KATEGORİLER

25 Ekim 2019 Cuma

ARTIK BİR ŞEYLER YAPMAK LAZIM

Bazen bir takvim yaprağı düştüğünü hissederim hayatımdan,
Bazen bugünü de kurtardım derim kazasız belasız,
Gün gelir su gibi geçer, farkında bile olmadan gelir sonu
Hangi günüm daha iyi diye sorsan, derim hiçbirisi 
Deli dolu geçirmek lazım günü, artık bir şeyler yapmak lazım.


DIMITRI

Perdenin aralığından yüzüne vuran keskin bir ışık huzmesi gözlerini kamaştırdı. Güneşin yerine Kerimov'a kızmak daha akıllıca geldi. Devasa yatağında başını kaldırmadan kapıya doğru dönüp hiddetle bağırdı.
- Kerimooovvv. Allahın cezası, güneşliği niye iyice kapatmadın!
Çocuk yaşından beri evin demirbaşı olmuş, her daim takım elbise giyen, boynu kravatlı, titiz, sakin, konuşmaktan pek hoşlanmayan, vazifelerini gayet iyi bilen, elli yaşlarında uşak Kerimov, sesi duyar duymaz odanın kapısında belirip Dimitri'nin önünde el pençe divan durdu.

- Çok affedersiniz  efendim. Neredeyse öğlen oldu, kalkmanıza yardımcı olmamı ister miydiniz?
Dimitri, yattığı yerden kollarını arkaya doğru uzatıp uzun uzadıya gerindi. Göz kapaklarını kaldırmakta zorlanırken bir yandan da söyleniyordu.
-  Rahat bir uyku çekemeyecek miyim ben? Yeni bir gün, yeni dertler. Ne güzel uyuyordum, hep senin yüzünden Kerimov.

İri cüsseli bir yapısı vardı Dimitri'nin. İki gün önce kendisiyle bir türlü yıldızları barışmayan babasını kaybetmişti. Çok sevilen ve sayılan biri olan babasının cenaze merasimine yüzlerce kişi katılmış, onca saat Dimitri'yi ayakta bekletirken ona taziyelerini sunmuşlardı. Bu yorgunluk belli ki de ilk kez ona ağır gelmemişti. Bunun birinci nedeni babasının dırdırlarından kurtulmuş olması, diğer bir nedeni ise büyük bir servete tek başına konmasıydı. Şimdi karışanı, görüşeni yoktu artık. Her sabah kendisini çalışmaya zorlayan babasının bitmez tükenmez şikayetleri geride kalmıştı. 
Eliyle yaklaşmasını işaret etti. 
- Al şu pikeyi üzerimden rezil herif!
Kerimov tepki vermeden derhal denileni yaptı. 
- Ne duruyorsun orada öyle. Kalkmama yardım etsene.
Kerimov kah kollarından çekerek, kah arkasından iterek Dimitri'yi yatağın kenarına oturtmayı başardı. 
- Akşam içkiyi kaçırdım sanırım, içim yanıyor. Ne bakıyorsun öyle suyumu versene.
Yatağın baş ucundaki komodinin üzerindeki içi su dolu bardağı eline tutuşturmaya çalıştı Kerimov.
- Bırak şu elimi. Görmüyor musun, yorgunluktan mecalim yok. 
Kerimov bardağı Dimitri'nin ağzına dayayıp suyunu içirmeye çalıştı.
- Yeter, kes şunu. Midemi suyla dolduruyorsun.
Uşak elindeki peçeteyle Dimitri'nin ağzını kurulayıp geri çekildi.
- Anlat bakalım Kerimov, bugünün programında ne var?
- Efendim, bugün kiraları topladıktan sonra bankaya uğrayacaksınız. Daha sonra şehir kulübündeki davete katılabilirsiniz ya da tiyatroda yeni temsil edilen oyunu izleyebilirsiniz.
Dimitri derin bir püff çekti. 
- Yaşamak ne kadar zor. İşler, yaşamaktan daha zor. 
- Kerimov, niye kiracılar bankaya kendileri yatırmıyorlar paraları?
- Efendim, babanız her zaman bizzat kendisi toplardı kiraları, daha sonra kendisi yatırırdı bankaya. Kiracıya bırakırsanız bu işleri kimse günü gününe yatırmaz derdi ruhu şad olsun.
- Ne zor işler bunlar dedi Dimitri. İyisi mi ben vekalet vereyim sana bu zor işi sen yap benim yerime.
Kerimov sessizliğini korudu. 
- Duymadın mı be adam, bundan sonra bu iş senin, anladın mı?
- Emredersiniz efendim. Yalnız notere gidip bana vekalet vermeniz gerekecek bunu yapabilmem için.
- Ben mi gideceğim notere. Niye gidecekmişim onca işin arasında. Telefon et noter gelsin buraya, parasıyla değil mi, ne evrak gerekirse burada imzalarım. Umarım tek imza yeterli olur, bir sürü imza ile uğraşmak istemem. Neyse, sen git şimdi bana su getir, yüzümü yıka, sakallarımı düzelt, daha sonra kıyafetlerimi giydirirsin. Tanrım görüyorsun, ne kadar çok iş var sırtımda. 

