Ağaç Ev Sohbetleri başlayalı beri her toplantıya katıldım. Bazı konular işte tam bana göre dediğim cinsten olurken bazı konularda ise tek cümle yazamayacakmışım gibi geldi bana. Ama her seferinde yazmaya başladığımda, takıldım sözcüklerimin peşine, onlar alıp beni bir yerlere götürdü. Özellikle konu sıkıntısı çektiğim dönemlerde epey işe yaradı bu sohbetler. Hatta konulara ev sahipliği yapan bazı arkadaşlar konukseverlik gösterip pasta bile ikram ettiler. Taha Akkurt ve Edischar tarafından başlatılan ve onların mazereti dolayısıyla Deeptone ile İrem Can tarafından yürütülen Ağaç Ev Sohbetleri 12. haftaya girerken bu kez Sessiz Gemi'nin misafiriyiz. Arkadaşımızın seçtiği konu itiraf etmeliyim ki benim için en zorlarından biri olacak. Konumuz şöyle;
"İnsanların ruhlarının rengi ve bir formu olduğunu düşünüyor musunuz? Örneğin, gün ışığı gibi veya pembe kiraz çiçeği gibi. Öyleyse sizin ruhunuz nasıl forma, renge sahip olurdu?"
Önce ruhun ne ve nasıl bir şey olduğunda anlaşalım belki daha sonra rengine karar verebiliriz. Ruhun bedene can veren bir şey olduğu kabul edilir. Ama o şeyin nasıl bir şey olduğunu ne gören var, ne de tanıyan. Var olduğunu da herkes bilir üstelik. Hani yok desen, ruhsuz diye yapıştırırlar cevabı, altında kalırsın. Sadece insanda mı olur ruh? Hayvanlar, bitkiler ruhsuz mudur? Madem bedene can veriyor, canlıların hepsinde olmalı.
İnanç açısından bakılırsa ruh Cebrail'in ta kendisi. Cebrail'i gören var mı? İnsan tanımak istiyor, erkek mi, dişi mi, sarışın mı esmer mi? Tanrı'ya göre ruh, insan aklının yetmeyeceği bir şey. Boşuna karıştırmayın o konuları, ruh, sizin bilinmeziniz olarak kalacak diyor kutsal kitap. Hepsi bu. Daha sonra insanlar bir sürü görev ve sorumluluk yüklemişler ruhlara. Ruhum daraldı demişiz içimize ufunet basınca. İçimizde bir şey olmalı ama neremizde? Eğer ruhuma bedenimde yer seçme imkânım olsaydı onu beynimin en ücra bir köşesine oturturdum. Madem o çıkartıyor böyle tuhaf şeyleri, bakmasını da bilmeli.
İyi beslemeli meselâ, bol oksijenli bir ormana, ya da yosun kokulu bir deniz kenarına götürmeli. Ruh deyip geçmeyin, onun da ihtiyacı var gezip tozmaya, ruhdaşlarıyla bir masada kadeh tokuşturmaya.
Bazen, kafanıza bir şey takıldığında dinlendirmeniz lâzım ruhunuzu, sevdiğinizin kucağında. Hep dünya işleri ile uğraşıp bunalıma sokmamalısınız onu. En çok hoşlandığı şeylerle beslemelisiniz. Müzik meselâ. Sakin bir deniz kenarında, ay ışığı altında, sevdiğiniz yanında, parmaklarınız dolaşırken gitarın tellerinde, hafiften esen bir meltem eşliğinde, okşamalısınız onu.
Suyuna gitmez, ihmal ederseniz ruhunuzu, ne çoraplar örer başınıza bilseniz. Hatta çıkar beyninizden, çeker gider, terk eder sizi. Değme doktorlar çare bulamaz derdinize, aklınızı yitirirsiniz. Böyle bir şeydir işte benim de ruhum. İyi kötü geçiniriz, bazen neşeli, bazen melankolik bazen de hüzün verir bana. Vefalıdır da aynı zamanda. Onu aç bıraktığım, ilgisiz kaldığım, dünya işlerine dalıp umursamadığım günlerde sabırla beklemesini bilmiş, terk etmemiştir beynimi.
Benim ruhum ebruli. Bazen kararır katran rengine, dünyaya geldiğime pişman eder, bazen süt gibi beyazlaşır güzellikler limanında. Bazen mavileşir uçar gökyüzüne, ayaklarım yerden kesilir, bazen sararır, karışır hazan yapraklarına. Gün gelir kızarır utancından göstermez yüzünü, ama her zaman yeşillenir bahar gelişlerinde. Evet, evet tam da böyle. Benim ruh rengim ebruli.
Hiçbir şekle sokamam ki ben ruhumu. Sanırım gaz halinde. Yoksa sıvı mı desem, bulunduğu kabın şeklini alan. Yok, yok her kaba giremez ruhum benim. Benim ruhum bir su buharı gibi gökleri deler, gök gürültüleri, şimşeklere aldırmadan yere süzülüp, besler ırmakları, denizleri...
Yeni Bir Hayat serisi devam ederken okurlardan aldığım yorumlarda özellikle sağ sol çatışmalarıyla ülkenin sürüklendiği kaos ortamının fazla bilinmediği, bu dönem hakkında yeterince kitap yazılmadığını fark ettim. ABD'nin ülkemizin geleceği olacak bir nesli birbirine düşürmek suretiyle tezgâhladığı 1980 darbesinden bu yana yaklaşık 40 yıldır gençlik cebren siyasetin dışında bırakıldı. Aklımda yer eden ve bizzat yaşadığım olaylar dışında yurdun değişik yerlerinden kahvelerin kaleşnikof tüfeklerle taranması, bombalı saldırılar, gazetecilere, yazarlara, siyasetçilere ve öğretim üyelerine düzenlenen suikast haberlerine alışmıştık. Evet, şanslıydım. Onca hengâmenin içinde bulunmama rağmen sağ duyu ile hareket etmek suretiyle ve elbette şansım sayesinde emniyet müdürlüklerinde işkence görmedim, göz altına alınmadım, neredeyse bütün öğrencilerin en az bir kez ifade vermek üzere götürüldüğü kampus içinde, bir tepenin üzerinde yer alan jandarma karakoluna dahi ziyaretim olmadı. Şimdi mektubuma dönelim, genç delikanlıya bakalım daha ne hiķâyeler anlatacağım.
YENİ BİR HAYAT *** BÖLÜM 5 ***
Ya evlât işte böyle. Biliyorum, zor günler yaşıyorsun ama evden ayrıldığına hiç pişman değilsin. Bahara doğru, yurdunuzun zemin kattaki odasında arkadaşlarınla beraber ders çalışırken pencerenizin önünde bir takım sesler gelecek kulağınıza. Afyon'lu arkadaşınla pencerenin dibinde, otlar arasında bir şeylerin kıpraştığını göreceksiniz. Hava karardığı için zorlukla seçeceksiniz aşk yapan bir çift kirpiyi. Afyon'lu tecrübeli bu konuda. Koş, leğeni getir derken anlamayacaksın ne yapmak istediğini. Diğer oda arkadaşlarınla hep birlikte pencereye üşüşeceksiniz. Birden pencereden atladığı gibi yakalayıp leğene koyduğu her biri birer kedi büyüklüğünde olan bir çift kirpiyi size uzatacak Afyon'lu. Ne olacak bunlar demeye kalmadan, "Yarına ziyafet var" diyecekler. Ya bu kirpiyi, nasıl kesecek, neresini yiyeceksin? diye soracaksın. "Göreceksin bak, kirpi çok lezzetli bir hayvandır" diyecekler. Her şeyin bir usulü varmış. Kirpinin kesilmesinin de. Kafasının kesileceğini anladığında başını içine çekip dikenli bir toptan farksız olacak hayvan. Afyonlu önce birini, sonra diğerini su dolu leğenin içine daldırınca zavallı hayvanlar nefes almak için can havliyle başlarını çıkaracaklar ve o anda canice kesecek kafalarını. Kanını akıttıktan sonra bir güzel yüzecek onları. Artık birer piliç büyüklüğündeler. Kocaman bir naylon torbaya koyup yurt kantinin soğutucu dolabına koyacaksınız.
