KATEGORİLER

1 Mayıs 2020 Cuma

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 1/1



Şanslı bir insandan, hayatının en kötü gününde neler yaşadığını size anlatmasını isterseniz, bunu tereddüt etmeden yapabilir. Fakat aynı soruyu, üç çocuklu, çalıntı eşyaları market sepetini ancak doldurabilen, evi barkı olmayan bir anneye soracak olursanız size bunu söyleyemeyecektir. Bunun doğru olduğunu kesinlikle biliyorum, çünkü ben de şanslı olanlardan biriyim, ama babam benim gibi değildi.


Meksika standartlarına göre bile fakir sayılırdık. Bambu dalları ve çamurdan yapılmış üç göz odalı evimiz kışları soğuk, yazları sıcak, yağmur yağdığında ise tavanından su akıtırdı. Şanslı günümüzde, soframızda iki öğün Meksika fasulyesi ve mısır ekmeği vardı. Babam ilkokul ikinci sınıftan atılmış. Bir daha okuyamamış. Üniversiteden maddi yardım alabilmem için imzalamak zorunda olduğu formlara sadece bir X işareti koyardı. Doğrusunu söylemek gerekirse onu, işi öldürdü. Onun ölümü de annemin ölümüne sebep oldu.


Şafak vaktinde hep şarkı söylerdi babam. Akşam yemeğinden sonra da annemi kollarına alıp verandanın çürümeye yüz tutmuş ahşap döşemesi üzerinde, sobanın yanındaki transistörlü radyodan yükselen Tejano müziği eşliğinde dans ederdi. Onun kaşlarını çattığını sadece bir kez gördüm, sesini yükselttiğini ise hiç duymadım. Şimdiye kadar tanıdığım en olumlu ve en iyimser insandı o. Öldükten yirmi yıl sonra bunun sebebini anlamıştım. Şanslı ve varlıklı olanlar, en kötü günlerini anımsayabilirler, çünkü bu onlar için özeldir. Babam gibi olan insanlar için günlük yaşam mücadelesi sıradandır. Kötü, görünmez olur onlar için, sadece iyiyi görebilirler. 

İyimserlik, bir kişilik özelliği değildir; kendinizle başa çıkabilmenin stratejisidir.

Annem bana İngilizce öğretmişti, babam da beni üniversiteye gönderdi. Şanslı olabilmem için ellerinden geleni yaptılar. İşte bu yüzden ben, sana en kötü günümün hangisi olduğunu söyleyebilirim. O gün, birinin eşimi öldürdüğü gündü.


Babamla aramda ikinci bir fark daha vardı. O iyi ve başarılı bir insandı. Bense onun kadar değilim. Bunu kendime itiraf etmem biraz zamanımı aldı. Korkarım bir o kadar da sizin zamanınızı alacak. Sorarım size, ayda birkaç kez seks yapabilen hangi erkek bu işi karısıyla asla yapmaz?


Bu soruya cevap vereceğim. Düşünmek için hayli zamanım var. Nasıl bir adamım ben? Tiksinilecek insanın tekiyim. İstediğin en kaba sıfatlarla seslenebilirsin bana, buna asla itiraz etmem. Onların hepsine ve muhtemelen daha fazlasına razıyım fakat kabul edemeyeceğim sadece tek bir şey var.

Ben katil değilim.

Eşimin adı Tieresse’ydi. On bir yıl önce, sabıkalı biri, yatak odamıza bitişik eşimin çalıştığı küçük salondaki katlanır masanın üzerinde bulunan antika gümüş ve kristal bir şamdanla eşime vurmuştu. Onu öldürmek istemişti. Orada değildim, ama olanları hayal edebilmek hiç de zor değildi. Bana o sahneyi gösteren film sonsuz bir döngü içinde kafamda devamlı oynuyor, istesem bile durduramıyorum bunu. Hayalimde canlandırdığım bazı detayların doğru olduğundan neredeyse emindim. Sırtı bana dönüktü. Kısa boylu ve tıknazdı, omuzlarına dökülen yağlı saçları vardı. Kot kumaşından yapılmış kolsuz bir yelek giyiyordu. Ucundan kan damlayan bir gamalı haç dövmesi omzunun üst kısmını kaplıyordu. Yere uzanmış eşimin yüzü yukarıda, elleri açıktı, burnu kırılmış, sol yanağında, gözünün köşesinden çenesine kadar uzanan derin bir yarası vardı.


Evlendikten sonra eşyalarımın çoğunu Tieresse’nin evine taşımıştım ancak restoranımın üzerinde bulunan stüdyo dairemi tamamen boşaltmadım. Eşimin işi gereği uzakta bulunduğu zamanlarda, dükkânı kapattıktan sonra yorgun olduğumda ya da arabayla şehre inemeyeceğim kadar içkiyi fazla kaçırdığım akşamlar orada kalıyordum. Eşimin öldüğü gece, yine bu dairede, bir hafta sonra aşçılık okulundan mezun olacak garsonlarımdan biriyle seks yapıyordum.