Kerimov, odadan çıkıp büyükçe bir metal leğen, bir ibrik, bir makas ve bir havluyla geri döndü. Komodinin yanındaki ahşap masayı yatağın kenarına çekip leğeni üzerine oturttu. Leğenin içine doğru çekti başını Dimitri'nin. İbrikten aldığı suyla yüzünü yıkadıktan sonra havluyla kuruladı ve onu geriye, eski konumuna getirdikten sonra havluyu boynuna doladı, Sakallarını düzeltmeye başladı. Bu esnada Dimitri durmaksızın homurdanıyordu.
- Ne işe yarar bu sakallar sanki. Kesmek ayrı dert, uzatmak ayrı dert. Hadi elini çabuk tut, dünya kadar işim var. Noter gelecek az sonra imzalar, imzalar... Kerimov söyler misin, sence hangisi daha az yorucu? Kulüpteki davet mi yoksa tiyatroda oyunu izlemek mi?
Bu sorulara alışkın olan uşak, her zaman aynı cevabı veriyor, daha sonra Dimitri'yi kızdırmamak için fikrini söylemek zorunda kalıyordu.
- Siz bilirsiniz efendim. 
Kısa bir sessizlikten sonra Dimitri'nin şimşek bakışlarını üzerinde hissedip devam etti Kerimov.
- Eğer tiyatroya gidecek olursanız önce yemek yemek zorunda kalırsınız. Ama kulübe giderseniz davet yemekli olduğu için ayrıca yemek zahmetinden kurtulmuş olursunuz, efendim. 
Dimitri neşeyle ellerini çırptı. 
- Yaşşa be Kerimov. Bak ben bunu hiç düşünmemiştim. O zaman akşam kulübe gideyim bari. Madem ki daha az yorucu. Akşam yemek saatine kadar bütün işlerimi hallettim sayılır. Şimdiden giyinmeme de gerek kalmadı. Hadi artık beni rahat bırak noter gelene kadar biraz dinleneyim. 

p.s Tuhaftır, mütevazı izleyici kitleme baktığımda hiçbir bağım olmamasına rağmen Türkiye'deki izleyici sayımın 3/4 ünden fazlasının Rusya topraklarında yaşadığını fark ettim. Bu öyküyü de o hiç  tanımadığım sessiz Rus dostlarıma ithaf ediyorum.

23 Ekim 2019 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 08

Sevgili Deep Tone, Ağaç Ev Sohbetlerinin fahri ev sahibesi, nam-ı diğer Sade ve Derin İrem Can'ın sorusuyla açmış gönül kapılarını. Gençler soruya farklı cevaplar verecek, biliyorum. Onların önünde upuzun bir ömür, parlak bir gelecek var. Bana gelince; yapılacaklar listemin sonuna geldim. Şöyle bir düşününce bundan sonra yapılacak fazla bir şey kalmamış görünüyor. Yine de yaşamak güzel. Ama kaybolup gitmek ürkütücü. Hep gıpta etmişimdir dolu geçen ve iz bırakan hayatlara. Bundan sonra tek arzum özellikle akıl ve göz sağlığımı muhafaza ederek okuyup yazabilmek. Bu yüzden sorudan bir öykü çıktı farkında olmadan. İyi de oldu.

İşte Ağaç Ev Sohbetlerinin 8. Hafta sorusu:

Ölmeden önce yapılacak listende neler var?   Ya da sadece bir yıl ömrün kaldığını söyleseler ölmeden önce neler yapardın?



Karşımda Azrail Aleyhisselâmı görür gibi oldum. İyi günündeydi bugün. "Canını almaya geldim, vaden doldu." dedi. Ve arkasından ekledi, "Sadece bu seferlik son istekleri alıyor, bunları yapabilmen için bir defalığına süre uzatımı veriyorum."

Şanslıydım, ölürken bile şans yüzüme gülmüştü. Azrail'e ruhumu teslim etmeden önce bana verilen bu şansı iyi kullanmalıydım.

Karşımda kara pelerini, uzun saplı, keskin ucu parlayan  orağıyla dikilmiş, bekliyordu. O orakla nice kelleleri götürmüş olmalıydı. Bir ürperti sardı içimi.

