KATEGORİLER

24 Mart 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 31

Covid-19 bütün dünyayı etkisi altına almış durumda. Bütün haber kanallarının ortak konusu Koronavirüs. Geçen hafta Ağaç Ev Sohbetlerinde biz de aynı konuyu tartışmıştık. Sevgili Deep Tone, diğer arkadaşlardan başka öneri gelmeyince bizzat kendi belirlemiş haftanın sohbet konusunu. Çok da iyi yapmış. Değişik ve hafif bir konu seçmiş bu kez. Evet, bir süreliğine de olsa Koronavirüsü düşünmeyip arkadaşımızın sorusuna konsantre olalım. 

Kuş beyinli denilince ne düşünüyorsunuz?

Genellikle kızgınlık anında ya da alay etmek için söylenen bir hakaret sözü olduğunu düşünüyorum ilk bakışta. Zekası kıt ve aklını kullanmayan insanlar için söylenir bu söz, kuşlara hakaret amacını gütmez. Doğrudan kuşlara söylendiğini duymadım hiç, zaten söylense de onlar buna pek kulak asmazlar buna. 

Araştırmalar gösteriyor ki beyin büyüklüğü zeka seviyesini göstermemekte. Öyle olsaydı en büyük beyne sahip canlılardan balina ve filin en zeki canlılar olması beklenirdi. Zeka ve beyin büyüklüğü arasında kanıtlanmış doğrudan bir ilişki bulunmamakta. Bazı bilim adamları beyin ve vücut kitle oranının daha anlamlı bir sonuç verdiğini iddia etmişler. Basit olarak beyin/vücut oranı insanda 1/40 iken küçük kuşlarda bu oran 1/12 çıkıyor. Yani vücut ağırlığına göre kuşların beyinleri insan ve diğer canlılara göre daha büyük! İnsan beyni beyin/vücut kitle oranına en yakın olan hayvan cinsi ise farelermiş! 

"Kuş beyinli" ifadesiyle kuşun küçük beynine atıfta bulunulduğunu sanmıyorum. Burada kızgınlıkla anlatılmak istenen muhatabının beyin büyüklüğünün kuş kadar olması, yani ufacık olduğuna işaret edilmesi. Oysa beyin büyüklüğü ile zeka arasında doğrudan bir ilişki bulunmadığına yukarıda değinmiştim.

Kuşların zekasıyla dalga geçmek, onlara hakaret etmek insanın haddine değil. Zira Evrim Teorisine göre canlı yaşam suda başlayıp oradan karalara geçmiş. Ve son merhale gökyüzü! Uçmaya başlamış bazı canlılar, özgürce, kardeşçe. Siz hiç savaş halinde kuş sürüsü duydunuz mu? Binlerce kuşun sürüler halinde hiçbir kargaşaya mahal bırakmadan kilometrelerce göç ettiğini düşünün. Birbirleriyle kurdukları sosyal ilişkileri inceleyin. Biz insanlar birbirimizi anlamakta zorlanırken kuşları kendimizden aşağı görmek ne haddimize. 

Zannetmiyorum ki sahilde kanatlarını açmış, keyifle süzülen bir çift martının yaşadığı mutluluğun zerresine sahip olalım. Biz insanlar, çevreyi kirleterek kuşlara da büyük zarar veriyoruz. Konumuz zeka ise canlılar arasında birbirine ve diğer canlılara en büyük zararı veren insanı beyin büyüklüğünden dolayı yüceltmek çok akılcı gelmiyor bana.

20 Mart 2020 Cuma

CORONA - YANSIMALAR

Bildim bileli hiçbir virüs Covid-19 kadar dünya gündemini işgal etmemişti. Bilim insanlarının tespit ettiği 5.000 virüsten biri bu. Ülkemizi de etkisi altına alan "Corona" söz konusu olunca her insanın tepkisi farklı oluyor. Bazılarında paranoya ölçüsünde bir panik hâli ortaya çıkarken kimileri de bana bir şey olmaz deyip büyük bir umursamazlık içinde. Ben Coronavirüs'ün toplumdaki yansımaları diyorum bu tepkilere. Virüsün bendeki yansımasını paylaşacağım sizlerle.

Öncelikle şunu belirtmekle başlayayım: Yazacaklarım herhangi bir bilimsel veriye dayanmamaktadır. Bunlar sadece okuyup, araştırıp öğrendiklerimle sınırlı değil. Akıl süzgecimden geçen bilgilere dayanarak Corona hadisesi hakkında belki çoğunuza aykırı gelebilecek kendi düşüncelerimi de paylaşmak istedim. 

Corona ortaya çıkmadan önce pek çok salgın hastalığa ve kitlesel can kayıplarına sebep olan bakteri ve virüs çeşidinin insanlara musallat olduğunu biliyoruz. Üstelik bunlardan bazıları Corona'dan daha fazla ölüm oranlarına sahip. Özellikle bizim gibi eğitim seviyesi düşük, yöneticilerinin halkın güvenini kazanamamış toplumlarda, hiçbir önlemin solunum yoluyla kolaylıkla bulaşan bu  virüsün yayılmasına karşı başarılı olabileceğini beklemiyorum. Alınan tedbirlerin, medya ortamında yazılıp söylenenlerin çoğu virüsün yayılmasını geciktirmekten başka bir işlevi bulunmuyor. Şunu söylemek istiyorum; ne kadar önlem alınırsa alınsın virüs doyuma ulaşıncaya kadar bir şekilde yolunu bulup insanlara geçecek. Nedir bu doyum noktası? Sabah haberlerinde doktorun biri yüzde seksen beş gibi bir rakam verdi. Yani nüfusun sadece yüzde on beşine virüs bulaşmayacak. Elbette bu doktorun söylediğine de itibar etmiyorum. Bu rakamı neye dayandırıyor bilmiyorum çünkü. Yüzde otuz mu olur seksen mi tahmin etmek zor. Fakat eğer  virüsün yayılma süresince (bazılarına göre üç ay bazılarına göre en az bir yıl) evden dışarı çıkmazsanız ve evdeki stoklarla yaşamayı başarabilirseniz eyvallah, diyecek sözüm yok. Fakat bu arada yağ bitti, gazete okumam lâzım deyip de çocuğu, kapıcı Cafer Efendiyi bakkala, markete gönderirseniz bu iş yatar. Evde kalan hiç kimse, çoluk çocuk, eş, hala, teyze, dedeler, nineler de kapı dışarı çıkmayacaklar elbette. Maskemi takar gider alışverişimi yaparım derseniz büyük yanılgı içindesiniz. Yani bu işten öyle okulu kapattım, on beş gün eve kapandım deyip kurtulamazsınız. Virüs er ya da geç gelecek size er ya da geç.