Tieresse garsonu birkaç kez görmüştü. Onunla tesadüfen karşılaşmış, adını öğrenmiş, birbirlerinin hatırlarını sorarak üç beş laf etmişlerdi, hepsi o kadar. Onunla yatıp yatmadığım Tieresse'nin umurunda bile değildi. İnanın ki aynen böyleydi. Takmazdı kafaya böyle şeyleri. Ya da belki de bana öyle gelirdi. Tamamen dürüst olmam gerekirse bunun böyle olduğuna kendimi inandırmıştım sanırım. Bencil ve duyarsız insanlar kendilerini aldatabilirler ama bu onları katil yapmaz.


Duruşma esnasında avukatım ilişkimi tanımlamak için anlaşma kelimesini kullandı. Bu sözcük bir an havada asılı kalmış şok olmuştum. Jüri üyeleri durumu fark etmişti sanırım ama onlarla göz göze gelmemeye çalıştım. Avukatım olayı bu şekilde tanımlarken benim fikrimi almamıştı. Eğer bunu yapsaydı kabul etmezdim. Anlaşma, yine de tuhaf ve kötü niyetli bir sözcük. Eğer Tieresse hayatta olsaydı, ilişkimizin bu şekilde tarif edilmesi onu yaralardı. Ölümü gerçekten iyi olmadı. Yaşasaydı avukata, jüriye ve herkese kendini parçalarcasına “Hayır, hayır hiçbir şey anlamıyorsunuz.” diyeceğini hayal ettim.

(Devam edecek)

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - PROLOG


Güzel bir kitap buldum, henüz Türkçe çevirisi yok. Amatörce çeviriye başladım. Telif hakkı falan istemezler umarım, zira bu işten para kazanmıyorum. Benden çalıntı yapılması da umurumda değil zaten. Zira bu çalışmada kendimi tecrübe ediyorum. Bilen bilir, çeviri kolay iş değil. Google translate deyince olmuyor yani. Çok komik şeyler ortaya çıkıyor denemeye kalkınca. Çeviri yaptığın ülkenin kültürünü, konuşma dilini, argosunu bileceksin. Bu kadar da değil, olayın geçtiği yerlerde hiyerarşiyi, yerine göre hukuk sistemi hakkında fikir sahibi olacaksın, belli seviyelerde teknik, tıbbi ve diğer muhtelif branşlarda bilgi sahibi olmak zorundasın. Yoksa komik duruma düşer, mahkumu milletvekili alıp hapishaneye götürür! Bazen öyle bir cümle girer ki araya konuyla alaka kuramazsın, hani doğrudan çeviri yapıp kullansan dam üstünde saksağan olacak, anlamak için bir gününü vermek zorunda kalırsın. Fakat sinir bozucu olduğu kadar zevkli bir şeydir. Cümleler arasında mantıklı bağlantılar kuruldukça zevkten dört köşe olursun. Prolog, çevirisini yaptığım David R. Dow adındaki hukuk profesörünün 2019 yılında yazmış olduğu, "Masum bir adamın İtirafları" adlı romanının giriş bölümü. Bu sözcük Türkçeye "Öndeyiş" olarak geçmiş. Romanın içeriğiyle uzaktan bir ilgisi olabilir. Sanırım okuru havaya sokmaya çalışan bir bölüm olsa gerek. Bu kısımda koğuşta Sarah ve Leonard'ın birlikte kalması şaşırtıcı. Zira mahkum adlarından birinin erkek diğerinin kadın olduğu anlaşılıyor. Önümüzdeki günlerde aşağı yukarı buradaki prolog uzunluğuna sahip bölümler halinde romanın çevirisine geçeceğim. Her türlü eleştiriye açık olduğumu bilmenizi isterim. Ayrıca karakterlerin davranışları üzerine uzun uzun tartışabiliriz yorumlarda. Unutmadan söyleyeyim, kapak resmi olarak kullandığım bir aplikasyon. Tante Rosa'nın blogundan öğrendiğim şuradaki web adresinde belli kalitenin üzerindeki fotoğraflarınızı anime durumuna dönüştürüyor. Fotoğraf kendimin, fakat üzerinde epey oynama yaptım. İyi okumalar...

PROLOG:


Mahkûmlarımın günlerini geçirdiği hücrenin demir parmaklıklarına üç buçuk metre mesafedeki briketten örme duvara monte edilmiş dijital saat, kaplumbağa hızıyla sıfıra doğru yaklaşıyor. Start düğmesine basmadan önce orada okudukları ilk sayı 58.656:00:00 idi. Cihaz onların bulundukları yerde daha kaç saat daha kalacaklarını ifade ediyor: Bir günde 24 saat, yılda 365 günden toplam 2.444 saat – altı yıl ve on bir gün daha var. Şu anda saat 48.896:00:00’ı gösteriyor. 