Yüzü tam seçilmiyordu. Simsiyah bir gölgenin içine gizlenmişti. Ona nasıl hitap edeceğimi bilemedim bir anda. Ne önemi vardı ki zaten bundan sonra. Melek deyince aklıma beyaz kanatları ile sarı saçlı küçük kız çocukları gelirdi aklıma. Azrail onların amcası falan olmalıydı. Ben de Azo Amca desem kızar mıydı ki. Yok, ben melekler taifesinin akrabası değildim. Doğrudan Azo deyivereyim gitsin.

Öyle uyanık davranmalıydım ki taleplerim yorsun onu, bana da zaman kazandırsın. Öleceğim haberini beklemiyordum, kendimi yavaş yavaş alıştırırım bu esnada.

"Azo'cum" dedim, "Sana da en pis görevi vermişler, ama ne yaparsın, takdir'i iĺâhi" Amacım onunla biraz samimiyet kurmaktı. Orağın sapıyla sırtını kaşıdı. Çevreye bir memnuniyetsizlik havası yayıldı. Sanki bir iç çekiş sesiydi duyduğum. 

"Sorma" dedi. Sustu.

Olmayacak bir şeyler istemeliydim.
"Azo'cum, söyler misin, kaç istek hakkım var?"
Azo, "Söyle işte birkaç tane" dedi.

"İyi o zaman aç kulağını dinle bakalım. Birinci isteğim Nobel Edebiyat Ödülü sahibi olmak."
"Oha!" Kabalığının nedenini tahmin edebiliyordum, Azo'yu köşeye sıkıştırmıştım. Keyfim yerine geliyordu. Azo, karşımda tir tir titremeye başladı. Konuşmakta zorluk çekiyordu.

"Bunun için sana bir ömür daha bağışlasam bile bu mümkün değil." dedi Azo. Bunun benim sorunum olmadığını söyledim. Çaresizlik içinde karşımda eriyordu adeta. Elindeki orağı düşürdü, başı öne eğildi. Yalvararırcasına kemikli çirkin ellerini uzattı bana doğru. Onun bu hali canıma can katmış, sanki rollerimiz değişmişti. Sesimi çıkarmadan onu izliyordum. 

"Ne olur, sen de diğerleri gibi makul isteklerde bulunsan." derken ayakta zor duruyordu. Neredeyse haline acımaya başlamıştım.
"Ne gibi?" diye sordum.
"Ne bileyim, istediğin bir ülkeyi görme fırsatı, istediğin bir konser falan." diye cevapladı Azo.
"Daha dur dedim, bu ilk isteğimdi senden. Onu bile yerine getirmemek için kıvırtmaya başladın. Hem benim öyle görmek istediğim, gitmek istediğim bir yer yok artık. Şimdi sana ikinci isteğimi söyleyeceğim. Başkaca bir talebim de olmayacak zaten. Muhtemelen onu da beceremeyeceksin."

Heyecan içinde ağzımdan çıkacak ikinci talebimi bekliyordu. Yutkundum. 
"Niçin geldim bu dünyaya, paylaş benimle."
Sorularım karşısında donup kalmıştı Azo. Önce önümde diz çöktü, sonra secdeye kapandı. Çaresiz kalındığında bir teslimiyetin sembolüydü secde. Bunu ilk kez yapmadığını biliyordum. Büyük büyük atam Adem babama da secde etmişti bir keresinde. Aslında bu dünyada kafamı kurcalayan pek çok şeyi öğrenmek istiyordum. Meselâ niye Azo, böyle pis bir iş için görevlendirilmişti. Oldu olası kıskanmış olmalıydı Cebrail'i. O, sıradan kulları muhatap almıyordu, Tanrı ile peygamberler arasında iletişimden sorumluydu sadece. Şu İsrafil'e ne demeli? İptidai bir sur borusunu öttürmek için milyonlarca yıl nefes topluyordu sanki.

Yüreğim el vermedi. "Hadi kalk!" dedim buyurgan bir sesle. "Biliyorum, cevabı sende yok sorularımın. Bıliyorum ki sen de bir emir kulusun. Ama belli ki temiz kalbin. Yardım etmek istersin insanlara. Lâkin bilirsin ki gözü açtır, talepleri ulaşılmazdır onların. Sen iyisi mi bozma düzenini. Al canımı sıram gelmişken. Üç günlük ömrüm kalmış olsaydı bile yeni bir şeyler öğrenmek için okur, gezer, zevk almak için yazar, en önemlisi benden geriye bir iz bırakmak isterdim."