Ertesi gün güneşli bir gökyüzü karşılayacak sizi. Tam bir piknik havası yani. Hafif serinden bir hava. Bana kimse kirpi yediremez diye inatlaşacaksın İstanbullu arkadaşınla. O diyecek yediririm, sen diyeceksin yediremezsin. Uzunca bir çubuğa geçirdikleri kirpileri yaktıkları ateş üzerinde çevirmeye başlayacaklar, İş Bankasının yanındaki ağaçlıklı yeşil alanda. Bir duman tütecek ateşin üzerinden, neredeyse itfaiye gelecek yangın var diye. Ne yağlı hayvanlarmış mübarek. İstanbullu bir parça koparıp gelecek üzerine. Sen kaçacaksın, o kovalayacak. Sonunda yere yatırıp sokacak boğazına. Yer misin, yemez misin? İşte böyle matrak anlarınız da olacak evlat. Ama sakın ola ağzından kaçırıp ben kirpi nasıl kesilir, nasıl yüzülür biliyorum diye boş boğazlık etme. Hani nereden biliyorsun derler de sen de elindeki mektuptan öğrendim der, ağzından kaçırırsın. Bak yine hatırlatayım sana. Eğer bu mektubumu ifşa eder başka birine söylersen, sihir kaybolacak ve sen burada okuduklarını asla yaşamayacaksın. Mektubumu senin dışında okuyanlar inanmayacaklar sana, Ne de güzel masal anlatıyorsun bize diyecekler.
Yine günlerden bir gün okuldan çıkıp kafeteryaya doğru giderken üçlü anfinin önünün kalabalıklaştığını göreceksin. ÖTK temsilcileri önünü kesecek. "Nereye gidiyorsun hocam, miting var." diyecekler. Böylelikle öğreneceksin mitingin Tariş olaylarını protesto etmek amacıyla yapıldığını. Baban ve erkek kardeşinin çalıştığı fabrikada olaylar olmuş, bir sürü insanın işine son verilmiş. Onlardan biri de kardeşin. Kalabalık büyüyünce jandarma da gelmiş sinsi sinsi yaklaşıyor olacak. Bir öğrenci lideri heyecanla konuşmaya, Tariş'te yapılan kıyımı anlatmaya başlayacak. Konuşması bitmeden jandarmanın bir hilâl şeklinde bütün kalabalığı kuşattığını fark edeceksin. Konuşmacının yanında bir genç belinden silahını çıkarıp ardı arkasına havaya ateş etmeye başlayacak. Beş altı kez silah sesinden sonra kalabalık panik halinde alttaki çevre yoluna, oradan bayır aşağı ormanlık bölgeye kaçışırken jandarma peşlerinden kovalayacak. Yakaladıklarını karakola götürmek üzere cemse dedikleri askeri taşıma araçlarına bindirecekler. Bu arada sen ne mi yapacaksın evlat? Şanslısın dedim ya. Üçlü anfinin önünde kızlarla muhabbet eden iki askeri öğrencinin yanına yamanacaksın. Onları tanımadığın halde bozuntuya vermeyecekler. Jandarma da seni onların arkadaşı sanıp önünden geçecek, askerlerden bir kısmı kaçanları yakalamaya çalışırken, diğer bir kısmı üçlü anfide kapana giren diğer öğrencileri toplayacaklar.
Evlât, biliyorum kafanı meşgul eden bir şeyler var senin. Dedeni düşünüyorsun. Seni iyi bir müslüman olarak yetiştirmişti. Kuran'ı okumayı teşvik etmiş, hatimler indirmiştin ona sevgini göstermek için. Henüz on yaşında camilerde müezzinlik yaparken ne de çok gururlanmıştı hatırlarsın. Ta yukarılardan onun hâlâ seni izlediğini sanıyorsun değil mi? Ama burada sana anlatılan başka başka şeyler. Üstelik söylenenler boş da değil. Kafandaki bu karışıklığı çözmen için bir şeyler yapman lâzım. Her fırsatını bulduğunda koşacaksın. Spor yapmak değil amacın. Koşarken düşünecek, düşüncelere kapılınca koşacaksın ayakların seni taşımaz hale gelinceye dek. Önce hâlâ silemedikleri, basamaklarında "Devrim" yazan stadyumun çevresini turlayacaksın. Bir, beş, on kez değil sütçü beygiri gibi en az elli kez tur atacaksın. "Allahım bana doğru yolu göster diye"
Daha sonra başka bir güzergâh keşfedeceksin. "Hayat Yolu Parkuru" denilen, yurtların üzerinden başlayıp vişne bahçelerinin içinden terk edilmiş bir köye ulaşan toprak bir koşu yolu bu. Ramazan ayına girmiş olacaksınız yaza doğru. Üç ayrı gazetenin ekinde verilen Kuran'ın Türkçe meallerini büyük bir dikkatle okuyup notlar alacaksın. Bu senin ders kitapları ve Kuran'ın arapçası dışında okuyacağın ilk uzun metin olacak. Okudukça kafan daha çok karışacak. Delirmek üzere olduğun anlar yaşayacaksın. Hayat yolu parkuru seni biraz olsun rahatlatacak. Koşacaksın, düşünürken. Ne olduğunu, kim olduğunu, tanrının ağzından çıkmaması gereken sözlerin kutsal kitabımıza nasıl girdiğini düşüneceksin uzun uzun. En az yarım saat koştuktan sonra, terk edilmiş köye varacaksın. Hüngür hüngür ağlayacak, tanrıya yakaracaksın, bir yol göstermesi için. Ondan cevap alamayınca, biraz kırgın, biraz küskün döneceksin yurduna. Günlerce bu devam edecek böyle evlât, günlerce. Ve sonunda rahatlayacaksın. Bu kitap tanrının kitabı olamaz, mutlaka birileri olmaması gereken şeyleri koymuş içine...
10 yaşındaki Ben, sekiz yıl sonra, ülkedeki siyasi durumun en karanlık döneminde üniversiteye başlamış ve hayalini dahi kuramayacağı, önceki yaşantısından tamamen farklı bir ortamın içinde bulmuştu kendini. Önce altı sonra dokuz ay süren öğrenci boykotları nedeniyle bir yıldan fazla bir süre gecikmeli başlayan eğitim süreci, şükürler olsun ki bir daha büyük bir kesintiye uğramadı. Ne var ki, kaybolan yılı telafi edebilmek için yazları bile eğitime ara verilmezken en baba tatil süresi on beş günden fazla değildi. İkinci bölümde küçük Ben'e üniversite sınavında yapacağı tercih sıralamasında bir değişiklik yapmasını önermiştim. Onun hayatını değiştirecek bu önerimi kabul etmedi. Bu bölümde benim yıllar önce yaşadığım, onun da sırası geldiğinde yüzleşeceği maceralarımızdan bahsetmeye devam edeceğim.
YENİ BİR HAYAT *** BÖLÜM 4 ***
Neyi merak ediyorum biliyor musun evlat? Sana bu imkan sunulmuşken tercihlerini değiştirmeyip benimle birlikte aynı yolu sürdürmekle iyi mi ettin? Yoksa daha mı iyi olurdu hayatın, önerimi kabul etseydin? Mektubum eline geçtiğinden bu yana geçen zaman içinde yazdığım her şeyin doğru çıktığını görmüş olmalısın, bundan sonra da şüphesiz birebir yaşayacaksın bütün anlattıklarımı. Neler yaşayacaksın biliyorum, çünkü aynılarını yaşadım ben yıllar önce. Eğer doktorluktan yana olsaydı tercihin, Hangi şartlarda yaşardın hayatı, nerede olurdun, kimlerle karşılaşırdın, işte bunları bilmem mümkün değil.