Henüz bir yıl olmuş, hatta bir yılın dolmasına tamı tamına beş buçuk dakika daha var. Bu özel anı üçümüz birlikte pastayla kutluyoruz.

Sarah adlı 1 numaralı mahkûma “Mutlu Yıllar” diyorum. Cevap vermiyor.

Dönüp Leonard adındaki 2 numaralı mahkûma sesleniyorum, “Sana da.” O da bir şey söylemiyor.

Pastayı üçe bölüp iki parçasını iki ayrı kağıt tabağa koyuyorum. Her dilimin üzerine doğum günü mumu yerine birer plastik çatal saplıyorum. Hadi diyorum, keyfini çıkarın şimdi.

İçine tıkıldıkları beton zeminli hücreyi örten on santimetre aralıklı demir çubukların altından içeri doğru sürüyorum tabakları.

Onların paylarına düşeni verdikten sonra kendi pastamdan bir parça ısırıyorum. Kreması aşırı, çok şekerli değil. Tatlıyla fazla aram yok zaten. Üzerindeki siyah benekler Madagaskar vanilyası, hiçbir masraftan kaçınılmamış. Gülümsüyorum.

Bunun gibi pastalara Hindistan cevizi yakışır ama umurumda değil. Bunu saplantı haline getirmek huyum değil.

Kendi kendime konuşuyorum, ne Sarah, ne de Leonard cevap veriyor.  

Daha şimdiden önümüzdeki yıl dönümlerini planlıyorum. Mesela gelecek yıl melek pastası, sonraki yıl kırmızı kadife pasta onun arkasından elmalı, sonra beşinci yıl dönümünde Hindistan cevizli olabilir ve de altıncı yılımız için benim en çok sevdiğim Alman çikolatalı pasta. Fakat bütün önerilere açık olduğumu bilmenizi isterim.  

Yine sessizlik. Bak ne diyeceğim, tahliye edilmenizden birkaç ay sonra bunu Şeytan pastasıyla kutlayabiliriz. Ne kadar komik değil mi? Ha ha ha, Şeytan’ın pastası.

Yüzlerinde en ufak bir gülümseme yine yok. Her ikisi de bugün gününde değil. Bunu söylemek zorundayım.

Pastayı kendim yaptım. Özel yetenekleri olan bir pasta şefi değilim ama yemek söz konusu olunca yarattığım lezzetler kazandığım yıldızlarla kanıtlanmış durumda, fakat yine de beni sekiz kişilik bir aileyi doyurabilecek üç katlı bir pasta elimde olduğu halde fırından fırlarken görebilirsiniz. Bu konularda sürekli münzevi hayat süren bir keşiş gibi orta yaşlı bir adam olarak makul ölçüde söz sahibiyim.    

İkisi de aynı anda çatallarına birer parça alıyorlar, Sarah teşekkür ediyor ama Leonard hala ağzını açmıyor. Zaman zaman konuşuruz, daha doğrusu tartışırız, ancak duygularım henüz yeterince yumuşamadı. Burada Stokholm sendromundan başka bir şey yaşamıyoruz. Bu insanlar benden çaldılar ama ben onların çaldıklarını geri almak konusunda isteksizim.

Briket tuğladan örme duvara cıvatayla tutturulmuş bir çerçeve içindeki düz ekran TV’de CNN kanalı, yaklaşan Katrina Kasırgası’nın onuncu yıldönümü ile ilgili haberi veriyor. New Orleans’ı sel bastığında orada mahsur kalmıştım. Bu yüzden daha önce hiç görmediğim bir sahnenin videosuna dikkat kesildim. Fransız Mahallesinde yüzen tekneler, terk edilmiş bir parkın fotoğrafları ile mülteci kampı haline getirilmiş bir spor salonunun içine toplanmış insanları gösteriyordu.

Dehşet bir olay, dedim.

Sarah ve Leonard da benimle birlikte televizyonu izliyorlardı ama ikisi de en ufak bir tepki vermedi. Sabahın yedisinden gecenin on birine kadar günde on altı saat CNN’i izletmeye çalışıyorum. Geldiklerinin haftasında onlara Fox’u ve MNSBC kanalını isteyip istemediklerini sormuştum. Gerçi cevaplarının ne olacağını biliyordum ama ben yine de sormuştum onlara. Kararlarını oy birliğiyle vermelerini, aksi takdirde benim kararıma razı olmak zorunda kalacaklarını söyledim. Bana herhangi bir görüş bildirmediler, ben de öyle olsun dedim ve tercihimi CNN kanalından yana yaptım. Her ikisinin de sesi engellemek için bir çift kullan-at kulak tıkacı ve ışıktan rahatsız olmamaları için birer göz maskesi var. Her hafta yeni kulaklıklar veriyordum. Kulak enfeksiyonu geçirirlerse onları alıp doktora götürmek aklımın ucundan geçmemişti. Hala aynı fikirdeyim. Durumları kötüye gittiğinde, kulakları akar, ateşleri yükselir ya da boğazları ağrırsa doktoru arar, penisilin yazmasını sağlarım sanırım. Şimdiye kadar şeytan kulağına kurşun, sağlıkları oldukça iyi gitti.