Azo yerinde doğruldu ağır ağır. Parlak bir nur halesi kuşattı bedenini. Kapişonlu siyah pelerini yerinde geniş kar beyazı kanatlar hasıl oldu. Yüzündeki karanlık gölge, yerini nurlu bir yüze bıraktı. Sarıldık birbirimize. Yükselmeye başladık birlikte. Yükseldikçe küçüldü gözüme her şey. İnsanlar, şehirler, dağlar, denizler... Dünya bir toplu iğne başı kadar kaldı geride, sonra hiç oldu. O zaman bulduğumu anladım cevabını sorularımın. Hiçliğe bir ziyaretti bu. Hiçbir şey kalmadı geride artık. Hiçliğin yok oluşunda kaldı Nobel ödülüm.

21 Ekim 2019 Pazartesi

MIM DE İREM CAN

Konumuz Kitap - İrem Can hazırlamış olduğu bir mim ile beni epey eskilere götürmüş olacak şimdi. Bu nostaljik mim hafta sonu derin konulara dalmadan cevaplayabileceğim sorulardan oluşuyor. O zaman deep'in yorumunda söz verdiğim üzere hemen cevaplamaya başlayayım.

1) İlkokulda nasıl bir öğrenciydin?

Sanırım normal bir öğrenciydim. Sınıfın en çalışkanı olmasam da iyilerinden biriydim yani. Sessiz, sakin, sorumluluk sahibi, iyi arkadaş seçmesini bilen, derslerini çalışıp ödevlerini yapan biri işte. İyi bir öğrenci olmak için ne yapılması gerekiyorsa onu yapardım. 

2) Dostluk kavramına inanır mısın?

Hayır. Eskiden inanırdım ama. Dostluk, yaşam mücadelesinde koşulların değişmesiyle çoğu zaman hatıralarda kalacak bir kelime olmaya aday bence. Özellikle şehir yaşamında ve hatta kırsalda komşuluk bile anlamını kaybetmişken dostluk diye bir şeyin neredeyse kalmadığına inanıyorum. Dostlar arasında olması gereken güven, yardımlaşma gibi duygular azalırken herkes kendi yaşam derdine düşümüş durumda. Dostluk deyince anlaşılan şey birlikte oturup sohbet eden, birlikte hahaha hihihi gülüp eğlenen insanlar topluluğu aklınıza geliyorsa ayrı. Belki de içimizi en acıtan hareketleri dost bildiklerimizden alıyoruz. Dost kazığı diye bir terim boşuna girmemiş dilimize. Bence en iyi dostunuzdan dahi bir beklentiniz olmasın. Gerektiğinde her zaman yardımcı olun, o da size olsun ama sakın dost olduğunuz için yapmayın bunu. Aksi takdirde hiç kimsenin üzmediği kadar dost sandıklarınız üzer sizi. 

3) Okul hayatınızda en çok zorlandığınız ders veya dersler ya da önerileriniz var mı?

İlkokulda zorlandığım bir ders olduğunu hatırlamıyorum. Ortaokuldan itibaren en severek yaptığım ders matematik, en zorlandığım ders ise Türkçe olmuştu. Ortaokulun birinci sınıfında ilk kez tanıştığım İngilizce dersinde ilk başlarda çok zorlandım ama birinci sömestrenin sonunda sınıfta tam not alan tek kişiydim, olayı çözmüştüm ondan sonra, hep iyi gitti. Lisede Edebiyat dersinden hoşlanmazdım, matematik ve fizik dersleri en sevdiğim derslerdi. Bir dersi sevmek ya da sevmemek, zorlanmak veya zorlanmamak tamamen öğrenci-öğretmen arasındaki iletişime bağlı. Her zaman söylediğim gibi ne yazık ki benim iyi Türkçe ve Edebiyat öğretmenim olmadı öğrencilik hayatımda ne yazık ki. Sonradan kader ağlarını ördü ve Türk Dili ve Edebiyatı mezunu iyi bir öğretmen olan eşim sayesinde bu eksiğimi öğrencilik yıllarımdan çok sonra kapattığımı düşünüyorum. 

4) Öğretmeninizle yaşadığınız komik bir olay var mı? 

Öğrencilik yıllarıma dair üç bölümlük bir yazı dizisi hazırlamıştım. Hoca Camide - İz Bırakanlar başlığındaki dizinin ilk bölümünde öğretmenimle yaşadığım komik bir olayı detaylı olarak anlatmıştım. Tekrara düşmemek için o yazımı burada referans gösteriyorum. 

5) Hiç sınıf başkanı veya başkan yardımcısı oldun mu?

Hayır. O zamanlarda bu görevi başarının sonucunda elde edilen bir makam olarak görmüyordum. Sınıf başkanlığı bir özgüven, bir sorumluluktu benim gözümde. Daha önemlisi sınıfın disiplinini sağlayabilecek kudrette olması gerektiğini düşünürdüm başkanın. Ben daha ziyade sessiz, sakin bir yaradılışta olduğum için hiç heveslenmemiştim bu işlere. Bir de kolay mıydı onca haydutu susturmak. 