Bizim hazırlık sınıfına üniversitenin balayı derler. Bunun ne kadar doğru olduğunu göreceksin. Dersler ağır değil, hatta "Keşke sınava girip atlasaydım da, doğrudan birinci sınıfa başlasaydım" dediğin günler olacak, bunun için hiç zorlanmayacaksın hazırlıkta. Bolca vaktin olacak. Ah bir de okumaya merakın olsa. Artık yavaş yavaş alışmaya başlayacaksın Ankara'ya. Hafta sonları, Akün ya da Batı sinemalarından birine gidecek, vizyondaki filmlerden birini izledikten sonra Batı pasajında ya da Tunalı Hilmi caddesindeki birahanelerden birinde oturup patates kızartması eşliğinde bir ya da iki bira içecek biraz olsun kafanı ve yalnızlığını dağıtacaksın.
Yurtta aynı odada kaldığın arkadaşlarınla yakınlaşacaksın zamanla. Öğrenci abilerinin cuma akşamları eğitim seminerleri devam edecek. Bir gün yurtta yine öyle bir eğitim semineri sonrasında ÖTK'nın kat sorumlusu sana ve diğer bütün oda arkadaşlarınıza görev verecek. Bunu sakın çömezlikten kurtuluş olarak algılama. Bazılarınıza kuş denilen, üzerinde slogan yazılı şerit şeklinde deste deste kağıtlar, bazılarınıza bina cephelerine slogan yazmak için kırmızı boya ve fırça takımları falan teslim edilecek, ertesi gün sabah Kızılay meydanında diğer gruplarla buluşacağınız söylenecek.
Odanıza döndüğünüzde hepiniz ne yapacağız şimdi diye birbirinizin yüzüne bakacaksınız, anlamsız ifadelerle. Hiç beklemediğiniz bir iş bu. Şimdi biz anarşist mi olacağız? diye kalbiniz güm güm vuracak. "ÖTK kat sorumlusu arkadaş ne dedi bize, ne olmuşuz, ne olmuşuz?" diye soracak arkadaşlarından biri, gırgırına, alaycı bir gülümsemeyle. Diğer bir tanesi cevap verecek ona, "Artık olgunlaşmışız, hee" bir kaç saniye sonra sesini yükselterek, "La oğlum, armut muyuz biz, olgunlaşalım, gitmiyoruz bir yere" diyecek.
Bütün odadakiler, hep birlikte katıla katıla gülmeye başlayacaksınız. Biraz zaman geçtikten sonra sakinleşecek, gitmemenin daha tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini düşünecek, ertesi sabah erkenden ineceksiniz Kızılay Meydanına. Meydan kalabalık, çevrenizde tanımadığınız bir sürü insan olacak. Sen farkında olmayacaksın ama senin en yakınındaki yeşil parkalı, kirli sakallı tip polis. Onun gibi onlarcası aranıza karışmış, hiçbirinden haberin olmayacak. Miting başlar başlamaz polis toplananları dağıtmak için üzerinize doğru gelmeye başlayınca büyük bir panik dalgası kalabalığı hareketlendirecek. Elindeki kağıtları kimseye çaktırmadan bir köşeye bırakacaksın. Emniyet güçleri etrafınızı çevirmeye başlarken kontrolünün dışında hiç tanımadığın bir gruba karışacak, sokak aralarına dağılacaksın.
Grupta yer alan kişi sayısı gittikçe azalırken iyice korkmaya başlayacaksın. "Ne işim var benim burada, yanımdakilerin hepsi yabancı, tanıdığım bütün arkadaşlarım kim bilir nereye dağılmışlar?" diyeceksin düşüncelerinde. İçinde bulunduğun grup çöp konteynırlarını sürükleyerek polise barikat oluşturacak. Daha sonra gözlerini kestirdikleri bir otomobili sürükleyip yolu kapatmaya çalışacaklar ama başaramayacaklar. Sen bütün bunları uzaktan seyretmeye çalışırken bir pundunu bulup gruptan ayrılacaksın. Ortalık iyice karışık, bir tarafta sloganlar atılıyor, diğer tarafta polis kalabalığa gaz sıkıyor. Bu sefer Kızılay Meydanı yakınlarında daha kalabalık bir grubun içinde bulacaksın kendini. Onlarla aynı okuldan olman biraz olsun içini ferahlatacak. Maltepe yönüne doğru yürümeye başlayacaksınız. Tanımadığın biri yanına gelip üç direkli pankart taşıyan birinden nöbeti devralmanı isteyecek. Taşıdığın devasa pankartın üzerinde ne yazdığını dahi bilmeyeceksin. Canın çıkacak o ağırlığı taşımaktan ama sesin çıkamayacak. Korkacaksın. Çünkü köprünün üzerindeki polislerden birinin elindeki kamerayı görüp bütün korteji filme çektiklerini anlayacaksın. Yürüyüş kolunun en başında olan da sensin. "Belki de akşam televizyonda gösterecekler, o zaman anneme, babama ne diyeceğim?" diye aklından geçirirken huzursuzluğunu artıracak bu düşünceler. Mecalin kalmadığı bir anda yanına gelen biri "Ver bana yoldaş, sen dinlen biraz" deyince sevinçten havalara uçacaksın. Tam bir yol ağzına geldiğinizde grup geniş bir alana yayılacak. Nereden geldiği belli olmayan lastikler yolun ortasına çekildiktem sonra üzerine benzin dökülüp ateşe verilecek.
Yaklaşık elli metre önündeki durakta sessiz, sakin bekleyen belediye otobüslerinin kapıları bir anda açılır açılmaz bir sürü polis ellerine aldıkları beyaz kasklarını başlarına geçirip göstericilerin üzerine saldıracaklar. Sen onlardan kaçmak yerine sakin bir şekilde biraz ötede yolun kenarındaki bakkal dükkanına yürüyüp bir meşrubat söyleyeceksin. Mucizevi bir şekilde bütün polisler senin önünden geçip kaçanları kovalayacak, sen ise sakinliğini bozmadan polislerce yakalananların otobüslere doldurulup götürülmesini locadan seyredeceksin.