Fakat hiç ümitsizliğe kapılmayın. Corona dünyanın sonunu getirecek değil. Eskiden ihtiyar biri öldüğünde "Neden?" sorusu sorulmazdı pek. Hani sorulsa da "Yaşlılıktan" derlerdi, o kadar. Dünyada her yıl milyonlarca kişi ölüyor. Tıp bilimi artık hepsi için bir kulp bulmak zorunda. Rapora, ölüm nedeni olarak "Yaşlılık sebebiyle" yazan doktor duydunuz mu hiç? Duymazsınız tabii. Ya solunum yetmezliği, ya damar tıkanıklığı bilemedin çoklu organ yetmezliği gibi bir neden uyduracaklar. Ölen kaç kişinin kanında virüs taraması yapılıyor? İnanıyorum ki hastalık nedeniyle ölümlerin tamamının nedeni vücuda giren milyonlarca virüsten biri ya da bir kaçıdır. Virüs vücuda girer, hoşlandığı yeri (her virüsün gideceği yer farklıdır, Covid-19 mesela akciğerlerdeki broşlara yerleşir, kanın oksijenle temizlenmesini engeller. Bazı virüsler karaciğere, böbreğe, mideye, bağırsaklara vs. yerleşir.) mesken tutar. Sonra savaş başlar bizim kırmızı kuvvetler antikor üreterek virüsün ayağını kaydırmaya uğraşırlar. Mavi kuvvet olan virüsler ise dost görünüp hücreye sızmaya ve hücrenin genetiğini bozmaya çalışırlar.

Savaşın galibi kim olur sizce? Elbette başta bağışıklık sistemi kuvvetli çocuk ve gençler. Sonra, kendine iyi bakan yaşlılar. Diyorum ki virüslerin vücuda girmesini engelleyemeyiz. Yapılması gereken bağışıklık sistemimizi güçlü kılmak. Bunu nasıl mı yaparız? Kendimize iyi bakarak, sağlıklı yiyecekler yiyerek, zararlı olanlardan kaçınarak, fazla kilo almayarak, spor yaparak. Siz hâlâ hap gibi şunu ye bunu yeme dememi mi bekliyorunuz? Yok, onları ben demeyim, o kadarını da doktorlara bırakayım, onlar da bu işten ekmek yiyorlar!

Dip Not: Yazıyı yazdıktan sonra yayınlamaya hazırlanırken bir doktor arkadaşımın whatsapp'tan gönderdiği mesajı okudum. Genel olarak yukarıda yazdıklarımı teyit eden bir yazı. Özetle Corona'dan kaçışın mümkün olmadığını, bağışıklık sisteminin güçlendirilmesi gerektiğini anlatıyor. Aşağıda bir kaç cümlesini alıntıladım.

"... Bu virüsten kaçış yok arkadaşlar. İstisnasız hepimiz yakalanacağız. 

... Hatta birçoğumuz yakalandı bile ama fark etmedi. Ve hatta hastalığı da atlattı. Vücudu virüsle yaşamaya alıştı ya da virüs o vücutta yaşayamadı ve başka konaklara geçti. Bu konuda en güzel örnek Diamond Princess gemisi. Gemideki 3.700 kişinin 700'ünde test pozitif çıkmış. Ama bu 700 kişinin 350'si hastalığı hissetmemiş bile. Ve hala da çok sağlıklılar. Yatak döşek yatmıyorlar. Ki yaş ortalamaları da bayağı yüksek. Çünkü o 350 kişinin bağışıklık sistemi çok güçlüydü!

... Fakat ne kadar geç yakalanırsak o kadar iyi. ... Şu an uygulanan karantina, tatil, izin vb. gibi önlemlerin tamamı sadece virüsün yayılma hızını yavaşlatıp, sağlık sektörünün çökmemesini sağlamak için. ...

18 Mart 2020 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 30

Ağaç Ev Sohbetlerinde yeni bir hafta ve yeni bir konu. Menfi'nin Günlükleri Korona'ya dair bir kaç güzel yazı yazmış blogunda. Dünyanın konuştuğu böyle bir konuya Ağaç Ev Sohbetlerine yer vermeden olmaz diye düşünmüş sevgili Deep Tone / Sade ve Derin. Evet bir çoğumuzun evlere kapanmak zorunda kaldığı bu zor günlerin ana gündemini Ağaç Ev Sohbetlerinin 30. Bölümünde tartışıyoruz. Sizler de davet beklemeksizin, gönül rahatlığıyla blogunuzda gündemizdeki bu konuya dair içinizi döküp düşüncelerinizi yazabilir, Ağaç Ev Sohbetleri ailesinde yerinizi alabilirsiniz. 

*** Koronavirüs Gündemi ***

İlk olarak Çin'in Wuhan kentinde görülmüştü. Halkın pek bir rağbet ettiği yarasa çorbasından insanlara sirayet ettiği düşünülürken daha sonra bu virüsün yarasadan değil de nesli tükenmekte bir memeli türü olup Wuhan pazarlarında yasa dışı yollardan satılan ve boyları 30 cm den bir metreye kadar değişen, eti yumuşak ve lezzetli bir hayvan türü olan pangolinden insanlara bulaştığı iddia edildi. Uzak Doğu insanlarının bize ters gelen fare, böcek, yılan gibi değişik hayvanları mutfaklarında baş tacı ettiklerini biliyordum. Sanırım bu yüzden Koronavirüs'ün bölgede sınırlı bir etkisi olacağını düşünmüştüm. Doğrusunu söylemek gerekirse o zamanlar Wuhan'da yaşayan Türk vatandaşlarının uçakla ülkeye getiriliş sürecini ve onların özel giysiler içinde uzaydan gelmiş gibi karantinaya alınmalarını aşırı bulmuş, tv'lere yansıtılan görüntüleri şov olarak değerlendirmiştim. Bir süre sonra komplo teorileri konuşulmaya başlandı. Bu mutlaka ABD'nin işi olmalı diye düşünmeye başladığımı hatırlıyorum. Çin'in önlenemeyen ekonomik gelişmesine karşı bir biyolojik saldırı mıydı acaba? 

