Çukurlara girdikçe takır tukur sesleri, siren seslerine karışıyor. Hiç mi amortisörü yok bu aracın? Arkadaşlarımdan biri ambulansın önüne oturmuş ben arkada hoplarken. Yok canım hemen ölecek değilim ya daha yaşım çok genç.
Hacettepe acil ilk gittiğimiz yer. Yer yokmuş, kabul etmiyorlar. Belki de geldiğimiz okul mimli, ondandır. Neyse, ondan sonra bir başkası Numune'ydi sanırım, o da yer olmadığından bahisle geri çeviriyor. Tangır tungur seslerine karışan siren sesleriyle birlikte Ankara hastanelerini dolaşırken kendimizi bu kez Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi hastanesinde buluyoruz.
Hemen acil servise alıyorlar sedyemle birlikte. Genç bir doktor hanım ilgileniyor. Kardiyografi filmleri çekiliyor, sorular peşpeşe gelirken koluma serum bağlıyorlar. Ne zamandan beri bu durumdasından, büyük abdestimin rengine varıncaya kadar ahret sualleri. Nereden bileyim rengini. Memlekette hiçbir şey yok, her şey tezgâh altından karaborsa satılıyor. Tuvaletlerde ampul bile yok, el yordamı ile hacet gideriyoruz. "İstifra ettiniz mi?" diye soruyor doktor hanım. Evet, sabaha karşı. "Nasıldı?" Aynı kahve telvesi. Birkaç doktor toplanıyorlar. Doktor hanım arkanı dön, pantolonu sıyır aşağıya diyor. Utanıyorum ama elden gelen bir şey yok. Ameliyat eldivenini geçiriyor eline. Yok daha fazla anlatmayacağım.
Şimdi bana refakat eden arkadaşa dönüyor doktorlar. "Arkadaşınız çok kan kaybetmiş, derhal tam teşekküllü bir hastaneye transfer olması lâzım." diyorlar. Demek ki yolculuk bitmemiş. Keza kamyonetten bozma ambulans kapıda bekliyor. Doktorlar sıkı sıkı tembihliyorlar arkadaşı, "Hayati tehlikesi var, bir an önce..."
Kolumda serum olduğu halde ambulansa biniyoruz yeniden. Sevindirici haber geliyor, A.Ü yoğun bakım kabul edecekmiş, oh nihayet. Hiç unutmam, Serpil Yıldız adında bir başhemşire karşılıyor bizi. Kısa boylu, sarışın, renkli gözleri ışık saçan, neşeli biri. Tekerlekli sedyem ambulanstan daha konforlu. Koridorlardan geçiyoruz, asansörlere binip iniyoruz. Artık emin ellerdeyim. Yedi ya da sekiz yataklı bir yoğun bakım ünitesine götürüyorlar beni. Yatakların hepsi dolu.
Ne zamandan ne saatten haberim var. Bir kolumdan serum, diğerinden kan zerkediliyor damarlarıma. Kanımın son damlasına kadar mücadele etmişim demek. Geriye bir damla kanım kalmamış. Gece hemşiresi geliyor. Esmer güzeli, makyajlı, mankenlere taş çıkartırcasına arzı endam ediyor. Hiç kıpırdamamam gerektiğini söylüyorlar. Yarım saat arayla tansiyon, ateşımi ölçüyor.
Sol çaprazımda genç bir kadın bağırıyor, ortalık inliyor sesinden. "Suuu, su verin bana" Hemşire geliyor, "Su içemezsiniz, doktor kesinlikle su içmemenizi tembihledi." Hemşire çıkıyor salondan, kadın başlıyor, kaldığı yerden "Suuuu, su verin, bir damla olsun su veriiin."
Sağ yanımdaki ihtiyarın içi kaldırmıyor kadının yakarışlarını. Kendi kendine söyleniyor. "Niye eziyet edip duruyorlar kadına, bir yudum sudan ne olacak." Kadın adamdan aldığı cesaretle daha yüksek perdeden bağırmaya başlıyor. "Suuuu, bir bardak su verin, öldürecek bunlar beni susuzluktan." Yaşlı adam daha fazla dayanamıyor. Yanı başındaki konsoldaki sürahiden bardağına yarıya kadar su boşaltıp titrek bacaklarla kadının yanına gidiyor. " Al bacım, al iç de sus artık"
Sesin aniden kesilmesinden mi yoksa bir tesadüf eseri mi bilinmez, tam o esnada kat hemşiresi salona giriyor. "Neee, su mu verdiniz yoksa buna? İhtiyar yarı memnun, yarı mahcup ama fırçaya razı bir şekilde " Ne yapayım doktor hanım, çok fena bağırıyordu."