6) Hiç öğretmen olmayı düşündün mü?

Hayır derken sorulara üçüncü kez hayır cevabını verdiğimi düşündüm. Öğretmenlik kabiliyet işi. Bir şeyi çok iyi bilirsin de karşındaki kişiye bunu anlatamazsın bir türlü. Öğretmenlik çok sevdiğim bir meslek olmasına rağmen doktorluk gibi benim yapmakta zorlanacağım bir branş olarak kalmış aklımda. Şimdi düşünüyorum da eskiden daha çok bir kadın mesleğiydi sanki öğretmenlik. Erkek doktor olsun, subay olsun, mühendis olsun çok para kazansın. Kızlar hiç olmazsa bir öğretmen olsun yeter gibi bir anlayış vardı. Bunun benim üzerimde etkisi de olmuş olabilir, dürüst olmak gerekirse. 

18 Ekim 2019 Cuma

İÇERİDE YALNIZ BEN VARDIM

Saatine baktı, üçü geçiyordu. Özel Kalemine seslendi. 
"La oğlum hele bi bak, Pens midir pense midir nerde kaldı bu herif öğren bakalım."
Kapıya kulağını dayamış Başkanın her an çağırmasına hazır bir pozisyonda bekleyen Cevat, kapıyı açıp esas duruşa geçti. 
"Trafiğe takılmışlar, yarım saat kadar gecikme durumu olacakmış Sayın Başkan."
Eliyle tamam çık dışarı işareti yaparken sessiz kaldı. Cevat ürkek adımşlarla geri geri giderken eğilip Başkanı selamladı ve daha sonra dışarı çıktı, çekti kapıyı. Dışarıda bekleyen korumalara dönüp sağ elinin iç yüzünü ağzına götürdü,
"Aboov, başkan çok sinirli, aman dikkatli olalım." dedi.

Bütün gece gözüne uyku girmemişti. Müttefik Başkan'dan gelen mektuplar, tweetler canını sıkarken muhalefetin bozuk plak gibi tekrarladığı "yanlış dış politika" söylemlerinden gına gelmişti. Kendisi de biliyordu hata yaptığını. En büyük hatayı Müttefik Başkan'ı mütteffik olarak görmekle yapmıştı.  Ekonomi ve dış politika konuları, SDG, AB, ABD, Rusya, Suriye ile yaşanan sorunların hepsinin birden kara bulutlar gibi üzerine çöktüğünü hissetti. Göğsü sıkıştı birden. Kendi kendine kızdı. Bırakmalıydı bu işleri artık. Başkan bile yapmıştı kendini. Bir de onun üzerine halife olacak değildi ya. Ama çocuklar geldi aklına. "Sonuna kadar dayanmalıyım, koltuğu bırakırsam çok gelirler üstüme. Hatta pkk destekçisi hdp ile anlaşıp yüce divana bile göndermeye kalkarlar" diye geçirdi aklından. 

Yakın gözlüklerini taktı, on gün önce Müttefik Başkan'ın gönderdiği mektubun üzerine iliştirilen çeviriyi okudu. Bu ilk okuması da değildi. "Kafanı kullan olum, teröristbaşı ile bir araya gelip anlaş. Yoksa oyarım." diyordu, Müttefik Başkan. Adam oyar mı oyar diye düşündü. Papaz olayında göstermişti ne yapabileceğini. Zaten ekonomi damadın elinde yerlerde sürünüyor. Hani görevden almaya kalksam hanımla papaz olacağız. Kızımızın hatırı için diyor hanımefendi her seferinde. Geçinmek zorlaştı memlekette, ama ne yapalım, dişimizi sıkacağız biraz.

Bu düşüncelere dalmışken dışarıda bir hareketlenme oldu. Kapıyı nazikçe çalan Cevat, aralıktan kafasını uzattı.
"Geldiler Sayın Başkan, geldiler." 
"İyi, gelsinler bakalım ne olacaksa olsun artık." dedi başkan. 
Müttefik Başkan Yardımcısı asık suratını yüzüne maskeleyerek sert adımlarla maiyeti ile birlikte teşrif ettiler Başkan'ın makamına. Ancak içeri sadece başkanlar ve onların birer tercümanı dışında kimse alınmadı. 

Kapalı kapılar arkasında nezaketen hal hatır sorulduktan sonra Başkan, Pens'e dönerek,
"Ey Pens, söyle bakalım senin başkanın kim oluyor da bana yakışıksız sözlerle hitap edebiliyor" diye sordu.
Müttefik Başkan Yardımcısı bu sorunun gündeme geleceğinden emindi. 
"Sayın Başkan, o hitabı ateşi kesmezseniz dikkate alın lütfen, hem biliyorsunuz bizim Mr. President şaka yapmayı sever."
Başkanın yüzü kıpkırmızı kesildi.
"Kesmezsek ateşi ne olur. Teröristle aynı masaya oturup anlaşalım mı diyorsunuz yani"   
"Hayır Sayın Başkan, farklı masalarda oturabilirsiniz tabi. Biliyorsunuz sizin terörist olarak tanımladığınız örgüt bizim stratejik müttefikimiz. Onları size yedirmeyiz."