Ölenlerin sayısı arttıkça olayın ciddiyetini anlamaya başlamıştık. Çin ekonomik bakımdan büyük darbeler alıyordu. Kısa süre sonra Koronavirüs diğer ülkelere yayılmaya başlamıştı. Bütün ülkelerde, komşularımızda can kayıplarına neden olan bu virüsün ülkemize girmemesi alınan doğru önlemlere bağlanıyor ve takdirle karşılanıyordu. Fakat virüs bu, Türklere ayrıcalık tanıması beklenemezdi. Diğer taraftan "demokrat" bir virüs olduğu söyleniyordu. Bu bakımdan kendisini takdir etmiştim. Yani sınıf, dil, din ve ırk ayrımı yapmadığı ifade ediliyordu.

Sağlık Bakanı gecenin bir yarısında açıkladı; ilk Koronavirüsümüz ülkemize teşrif etmişti. Halkımız önlem olarak marketlere koştu, un, makarna ve şeker ne bulurlarsa kapıştılar, raflar bir anda boşaldı. Sonra vaka sayısı, beşe, altıya çıktı. Koronavirüsten korunmak için bez maske kullanımının, elleri yıkayıp dezenfekte etmenin önemi anlatıldı tv'lerden, kalabalık yerlerden uzak durmak gerektiği söylendi. Halkımız büyüklerimizin dediklerini dikkatle dinledi, cumhuriyet kurulalı beri tüketilen bez maske sayısının onlarca katı maskeyi bir anda satın aldı. 50 tanesi 12,5 TL ye alıcı bulmayan bez maskenin fiyatı tam yirmi kat artarak çarşıda, pazardaki çocukların elinde tanesi beş liraya satılmaya başlandı. Ülkenin bütün kolonya stokları bir anda eridi, milli ikramımız karaborsaya düştü.

Bugün itibarıyla endişenin boyutu artıyor. İtalya, İspanya, Almanya gibi gelişmiş ülkelerin içine düştüğü durumu gördükçe endişelenmemek elde değil. Şimdiye kadar Koronavirüs'e bağlı sadece bir ölüm vakası açıklandı resmi makamlarımız tarafından. 89 yaşındaki kurbanın mikrobu Çinli çalışanından kaptığı pek kıymetli Sağlık Bakanımız tarafından duyuruldu. Ülkemizde toplam 98 kişiye Koronavirüs bulaştığı söyleniyor. Bunların tamamı hasta olmayabilir. İşin tehlikeli yanı da bu zaten. Bağışıklık sistemi güçlü olan bazı insanlar virüsü vücutlarına aldıklarında kendileri etkilenmese de başkalarına yayabiliyorlar. Restoranların, eğlence yerlerinin, okulların ve camilerin kapılarına bir süreliğine kilit vuruldu. Özellikle insanlara zorunlu olmadıktan sonra evden çıkmamaları öneriliyor.

Ne yapmak lazım? Bu konuda farklı görüşler var. Mesela İngiltere; "Sürü Bağışıklık Sistemi" adı verilen bir yol takip edip doğal seleksiyonla "Kalan sağlar bizimdir" ideolojisini benimsemiş. Bazıları Koronavirüs'ün tanrının bir lütfu olduğunu iddia ederken en iyi korunma yönteminin dua edip günâhlarımızın affını dilemek olduğunu dile getiriyorlar! Genellikle ülkeler halktan gelebilecek tepkiyi azaltmak gayesiyle konuyu ciddiye aldıklarını göstermek zorunda hissediyorlar kendilerini. Aslında biliyorlar ki böylesine etkili küresel bir tehdit karşısında insanoğlunun yapacağı çok fazla bir şey yok. İngiltere modeli çözüm ilk bakışta sorumsuzluk gibi gelse de bu yöntemin üzerinde durulması, düşünülmesi gerektiğine inanıyorum. Zira adamlar ülke imkânlarına, mevcut sağlık malzeme stoklarına, personel ve hasta yatak sayısına bakıyorlar önce. Sonra dönüp Corvid-19'ün yayılma kapasitesini, virüsün kabiliyet ve zayıf noktalarını yatırıyorlar masaya. Çıkardıkları ilk sonuç, bu virüsün yayılmasını önlemenin mümkün olmadığı ki buna ben de sonuna kadar inanıyorum. Bakmayın siz yapılan resmi açıklamalara. Özellikle ülkemizde enfekte olmuş kişi sayısının açıklanandan kat kat yüksek olduğunu düşünüyorum. Başarılarıyla gönüllere taht kuran Sağlık Bakanımızın liderliğinde alınan önleyici faaliyetler göstermelik bence. Bu konuda uzun uzun yazmaya gerek yok. Sadece şunu söylemekle yetineyim, gerisini siz düşünün. Koronavirüs'ün terör estirdiği komşularımızdan İran'a çok sayıda koruyucu maske yardımı yapan ülkemizin virüs testini yapan ender sağlık kurumlarımımızda doktorlara verebileceği maske yok!

Koronavirüs'e dair izlenen hükümet politikasını sadece bir açıdan doğru buluyorum. O da vaka sayılarının, yer, kimlik gibi bilgilerin gizli tutulmasında gösterdiği başarı. Gerçek sayılar ortaya dökülse ulkemizde kıyamet kopardı herhalde.