Hemen yanımda on iki, on üç yaşlarında bir oğlan çocuğu. Hemşireden hastalığının siroz olduğunu öğreniyorum. Bu yaşta olur mu hiç bu hastalık. Çocuk henüz içki koymamıştır ağzına. Karnı davul gibi şişmiş. Kendinde değil, ağzından kan geliyor. Ertesi gün onu görüp moralim bozulmasın diye aramıza bezden bir portatif paravan çekiyor hemşire. Birkaç saat sonra koridordan yükselen ağıtlar, ağlama sesleri, bağrışmalar. Sessiz bir şekilde yanımdaki yatak boşalıyor, artık paravana gerek yok.
Arada tekerlekli sedyeyle gezdiriyorlar beni. Filmler çekiliyor, hortumlar yutturuluyor. Gözlerimden yaşlar boşalıyor. Teşhis karta işleniyor. "Aspirine bağlı Akut Gastrointestinal Sistem Kanaması" yani, Aspirine bağlı mide kanaması" Bu şartlar altında kim mutlu olabilir? Tabii ki ben. Benden mutlusu yok. Şartlar ne olursa olsun bir haftadır hastanenin yoğun bakımındayım. Ölsem ne gam. Ne dersleri düşündüğüm var, ne de sınavları. Nümerik analiz benden en az bir sömestre uzak. Doktorun her sabah uğrayışında içimde bir heyecan. Acaba beni taburcu edecekler mi? Her seferinde bugünü de yırttık, bir kaç gün daha kalabilsem heyet raporunu kesin verirler. Kolumda hala serum var. Altı ünite serum dört ünite kan vermişler. Beni hastaneye getiren arkadaş yurtta anons ettirmiş. Onlarca arkadaş kapıya yığılmış. İlk kez öğrendim. Bana kan vermeye gelenlerin kanlarını bağış olarak kabul edecekler ama bana verdikleri kan ve serumu parayla satacaklar. Arkadaşlar durumu öğrenince isyan ediyor. Gerisin geriye dönüyor çoğu.
Serpil Hemşire çok seviyor beni. Tıp fakültesi öğrencisi olduğumu söyleyip kan ve serumlar için bana ödeme yaptırmıyor ayrılırken. Yoğun bakım normal bir insan için epey can sıkıcı olmalı. Benim için bir kurtuluş, hiç ayrılmadan aylarca kalabilirim burada. Duyacağım en kötü haber, doktorun beni taburcu edeceğini söylemesi. Gün boyu beyaz önlüklü stajyer hemşireler dolanıyor etrafımda. İlk kez birinden kan alacaklar. Uzatıyorum kollarımı, kanı gören elini yüzüne bulaştırıyor. Gülümsüyorum onlara. Bir daha denesinler. Bende öğrensinler mesleklerinin inceliklerini. Sonsuz bir şevkat ve toleransla bütün bedenimi teslim edebilirim. Geceleri esmer hemşire geliyor. Bir haftadan beri yattığım halde çorbayı elleriyle içiriyor. Hafiften utanıyorum.
Bir hafta önce geldiğim yer cehennemse burası cennet olmalı. Geldiğim yerden ne kadar mutsuz ayrıldıysam burada o kadar mutluyum. Keşke kadrolu yoğun bakım hastası olsam burada. Eve haber vermiyorum. Verip ne yapacaktım ki. Üzülecekler sonra. Nerede kalacaklar, bir sürü telaş. Önceki sene babam trafik kazası geçirdiğinde bir ay yatmıştı hastanede. Bana haber vermemişlerdi derslerimden kalmayım diye. Bir de bunun rövanşı var aklımda. Sayılı günler çabuk geçiyor. Kara haberi veriyor doktor. "Artık kalmana gerek yok, seni taburcu edelim, evde istirahat edersin." Tüh diyorum içimden, sevineceğim yerde. Buraya kadarmış. Okula dönüp izin işlemlerine başlıyorum. Yattığım hastane sorun çıkarmadan bir aylık heyet raporu veriyor. Sömestre izni tamam. İzmir'e eve dönüyorum, elimde bavulum. Kapıyı çalıyorum. Annem açıyor, şaşkın. Hayırdır, diyor. "Pek hayır değil." diyorum. "Attılar okuldan." Yüzünün rengi değişiyor. Fazla uzatmadan başlıyorum anlatmaya...
Birinci bölüm için tıkla...
Birinci bölüm için tıkla...