Olayların ardı arkası kesilmeyecek. Kampustan dışarı çıkmadıktan sonra emniyettesin gibi bir hisse kapıldığın sırada yanıldığını anlayacaksın. Anneannenin dul maaşının üzerine bir de kredi ve yurtlar kurumundan (mezun olduktan sonra geri ödemek üzere) kredi almaya başlayacaksın. İşte bu, önemli bir olayın öznesi olmaktan korumuş olacak seni belki de. Bir cuma sabahı yurttan çıkıp Tunus Ziraat Bankası şubesine gideceksin. Bankadan parayı çektikten sonra kampusa dönmek üzere servis otobüsüne binip okulun yolunu tutacaksın. Nizamiyeye geldiğinde büyük bir kalabalık, gelişi güzel park edilmiş araçlar, sıraya dizilmiş onlarca mavi servis otobüslerini görünce bir şeyler olduğunu anlayacaksın. Otobüsten iner inmez kapıdan geçip içeri girmek isteyince görevliler müsaade etmeyecek. Rektörlüğün önüne bomba atıldığını, çok sayıda ölü ve yaralı olduğunu öğreneceksin. Yüzlerce öğrenci ailesi kapıda endişeyle içeriden gelecek haberleri bekliyor olacak. Dört beş saat sonra yurtta kalanlar için izin çıkacak. Otobüslerle yurda gidilecek. Yurtlar tıklım tıklım. Sadece yurt sakinleri değil, kampus içinde kim varsa yurtlara sığınmış. Öğrenciler, onların yakınları, öğretim üyeleri, herkes orada, kulaklar transistörlü radyolarda olacak. Radyo ve tv lerin ilk haberi olacak ODTÜ'de öğrencilerin üzerine atılan bomba, bir öğrenci öldü, tam otuz sekiz öğrenci yaralı. Yaralılar arasında durumu ciddi olanlar var. Evlat, öğlen yemeklerinden sonra, her kafeterya çıkışında hazırlık okuluna giderken sen, rektörlüğün önündeki mitinge katılıp, o öğrenci kalabalığının arasına karışırken, senin tam da o gün bankadan para çekmeye gidecek olman büyük şans. Rektörlüğe sağ görüşlü Hasan Tan atandıktan sonra iki yüz kadar sağcı (size göre onlar faşist olacak) işçi alacak. Devrimciler kaleyi kolay teslim eder mi? Farklı bölümlere dağılmış, gelişlerindeki misyonu belli olan sağcı işçileri teker teker temizleyip kurtaracaksınız, sonunda rektörlüğe sıkışacaklar. Artık orada da barındırılmayacaklarını anlayınca, size veda seremonisi düzenleyip üzerinize parça tesirli tahrip gücü yüksek bir bomba atacaklar. İbrahim Baloğlu adındaki bir öğrenci arkadaşınız can verecek, onlarca yaralı hastanelere taşınacak. Elbette ailene haber verebilmek, onları merak ve endişeden kurtarabilmek için çırpınacaksın. Yurdun telefonuna yazılacaksın, ya sıra gelmeyecek, ya hatlar düşmeyecek. Baban güç bela yurdun telefon numarasını bilmem kaç kez denedikten sonra düşürecek, bir haber alırım umuduyla. Yurt görevlisi başından savmak için "O isimde biri kalmıyor yurtta" diyecek. Ertesi sabah cumartesi günü ilk otobüsle Kızılay'daki PTT ofisine koşacaksın. Hemen bir telgraf çekip ailene durumu bildireceksin birkaç sözcükle, "Ben iyiyim, merak etmeyin. Stop."
Taha ve Edischar tarafından başlatılan Ağaç Ev Sohbetlerinin on birinci haftasında ev sahipliğini sevgili Momentos yapıyor. Arkadaşımızın hazırladığı bu haftanın sohbet konusu şöyle:
Ergenlik döneminizde rol model aldığınız biri var mıydı, kimdi? Yetişkin biri olduğunuzda bu rol model hakkındaki fikriniz aynı mıydı?
Önce bu sorulara cevabımın olmadığını düşündüm. Çünkü kişi olarak değil fakat genel anlamda mesleğinde başarılı olmuş herkes benim rol modelim. Ancak daha önceki mimlerden birini cevaplarken meslek seçimiyle ilgili bir soruya verdiğim cevap geldi aklıma. Belki aynı cevap bu soruya da karşılık gelebilirdi. Henüz ergenlik dönemine bile girmeden, çocukken gördüğüm beyaz takım elbiseli, beyaz peugeot marka arabası olan otuz beş, kırk yaşlarındaki mühendis benim rol modelim oldu diyebilirim. Daha o zaman kararımı vermiştim. Ben de onun gibi olacağım ve onun arabası gibi arabam olacak. Beyaz bir peugeot (!)
Etik davranış özellikleri bakımından ise annemi gösterebilirim rol model olarak.
Yetişkin biri olduğumda çocukken sadece bir kez gördüğüm rol modelim gibi ben de inşaat mühendisiydim. Onun hakkındaki fikrim değişmişti. O zamanlar inşaat mühendislerinin sadece konut yaptığını sanıyordum çünkü. Okul bittiğinde konut yapımını mühendislik olarak görmedim ve büyük alt yapı proejelerinde çalışmayı hayal ettim, hayallerimi de gerçekleştirdim üstelik. Araba mı? Yok hala bir peugeot'm yok, o zamandan beri olsun diye bir gayretim de hiç olmadı zaten.
Kısa bir sohbet oldu ama bu seferlik böyle olsun. Hadi bana müsaade, pastamı ayırırsınız artık.
Mektubun bu bölümünde artık on yedi yaşında bir delikanlıya sesleniyorum. Önceki bölümlerde çocukluğuma verdiğim öğütlere pek kulak asılmadı, böyle olunca kaderimizi değiştiremedim. Son bölümde geçmişteki Küçük Ben'e üniversite sınavı tercih sıralamasında küçük bir değişiklik yapmasını önermiştim. Bir ihtimal önerimi kabul edecek. Böylelikle kısa süre sonra farklı bir yaşam yolunda ilerleyecek. Bu tercihinin ona ne getirip ne götüreceğini bilahare göreceğiz. Ancak şimdi mektuba devam etmemiz gerekiyor. Çünkü geçmişteki Ben, "Hayır dostum, ben değiştirmem tercih sıralamamı" diyebilir. Laf aramızda inatçıdır biraz kendisi. Bu durumda, onunla ortak serüvenimiz devam edecek demektir. Ta ki bir sonraki dönüm noktasına kadar...
*** BÖLÜM 3 ***
Demek önerimi dinlemedin ufaklık. Ne diyeyim şimdi, hayırlısı olsun bakalım. Hem artık sana ufaklık dememem lazım genç bir delikanlı oldun. Sınav sonuçları gelmeye başlayacak. Postacının yolunu gözleyeceksin. Sınavı kazanıp kazanmadığını daha önce öğrenme imkanın olmayacak. Sınavdan çıktığından beri kafan boşalmış, soruların kaçını doğru, kaçını yanlış cevapladığına dair bir fikrin yok, biliyorum. Genel yetenek sorularında başarılı olduğun için bir şeyler yapmış olmalısın. Nihayet postacı zarfı eline verdiğinde heyecanla açıp ODTÜ İnşaat Mühendisliği bölümünü kazandığını öğrenecek, çok sevineceksin. Hikmet de Hacettepe Matematik bölümünü kazanacak. ODTÜ Ankara'da mı yoksa İstanbulda mı, eğitim dili Türkçe mi yoksa İngilizce mi diye soracaksın sağına soluna. Kimse cevap veremeyecek sana. Birkaç gün sonra Hikmet'le buluşacaksınız. "Ben araştırdım biraz" diyecek, "ODTÜ İstanbul'da, eğitim, Türkçeymiş." Yine de emin olmadığını söyleyecek. ODTÜ deyince nerede olduğundan ziyade öğrenci olaylarının merkezi olduğu bilinecek çevrende, bir de iyi okul olduğu. Birden mahallede herkesin parmakla gösterdiği bir çocuk olacaksın. Babanın çalıştığı Tariş'teki müdür bile yemeğe davet edecek seni.
Bir kaç gün sonra uzun boylu bir adam, takım elbiseli, hafiften kırlaşmış saçları. Bülent Çağdaş, yağ kombinaları müdürü karşılayacak kapıda. Hayatında ilk kez adam yerine konulduğunun haklı gururunu hissedip, sevineceksin. Baban yaşındaki adamla karşılıklı oturup yemek yiyeceksin ama baban olmayacak yanında. Yemekten sonra baban seni alıp arkadaşları ile tanıştırırken koltukları kabaracak. O da araştırmış olmalı, ODTÜ'nün hangi şehirde olduğunu söylemelerinin yanı sıra belli ki başka şeyler fısıldamışlar kulağına. Bir anda sevincin kursağında kalacak. "ODTÜ, Ankara'daymış, ama göndermem seni oraya." Ardından bir kez daha kırılacak kalbin babana. Babana bir sonraki ziyaretin Hikmet'le beraber olacak. "Hacettepe de Ankara'daymış, madem, o zaman onunla birlikte gidebilirsin." diyecek. Yani sana değil değil de seninle aynı yaştaki arkadaşına güvenecek. Üzülme, haklıdır kendine göre belki, kim bilir nelerle doldurdular adamın kafasını.