Hijyen önemli elbette. Sadece Korona için uyulması gereken bir durum değil bu. Alışkanlık, kültür meselesi. İzmir'in gevreğini bilirsiniz. Sabit ya da tekerlekli bir arabanın üzerine monte edilmiş camekânlı dolaplarda satılır genelde. Bazen de bir ahşap tablanın etrafına dizilmiş gevrekleri ya da kumru dediğimiz susamlı sandviç ekmeklerini satan seyyar satıcıları görürsünüz cadde ve sokaklarda. Dün bunlardan birine rastladım. Kadının biri genç satıcıdan bir gevrek, yanında bir parça peynir ve birkaç parça da dilimlenmiş domates istedi. Adam eline geçirdiği şeffaf plastik eldivenlerini kullanmadaki acemiliğiyle bir kâğıda gevreği, onun yanına da peynir ve domatesleri koyup paketlemeye çalıştı. Uzunca bir süre ince naylon poşeti açmaya uğraştı fakat elindeki eldivenle bunu yapmayı bir türlü beceremiyordu. Sonunda kadın beklemekten sıkılıp satıcının elindeki gevrek paketini ve naylon poşeti alıp bu işi kendisi üstlendi. Elindeki kâğıt parayı uzattı adama. Adam eldivenini çıkarmaya gerek gormeden aynı eliyle parayı bölmeli plastik kutuya bıraktı, bozuk para üstünü verdi kadına. Sonra sıradakine aynı eldivenle bir gevrek alıp kâğıda sardı, uzattığı parayı aynı eldivenli eliyle alıp, aynı şekilde para üstü verdi. Delikanlıya sordum merak edip, "Niye takıyorsun şu eldiveni?" Bezmiş bir halde kafasını çevirdi bana doğru, "Valla abi, ben de anlamıyorum, ne yapayım, müşteri böyle istiyor!" Söylemem lâzımdı, dayanamadım sordum. "Peki, gevreği tuttun o eldivenli elinle, sonra da aynı eldivenli elinle paraya elledin, sence doğru mu bu? Adamın derdini eştiğimin farkında değildim hâlâ. Bana cevap verdi. "Öbür türlü zor oluyor be abi, tak çıkar, başa mı çıkar." Dersimi almıştım. Hayırlı işler, dedim, yürüdüm.

İşte böyle. Virüsün bizi bulabileceği yollar o kadar çok ki. Hele şehir hayatında yaşıyorsak bir de. Dağ başında yaşayıp toplumdan kendimizi tamamen soyutlamamış isek Koronavirüs bir yolunu bulup gelecektir. Bu bakımdan etkisini kaybedene kadar bağışıklık sistemimizi zinde tutup geldiğinde  onu yenmemiz daha akıllıca  bir yol gibi görünüyor. Hasta ve yaşlı olanların işi çok daha zor tabii.

Son olarak şu konuya da değineyim. Bazı arkadaşlarımız Koronavirüs'ün bize bazı insani değerlerimizi hatırlattığını, bitmek tükenmek bilmeyen hırs ve zevklerimizden uzaklaşıp evlerimize döndüğümüzü, birbirimizden bu sayede haberdar olduğumuzu anlatmaya çalışıyorlar. Ben o kadar iyimser değilim. Daha acısını hissetmeden krizi fırsata çevirenleri görüyoruz, kriz bittikten hemen sonra virüs unutulacak, her şey eski haline dönecek. Hatırlayın geçmişteki deprem felâketlerini, günlerce tv'lerde yapılan konuşmaları, alınması gereken önlemlerden bahseden profesörleri... Birkaç hafta sonra bütün konuşulanların unutularak, sanki hiç yaşanmamış gibi olayın gündemden düştüğünü... Sonra yeni bir depremle aynı konuların tekrar tekrar konuşulduğunu. Koronavirüs de deprem gibi geldi, korkuttu, can aldı, canımızı sıktı, bir müddet daha bu sıkıntıyla boğuşacak insanlar, ta ki yeni bir virüs "Morana" kapımızı çalana dek...
   

14 Mart 2020 Cumartesi

ÇÖL ÇİÇEĞİ 6

Sahra Çalısı uzun süredir Çöl Çiçeği'ni dinliyor, onun içinde bulunduğu durumdan bir an önce çıkıp eski neşeli günlerine dönmesi için büyük çaba sarf ediyordu. O, ayrılığın nasıl bir şey olduğunu en iyi bilenlerden biriydi. Çölün acımasız kum fırtınalarına kendini bırakmış, yuvarlanarak savrulduğu uzak diyarlarda yağmurunu beklemişti. Önce Çöl Çiçeği'ne dönüp seninki aşk olamaz demişti. Kabul etmemişti bunu Çöl Çiçeği. Hayır demişti, ben suyuma, suyum bana aşık. 

Sahra Çalısının aşk tarifine uymuyordu bu ilişki...
1. Çünkü onun bildiği aşk karşılıklı bir tutku değildi. Aşk sadece bir tarafın yakasına yapışır, onu şekilden şekle sokardı.
Suyun kendisine yaptığı güzel şeyleri anlattı Çöl Çiçeği, anlatırken gözleri buğulandı. Peşinde çok koşmuştu Çöl Çiçeği'nin. Çöl Çiçeği kaçarken o kovalıyordu mütemadiyen. Tuhaf bir şekilde Çöl Çiçeği kıpır kıpır yerinde duramazken, su sakin, için için akıyordu yatağında. Aklı karışmıştı Sahra Çalısının, hemen inanmazdı söylenene, söyleyene inansa bile. Çelişkiler aradı sözlerinde Çöl Çiçeği'nin. Ne olmuştu da, birden çekmişti kollarını su, sevdiğinden. Geçmiş ne söylerse söylesin, gelinen bu duruma bakılırsa, Çöl Çiçeği inanmak istemese de suyun aşkının sona erdiğini anlamak zor değildi. Aşk, platonik olanlar dışında sonsuza kadar sürecek bir duygu değildi. 

