KATEGORİLER

7 Mayıs 2020 Perşembe

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 7/1


"Burayı sevdiğimi nasıl bildin?" diye sordum.

Bana bakıp gülümsedi, "Sanki sen  beni soruşturmadın, öyle mi? dedi.

Tabii ki onu araştırıp hakkında bilgi toplamıştım ama bunu söylersem hakkımda yanlış düşünebileceğinden endişelenmiştim.

"Geçen yıl gazeteye verdiğin röportaj sırasında tüm sırlarını açıklamıştın," dedi.

Verdiğim bu röportajı unutmuştum. 

"Tabii ki tanıştığımız ilk günden başlayarak seni araştırdım." dedim.

Ne kadar geç yatarsa yatsın, erkenden kalkardı Tieresse. Sabahları ben hala uykudayken, o spor salonuna giderdi. Evde olduğumuz zamanlarda arka bahçede tenis oynar ya da havuzda yüzerdik. Öğleden önce birlikte film seyretmeye başlardık. Müzelerin yönetim kurulundaydı, açılışlardan bir gün önce yeni sergilere düzenlenen VIP turlara katılırdık. La Ventana Pazar ve Pazartesi günleri kapalıydı. Genellikle bir gün dışarıda yersek, diğerinde evde kalıp kendi yemeğimizi pişiriyorduk.


Seks yapacağım tek kişinin mutlaka sevdiğim kadın olacağını düşünmüştüm. İçinde bulunduğum bu durum planladığım ya da hayalini kurduğum bir yaşam değildi. Tieresse'nin şöminesi üzerinde asılı bir tablo bulunuyordu.  Tabloda aynaya bakan genç bir kadını vardı. Yüzünün bir tarafı yaralıydı, ancak yarası aynadaki görüntüsüne yansımıyordu. Tieresse, tabloya bakarken bana "Sahip olduğun yaşam ile tasavvur ettiğin hayat arasındaki fark, realite ve kusursuzluk arasındaki mesafeye eşittir" demişti. Ona bu sözü kendin mi uydurdun diye sormuştum. Resmi ilk gördüğünde, bu sözü bana Reinhardt söylemişti dedi. Bunu asla unutmadım. Tieresse'ye ilk kez ihanet ettiğim günün sabahında resimdeki kadına baktım ve onda kendimi gördüm.


Tieresse sonraki günlerden birinde, "Hatırlarsan, geçenlerde yardım toplama resepsiyonundan kaçtığımız gece, birbirimizi tanıma konusunda beni sınamaya kalkmış ve bahsi kaybetmiştin" dedi.

"Haklısın." dedim.

"Şimdi sıra senin, beni öyle bir yere götür ki oradan nefret edeyim, burası senin bildiğin ancak benim bilmediğim bir yer olsun, buna hazır mısın?" diye sordu.

Gülümsedim ve "Merak etme, seni öyle bir yere götüreceğim." dedim.

Bu sözü verdiğimde altı aylık birlikteliğimiz vardı. Onu bir yolculuğa davet ettim. Nereye gittiğimizi sordu. Yanına el feneri almasını ve sırt çantasını hazırlamasını söyledim.

"Vereceğin bütün bilgi bu kadar mı?" diye sordu.
"Evet, öyle." dedim.

Onunla birlikte arabamı Houston'ın batısına, bir arkadaşımın uçmama müsaade ettiği bir uçağın muhafaza edildiği, bin metre uzunluğundaki çim şeridine bitişik hangarın bulunduğu yere doğru sürdüm.

Bunu çok seveceksin, dedim.

Uçağın yanına yaklaştık. Daha önce küçük bir uçağa hiç binmemişti ve bu yüzden oldukça gergin görünüyordu. Endişelenecek bir şey olmadığını söyledim.

"Gereksiz yere endişelendiğimi biliyorum ama elimde olmadan heyecanlanıyorum." dedi. Ancak daha fazla dayanamayacağım. Tamam, bu kez sen kazandın." dedi.

Havalandıktan kısa bir süre sonra, "Bana uçmayı öğretebilir misin?" diye sordu.


Bin beş yüz metreye tırmandık, güvenli olacak kadar yüksek, kırsal kesimi görebilecek kadar alçaktık. Yüzünü pencereye yapıştırdı. Oklahoma'nın hemen kuzeyine doğru uçabilir miyiz diye sorunca bir dizi S-dönüşten sonra kuzeye doğru Cimarron Nehri'ni takip etmeye başladık. Nereye gittiğimizi sordu, ona neredeyse istediği yere geldiğimizi söyledim. Bakışlarımı Kuzeybatı Kansas'taki o noktaya çevirdim ve dört yıldan fazla bir zaman önce acil iniş yaptığım aynı yola indim. Uçak henüz durmadan kapıyı açtı.

Gözlerini açarak "Burası inanılmaz bir yer." dedi.