Müttefik Başkan kesin talimat vermişti adamlarına demek. Taviz vermek yok. Başkan terlemeye başladı. Tercüman cebinden beyaz mendilini çıkarıp başkanın alnında biriken damlaları süpürdü. Derin bir nefes aldı.
"Ne diyorsunuz siz kardeşim, biz kime terörist dersek korumaya alıyorsunuz. Beni ve hükümetimi devirmeye çalışan Fetö'ye sahip çıktığınız yetmezmiş gibi bir de pkk uzantılarına kol kanat geriyorsunuz şimdi. Peki biz sizinle hem NATO üyesi bir ülkeyiz, hem stratejik ortak diyoruz birbirimize hem de sizin BOP'un eş başkanıyım. Eli kanlı bir terör örgütüne mi satıyorsunuz beni şimdi?"

Pens tercümanı aracılığıyla Başkan'a Türkçe sordu. 
"Senin tercümana güvenebilir miyiz?"
Başkanın tercümanı soruya İngilizce olarak cevap verdi.
"Güvenebilirsiniz elbette, en az sizin tercümana bizim güvendiğimiz kadar."
"O zaman daha açık konuşabiliriz. Bakın Sayın Başkan, bizim President sizi gerçekten çok seviyor ve takdir ediyor. Biliyorsunuz İşid olayında bizi yalnız bıraktınız, biz de mecburen sizin terörist dediğiniz Kürtleri kullandık. Şimdi onları ortada bırakamayız. Onlar da ortada kalmaz zaten, ya Rusya'ya ya Esat ordusuna bilemedin İran'a hizmet eder. O zaman biz yiyemedik Putin gel sen ye olur. Şimdi birlikte öyle bir karar almalıyız ki win-win olmalı. Yani iki taraf da kazanmalı. Vatandaşlarımıza bu anlaşmayı bir zafer olarak anlatmalıyız. Tamam siz 32 km sınırdan içeri girmek istiyordunuz, buyrun girin. Biz size bu konuda gereken yardımı yaparız. Ancak siz de ateş-kes yapacaksınız. O zaman yaptırımlarımızdan da vazgeçeriz. Bu fırsatı değerlendirin."

Fena fikir gibi gelmemişti başkana bu teklif. Ancak terör örgütü ile ateş-kes yapılacağını nasıl anlatacaktı vatandaşlarına. Başını iki yana salladı.
"Yok, olmaz." dedi. "Biz büyük bir devletiz, teröristle ateş-kes yapamayız. Bu arada yaptırımlardan vazgeçme teklifiniz sevindirici."
"Sayın Başkan, kelimelere takılmayalım, biz ateş-kes deriz siz ateşi askıya aldık dersiniz. Yine iyisiniz iyisiniz, bak yine siz karlı çıktınız." 

Asık suratlı Pens gülümsemeye çalışsa da beceremedi. Başkanın suskunluğundan faydalanıp atağa geçti.
"Tamam diyorsan bak hemen Mr. Başkanı arıyor haberi veriyorum. Adam bilgisayar başında tweet  atmak için benden haber bekliyor."

"Peki, senin dediğin gibi olsun. Şu ekonomimiz iyi olsaydı kimseyi takmazdım ama iki ucu ne diyorsunuz siz Amerika'da bilmem, ha evet "shit'li değnek". He desem ekonomiyi ha desem ülkeyi riske sokacağım. Ben bu işin karını göremedim. Eskiden teröriste sınırımızdan komşuyduk şimdi otuz km sınır ötesinden. Hem de resmen anlaşmış olduk terörist dediklerimizle. Hadi çıkalım, grup toplantısında biraz süslerler, boyarlar iyi bir sonuç çıkarmış gibi oluruz. Benim seçim derdim yok ama sizin seçimler var yakında. O mektubu unutmadım, ama seçim kazandıran her şey mübahtır. Ben de one minute dedim aldım seçimi. Selam söyle dostum Mr. Başkan'a hele seçimler bitsin bunun acısını çıkartacağım ondan. Mr. Başkan Nevyorkluysa ben de Kasımpaşalıyım, altta kalmam hani."

Pens kapıdan çıkarken Mr. Başkana alelacele mesajını yazıyordu.
"Mr. Başkan her şey tam istediğiniz gibi. Haklıymışsınız, Sayın Başkan bizi fazla uğraştırmadı."
Henüz on dakika geçmişti ki, Amerikan başkanı mutlu haberi dünyaya duyuruyordu.