2. Çünkü onun bildiği aşk karşılıksız sevgiydi. Karşısındakini olduğu gibi kabul edip, sonsuz bir tutkuyla bağlanmaktı. Onun her şey, kendisinin hiç olmasıydı. Kendisi ne kadar acı çekerse çeksin, onun mutlu olmasının ona yetmesiydi.  
Sahra Çalısı çölün suyunu tanımıyor, onun dengesiz tavırlarını anlayamıyordu. Fakat Çöl Çiçeği'ni gayet iyi çözümlemişti. Çöl Çiçeği suyuna aşık görünüyordu, çünkü onu seviyordu, onsuzluk canını acıtıyordu, onun her haline tutkundu. Buraya kadar tamamdı. Fakat bir konuya yatmıyordu aklı. Evet, sahiplenmişti suyunu Çöl Çiçeği, kıskanıyordu başkalarından. Onun başkasıyla mutlu olma olasılığı aklını kaçırmasına yetebilirdi. Sahra Çalısının aşk kriterlerine uymayan bir durumdu bu. Belki de o aşklarında hep terk eden olmuş, terk edilmişliğin acılarını öğrenememişti. Bu muydu sorun? Suyun özgürce akmasına izin vermemesi miydi bu ayrılığın sebebi. Peşinden çok koşması mıydı? Neydi bunun tedavisi, çaresiz kalmıştı çölün bilge çalısı.

Çöl sıcakları iyice kendini hissettirmeye başlamıştı. Sahra Çalısını dinlememiş, burnunun dikine gitmiş, kendini zapt edememiş yine aramıştı suyunu Çöl Çiçeği. Suyun ona dönmesini beklemişti sonra sabaha kadar, uyumamıştı. Gözleri şişmiş, umudunu kaybetmiş bir haldeydi. Kendisini defalarca ikaz etmişti Sahra Çalısı: "Arama, bırak o arasın seni. Küçültme kendini. Unutma ki kaçan kovalanır, bir kere olsun kovalanan ol." 

Dinlememişti yine, bir kez daha tutamamıştı kendini. Sahra Çalısı kızamamıştı ona. Kolay değildi elbette. Tam da suyun yatağını değiştirdiğine, arkasını döndüğüne kendisini inandırmaya başladığı anda, dönüp geri geliyordu su. Yeni bir sayfanın açılmasına karar verip birlikte yol almaya niyetlendikleri anda ise uzaklaşıyordu Çöl Çiçeği'nden. Umut ışığı deniz feneri gibi defalarca yanıp sönüyor, Çöl Çiçeği bir umutlanıp coşuyor, dans ediyor, bir umutsuzluğa kapılıp kedere gömülüyordu. Bu zorluğa ne kadar dayanabilirdi ruhu, bedeni. O yüzden arayan o olmuştu, kararsız bulutları bir nebze olsun dağıtmak için. Aradığıyla kalmıştı. Su yine "Sana bir iki gün içinde dönerim." demiş, aramamıştı bir daha. Dönse bir türlü dönmese bir türlüydü. Sahra Çölü, "Bırak bu sudan hayır gelmez sana artık." derken, suyun defalarca Çöl Çiçeği'ne neden geri döndüğünü ve sonra yeniden neden bir kez daha onu terk ettiğini anlayamıyordu.                        

13 Mart 2020 Cuma

ÇÖL ÇİÇEĞİ 5

Sahra Çalı'sıydı onu en iyi anlayan. Çölün en dayanıklısı, en ilham vereni. Suda hayat bulanı, sudan medet ummayanı. Senede sadece iki kez yağacak yağmur yeterdi sonsuz hayatına. Ne fırtınalar, ne kuraklıklar görmüştü yaşamı boyunca. Bir gün, tesadüfen yolları kesişmişti Çöl Çiçeği'yle. Bu güzel çiçeğe kanı ısınmıştı birden. Konuşmasını da dinlemesini de biliyordu. Üstelik boş konuşmuyordu, zekiydi, öğrenmeye açtı. İçi dışı birdi Çöl Çiçeği'nin. Doğru bildiğini söyler, gözünü daldan budaktan esirgemezdi. Sahra Çalı'sı ise anlatırken buluyordu kendini, çözmeye çalışırken çözülüyordu. Uzattı ona ellerini. Ne var ki kolay değildi Çöl Çiçeği'ni yeniden yaşama döndürmek.

Can suyunun Çöl Çiçeği'ni terk ettiğinde yanı başındaydı Sahra Çalı'sı. Onu coşturan umut zerrelerinde çılgınca dans edişine de tanık olmuştu, çaresizlik tünelinin zifiri karanlığında perişan hallerine de. Bütün çöl sakinleri alışmıştı Çöl Çiçeği'nin bu gelgitlerine. En zor anlarında Sahra Çalısı ile birlikte aradılar çıkış yolunu. Yıllarca o çölden bu çöle savrulan Sahra Çalısı'nın hayat tecrübesi yetmiyordu suyu anlamaya, Çöl Çiçeği'nin yoluna ışık tutmaya.

En büyük sırdaşıydı artık birbirlerinin. "Susuz hayat olur mu?" diye sormuştu bir keresinde. Çöl Çalı'sı kadar suyun önemini bilen var mıydı acaba? Her zaman olduğu gibi düşünmüştü uzun uzun Çöl Çalısı, tane tane cevap vermişti ona, "Yaşatan da su, öldüren de..."

Bir ay kadar önce sürüklendiği güzel diyarlarda Çöl Çiçeği'ni yalnız bırakmamış, yuvarlanıp peşinden gitmişti. Onun yeniden hayat bulduğunu görüp sevinmişti bir an Çöl Çalısı. Sevinmişti sevinmesine, çölün yavan suyunu unuttuğuna... Yine de bilgeliğiyle "Dikkat et, her suya güven olmaz, gördüklerin aldatmasın seni." demişti.

Çok geçmeden anlamıştı Çöl Çiçeği sırdaşının sözlerini. Yaşamadan öğrenilemezdi bazı şeyler. Özgürlük vazgeçilmezi iken, yavan bir suyun esiri olmuştu farkında bile olmadan. Her şeyini paylaşabilecek kadar cömertti ama suyunu asla paylaşamazdı. Çok geçmeden yine bir fırtınanın kollarında atmışlardı kendilerini çölün çorak topraklarına, çöl suyunun olduğu yere.

Çöl suyu da bekliyordu dönmesini, çağırmıştı onu. Çağırmıştı çağırmasına ama nasıl giderdi ki onun yanına Çölün çiçeği. Ancak su bulabilirdi kavuşmanın yolunu. "Ahh, keşke onun gibi olsam!" diye hayıflanmıştı, gözleri dolarak. Bir an olsun beklemezdim, koşardım kollarına. Sonra utandı söylediklerinden, kızdı kendine, ne demeye gidecekmişim ki, ben mi istedim bu ayrılığı. Hiç mi gurur yok bende. Gittikçe kendi kendine kızıyor, kızarıyor, yüzüne ateş basıyordu.