"Görüşürüz," diyorum. "Saygılarımla."

İkisi de gülmüyor ama aralarında küçük bir kıkırdama yakalıyorum. Israrla bir kez daha "Saygılarımla" diyorum. Aslında kendimi eğlendiriyorum.

Pastamın kalanını yarın ya da ertesi gün dökeceğim plastik bir çöp kovasına boşalttıktan sonra açık çelik kapıdan dışarı çıkıyorum. Ağır kapı, bir banka kasası gibi kapanıyor, üç adet mandalı çevirip yukarı çıkıyorum. Bu biraz zamanımı alıyor. Formumu kaybettim, ayrıca dizim kötü, havanın rutubetini hissediyorum.

Üstelik kodes de yerin tam altı kat altında.

28 Nisan 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 36

Ağaç Ev Sohbetleri 36. hafta konusu Sevgili Manxcat / Kuyruksuz Kedi'den.  Her zaman olduğu gibi güzel bir konu seçmiş yine. Öyle görünüyor ki, Ağaç Ev Sohbetlerinde bu hafta hayaller ve gerçekler arasında dolanıp duracağız. Bu konuda fikirlerini paylaşmak isteyen arkadaşları sohbetimize katılmaya davet ediyoruz. Haftanın soruları şöyle:


"Hayal etmek mi elde etmek mi? Elde edince hayal ettiğimiz, o hayale ulaşmak için çabaladığımız günleri unutuyor muyuz? Elde edilen şeyin değeri zamanla azalıyor mu?
Peki o değer neden zamanla azalıyor?"




Hayal etmek deyince benim aklıma ilk gelen husus olayın psikolojik boyutu oluyor nedense. "Hayal kurmak" sanki düşünmekle taban tabana zıt bir aktivite gelirdi bana. İster istemez hayal kurmaya başladığımda kontrolü kaçırmamak için düşünmeye zorlardım kendimi. Oysa tedavisi olmayan, hayallerde aşırıya kaçma ya da hayaller ile gerçek hayatı birbirine karıştırma durumu olarak tanımlanan "maladaptive daydreaming" bile bilim dünyasında hastalık olarak değerlendirilmiyor.

Hayal etmek ve düşünmek üzerine biraz yoğunlaştığımda,  "İnsanın kendi zihninde tasarladığı bir kurgu" cümlesi şimdiye kadar bana göre "hayal" sözcüğünü anlatan en güzel tanım oldu. Düşünmek deyince "herhangi bir soruna aranılan çözüm" geliyordu aklıma. İşte o zaman hayal kurmanın anlamını ve düşünceye olan üstünlüğünü kavradım. Evet, hayal gücü aslında bir düşünceydi ama her düşünce bir hayal değildi. İlahi zekaya erişebilmek için temel yaratıcı güç olan kurguyla analitik düşünceyi birleştirmek gerekliydi.

Bu çerçevede romantizmi çağrıştıran "hayal etmek" ve realizm kapı aralayan "elde etmek" arasındaki tercihimin beni ters köşeye yatırdığını söyleyebilirim. Hayal etmek madem ki bir düşüncenin ürünü, hayal etmek diyorum o zaman elbette. Sadece düşünerek elde etmek şimdi ne kadar da basit geliyor bana. Elde etmek için hayal kurmak zorunda mıyız? Her zaman değil, adına şans mı dersiniz yoksa tesadüf bilemem ama onun sayesinde bazen çaba sarf etmeden arzu ettiğimiz şeyler kendiliğinden gelir bulur bizi. Hayallerimizin peşine takıldığımızda bizi bekleyen iki sonuç vardır. Şans yine baş roldedir burada. Ya hedefimize ulaşır mutlu oluruz, ya da bütün çabalarımız boşa gider, hüsrana uğrarız.