Liseden sınıf arkadaşlarının çoğu bir yere kapağı atmış olacak. Onlardan birisinin, yeşil gözlü bir kızın, yani Ayfer'in seninle aynı bölümü kazandığını öğrenecek ve çok şaşıracaksın. Yani istesen yapamazsın. Birbirine yakın puan alacak olsanız bile tercih sıralamanız aynı değil ki. Mucize gibi bir şey. Sınıfın en başarılısı Erdal, Hacettepe Tıp'ı kazanacak.
Çok sevdiğin dedeni kaybettiğinden bu yana anneannen sizinle beraber aynı evde yaşayacak. Deden kadar seviyorsun onu biliyorum. Üç ayda bir aldığı dul maaşının üçte birini sana vereceğini söyleyecek. Ne kadar para lazım okumak için, ne sen ne de ailen bilecek. Haberleri takip edeceksiniz. Kayıtların açıldığı ilan edilecek. Baban, Hikmet ve babası ile birlikte Pamukkale otobüsüne binip Ankara yollarına düşeceksiniz. Bu senin İzmir'in dışına ilk çıkışın, çok heyecanlanacaksın.
Bütün arkadaşların üniversiteye başlayacak ama senin okulunda eğitime geçilemeyecek bir türlü. Öğrenci boykotları nedeniyle dersler yapılamayacak, ta ki aralık ayının yirmisine kadar.
Hikmet senden şanslı, hem onun okulunda eğitime başlanacak hem de o yurtta yer bulacak. Ama senin o kadar şansın yok. Puan sıralamasında yurt hakkı kazanabilmen için senden daha kötü durumda arkadaşların olduğu için, tabii bir de torpil yapacak kimse bulamadığınız için bekleyeceksin. Hamamönü'nde genellikle doğuluların kaldığı bir otele yerleştirecek baban seni. Hava çok soğuk, "Banyo yapacağın zaman haber ver" diyecek otel görevlisi, ona göre ortak banyonun termosifonunu yakacakmış. Koca şehirde kaybolma korkusuyla uzun bir süre huzursuz hissedeceksin kendini. Bellediğin otobüs servislerinin kalktığı durak yerinden başka otel çevresinden uzaklaşamayacaksın. Öğlen yemeklerini okulun kafeteryasında yiyecek, akşamları pideciye gidip karnını doyuracaksın. İlk karı göreceksin bir kaç gün sonra. Annenle birlikte Kemeraltı çarşısından aldığınız yakası siyah kürklü yeşil parkanın içine annenin ördüğü boğazlı kazakları giyeceksin. Birkaç gün sonra yılbaşını karşılayacaksın otel odasında. Sana şunu söylemek isterim ki delikanlı, hayatının en berbat yılbaşı günün olacak bu, üstünden yıllar geçse de unutamayacaksın. Canın sıkılacak, yalnızsın, hiçbir arkadaşın yok ki daha. Otelin TV salonunda biraz oyalandıktan sonra odana çıkıp uyumaya çalışacaksın, ama içinde bulunduğun durumu, gelecek günleri düşünüp uykuların kaçacak. Kötü bir başlangıç olacak bu senin için. Çok fazla problem haline getirme yakında yurtta sıran gelecek ancak bunu bile görmeden okul boykot nedeniyle kapanacak bir altı ay daha. Pılını pırtını toplayıp çaresiz döneceksin İzmir'e, ailenin yanına.
Konak'ta bir büfede çalışmaya başlayacaksın. Yaz gelip geçecek. Arkadaşların üniversite ikinci sınıfa geçtikleri halde sen henüz hazırlık sınıfına başlamamışsın bile. Yeniden sınava girecek, daha yüksek puan alacaksın, bir an okulunu değiştirmeyi düşünecek ancak çabuk vazgeçeceksin. Bir sene kayıptan sonra, eğitime yeniden başlanacak ve yeniden Ankara'ya gideceksin. Kısa bir süre daha otelde kaldıktan sonra yer sıkıntısından dolayı koğuş haline çevrilen 6. yurdun çalışma salonunda kırk kişiyle birlikte kalmaya başlayacaksın. Yine de evinden daha rahat bir ortam olacak bu senin için. Artık banyo için su ısıtmaya gerek kalmayacak. Ortak banyo da olsa çeşmelerinden 24 saat sıcak su akacak. İlk kez kaloriferli bir mekanda yaşayacaksın.
Hazırlık okuluna gitmek için epey bir yol yürüyeceksin kampus içinde. Julia adında Amerikalı siyahi bir hocan girecek derslere. Çikolata renkli bu hocanın boyu senin boyundan en az bir karış daha yüksek. Devamlı gülen bir yüzü, sevecen tavırları olacak. ÖTK adında öğrencilerden oluşan bir örgüt var. Bütün kampus onların kontrolünde. Ülkenin her yerinde sağ sol çatışmalarında bir sürü gencin ölüp yaralandığı bir dönemde kampus en güvenli yer. Sağcı sinek dahi kampustan içeri başını sokamıyor. Hepsi sol görüşlü olan öğrenci abilerin, canı sıkıldığında birbirleriyle kavga edecekler sadece. İlk kez Lenin, Marx, Che, Mao gibi ünlülerin adını duyacaksın. Sana bir sürü kitaplar satacaklar, sosyalizm temalı. Biraz meraktan, biraz da yanlış anlaşılmasın diye satın alacak, ders kitaplarının yanına koyacaksın. O tür kitapları okumaya çalışacak, hiçbir şey anlamayacaksın.
Cuma günleri çalışma salonuna abilerin gelecek. Eğitim çalışması altında kaptalizm, emperyalizm, sosyalizm nedir anlatacaklar senin gibi yeni gelenlere. Eğitim bittikten sonra abilerinin bazılarıyla aranızda daha samimi sohbetlere gireceksiniz. Kafana takılan soruları soracaksın onlara. İş dönüp dolaşıp dini konulara gelecek. Kapitalizmin halka bedava verdiği uyku ilacıdır din dediğin diyecekler. Bütün dünyan yıkılacak. Sana bunları anlatan abilerine derslerini vermek isteyeceksin engin bilgilerinle. Dedenin arkadaşlarından dinlediğin bir sürü kıssa, arapça okuduğun Kur'an, indirdiğin hatimler bir işe yaramayacak. Kur'anda kadını dövmek var, kadın erkek eşit değil mirasta, bir erkeğin şahitliği iki kadının şahitliğine eşit dediklerinde abilerin, inanmayacaksın onlara. O kadar kendilerinden emin konuşacaklar ki içine kurt düşecek. Bir sürü kitap okumuş onların her biri, ne Kur'anı kalmış, ne İncili ne de Tevratı. Said-i Nursi'nin Risale-i Nur'unu bile ezberlemişler. İçinden çıkamayacağınız sorular sorup sıkıştıracaklar siz çömezleri. Bir gün içlerinden bir tanesi soracak: İlk insan kim? Hemen atılacaksın, Adem Aleyhisselam. Ya ilk kadın? Havva anamız. Peki çocukları olmuş mu? Olmuştur her halde diye cevaplayacak birileri, senin fikrin yok. E, peki ondan sonra nasıl türemiş insanlar? Havva ile erkek çocukları mı şey yapmışlar, yoksa Adem'le kız çocukları mı? Tövbe estağfurullah! Belki de kardeşler kendi aralarında... Şaşırıp kalacaksınız bütün çömezler, herkes birbirinin yüzüne bakacak. Doğru ya, nasıl oldu bu iş? O an karar vereceksin, Arapçasından defalarca okuyup hatmettiğin Kuran'ın bir işine yaramadığını. Hemen Türkçesini okuman gerektiğini anlayacak, seni kandırdıklarını ümit edeceksin.
