Güzel bir kitap buldum, henüz Türkçe çevirisi yok. Amatörce çeviriye başladım. Telif hakkı falan istemezler umarım, zira bu işten para kazanmıyorum. Benden çalıntı yapılması da umurumda değil zaten. Zira bu çalışmada kendimi tecrübe ediyorum. Bilen bilir, çeviri kolay iş değil. Google translate deyince olmuyor yani. Çok komik şeyler ortaya çıkıyor denemeye kalkınca. Çeviri yaptığın ülkenin kültürünü, konuşma dilini, argosunu bileceksin. Bu kadar da değil, olayın geçtiği yerlerde hiyerarşiyi, yerine göre hukuk sistemi hakkında fikir sahibi olacaksın, belli seviyelerde teknik, tıbbi ve diğer muhtelif branşlarda bilgi sahibi olmak zorundasın. Yoksa komik duruma düşer, mahkumu milletvekili alıp hapishaneye götürür! Bazen öyle bir cümle girer ki araya konuyla alaka kuramazsın, hani doğrudan çeviri yapıp kullansan dam üstünde saksağan olacak, anlamak için bir gününü vermek zorunda kalırsın. Fakat sinir bozucu olduğu kadar zevkli bir şeydir. Cümleler arasında mantıklı bağlantılar kuruldukça zevkten dört köşe olursun. Prolog, çevirisini yaptığım David R. Dow adındaki hukuk profesörünün 2019 yılında yazmış olduğu, "Masum bir adamın İtirafları" adlı romanının giriş bölümü. Bu sözcük Türkçeye "Öndeyiş" olarak geçmiş. Romanın içeriğiyle uzaktan bir ilgisi olabilir. Sanırım okuru havaya sokmaya çalışan bir bölüm olsa gerek. Bu kısımda koğuşta Sarah ve Leonard'ın birlikte kalması şaşırtıcı. Zira mahkum adlarından birinin erkek diğerinin kadın olduğu anlaşılıyor. Önümüzdeki günlerde aşağı yukarı buradaki prolog uzunluğuna sahip bölümler halinde romanın çevirisine geçeceğim. Her türlü eleştiriye açık olduğumu bilmenizi isterim. Ayrıca karakterlerin davranışları üzerine uzun uzun tartışabiliriz yorumlarda. Unutmadan söyleyeyim, kapak resmi olarak kullandığım bir aplikasyon.
Tante Rosa'nın blogundan öğrendiğim
şuradaki web adresinde belli kalitenin üzerindeki fotoğraflarınızı anime durumuna dönüştürüyor. Fotoğraf kendimin, fakat üzerinde epey oynama yaptım. İyi okumalar...
PROLOG:
Mahkûmlarımın günlerini geçirdiği hücrenin demir parmaklıklarına üç buçuk metre mesafedeki briketten örme duvara monte edilmiş dijital saat, kaplumbağa hızıyla sıfıra doğru yaklaşıyor. Start düğmesine basmadan önce orada okudukları ilk sayı 58.656:00:00 idi. Cihaz onların bulundukları yerde daha kaç saat daha kalacaklarını ifade ediyor: Bir günde 24 saat, yılda 365 günden toplam 2.444
saat – altı yıl ve on bir gün daha var. Şu anda saat 48.896:00:00’ı gösteriyor.
Henüz bir yıl olmuş, hatta bir yılın dolmasına tamı tamına beş buçuk dakika daha var. Bu özel anı üçümüz birlikte pastayla kutluyoruz.
Sarah adlı 1 numaralı mahkûma “Mutlu Yıllar”
diyorum. Cevap vermiyor.
Dönüp Leonard adındaki 2 numaralı mahkûma sesleniyorum,
“Sana da.” O da bir şey söylemiyor.
Pastayı üçe bölüp iki parçasını iki ayrı kağıt
tabağa koyuyorum. Her dilimin üzerine doğum günü mumu yerine birer plastik çatal
saplıyorum. Hadi diyorum, keyfini çıkarın şimdi.
İçine tıkıldıkları beton zeminli hücreyi örten
on santimetre aralıklı demir çubukların altından içeri doğru sürüyorum
tabakları.
Onların paylarına düşeni verdikten sonra kendi pastamdan
bir parça ısırıyorum. Kreması aşırı, çok şekerli değil. Tatlıyla fazla aram yok zaten.
Üzerindeki siyah benekler Madagaskar vanilyası, hiçbir masraftan kaçınılmamış.
Gülümsüyorum.
Bunun gibi pastalara Hindistan cevizi yakışır ama
umurumda değil. Bunu saplantı haline getirmek huyum değil.