Madem konumuz hayallerimizin gerçekleşmesi, o yoldan ilerleyelim. Evet, kolay değil elbette hayallerimizi gerçekleştirebilmek, bunun için bol dikenli yollardan geçer, çelmeler yeriz. Bu uğurda haksızlığa uğrar, ümidimiz kırılır, yorulur, hırpalanırız.  Çektiğimiz onca eziyetin boyutları neyi hayal ettiğimize bağlıdır aynı zamanda. Hayallerimizi yüksek tutar ve sonunda başarıyı yakalarsak keyfimize diyecek yoktur. Ancak hayalimiz ister küçük isterse büyük olsun, bu keyifli halimiz ne yazık ki çok uzun sürmez. Hemen yeni duruma kendimizi adapte eder, o arzuladığımız şeyi elde edebilmek için çektiğimiz onca sıkıntıyı unutuveririz. Örneğin aşk meşk işlerini alalım. Esas oğlan yıllarca kızın peşinden koşar, çalışır, çabalar her türlü zorluğa göğüs gerer ve sonunda sevdiğine kavuşur ve evlenirler. Bütün sıkıntılar unutulmuş, sanki hiç yaşanmamıştır. İşin püf noktası buradadır işte. Elde edilen şeyin değeri mi azalmıştır? Bu soruya evet demek sanırım sanırım mümkün değil. İnancım odur ki bu sorunun tek cevabı hayırdır. Peki o zaman sorun nedir? Sorun, muhtelif nedenlere dayalı hayal kırıklığı ve mutsuzluk. Mesela ele aldığımız örnekteki çifti oluşturan bireylerden her biri zaman içinde karşısındaki kişinin tam da hayal ettiği kişi olmadığını keşfeder. Aslında ortada değişen bir şey yoktur. Değişmeyen tek şeyin değişim olduğundan hareketle bu cümlemi değiştirip değişimin sonuca fazla etkisi olmadığını söyleyeyim. Yani burada kişinin değerinden bir şey kaybetmesi ihmal edilecek boyutta olup söz konusu olan sadece onu olduğundan farklı hayal etme durumudur. Zaman burada önemli bir faktördür. Ancak yine de elde edilen değeri azaltma sorumluluğunu tamamen zamana yükleyemeyiz. Yine örneğimize dönersek, hayata yeni bir şeyler katamamak, monoton  bir yaşam, bıkkınlık, bireysel özgürlük talepleri gibi etkenler de hayallerin çöküşünde etkilidir. Sorun değerlerin azalması değil imkansız hayallerdir.

Nedir peki doğru olan? Hayallerimizi büyük de tutsak bile onlara fazla bağlanmamak gerektiğine inanıyorum. Mutlu olmak için elimizde olanla yetinmek esastır. Kusursuzu aramak, mükemmeliyetçilik insanı huzursuz eden fiillerdir.  

21 Nisan 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 35

Yeni haftanın konusunu İrem Can / Konumuz Kitap belirlemiş. Arkadaşımız pek donanımlı olmadığım bir hususa değinmiş. Fazla uzatmadan haftanın konusunu açıklayalım:

Batıl inançlar hakkında neler düşünüyorsun? En ilginç ya da saçma bulduğun inançlar var mı? Eğer varsa nedeni nedir?

Pek iyi şeyler düşündüğümü söyleyemeyeceğim. Kaynağını cehaletten alan değişik coğrafyalarda farklı özellikler gösteren tuhaf inançlar silsilesi. Evet, yok demeyeceğim. Bilim ve teknolojinin geldiği seviyeye rağmen bu tür saçmalıklardan medet umanları anlamam mümkün değil. Küçükken aklımda kalan bazı batıl inançlara örnek vermem gerekirse, ıslık çalma şeytanları çağırırsın, makas ya da bıçağı elden verme aran açılır, ayakta yemek yeme şeytan altından çeker götürür, salı günleri çamaşır yıkanmaz, cuma saatlerinde iş yapılmaz, geceleri tırnak kesilmez, iki bayram arası evlenilmez, sağ kulak memesini çekip tahtaya vurmak şeytanı defeder, merdivenin altından geçme boyun kısa kalır falan.

Şahsen bütün hurafeler ve batıl itikatları saçma buluyorum. Buna inananları garipsiyorum. Neden mi? Saçma şeyler ile saçma şeylere gerçekten inanan kişiler güldürür beni çünkü.  

17 Nisan 2020 Cuma

BİR GARİP KİTAP MİMİ

Numan / Histasyon arkadaşımızın özel davetiyle katılıyorum bu mime. Bu etkinlik, kitap okumaya ilişkin hazırlanmış sekiz  sorunun cevaplandırılmasından ibaret. Buna benzer mimler, doğaları gereği, hem kendimizi, çevremizdeki blogdaşlarımızı daha iyi tanımak hem de düşüncelerimizi mukayese etme imkanı sunuyor bizlere. Örneğin Numan, kaleme aldığı yazısında aynı anda 14 kitap okuduğunu, hatta her an bu sayıyı 15-20'ye çıkarabileceğinden bahsetmiş. İki, bilemedin üç kitabı aynı anda okuyanı gördüm fakat bu sayıların bana epey sıra dışı geldiğini söyleyebilirim. Neyse şahsi fikirlerimi aşağıdaki soru başlıklarının altına saklayayım yazımı çorbaya çevirmeden. 

