cennete ve cehenneme de gerek kalmazdı sanırım.
İşlediğimiz bütün fiiller herbirimizin birbiriyle ilintili. Birey olarak var olsak da sosyologlar insan sosyal bir varlıktır diyor. Bileşik kaplar gibiyiz. İlahi adalet elbette düşünceden fiile geçer geçmez tecelli eder zaten. Biliyorsunuz ve trafiği kullanıyorsunuz. Bir kişinin hatası ve gafleti zincirleme kazaya ve ölümlere sebebiyet verebiliyor. Demek ki bir kişinin şuurlu olması yetmiyor; hepimiz şuurlanmak için yönümüzü iyiden, iyilikten yana çevirmemiz gerekiyor. Sizin düşüncelerinizde bir eksiklik yok. Aklın yolu bir. Ama unutmamalıyız ki bir katilin uykusuyla bir masumun uykusu arasınad dağlar kadar fark var. Bu bile yeter. Şair zindanda bile küçük bir hava deliğinden bakarken, Dünyaya kapalı Allah'a açık diye yazmış.mısralarında. Öyle bir paradigmada yer alıyoruz ki farklı düşünebiliyoruz; asıl mesele hepimizin kurtuluşu; mutluluk ve huzur getirecek değerlerimiz. Varoluşumuz ve varlık felsefemiz herkesin itikadına göre değişebilir fakat biliriz ki "Dünyada rahatlık yoktur" Haksızlık yapan birinin ceza aldığını görmemiz bizi rahatlatabilir. Oysa mutlaka o cezasını görüyor. Sadece biz görmüye biliriz. Bir biçak yarası geçiyor da bir kallp yarası geçmiyor. Okkalı bir söz aklımızadn ömür boyu çıkmıyor. Bıçak yarasından daha çok bizi rencide ediyor; muazzeb oluyoruz. Bizim maddi ve manevi gücümüz, inancımız ve irademiz kadar, ahlakımız kadar, idrakimiz kadar, şuurumuz kadar. Elbette çoğu kez bizzat kendi yaşadığımız ömrümüzden kesitler, zaman zaman yeniden yenilenmemizi ve var olmamızı sağlamıştır. Ölmek yoktur ki; biz ölürsek ölmeden önce ölen kişilerdeniz. Çakıl taşları arasınadn çıkan küçücük bir çiçek kadar nariniz. Bizim varlığımızdan bırakın devler haberdar olmasın. Bize karıncanın kardeşliği yeter. Dua edenlerimiz olsun; iyilik dileklerinde bulunsun.
YanıtlaSilBenim takıldığım nokta bir katilin uykusu ile bir masumun uykusunun arasında dağlar kadar fark olduğu düşüncesinde gizli sanırım. Ya da haksızlık yapan ile haksızlığa uğrayan diyelim. Bizim düşüncemizdeki insanlar için geçerli dedikleriniz. Ne yazık ki benim gözlemim farklı çoğu insan için. Örneğin Abdullah Öcalan nam-ı diğer bebek katili. Kendisine tahsis edilmiş adada bebek gibi bakılıyor. Ama onun sebep olduğu katliam kurbanlarının anaları, babaları eminim uzun yıllar o cani kadar rahat uyumadılar.
SilŞahsen ben hayatı kumar olarak görenlerden değilim. Elimden geleni yaparım ve sonucuna razı olurum. Yüz tane sözde dostum olacağına bir tane gerçek dostum olsun yeter. Yaşadığımız bir ömür. Ne kadar güzel değerlendirir, ne kadar faydamız olursa bu dünyaya ne mutlu bize.
Hayat hep böyle aslında. Hepimiz yaşam denilen oyunda birer karakteriz. Ve hepimizin peripeteia noktaları yani baht dönüşümleri var. (Bu arada "baht dönüşümü" diye çevirmişler ya bu sözcüğü, bence çok da güzel olmuş, çok sevdim ben.) Örneğin üniversite sınavı sırasında boğazımız gıcık kaptğıı için su içiyoruz. Su içerken kaybettiğimiz 30 saniye bir soruyu az yapmamıza neden oluyor ve o soruyu doğru işaretlemediğimiz için de, şu anki mesleğimize ve yaşantımıza adım atıyoruz. Bahtımızı dönüştüren neden ne kadak ve eften püften olsa da; bizim hayatımız müthiş bir dönüşüme uğruyor...
YanıtlaSilBöyle bakınca hayatın kurgusuna hayran olmamak elde değil. Düşünsenize milyonlaca insan ve milyonlarca peripeteia hikayesi...Böyle bakınca yaşam daha da sevilesi gözüküyor göz
me. Bir bilinmezin içinde, bir bilinmeze doğru..
Sabah sabah bu derinlik nereden geldiyse artık :)
Var oluş hem dini hem de materyalist bakış açısından bilinmezliğini koruyor. Varlığımız neye hizmet ediyor? Kader dediğimiz şey yoksa bir tesadüfler zinciri mi? Örneğiniz çok hoşuma gitti. 30 saniye geciktiği için uçağı kaçıran yolcunun ölümden kurtulduğu baht değişimi olarak izah edilebilir mi? Ölenlere acıyoruz. Gittikleri yeri gördükten sonra geri dönüp anlatan var mı? Belki de daha huzur bulmalarıdır dönmeyişlerinin nedeni. Yoksa dönüyorlar da biz mi fark etmiyoruz?
YanıtlaSilDerinlere dalmak iyidir:)