Hazırlık sınıfında bir gün ortalık karışacak, sınıfındaki bir kız öğrenci hocalarınızın yanına sığınıp abilerin, ablaların elinden zor kurtulacak. Elektrik mühendisliği bölümü öğrencisi bu kız arkadaşını bir daha göremeyeceksin. Sonradan öğreneceksin ki, şüpheli görülen öğrencilerin mektupları okunuyormuş ÖTK tarafından. Nursel'in ablasının Bursa'dan gönderdiği mektup da açılıp okunmuş. "Komünistlere uyma, onlardan uzak tut kendini" diyormuş ablası mektubunda. O da sağda solda ileri geri konuşup vermiş yakayı ele. Bu olay sana da ders olacak, daha ürkek, daha çekingen olacaksın. Bir yandan da rahatsın, sana öyle bir mektup yazacak kim olabilir ki?
Gece, karanlık basınca, hatta sabaha karşı jandarmanın yurtları basıp yasak yayınları topladığını, arama yaptığını söyleyecekler sana. Artık sen de ayda bir nöbet tutacaksın mecburen, bazen kat nöbeti, bazen çatı nöbeti. Gözlerin karanlığın içlerinde olacak, en ufak bir kıpırtıyı kaçırmayacaksın. Ola ki jandarma yurtlara yaklaşmaya, çevrenizi sarmaya başladı ıslıklarla, bütün yurdu ayağa kaldıracaksın. Bütün milleti uyandıracaksın ki bütün yasak kitaplar pencerelerden aşağı atılsın, silahlar en bilinmez yerlere saklansın.
İlk baskın günüyle bir cumartesi sabahı karşılaşacak, büyük korku yaşayacaksın. Kulakları tırmalayan ürkütücü ıslık sesleriyle yatağından fırlayacaksın. Allah kahretsin, ellerin mürekkep içinde. Koşup lavaboya, çıkartmaya uğraşayacaksın suçlanacağın izleri. Bir gece önce sırf eğlence olsun diye arkadaşının slogan yazmak için getirdiği harfleri dizdiğin şablonla defterlerine baskı yapmışsın adını. Arkadaşın, jandarma yurdun etrafını sarmadan önce bir naylon poşete koyduğu matbaa harfleri, ıstampalar ve mürekkeplerle şablonları pencereden aşağı fırlatacak. Aksilik bu ya, o da gidip ağacın dallarına takılacak. Tam bir suç üstü, elindeki mürekkep izleri, defterlerindeki baskıların hepsi birer delil. Çaresiz pencereden aşağıya bakacaksın. Binanın bütün çevresine yüzlerce kitap, bildiri yayılacak. Bir sürü asker ve subay sarmış olacak yurdun etrafını. Şişmanca bir astsubay ağaca takılan poşedi fark edecek. Askere talimat verirken dikkat et bubi tuzağı olabilir diye ikaz edecek. Poşetin içinde bomba yerine matbaa teferruatını görünce rahatlayacaklar. Az sonra odalara girip didik didik arama yapıldığında elinden bir türlü çıkaramadığın mürekkep izlerini askerlere göstermemek için cebinden çıkarmayacaksın ellerini. Şans gülecek yüzüne bir kez daha evlat, eğlence olsun diye yapacağın bu saçmalıklar az kalsın başını belaya saracaktı. Fakat sen yine de içini rahat tut, şansın bu konuda hep senin yanında olacak.
Arkadaşlığı o yurtlarda öğreneceksin delikanlı. Karakterin orada olgunlaşacak, dünyaya bakışın, her şeyin. Gaziantep'li bir oda arkadaşın elektrik mühendisliği bölümünden, sınavı var o gün. Senden saatini isteyecek. Evden çıkarken sana yapılan tembihler gözünün önüne gelecek. "Kimseden bir şey alma, kimseye bir şey verme." Vermeyeceksin sen de kol saatini. Sonra bu yaptığından öyle utanacaksın ki. Hiç insan oda arkadaşına sadece sınavında kullanmak için senden istediği kol saatini vermez mi?
Akşamları hava karardıktan sonra sık sık odanızın kapıları çalınacak, herkesi mitinge çağıracaklar. Binlerce öğrenci yurtların ortasındaki meydanda toplancak. Büyük ateşler yakılıp sloganlar atılacak, marşlar söylenecek. O gün hangi devrimcinin öldürüldüğü gün ise onun kahramanlıkları anlatılıp sol yumruklar havada saygı duruşunda bulunacaksınız. Hep bir ağızdan kahramanlık marşları söylerken kalabalığın heyecanına ortak olacaksın. "Gün doğdu, hep uyandık, siperlere dayandık, bağımsızlık uğruna al kanlara boyandık" nidaları yukarıda, tepedeki jandarma karakoluna kadar ulaşacak fakat askeri salamayacaklar o ateşli kalabalığın üzerine. Benim yaşıma geldiğinde hüzünle yadedeceksin o günleri evlat. Hepsi birer güzel anı olarak kalacak hafızanda.
Sevdiğim Günlük "Notalarla Yolculuk" adında hoş bir mim başlatmış. Mimin konusunu çok güzel anlatmış sayfasında. Gönül tellerini titreten iki şarkı seçmiş ve duygularını paylaşmış bizlerle. Daha sonra beni mimlemiş. Kendisine sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Konumuz şu:
Şarkılar konuşan duygularımız gibi... Dinlediğimiz veya dinlemeyi en çok sevdiğimiz şarkıları bize hatırlattıkları anılarla ve hissettirdikleriyle birlikte paylaşmanın çok güzel olabileceğini düşündüm. Hadi gelin, hislerinizin en çok yoğunlaştığı 2 şarkınızı seçin ve bize her bir şarkıda gittiğiniz o anı, o hatırayı veya o hissi anlatın!
Beni etkisi altına alan şarkılardan ilki şüphesiz Cezayir asıllı Fransız şarkıcı İndila'nın seslendirdiği "Derniére Danse - Son Dans" olurdu. Şarkıya dair elle tutulur bir anım olmasa da bu şarkıyı her dinlediğimde kendimi yoğun bir duygu girdabının içinde bulurum. Kaç kez dinlediğimi bilmiyorum ama her seferinde hem müzik hem de sözleriyle bütünleşirim. Fransızca bir aşk şarkısı "Derniére Danse", hem müziği hem sözleri içime işliyor. Hiçbir dilde çeviri ne kadar güzel yapılırsa yapılsın tam karşılığını bulmuyor. Şarkının Türkçe'ye çevrilen sözlerinin aslından ne kadar uzak kaldığını fark ettim. "Oh ma douce souffrance" diye başlayan şarkı sözleri, muhtelif çevirmenler tarafından Ah benim tatlı eziyetim, elemim, işkencem, ıstırabım, çilem gibi farklı şekillerde çevrilmiş dilimize . Hiç biri doğru değil bunların, çünkü anlatılmak istenen o duygunun karşılığı yok dilimizde. Bizim dillendirdiğimiz bazı duyguların da başka dillere çevrilemeyeceği gibi. Gel şimdi bir Fransız'a gönül telini anlat. Mümkün değil elbette.
Aklıma düştüğünde bazı geceler kulaklığımı takıp defalarca dinlerim. Bazen şarkıya takılı kalır, günlerce sözlerini mırıldanır, İndila'nın hislerine ortak olurum. Nedir benim bu şarkıya olan tutkum, izahı yok. "Oh ma douce souffrance" şeklinde başlayan ilk sözleri şarkının özeti gibi. Aşkın iki yüzünü görmek mümkün bu ifadede. Hiç acı biber reçeli yediniz mi? Acı biber reçeline benzetirim aşkı biraz. Bir kaşık alırsınız, yediğiniz diğer reçellere benzer hoş bir tatlılık yayılır ağzınıza. Bir müddet sonra yanmaya başlarsınız. O kadar hoşlanırsınız ki bu farklı lezzetten. Bir kaşık, bir kaşık daha istersiniz. Yanmak zevkli bir hal alır.
Ayrıca bu şarkının içinde yer aldığı bir roman yazdım, adı "Son Dans". Sırası geldiğinde bölümler halinde onu da yayınlamayı düşünüyorum. İşte beni dinledikçe sarhoş eden o şarkı. İndila söylüyor, "Derniére Danse". Umarım siz de seversiniz.