1. Neden Kitap Okuyorsunuz?

Çocukken adam olmak için okumak gerektiği kazınmıştı kafamıza. Okumak tahsil yapabilmenin, iyi okullar bitirmenin ve yaşamı kolaylaştıracak birer meslek sahibi olmanın tek şartıydı. O yıllarda müfredatla sınırlı ders kitapları dışında bir dünyanın olduğunu söyleyecek, bana kitap okuma sevgisi aşılayacak tek bir öğretmenim olmadı desem yeridir. Şimdi düşünüyorum da, eğer bana okumayı sevdirecek bir öğretmenim olsaydı fen bilimleri yerine muhtemelen sosyal branşlara yönelirdim. Her yaşamda önemli dönüm noktaları vardır. Benim için en önemli dönüm noktalarından biri oldu Türk Dili ve Edebiyatı mezunu eşimle yollarımızın kesişmesi ve akabinde onunla evlenmem. Evlendikten sonra okumayı öğrendim ve dünyam değişti. Kitap okumamın ilk nedeni bildiklerimden emin olmak, yanlış bildiklerimi düzeltmek ve bilmediklerimi öğrenmek. Elbette bir kitap okumakla olmuyor bu iş. Ne kadar çok kitap okursam o kadar güçleneceğimi hissediyorum. Okuduğum kitabın konusu önemli değil, yeter ki bana bir şeyler kazandırabilsin. Kitapların öğretici yanı dışında bazen edebi yönü, ifade tarzı büyüler beni. Yeni şeyler öğrenirken müthiş bir haz kaplar içimi. Bazen düşünce denizinin derinliklerinde bulurum kendimi, bazen hayal aleminin içinde. Kitap derken genel anlamda okumaktan bahsediyorum, bir gazete, dergi, ya da İnternet üzerinde bir makale ve elbette blog yazılarını da kitaplardan farklı tutmuyorum.

2. Ne Sıklıkla Kitap Okuyorsunuz?

Bu sorunun bende net bir cevabı yok aslında. Koronavirüs karantina döneminde pek çok insanda gözlediğim, okumaktan uzaklaşma davranışını maalesef ben de yaşıyorum bu günlerde. Oysa tam aksi olması gerekmiyor mu? Zaman geçmiyor diye şikayet ettiğimiz bu dönemden daha uygun bir dönem olabilir mi kitap okumak için? Yok, doğrusunu isterseniz benim durumum biraz farklı. Boş zamanımın çok olmasından, zamanımın geçmek bilmediğinden şikayetçi olmadım hiç. Çünkü hala boş zamanım olmuyor. Fakat kızıyorum kendime, "Al eline kitabını oku." Nasıl geçtiğini bilmiyorum zamanın bu aralar. Aslında fazla yaptığım bir şey de yok. Ama geçiyor işte zaman ve ben kitap okumakta zorlanmaya devam ediyorum. Biliyorum nedenini, biri başımda dikilmiş "Oku, oku, oku" diyor. Ben de hayır, dediğini yapmayacağım diye diretiyorum. Kendimle savaşıyorum yani. Hangisi benim, hangisi alt benim karışıyor birbirine. Eskiden sabah erken kalkmam gerekirken geç vakitlere kadar ayakta kalıp uyuyacağım süreyi azaltırken zorlardım kendimi aynı şekilde. "Bak uykunu alman lazım, hiç olmazsa bir iki saat uyu." derdim alt benime. İnatçı alt benim inadına açardı gözlerimi cin gibi, uyutmazdı beni. Korona günlerinde kitap okuma hikayem de aynı bu hesap. Bunun dışında dönem dönem çok yoğun kitap olduğum zamanlar olmuştur. Bazen de aylar boyunca elime bir kitap almadığım dönemler... Ortalama bir okuyucudan daha yavaş benim kitap okuma hızım. Bu bir dezavantaj. Beni yavaşlatan nedenlerden biri de, kitapta gözüme ilişen, bilgi eksikliğimin olduğu konular hakkında başka kaynaklardan detaylı araştırma yapmış olmam. Düzenli okuma periyoduna geçtiğim zamanlarda günde okuduğum sayfa sayısı ortalama 150. Yoğun kitap okuma dönemlerimde okumaktan daha büyük zevk alıyorum. Soruya cevap vermek gerekirse, duraklama dönemlerim dışında ayda en az 2, en çok 8 kitap okuyabildiğimi söyleyebilirim.  

3. En Sevdiğiniz Kitap Hangisi?

Sevdiğim çok sayıda kitap oldu. Bazılarının türü, bazılarının konusu, sanatı ön plana çıktı. Rus klasikleri beni derinden etkiledi mesela. Fakat benim için en değerlisi, dolayısıyla en sevdiğim kitabın farklı bir özelliği var. Bu kitap, yedek subaylığım sırasında satın alıp kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım okumakta başarılı olamadığım, okumaya çalışırken en çok on-on beş sayfa ilerleme kaydettiğim Andre Brink' in 1982 yılında yazdığı, Sesler Zinciri adlı roman. Evlendikten sonra aynı kitabı okuyup bitirmek o kadar basit, o kadar güzel gelmişti ki bana, ilkokul birinci sınıf öğretmenimin okumayı sökmem münasebetiyle göğsüme kırmızı kurdele taktığı andaki yaşadığım sevinci yaşamıştım yeniden! 