Kendi kendime konuşuyorum, ne Sarah, ne de Leonard cevap veriyor.
Daha şimdiden önümüzdeki yıl dönümlerini planlıyorum.
Mesela gelecek yıl melek pastası, sonraki yıl kırmızı kadife pasta onun
arkasından elmalı, sonra beşinci yıl dönümünde Hindistan cevizli olabilir ve de
altıncı yılımız için benim en çok sevdiğim Alman çikolatalı pasta. Fakat bütün önerilere
açık olduğumu bilmenizi isterim.
Yine sessizlik. Bak ne diyeceğim, tahliye edilmenizden birkaç ay sonra bunu Şeytan pastasıyla kutlayabiliriz. Ne kadar komik değil mi? Ha ha ha, Şeytan’ın
pastası.
Yüzlerinde en ufak bir gülümseme yine yok. Her
ikisi de bugün gününde değil. Bunu söylemek zorundayım.
Pastayı kendim yaptım. Özel yetenekleri olan bir
pasta şefi değilim ama yemek söz konusu olunca yarattığım lezzetler kazandığım yıldızlarla kanıtlanmış durumda, fakat yine de beni sekiz kişilik bir
aileyi doyurabilecek üç katlı bir pasta elimde olduğu halde fırından fırlarken görebilirsiniz. Bu konularda sürekli münzevi hayat süren bir keşiş gibi orta yaşlı bir adam olarak makul ölçüde söz sahibiyim.
İkisi de aynı anda çatallarına birer parça alıyorlar, Sarah teşekkür ediyor ama Leonard hala ağzını açmıyor. Zaman zaman konuşuruz, daha
doğrusu tartışırız, ancak duygularım henüz yeterince yumuşamadı. Burada
Stokholm sendromundan başka bir şey yaşamıyoruz. Bu insanlar benden çaldılar
ama ben onların çaldıklarını geri almak konusunda isteksizim.
Briket tuğladan örme duvara cıvatayla tutturulmuş
bir çerçeve içindeki düz ekran TV’de CNN kanalı, yaklaşan Katrina Kasırgası’nın onuncu
yıldönümü ile ilgili haberi veriyor. New Orleans’ı sel bastığında orada mahsur
kalmıştım. Bu yüzden daha önce hiç görmediğim bir sahnenin videosuna dikkat
kesildim. Fransız Mahallesinde yüzen tekneler, terk edilmiş bir parkın fotoğrafları ile mülteci kampı haline getirilmiş bir spor salonunun
içine toplanmış insanları gösteriyordu.
Dehşet bir olay, dedim.
Sarah ve Leonard da benimle birlikte televizyonu izliyorlardı ama
ikisi de en ufak bir tepki vermedi. Sabahın yedisinden gecenin on birine
kadar günde on altı saat CNN’i izletmeye çalışıyorum. Geldiklerinin haftasında
onlara Fox’u ve MNSBC kanalını isteyip istemediklerini sormuştum. Gerçi cevaplarının
ne olacağını biliyordum ama ben yine de sormuştum onlara. Kararlarını oy
birliğiyle vermelerini, aksi takdirde benim kararıma razı olmak zorunda
kalacaklarını söyledim. Bana herhangi bir görüş bildirmediler, ben de öyle olsun
dedim ve tercihimi CNN kanalından yana yaptım. Her ikisinin de sesi engellemek için
bir çift kullan-at kulak tıkacı ve ışıktan rahatsız olmamaları için birer göz
maskesi var. Her hafta yeni kulaklıklar veriyordum. Kulak enfeksiyonu
geçirirlerse onları alıp doktora götürmek aklımın ucundan geçmemişti. Hala aynı fikirdeyim. Durumları kötüye gittiğinde, kulakları akar, ateşleri
yükselir ya da boğazları ağrırsa doktoru arar, penisilin yazmasını sağlarım
sanırım. Şimdiye kadar şeytan kulağına kurşun, sağlıkları oldukça iyi gitti.
"Görüşürüz," diyorum. "Saygılarımla."
İkisi de gülmüyor ama aralarında küçük bir kıkırdama
yakalıyorum. Israrla bir kez daha "Saygılarımla" diyorum. Aslında kendimi eğlendiriyorum.
Pastamın kalanını yarın ya da ertesi gün
dökeceğim plastik bir çöp kovasına boşalttıktan sonra açık çelik kapıdan
dışarı çıkıyorum. Ağır kapı, bir banka kasası gibi kapanıyor, üç adet mandalı çevirip yukarı çıkıyorum. Bu biraz zamanımı alıyor. Formumu kaybettim, ayrıca
dizim kötü, havanın rutubetini hissediyorum.
Üstelik kodes de yerin tam altı kat altında.