İkinci şarkım gençlik yıllarıma dayanır. Emperyalizme, adaletsizliğe, yoksulluğa karşı mücadele eden bir kahramanın öyküsü. Sonraki yıllarda Nathalie Cardone, tüylerimi diken diken eden bir klip çekmiş.. Şarkının girişindeki makineli tüfek seslerinden sonra gitarın yaylı çalgılarla buluşan ezgisi yürekleri parçalıyor. Özellikle gençlik yıllarımda, bir zamanlar (hala öyle) hayranlık duyduğum Che Guevera adına yazılmış bir kahramanlık şarkısı. Klip, onun 1967 yılında ABD özel kuvvetleri tarafından Bolivya'da infaz edilmesini dramatize ediyor. 1968 kuşağı, gençliğin bir şahlanışıydı, kalbi vatan ve insan sevgisi için atan nice zeki insan heba oldu. Che Guevera, Deniz Gezmiş ve arkadaşları, yitirilen fidanlar. Hepsi emperyalizme karşı mücadele ettiler, iz bıraktılar. Şimdi neyin mücadelesini yapıyoruz, neyin uğruna canlarını veriyor gençler. İşte böyle beni derinden etkileyen, yaşadığı topraklarda sosyal adaleti getirmekten başka bir amacı bulunmayan Che Guevera'nın gözlerimi yaşartan hazin öyküsü, Hasta Siempre - Sonsuza Dek, Nathalie Cardone seslendiriyor.
Yapmayacaktın bunu bana şimdi Sevdiğim Günlük, bir kez dinledim, bir kez daha, bir kez daha... Ağladım, ağlıyorum...Offf.
Yeni Bir Hayat serüveni ile ilgili yorum yapan okurlarımın hepsine teşekkür ederim. Yapılan bazı yorumlarda yaşamımda yapacağım değişikliklerle ilgili beklentiler oluşmuş. Yorumlara verdiğim cevaplarda belirttiğim üzere bugünkü tecrübe ve aklımla aynı çocukluğu yaşasaydım bireysel olarak herhangi bir şey değiştirmeyi düşünmezdim belli bir yaşa kadar. Belki siz okurlarımın benim düşünemediğimi önermeniz iyi bir fikir çıkarabilir ortaya.
Yaşam çizgisinde bazı kritik dönüm noktaları vardır bildiğiniz üzere. Bunlardan belki de ilk karşılaşılan meslek seçimimiz. Ben de bu yüzden ilk ayrım noktasını buraya koydum. Doğal olarak her dönüm/ayrım noktası ufaklığı mektuptan ayırıp ona farklı bir öykünün kapısını aralayacak. Ufaklık (yani on yaşındaki ben) bu ayrım noktalarında benden ve benim kaderimden ayrılacak. O ayrılma anından sonra ben onun kader yoluna girmiş olacağım. İlginç bir rotada ilerlemeye devam edelim bakalım neler çıkacak. En az sizler kadar ben de merak içindeyim. İyi okumalar.
*** BÖLÜM 2 ***
Liseye kötü bir başlangıç yapacaksın ufaklık. Sonradan terk ettiğin futbol tutkusunun bunda ne kadar payı var bilmiyorum. Okul çıkışında her gün top koşturacaksın, hava kararana dek. Hatırladığım kadarıyla ilk yalanlarına başlayacaksın. Her akşam geç vakit eve döndüğünde, seni pür merak içinde bekleyen annemizi "Elektrikler kesildi, bu yüzden öğretmen dersleri elektrikler gelene kadar uzattı" diyerek, saçma sapan bahanelerle kandıracaksın. Zavallı kadın. Bak, ufaklık yapma bunu. Hiçbir zaman yalan söyleme, hele annemize hiç söyleme. Çünkü o çocuklarını gözünden sakınır hep, bizleri incitecek en ufak bir söz dahi söylemez, değil kaba kuvvet, bir fiske dahi vuramaz.
Muallâ adında mesleğine yeni başlayan güzel mi güzel, tatlı mı tatlı bir matematik öğretmeni seni yeniden hayata bağlayacak. Lisenin ilk sömestre'sindeki altı kırık notu bir sonraki dönem düzelteceksin, Muallâ hocan sayesinde. O sana güvenecek, sen de onu yanıltmayacaksın. Sonraki yıllarda başarılı bir öğrenci olacaksın.
Ergenlik diye bilinen bir azgınlık dönemin olmayacak ama duygusallığın yakanı bırakmayacak. Üç yıl lisede birlikte okuduğun bir arkadaşına ilgi duyacaksın. Güzel desem, güzel değil. Sıska, gözlüklü, soluk benizli bir tip işte. Tahtaya kalktığında tebeşir tozuna karşı allerjisi nedeniyle sessiz öksürük nöbetine kapılan, kısık sesli bu kızın hangi özelliği seni çekecek inan ki bunca tecrübeme rağmen bilemiyorum. Oysa öyle sınıfın olacak ki, tam bir hababam sınıfı, bir sürü güzel kız erkekleri tavlamanın peşinde. Sana çocuk gözüyle bakacak diğer kızlar. Sübyan lafını ilk kez o yırtık kızların ağzından duyacaksın. Uzaktan her hareketini izleyeceksin onun, senden kopya çekmek için yanına davet ettiğinde, havalara uçacaksın. Fakat yine arkadaşlık teklif etmek cesaretini göstermeden ona, lise maceran sona erecek. Senin için hayırlı olan da bu zaten.
Lise ikinci sınıfa giderken eve ilk kez televizyon girecek. Çiğli'deki arsa 10.000 TL'ye satılıp eve Grundig marka bir TV alındıktan sonra kalanı senin üniversiteye hazırlık dershane parası olarak saklanacak. Televizyon dediğim evin odasında bir köşeyi kaplayan, önünde ahşap sürmeli akordiyon kapağı kapatılıp kilitlenen kocaman bir camlı dolap. Sinema gibi bir ekran, perde yerine camı var. Filmler, eğlence programları, dizi filmler falan izlenebiliyor işte. Henüz haberler dışında canlı yayın yok tabii. Şimdi televizyonu bilmeyen sana canlı yayını anlatmak istemiyorum. Zamanı gelince öğreneceksin zaten. Anteni, regülatör adında bir kara kutusu var. Başlangıçta epey karışık geliyor insana ama kolay alışacak, kolay kolay bırakamayacaksın. Anteni kurmak zor bir iş, epey uğraşacaksınız iyi görüntü almak için. Günlerden cumartesi, bunca yıl geçse de hiç unutmam, ilk olarak "Emirganda Piknik" eğlence programını ailecek, büyük bir heyecanla gözlerinizi kırpmadan izleyeceksiniz. TV dolabının kilidi ders çalışma zamanlarında sadece birkaç kez kilitlenecek. Sonra aksesuar gibi üzerinde kalacak. Evdeki herkes bu aptal kutusuna hipnotize olmuş gibi alık alık bakacak.
Dershaneye başladığında bir arkadaşınla tanışacaksın. İyi bir çocuk, babası banka müdürü. Böyle bir arkadaşın olduğu için hem gurur hem de eziklik duyacaksın. Hele bir gün ders çıkışında yanına gelip "Hamburger yemeye gidelim mi?" deyince ne yapacağını şaşıracaksın. Çünkü hamburger nedir, nasıl yenir henüz bilmiyor olacaksın. Üstelik cebinde ona yetecek paran da yok. Hayır demek ondan da ağır gelecek. Gideceksin onunla beraber. Arkadaşın defalarca yediği hamburger köftesinin ne kadar pişirileceğini, üzerine yumurta sarısının patlatılmadan nasıl ilave edilmesi gerektiğini ustaya anlatırken onu hayranlıkla izleyecek, dönüp sonra sana "Senin nasıl olsun?" deyince kısaca "Aynısı" cevabını vereceksin. O leziz şeyi yiyip masadan kalkarken hesabın hepsini ödeyince derin bir nefes alıp teşekkür edeceksin arkadaşına. Birkaç gün sonra "Kazandibi yemeye gidiyoruz, gelir misin?" diye sorduğunda lokantalarda beleşe arta kalan yemekleri yemeye gideceğinizi sanma. O güzel bir sütlü tatlını adı. Eğer cebinde paran yoksa nazikçe bir bahane uydur peşlerinden gitme.