4. Bitiremediğiniz Kitap veya Kitaplar Nelerdir?

Okumaya başladığım kitap önceleri hoşuma gitmese de ileride durum değişir umuduyla sonunu getiririm genelde. Fakat bir kitap vardı ki, ne yaptım, ettim bitirememiştim bir türlü. Hoş, çok yıllar geçti bu mücadeleyi yaptığım  zamanın üzerinden. Belki şimdi okuyabilir, hatta okumaktan zevk bile alabilirim. Evet, bahsettiğim kitap meşhur Milan Kundera' nın "Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği". Uzun yıllar herkesin hayranlıkla göklere çıkardığı bu kitabın bitiremediğim tek kitap olmasından dolayı kendimden hala utanırım.

5. Aynı Zamanda En Fazla Kaç Kitap Okuyabildiniz?

İşte bu soru bana sorulmamalı. Ben ki yürürken sakız çiğneyemeyen adam, nasıl böyle bir sorunun muhatabı olur? Bazen iş yerimde bir kitap ve evde yatağımın baş ucunda bir kitap olmak üzere aynı zamanda okuduğum iki kitap olduğu doğrudur. Ancak bu bile huzursuz etmeye yetmiştir beni. Çünkü bir kitabı okurken, hele bir de sevmişsem onu, adeta içine girer, yaşarım. Tek kitaba konsantre olurum genelde. Bu özelliğim sadece kitap okumaya has değil. 

6. Kendinizi Bulduğunuz Kitap ve Nedeni?

Yazmanın kolay yolu kurgulamak değildir, öncelikle bildiklerini, yaşadıklarını kaleme almak işini kolaylaştırır, demişti eşim bir keresinde. Yıllar önce Orhan Pamuk'un Cevdet Bey ve Oğulları romanını okurken yazarın olayları aktarmadaki rahatlığını hissetmiştim. Çünkü kendi ailesini, bildiği, yaşadığı şeyleri anlatıyordu. Bu konu derinden etkilemişti beni. Yaşanmış olayların yanında kurgu çok yapmacık kalıyordu artık gözünde. Orhan Pamuk diğer kitaplarında aynı etkiyi yaratamamış olsa da, sözünü ettiğim romanını okurken onun görünmez bir kahramanı olmuştum adeta.  

7. Kitap Ayracı Haricinde Kitap Arasına Ne Koyarsınız?

Herhangi bir şey koymam. Kitaba olan saygımdan değil bu. Çünkü kitaba özel bir kutsallık yüklemem şahsen. Kitabın içeriğidir önemli olan, kağıdının kalitesi değil. Bazılarının bayıldığı kitap kokusunu da aramam, koku duygularım kuvvetli değil zaten. İlginç bulduğum satırların altını çizmem fakat bu karşı olduğum anlamına gelmez. Kitap okurken kaldığım yerde, sayfanın sağ üst kısmını üçgen şeklinde kıvırırım. Ön tarafa doğru kıvırmışsam o sayfa okunmamış, yok arkaya doğru kıvırmışsam sayfayı tamamlamış arka sayfaya geçmişim demektir. 

8. Bir Yazarla Arkadaş Olma Fırsatınız Olsaydı, Hangi Yazar Olmasını İsterdiniz?

İşin doğrusu bu tür soruları garip karşılıyorum. Issız bir adaya düşseniz yanınıza almak istediğiniz üç şey nedir gibi sorulara verilecek cevaplar havada kalmaya mahkumdur bana göre. Yazarları kitaplarından tanıyoruz. Kitaplarını sevmek onlarla arkadaş olmamıza imkan verir mi emin değilim. Yok, klasik çağlardan bahsetmiyorum. Örneğin Elif Şafak diyelim, onun yazdığı kitabı sevmemin onunla arkadaş olmamda ne kadar etkili olduğu tartışılır. Sonra, arkadaşlık karşılıklıdır. De ki ben istedim, acaba o benimle arkadaş olmak ister mi acaba? Ama bu soruyu "En çok etkilendiğin yazar hangisidir?" şekline çevirirsem, tereddütsüz Jack London derim. 

Bu güzel Mim'i dileyen arkadaşlar yapabilirler.