Derinlere uzattığı kökleri nemlendi yavaş yavaş. Evet, geliyordu. Uzattı köklerini heyecanla. "Gurur yaşamaya engel olmamalı." demişti Çöl Çiçeği, mahcubiyetini saklayarak içinde. Yanılmamıştı Çöl Çalı'sı, işin buraya geleceğini tahmin etmişti. "Gurur, susmayı ve yalnızlığı sever, sende ikisi de yok." demişti ona, gülümseyerek.

İçi içine sığmıyordu Çöl Çiçeği'nin. Uzunca bir aradan sonra kana kana içti suyunu. "Artık kurusa da dallarım, toprağa karışsa da bu narin bedenim, gam yemem." diyordu. "Değil mi ki ben anladım suyumun da bensiz yapamadığını, etrafında onca çiçek dururken gelip yine beni seçtiğini, ölsem de gam yemem artık."

Çölün suyunu Çöl Çiçeğine çeken ne ola ki? Kim bilir, belki o da alışmıştı Çöl Çiçeğine. Çöl Çalısı, bu sorunun cevabını arıyordu ama onun esas kafasını meşgul eden suyun çiçekten neden korkup kaçtığıydı. Başladığı anda bitişin, küllerinden yeniden doğuşun sadece kendine has özellikler olduğunu sanıyordu Çöl Çalısı. Yaşam mücadelesinde onca bilgeliğine rağmen, daha öğreneceği çok şey olduğunu düşünüyordu.

Yaz gelirken çölün sıcağı bütün acımasızlığıyla başlamıştı canları yakmaya... Umutla suyunu bekliyordu Çöl Çiçeği. Zaman daralıyordu... 

11 Mart 2020 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 29

Ağaç Ev Sohbetlerinin iki konusu var bu hafta. İrem Can / Konumuz Kitap'ın önerdiği konuya ilişkin düşüncelerimi 28. Bölümde paylaşmıştım. Genç arkadaşımızdan Barış Doğan / Başyazıcı tarafından belirlenen haftanın diğer konusu ise şöyle:

Tiktok ve Youtube uygulamaları hakkında ne düşünüyorsun? Sence ülkenin çektiği sancılardan birileri mi? Yoksa eğlenceye ulaşmak için birer araç mı? 


Tiktok ile Youtube arasında büyük fark var. Benzer olan tek yönü her ikisinin de internet üzerinden yayın yapan video paylaşım kanalları olması. Tiktok hakkında detaylı bir bilgim yok, sosyal medyada tesadüfen önüme çıkan videoları dışında. Üye olunması mı gerekiyor, takip edilmesi mi haberim yok. Fakat bu kıt bilgimle dahi gözüme takılan bir kaç tanesi, bu mecranın bana göre olmadığını anlamama yetti. Aslında bu durum farklı bir konunun tartışılmasına da kapı aralıyor bir bakıma. Şöyle ki; biri çıkıp insan dilediğini seçmede özgürdür diyebilirken, diğeri topluma zarar verdiğinden hareketle bu fikre karşı bir tutum içine girebilir. İnanıyorum ki, bu tartışma daha geniş kapsamlı ve Tiktok'tan daha önemli. Evet, özgürlük olarak ele alındığında, isteyen istediği yayını, tv kanalını, sosyal medya ortamını izleyebilir, istediği müziği dinler ve istediği kitabı okur. Bu yüzden Tiktok'u eğlenceli bulup neşeli vakit geçiren hatta benim gibi pek çok insana saçma sapan gelen video paylaşımlarında bulunabilir. Ben istemiyorum diye bu tür yayınların ve eserlerin yasaklanması, yakılması asla kabul edilecek bir davranış şekli olamaz.

Diğer taraftan yukarıda belirttiğim üzere topluma, yani insanlara zarar verebilecek ya da fayda getirmeyecek işlere vakitlerini heba etmek yerine kendilerini geliştirecek başka konulara yönelmeleri için, sahip olduğum tecrübe ve bilgiler doğrultusunda önerilerde bulunmam hususunda sorumluluk taşıdığımı, bunun insani bir görev olduğunu düşünüyorum. Elbette bu sorumluluk ve görev tanımı sadece fikirleri açıklamak, tavsiyelerde bulunmakla sınırlı. Konuyu bu açıdan ele aldığımda; Tiktok'un  sınırlı bir zaman periyodu içinde mevcudiyetini devam ettirebileceğini düşünüyorum. Kanaatimce bu türden meşgaleler, gençleri kendilerine tutsak ederken onlara hiçbir fayda sağlamayıp kıymetli zamanlarını boşa harcamalarına neden olacaktır.

Youtubeun ise insanı geliştiren, müzik klipleriyle hoşça vakit geçirmesini sağlayan, bilgilendiren yönleriyle önemli bir kaynak olduğuna inanıyorum. Bu uygulamayı kullanan biri olarak varlığından son derece hoşnutum. Aralarında bazı gereksiz ve zararlı yayınlar olabilir ancak bunları eleyerek aradıklarımızi, içlerinden işimize yarayacak olanları kolaylıkla seçme imkânımız var.

Youtube'u sadece eğlence aracı olarak görmüyorum. Belirttiğim gibi faydası zararından çok daha fazla. Tiktok eğlence aracı mı diye sorulursa, evet eğlence aracı olabilir dozunu kaçırmazsan derim. Ülkemizin çektiği bir sancı mı peki? Yok canım o kadar değil elbette. Belki beş on yıl içinde kendiliğinden ömrünü tamamlayıp yerini başka yeni uygulamalara bırakacak zaten. Ülkemizin muhatap olduğu sancılarının yanında Tiktok'un sancısı ihmal edilebilecek nispettedir. Bütün sancılar keşke Tiktok gibi olsa.