17 Ekim 2019 Perşembe

MAVİ HARFLER ATÖLYESİ - Hülya SOYŞEKERCİ


Kitabın Adı: Mavi Harfler Atölyesi
Yazar: Hülya Soyşekerci
Yayınevi: Komşu Yayınevi
Sayfa Sayısı: 309
Türü: İnceleme


Yazarın aynı türde okuduğum ikinci kitabı. İlk kitabında olduğu gibi edebiyat dünyasında iz bırakmış yazarları ve onların eserlerini konu alan zevkle okumuş olduğum bir başucu kitabı. Yazarın iki başlık altında topladığı incelemelerden ilki olan Turkuaz, ülkemizin yirmi üç farklı yazarını ve onların eserlerini mercek altına alıyor. Öykü ve roman türüne yoğunluk verilmiş bu bölümde sadece yazarların içsel dünyalarına, eserlerin edebi bakımdan incelenmesine değil, zamanın ülke ve çevre koşullarına da geniş yer verilmiş. Yazarların hangi bireysel ve toplumsal koşullar altında yazdıklarını bilmek onların eserlerini daha güzel kılıyor. Daha önce bildiklerim dışında gözlerden uzak kalmış ama edebi bakımdan çok başarılı yazar ve eserleri tanımış olmam şahsım adına büyük bir kazanç oldu.

Gök Mavisi adındaki ikinci bölümde ise Shakespeare, Oscar Wilde, Edgar Allan Poe ve Flaubert gibi şair ve yazarların on bir adet eserine yer verilmiş. Son bölümün adı Ay Mavisi. Burada yazarın altı adet denemesi mevcut. Özellikle öykücüluğü yücelten yazılarında okuma ve yazmaya meraklı çevrelerin ufkunu açıyor.

Değişik zaman dilimlerinde ortaya çıkan ve başta edebiyat olmak üzere diğer bütün sanat dallarını etkileyen akımların da yer yer konu edildiği kitapta beni en çok sarsan Füturizm akımı oldu. Yirminci yüzyılın başlarında İtalya'da doğan bu akım hem İtalyan faşistlerini hem de Sovyet komünist yazarları etkilemiş. Bu akımın babası sayılan İtalyan Marinetti, kaleme aldığı Fütürist manifestoda bir yandan sinemaya övgüler düzerken diğer yandan tiyatro ve müzeleri yakmalı diyebilmiştir. Aynı manifestoda makine ve teknoloji yüceltilirken savaşın kötü bir şey olmadığı ifade edilmiştir.

Ancak konunun benim açımdan en şaşırtıcı yanı, ülkemizde pek karşılık bulmayan bu akımdan tek etkilenen kişinin Nazım Hikmet olmasıydı. O güzel şiirlerinin yanında fütürist izler taşıyan şiirleri hangi duygularla yazdığını bilemiyorum.

Evet, sevgili Soyşekerci'nin "Mavi Harfler Atölyesi" kitabı doyurucu, bilgilendirici, zevkle okunabilen ve okunması tavsiye edilecek bir kitap olarak kalacak hafizamda.

15 Ekim 2019 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 07


Sevgili Deeptone (Sade ve Derin) Ağaç Ev Sohbetlerinin nöbetçi moderatörlüğünü üstlenmiş. Bu kadar güzel bir etkinliğin Taha Akkurt ve Edischar'ın iş yoğunluğu sebebiyle duraksaması üzmüştü bizi. Bu nedenle sevgili deep'e Ağaç Ev Sohbetlerinin yedinci haftasında ev sahipliği yaptığı için teşekkür ederiz.


İşte bu haftanın konusu ve konuya ilişkin düşüncelerim: 


Türkiye'nin eğitim sistemi sizce nasıl? Sınav sistemi ve ezberden yana olan bu eğitimi destekliyor musunuz? Siz öğrenciyken en çok neden zorlandınız? 

Her sözcüğün anlam erozyonuna uğradığı gibi sistem sözcüğü de bundan nasibini almış, ne kadar sistemsizlik varsa adı sistem olmuştur. Gerçek anlamında sistem, girdi, süreç ve çıktıdan oluşan bir amaç için bir araya gelmiş elemanlar topluluğudur. Sağlıklı bir eğitim sistemini kurmak için detaylı bir ön çalışma ve bu konuda yaşanılan tecrübelerden yararlanmak gerekir. Türkiye'nin eğitim sistemi siyasetin gölgesinde, deneme yanılmaya dayalı ezberci, sorgulamayan bireyler yetiştiren ve sonuç itibariyle başarısızlığa mahkûm bir kaoslar bütünüdür.