14 Nisan 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ 34

Ağaç Ev Sohbetleri 34'ün konusunun yeni bir arkadaşımızdan geldiğini yazmış Sade ve Derin/Deep Tone. Bir süredir Koronavirüs hakkında bilgilendirici yazıları olan Despot Hayrat arkadaşımız, önerdiği konuya ilişkin şurada ayrıntılı ve iyi bir yazı yazdığını belirtmiş Deep arkadaşımız. Bugüne kadar hiç fire vermeksizin bütün Ağaç Ev Sohbetlerine katıldım. Sanırım iki kez bizzat önerdiğim konular üzerinde verimli sohbetler yaptık. Sohbete katılıp fikirlerini paylaşan, yorum yazan bütün arkadaşlarımın yaşına, cinsiyetine ya da eğitim düzeyine bakmaksızın düşüncelerine değer verdim, onlardan az ya da çok bir şeyler öğrendim, elimden geldiğince ben de bildiğim konularda katkı sundum. Ağaç Ev sohbetlerine katılmak, konu hakkında bir kaç söz edebilmek için bazen bir miktar araştırma yapmam gerekti. Her sohbet, Ağaç Ev'in ismine yaraşır içten, sıcak ve saygılı bir ortam yaratıyordu. Konuya girmek yerine bunca laf etmemin sebebi Ağaç Ev Sohbetlerinde kendiliğinden oluşan kalite düzeyinin korunması gerektiğine dair kişisel beklentim. Arkadaşlar Ağaç Ev Sohbetlerinde mümkün olduğu kadar özgün, kendimize ait soruları gündeme alalım. Kopyacılıktan, "intihal" den kaçınalım, doğrudan iktibas yaptığımız zaman kaynağını belirtelim. 

Haftanın konusunu öneren Despot Hayrat, genç bir arkadaşımız gerek konunun seçiminde gerekse kaleme aldığı yazısında Youtube fenomeni Ruhi Çenet isimli bir kişiye ait  şurada bağlantısını verdiğim görüşleri sanki kendi fikriymiş gibi okura yansıtmış. Daha önce okuduğum yazıları hoşuma gitmiş ve kendisini takdir etmişken bu hareketiyle beni şaşırtmıştır. En kısa zamanda hatasının farkına varacağını ümit ediyorum. Önerilen konu şuydu;

1 Dolar 1 TL olsaydı ülkemizde neler olurdu?


1 Dolar 1 TL'ye eşit olsaydı Türkiye'de ne olurdu? sorusuna cevabın arandığı, Ruhi Çenet'in emek verip uzman ekonomistlerden Atilla Yeşilada'yı dahi konuk ettiği video filmini gördükten sonra kendimi aldatılmış hissettiğimden buna bir eklenti yapmak içimden gelmiyor doğrusu.  

KARANTİNA KORONA 10

BULAŞ RİSKİ!

Son günlerde TV kanallarına konuşmacı olarak katılan doktorlarımızın dillerinden düşürmedikleri bir kelime var. "BULAŞ!" Çoğumuza yabancı gelen ve aynı zamanda kulak tırmalayan tuhaf, uydurma bir sözcük bu. Latince terimlerin yanı sıra yabancı dildeki kelimeleri kullanmalarını anlayışla karşılayabilirim tıbbiyelilerin fakat onların şu "Bulaş" sözcüğündeki ısrarlarını anlamış değilim. Tıp ve Diş Hekimliği fakültelerinin özellikle mikrobiyoloji derslerinde "bulaşma" nın karşılığı olarak kullanılan bu sözcükte "-ma" ekinin atılması Türkçe dil bilgisi kurallarına sığmayan tamamen uydurma bir sözcük. Doktorlar arasında oldukça popüler hale gelen "bulaş" koronavirüsten daha hızlı bir bulaşıcılık özelliği gösteriyor. "Bulaş" sözcüğünü kullanmadıkları takdirde adeta mesleklerinden atılma korkusu sarmış doktorlarımızı! Vikipedi'ye göre "bulaş" sözcüğü, "Bulaşıcı bir hastalığın enfekte konakçıdan, doğal konaklardan, vektörlerden veya portörlerden başka canlılara geçmesi" şeklinde bir karşılık bulsa da TDK 'da bir karşılığı yok ve dil kurallarına uymadığı için olamaz da.

Gelişi güzel, kural dışı kelime uydurmaktansa bulaşma yerine "enfekte" denilmesi ya da enfeksiyon kelimesini kullanmak daha mantıklı. Hatta enfekte olmuş birinden hastalık bulaşan kişiye "kontamine oldu" denmesini bile normal karşılayabiliriz ancak kırk yıldır kullandığımız "bulaşma riski" bir gecede nasıl oluyor da "bulaş riski" haline geliyor oldukça şaşırtıcı bir durum. Bu sözcüğü kullanmak doktorlar arasında şifreli bir sözcük mü yoksa doktor olmanın değişik bir ifade tarzı mı bilemeyeceğim artık. 

Uzunca bir zaman romanlarında "kekremsi" sözcüğünü kullanmayanlar yazar sınıfına sokulmazdı! Koronavirüs gündemimize girdi gireli "bulaş" sözcüğü de aynı "kekremsi" gibi popüler oldu doktorlar arasında. Hani diyorum, madem Türkçe kullanmaya niyet ettiniz, doğrusunu kullanın bari.