10 Mart 2020 Salı

HAYATIN İÇİNDEN BÖLÜM 5


İdarede işini gerçekten iyi bilen kadın bir daire başkanının haricinde bütün üst düzey kadrolar değişmiş, yeni gelenlerin makam odaları çiçek bahçesine dönmüştü. Okula yeni başlayan çocuklar gibi heyecan içinde koltuklarına oturmuşlar, ağızlarını açmadan sinsice gülümsüyorlar, tebrike gelen iş adamları, kurum çalışanları ve özel sektör temsilcilerini acemi gözlerle uzun uzun süzüyorlardı. Kapalı ağızlarının içinde sıkılmış dişlerini saklayan gülümseyişleri hiç de hayra alamet değildi, çıkacaktı kısa zamanda her şey su yüzüne, dökülecekti kucaktaki taşlar...

Rauf Bey, patrona yeni yönetimle bir tanışma toplantısı yapılmasının uygun olacağını söylemişti. İdareden yanıt gelir gelmez Orhan'ı da yanlarına alıp üçü birlikte Genel Müdürlüğün yolunu tuttular. Önce büyük bir masanın çevresinde kısa bir tur atan devletin yeni sahipleri, avlarının etrafında dönen aslan sürüsü gibi büyük bir hevesle oturdular yerlerine. Rauf Beyler de karşılarına geçtiler. Üç kişiye karşılık en az on kişiydiler. Sayıca üstünlük devlette olmasına rağmen bu tür zor anlarda Rauf Bey'in tek başına on kişiyi dize   getirdiğini bilen Orhan, bu adaletsizliği o kadar fazla önemsemedi. Onu esas rahatsız eden hepsinin sıkış tepiş masanın karşı tarafına dizilmeleriydi. Bir ara kendini mahkeme jürisinin önüne çıkarılmış mahkûmlara benzetti. Neyse ki tedirginliği fazla sürmedi. Tam bir kurtlar sofrasıydı bu. Başkan sinsice gülümseyerek "hoş geldiniz" dedi. Gergin bir gülümseme belirdi misafirlerin suratlarında. Mukavele Tatbikat Şube Müdürlüğüne atanan iri gövdeli, koca kafalı ve badem bıyıklı gençten biri kendisinden beklenmeyen bir kararlılıkla "Evet," dedi. "Ne yapabilirsiniz, anlatın. Devletin paraya ihtiyacı var" Salonun havası buz kesti birden. Misafirler birbirlerinin yüzüne baktılar şaşkın gözlerle. Böylesine bir karşılama beklemiyorlardı doğrusu. Evet, önlerine kırmızı halı çekecek değillerdi, hatta sert tartışmalar, taleplerinin karşılanmaması sürpriz sayılmazdı ama sarf ettikleri ilk cümleleri şok ediciydi. Banka soyan gangster misali "sökülün paraları" dercesine takındıkları tavır karşısında "En iyi savunma, hücumdur" sözünü hatırlatırcasına Rauf Bey ayaklandı. Sesini yükselterek "Nasıl karşılama bu? Biz size hayırlı olsun demeye, sorunlarımızı anlatmaya geldik, ne istiyorsunuz bizden anlayamadık." Başkan, bir yandan Rauf Bey'in hararetini yaptığı el hareketleriyle sakinleştirmeye çalışıyordu. "Sakin olun Rauf Bey, bağırarak bir şey çözemezsiniz." dedi.

Daha hele durun bakalım dercesine gözlerinden pırıltılar saçıyordu başkan. Şube Müdürü cevap verdi. "Aldıklarınızı, fazladan aldıklarınızı" Rauf Bey bu sözlere pabuç bırakacak biri değildi. "Neymiş o fazladan aldıklarımız? Yaptığımız her şey imzalı, onaylı. Biz buraya işin önünü açmak için önerilerimizi sunmaya, işin kesintiye uğramaması için ödenek çıkartmanızı rica etmeye geldik." dedi. Toplantı hiçbir konu tartışılmadan sona ermiş, ardında büyük bir hayâl kırıklığı ve endişe bırakmıştı. O günlerde bu tür yollara başvurmak adet haline gelmişti. Başbakan bile Japonya başbakanıyla bir araya geldiği esnada daha önceki yönetimle T.C adına imzalanan bir ticari sözleşmenin maddi koşullarını tartışmaya açmış, ilâve bir indirim talep etmişti. Japonlar da güzel bir ders vermiş, ellerindeki sözleşmenin bir nüshasını başbakanın önüne koymuşlar, imzanın olduğu sayfayı gözlerine sokarcasına uzatarak "Sayın prime minister, bu sizin devletinizin imzası değil mi?" diye sormuşlardı. Doğal olarak eli boş dönmüştü memleketine başbakan! Şimdi de Orhan benzer şekilde elindeki bakan olurlarını, genel müdürlük onaylarını İdarenin önüne atmayı geçirdi aklından.

Belli ki daha önce görev yapan bakanların gider ayak, yangından kaçırırcasına imzaladıkları keşif artışları yeni yönetimin dikkatini çekmişti. O furyada işlerinde büyük keşif artışı yapan bazı büyük firmalara dokunulmaması yine de tuhaf geliyordu Orhan'a. Onlardan birinin sahibi ile patronunun arası oldukça iyiydi. Fakat  kimse bulduğu çözüm yollarını bir türlü açıklamıyordu. Dönem hoca efendinin devriydi ve herkes cemaatten sözü geçen birini bulmanın peşine düşmüştü. İşlerini yoluna koyabilecek bir şeyhe, imama servetlerinin önemli bir kısmını feda etmeye hazırdı bütün şirketler. Sorun aranan doğru kişiyi bulmakta yatıyordu. Zira hergün şirketin kapısını aşındıran bir sürü aracı peydahlanmıştı. Patron bu konuda oldukça titiz davranıyor çürük tahtaya basmıyordu. Sonunda patronun dostu olduğu şirket sahibinin yanında çalışan muhasebecinin cemaatten olduğu ve bu yüzden şirkete dokunulmadığı çıktı ortaya. Ama onun da faydası olmamıştı Orhan'ın çalıştığı şirkete. Zira yüksek yerlerden karar verilmiş, kalem kırılmıştı. Yüzlerce şirket arasından seçtikleri ilk kurbandı onlar. Esas hedef ise onların keşif artış olurlarını imzalayan bakanlar...