Bu kaostan kurtulup çağı yakalamak, refah düzeyimizi yükseltmek için öncelikle eğitim kadrosunu ve fiziki koşulları iyileştirmemiz gerekir. Eğitmenlik bir gönül işidir. Herkes öğretmen olamamalıdır. Her meslekte olması gerektiği gibi sadakate değil liyakate öncelik verilmeli, geleceğimizi teslim ettiğimiz öğretmenler, madden ve manen hak ettiklerine kavuşturulmalı, toplumda en saygın yere konumlandırılmalıdır. Yapboz tahtasına çevrilen sınav sistemi ve ezberci anlayış derhal terk edilmelidir.

Uluslararası düzeyde öğrencilerimizin elde ettikleri başarısızlıklar içimizi acıtmakta ve geleceğe dair umutlarımızı karartmaktadır. Her vilayete bir üniversite açmak başarı değil ülke kaynaklarının israfı, gençler için zaman kaybıdır. O üniversitelerin mezunlarından pek çoğu ya iş bulamamakta ya da aldığı eğitimle alâkasız bir dalda çalışma imkânı bulabilmektedir. 

Eğitim sistemi çocukların beceri ve zekâ düzeyinin yanı sıra onların ilgi alanlarına göre eğitim görme hakkı vermelidir. İyimser bir ihtimalle mevcut üniversite mezunlarının yarısı mesleki yeterliğe sahip değildir. Özel sektörde nasıl iyi bir doktor ya da avukat daha çok kazanıyorsa eğitim kadrosunun da yetiştirdikleri başarılı öğrencilere bakılarak ödüllendirilmesi gerekir.

Plânlama eğitim sisteminde çok önemlidir. Nüfusa göre ne kadar mühendis, ne kadar tekniker, ne kadar ustaya ya da ne kadar doktor, ne kadar hemşire ve ne kadar hasta bakıcıya ihtiyâç olduğu doğru olarak tespit edilmelidir. Bildiğim bir konudan örnek verecek olursam; mühendislerin çoğunun tekniker açığını doldurduğunu söyleyebilirim. Bütün mesleklerde durum üç aşağı beş yukarı aynıdır. Ara eleman yetişmemektedir ülkemizde. Sadece doktor, mühendis, öğretmen ve avukata değil, soğuk demirciye, fırıncıya, sekretere, odacıya da ihtiyacımız olduğu bilinciyle, gereksinim duyulan branşlarda ve özel ilgi alanlarında bireylerin yetiştirilmesi gerekir. Düşünün ki bir fırıncı sizinle okuduğu kitabı tartışıyor, memleket meselelerinde aklını kullanabiliyor, resim yapıyor ya da keman çalıyor. Ne güzel bir rüya değil mi?

Eğitim deyince, Eğitim Enstitülerini es geçemem. O kurumlarda hem tarımı hem hayvancılığı, hem insan sevgisini hem sanatı, hem güzel ahlâkı, hem de çalışkanlığı öğretiyorlar, sağlıklı düşünen beyinler yetiştiriyorlardı. Kuruluşunun her yıl dönümünde gözümden akan yaşlara teslim olurum.

Öğrencilik yıllarımı çok geride bıraktım. Ama şunu biliyorum, bizim zamanımızda her şey daha iyiydi. Üniversite sınavına hazırlanırken tercih edebileceğimiz toplam üniversite sayısı yirmi civarındaydı. En kötüsü bile bugünün en iyisinden geri kalmazdı. Benim en çok zorlandığım, İzmir'in göbeğinde oturduğumuz halde bazı derslerimizin öğretmensizlik yüzünden boş geçmesiydi. Çok kaliteli hocalarımızın yanı sıra bu işi sadece para kazanmak olarak gören hocalarımızın olması can sıkıcıydı. Zeķâ seviyemiz, kabiliyetimiz, ilgi alanımız ne olursa olsun üniversite sınavında yirmi tercihimizi yüksek puanlı yerlerden alçağa doğru sıralardık. Şanslı biri olarak istediğim tercihti ama o meslekle ilgili hiçbir ön bilgim yoktu. Bir soru daha az ya da fazla çözsem bugün bir mühendis değil, bir doktor, bir avukat, bir mimar ya da filoloji mezunu olabilirdim. Oysa insan hayatının en önemli dönüm noktalarından biri olan meslek seçimi şansa, bir iki sınava bırakılmamalıdır. Ders olarak en sevdiğim matematik, en sıkıcı bulduğum ve zorlandığım Türkçe ve Edebiyat dersleriydi. Tuhaf bir şekilde lisede öğrencilerin en çok zorlandığı kompozisyon dersinde en iyilerden biriydim. Özellikle divan edebiyatından hâlâ nefret ederim.