Meslek seçiminde pek karışık olmayacak kafan. Kararını çoktan vermişsin zaten. İki kriterin var, biliyorum. Birincisi İzmir'den, daha doğrusu yaşadığın aile ortamından uzak kalmak, ikincisi inşaat mühendisliği. Çevrende üniversite kazanan hemen hemen hiçbir kimse yok. En fazla okuyanlar liseyi ancak bitiriyor, o da tekleyerek. Çok ümidin olmayacak senin de. Belki farkında bile olmayacaksın ama babamız da aynı fikirde, yani üniversite kazanabileceğin aklının ucundan dahi geçmiyor. Sendikanın birinde sana memurluk işi ayarlamanın peşinde. Annemiz ise olabildiğine umutlu. Oysa, topu topu yirmi üniversite var o zamanlarda. Milli piyangodan büyük ikramiye çıkması gibi bir şey. Hiçbir yakının üniversitenin yanından geçmemiş ki sen geçesin. Annemiz benim oğlum doktorluğu kazanacak diye geçirecek aklından, ya tutarsa.
İnşaat mühendisi nedir bilmeyeceksin. Nereden bileceksin ki. Sadece apartman diktiklerini sanıyorsun onların. Bu işin laz ustaların tekelinde olduğunu çok daha sonra öğreneceksin. Yolları, tünelleri, barajları, limanları yaptıklarını, kanalizasyon, içme suyu, sulama, hava alanı gibi nice dalda çalışabildiklerini öğreneceksin inşaat mühendislerinin. Evet tercih etmeyi düşündüğün bölüm seni fazlasıyla ihya edecek. Bu işin teknik yönü. Şimdi sana bazı gerçekleri anlatacağım. Sen yok, ben yine inşaat mühendisliği okuyacağım dersen karışmam. Dikkat ettiysen şimdiye kadar alacağın kararlarda sana yol gösterip pek müdahale etmedim. Aslına bakarsan lisenin son sınıfına kadar hiçbir kararda senin etkinin de söz konusu olmadığını biliyorum. İlk kez bir yol ayrımına giriyoruz şimdi. Ya önerilerimi dinleyecek, yolunu değiştireceksin, ya da benim yolumda giderek kaderimizi birleştireceksin.
Lisede en samimi arkadaşın Hikmet olacak. Orta halli bir ailenin çocuğu o. Beş kardeş, hepsi de erkek. Abisi var Mustafa, matematik öğretmeni. Sınava birlikte hazırlanacak, takıldığınız matematik sorularını Mustafa abinize soracaksınız. Efendi, dürüst bir çocuk Hikmet. Babası bütün çocuklarını toplayıp rakı masasına oturduğunda o neşeli atmosfer seni büyüleyecek. İlk rakıyı onlarla birlikte içeceksin. Ne güzel bir tablo diyerek huzur bulacak, belki ilk kez böylesine mutlu bir aileye tanık olacaksın. "Böyle bir ailem olsa, neden İzmir'den kaçayım ki" diye geçireceksin içinden. Büyük abisi evli, "Nar Çiçeği" dediğini öğreneceksin karısına, ilk tanıştığı günden beri. Ne güzel bir lakap, ne güzel bir isim değil mi? Nar çiçeğini hiç görmeden güzel bir çiçek olduğunu hayal edeceksin. Mustafa abi, hızlı devrimcilerden, Ankara'ya gidip yürüyüşlere katıldığını anlatacak arkadaşın. Aileden biri gibi içlerine alacaklar seni. Üniversite sınavlarına hazırlanırken kah Hikmet gelecek, içinde derme çatma bir masa, iki sandalyenin olduğu evimizin karşısında terk edilmiş eve, kah onların evinde çalışacaksınız birlikte. O terk edilmiş evde çalışmaktan sıkıldığınız zaman, müsvedde kağıtları buruşturup top haline getirecek, boş odada yaptığınız maçlarda stres atacaksınız. Hikmet, abisinin yolunda gitmek isteyecek. Tercihlerinin çoğunu matematik öğretmenliğinden yana kullanacak. Oysa öğretmenlik senin aklının ucundan geçmeyen bir meslek.
Şimdi beni iyi dinle ufaklık. Mühendislik iyidir hoştur da, bizim memlekette bu iş hiç kolay değil. Zevkli kısmını bırakıp bambaşka şeylerle uğraşacaksın. Mezun olduğundan sonra ilk yıllarında yabancı bir şirkette çalışacaksın. O senin en güzel yılların olacak. Tamam, dağ başında olacaksın ama hem huzur, hem de iyi para kazanacaksın. Sonraları yine iyi para kazansan da bu meslek seni umduğun kadar mutlu etmeyecek. Sen gel bunu bir düşün yol yakınken. Henüz yedi sekiz yılın var. Bu süre zarfında tekrar tekrar bu mektubuma dönüp yönünü bulacaksın. Zamanı geldiğinde, bu yazdıklarımı bir kez daha oku, eminim ki beni daha iyi anlayacaksın. İsterdim ki bu mektubumun ekleri olsun. Bu ek kalın bir roman olurdu emin ol. Sana Türkiye'de inşaat mühendisliğinin ne olduğunu anlatan bir roman. Gerçi hangi meslek kolay ki bu ülkede. Ama en zorlarından biri de bu seçmeyi düşüneceğin meslek sanırım. Sen gel beni dinle, vazgeç bu sevdadan. Yaşadıklarımı bilsen anlarsın beni, seni bu sevdadan neden vazgeçirmeye çalıştığımı. Bu meslekten seni niye uzaklaştırmak istediğimi mektubumun ilerleyen bölümlerinde okuyacaksın. Ama eğer bana hemen inanır teklifimi kabul eder de önerdiklerimi yaparsan bundan sonra yazdıklarımı yok say. Çünkü kaderin değişecek, hiçbir benzer tarafımız kalmayacak. Benden farklı bir yola girip o yolda ilerleyeceksin ve bu sefer sen çizeceksin benim kaderimi. Yok eğer tercihinde ısrar edersen bir inşaat mühendisi olarak aynı yolda yürümeye devam edeceğiz, ta ki bir sonraki yol ayrımına kadar.
Ufaklık, şimdi dikkatini topla, sakın hata yapma. Üniversite sınavında yirmi tercih yapacaksın. Yine aynı tercihleri yap. Bütün tercihlerini puan sıralamasına göre yüksekten düşüğe göre sıralayacağını biliyorum. Tercihlerinin çoğu inşaat mühendisliği ve mimarlık bölümleri. Daha inşaat mühendisi ile mimar arasındaki farkı bile bilmiyor olacaksın ama olsun varsın. Arada boşta kalmayım diye aralara serpiştireceğin bölümler olacak. 7. tercihinde A.Ü İngiliz Dili ve Edebiyatını yazacaksın, ne alakaysa, filoloji diyorlar diye havasından mı yazmıştım bunu hatırlamıyorum. 8. tercihini kazanacaksın, bu tercihin ODTÜ İnşaat Mühendisliği bölümü olacak. 9. tercihin ise A.Ü Antalya Tıp Fakültesi. Sen gel 9. tercihini bir öne al. Böylelikle hem annemizi sevindirmiş olursun hem de çok istediğin gibi evden uzaklaşırsın. Biliyorum, mühendisliği tıptan daha çok seviyorsun ama beni dinle, inanıyorum ki sonraki hayatında daha mutlu günlerin olacak. Karar senin ufaklık, tamam mı diyorsun yoksa mektubumu okumaya devam etmek mi istersin?