Yeni gelen ekibin rüşvet kabul etmediği de dilden dile dolaşıyordu. İşte bu durum Rauf Beyi can evinden vurmuştu. En güçlü silahı alınmıştı elinden. Yine de pes etmedi.

İdarede evrak takip eden görevlilerin çoğu özel sektörün en kıymetli elemanlarıdır. Fatih de insan ilişkileri iyi, kendini sevdirmesini bilen akıllı biriydi. İdaredeki üst düzey çalışanların elektrik, su paralarını yatırır, eksik kırtasiye malzemelerini temin eder, ara sıra da istedikleri yerlerden onlara pide, kebap ya da pasta alır götürürdü. Üstelik prensiplerine aykırı olduğunu söyleyen birkaçının dışında diğerlerinin verecekleri parayı da kabul etmez, yaptığı harcamaların yazılı olduğu bir kâğıt parçasını Orhan'a imzalattıktan sonra şirketin muhasebe bölümüne götürüp parasını alırdı. Bu sayede kendine yer edip memurların dedikodularına katılıyor, onların en mahrem konularını öğreniyor, diğer şirketlerin hangi yeni fiyatları yaptığını biliyordu. Birine sarı zarf mı geldi, daha adam zarfını açmadan onun Anadolu'nun hangi köşesine tayini çıktığını bilirdi Fatih. Bir gün, Rauf Bey'in odasında Orhan'la birlikte otururken kapıyı tıklatıp içeri kafasını uzattı. Gülümsemesinden yeni bir haber getirdiğini anlamıştı Orhan. Rauf Bey'e fırsat bırakmadan "Gel, Fatih, hayırdır" dedi. Sessizce odaya girip arkasından örttü kapıyı. Merak içinde söyleyeceklerini bekleyen Orhan'a ďönüp "İsa Bey'in çocuğu olmuş" dedi.

Fatih'i bırakıp patronun odasına gittiler. Son zamanlarda bayram öncesi İdare elemanlarına altın dağıtma görevini Rauf Bey'den almıştı patron. Altınlardan bir kısmını kendi cebine attığından kuşkulanıyordu. Haksız da değildi hani. Ondan her şey beklenirdi. Fakat şimdiki durum diğerlerinden farklıydı. İsa Bey, cemaatten olmayan birinden altın almayı kabul edecek miydi? Nezaketen geri mi çevirecek, yoksa tepkisi daha mı büyük olacaktı. Orhan'a vermek istediler bu görevi, kabul etmedi. Rauf Bey ben veririm dedi. Ertesi sabah erkenden odasında yakaladılar İsa Bey'i. Orhan dışarıda kaldı, ķısa bir süre geri ďöndü Orhan'ın yanına.  Rauf Beyin yüzünde kendini ele verebilecek en ufak bir ifade sezilmiyordu. Orhan dayanamadı, sordu. "Ne oldu?" Rauf Bey kendinden emin bir şekilde "Ne olacak, memnuniyetle kabul etti" dedi. Orhan şaşırmış, Rauf Bey bir kez daha yanılmamıştı.

Aradan tam bir ay geçmişti ki bu kez Fatih çok daha önemli bir haberle gelmişti yanlarına. İsa Bey'in Antalya'da tutuklandığını söylüyordu. Bu sefer şansı yaver gitmemiş, yakayı ele vermişti demek. Orhan'ın içine bir ferahlık çöktü. Hem lâyığını bulduğu için, hem de toplantı sırasında fütursuzca, elinde hiçbir kanıt olmaksızın getirdiği suçlamaları nedeniyle ona olan kininden dolayı. Artık bu türden zorlamaların olmayacağını, her şeyin eskisi gibi devam edeceğini düşünmeye başlamıştı. Yanılıyordu. Her şey yeni başlıyordu oysa.

Yeni gelenler içinde sevimli gördükleri tek kişi genel müdür yardımcılığına getirilen Galip Bey'di. Üstlendiği göreve göre oldukça genç biriydi. Sessizdi, yüzünde diğerlerinden farklı sıcak bir gülümseme insanı rahatlatıyordu. Hiç soru sormaz, hiçbir işi çözmez fakat problem de çıkarmazdı. Birisi ondan karar vermesini, işin önünü açmak için gayret göstermesini ya da yardımda bulunmasını istediğinde, "Arkadaşlar incelesin, herhangi bir sıkıntı yoksa  getirin imzalayım" derdi. Bu kadar munis yaratılışta olmasına karşın sesi yüksekten çıkan bütün ekip arkadaşları olağanüstü bir saygı gösterirlerdi Galip Bey'e. Farklıydı diğerlerinden. Meselâ aralarında sigara kullanan tek kişi oydu. Kanunen yasaklanmasına rağmen odasında sigara tüttürmeye devam ediyordu çekinmeden. Orhan, eğer sırtın kuvvetliyse yasağın önemli olmadığına bir kez daha kanaat getirmişti onun bu halini görünce. Rauf Bey'le yaptıkları her ziyaret sırasında Orhan da sigarasını yakar, Rauf Bey'i dumana boğarlardı. Rauf Bey, hiç şikâyetçi olmazdı bu durumdan. Galip Bey'le Orhan'ın belki de tek ortak yanı onu da mutlu ederdi. Hatta sonraki ziyaretlerinde Orhan'a takılır, "Hadi tüttürün Galip Bey'le birer sigara" diyerek ortamı gevşettiğini düşünürdü. Orhan Fatih'ten bu işin sırrını öğrenmekte gecikmedi. Fatih Beyin sırtını kuvvetlendiren babasının hakim olmasıymış meğer. Ama öyle sıradan bir hakim değil. Başbakanı yattığı cezaevinden çıkarıp hürriyetine kavuşturan hakim!

Bir sabah şirketteki odasına girdiğinde masaya bırakılmış bir gazete dikkatini çekti Orhan'ın. Üstelik hiç okumadığı bir gazete! Yeni Şafak gazetesi yaptıkları bir baraj inşaatına atıfta bulunarak büyük puntolarla manşetten vermişti haberi. "Büyük Vurgun"