Ormanın içinde el ele yürüdük ve dere kenarına oturup hafif bir öğle yemeği yedik. Daha sonra mayolarımızı giydik ve Delaware nehrini kanoyla gezdik. O akşam erkenden, Ozawkie'nin hemen dışında, devasa kavak ağacının gölgesi altında piknik yaptık, bana Kansas City’deki barbekünün Teksas’takinin yerini tutmadığını söyledi. Fakat yine de hiç fena değildi.

"Uçağı indirdiğimiz yerdeki arazi satılık mı?" diye sordu.

"Hiçbir fikrim yok." dedim.

"Eğer satarlarsa, orayı alalım ve hemen evlenelim." dedi.

Şaşırarak "Neee?" dedim.

"Burası son derece güzel, şehre biraz uzak ama işleri buradan yönetebilirim." dedi. Anlatmaya devam etti,

Daha ne söyleyebilirim ki, Midwest'in stratejik konumu bana her zaman hitap etmiştir. Birçok yerleşim mükemmel dik açılarla bağlanmış birbirine. İlk alt kadromu Lincoln yakınlarında, Nebraska’da kurabilirim mesela." dedi.

"Teklifinde şaşırdığım şey evlilikle ilgili olan bölümdü." dedim.

"Ha şu mesele," dedi. "Artık bırak şu suratsız Alman karakterini. Latin erkeklerinin daha atak olmaları gerekmez mi?"

Şok olmuştum. Tieresse tabletini açtı, beş dakika kadar bir şeyler araştırdıktan sonra telefonunu eline aldı. Karşısındaki kişiye üç soru sordu ve her birinin ardından, "Evet, anlıyorum." dedi. Telefonu kapatmadan önce, yeri nakit olarak satın almak istediğini söyledi. Telefonu kapatınca bana dönüp,

"Yeri satın aldım." dedi, "Şimdi gözlerini kapat."

"Ciddi olamazsın." dedim.

"Hadi dediğimi yap ve kapat gözlerini." dedi. Dediğini yaptım.

"Şimdi gözlerini açabilirsin." dedi. Gözlerimi açtığımda, elinde yarım düzine çam iğnesiyle süslenmiş iki halka tutuyordu.

"Houston'a döndüğümüzde daha iyini satın alabiliriz." dedi. "Şimdi bana elini uzat."

Gözlerimi tekrar kapattım.

"Şimdi ne yapıyorsun?" diye sordu.

"Bunun gerçek olduğundan emin olmak istiyorum." dedim.

O günden sonra bu bizim özel oyunumuz haline geldi. Kendimi gergin hissettiğim ya da enerjimin düştüğü zamanlarda,

Bana "Gözlerini kapat aşkım." deyip  elini yüzüme koyardı. Bir süre sonra, 

"Sana gözlerini açmanı söylediğimde dünya daha iyi bir yer olacak." derdi. Bunun her seferinde işe yaradığını gördüm.


Geceyi ucuz bir motelde geçirdik ve bir zarfın arkasına inşa etmeyi planladığımız konutu çizmeye başladık. Tieresse, Kansas'a taşınıp inşaatı denetlemesi için Houston'dan altı aylığına  bir mimar tuttu.

(Devam edecek)

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 6/1


"Boşandığım tarihten bu yana sadece iki kez seks yaptım. Dün gece kendimi şaşırtmak istemiştim. Fakat öyle sanıyorum ki, bundan sonra rahibe gibi yaşam sürmem gerekiyor." dedi. 

"Rahibe derken?"

"Cinsel ilişkiyi çok acı verici hale getiren bir durum bu" dedi.


Endometriozis hastası olduğundan bahsetti. İlaçlar ve bütünsel tıp dâhil olmak üzere çeşitli tedaviler denenmiş. Hiçbiri işe yaramamış. Sonunda ameliyat olmayı kabul etmiş ancak ameliyatın yara dokusunda sebep olduğu ağrı, daha önceki ağrılarını aratır duruma gelmiş.

"Neden doktoru dava etmedin?" diye sordum.

"Çünkü dava etmem sorunu çözmeyecekti. Paraya da ihtiyacım yok. Ayrıca doktorun hata yaptığını düşünmüyordum. Bilirsin, bazı insanlara piyango vurur, binde bir postoperatif komplikasyon ihtimali olan bir durumda, bin kadından sadece bir ta-ne-si acıyı çeker. Tanrı benim numaramı çekti." dedi.

Elini tuttum.

"Bu durumumun benimle ilgili düşüncelerini ve ilişkimiz hakkında planlarını değiştirip değiştirmediğini merak ediyorum." dedi.

"Sana gelecek için plan yapmadığımı söylemiştim." dedim.

"Bu bir cevap değil." dedi.

"Tamam," dedim,
"Sana cevabımı söyleyeceğim. Seni sevdim. Seninle gezmeyi, seninle vakit geçirmeyi seviyorum. Fakat esas sorun, bu durumda benim sana uygun olup olmamam."

"Peki, sen ne düşünüyorsun?" diye sordu.

"Bilmiyorum." dedim.

Bir ay kadar sonra tekrar yattık. Bu, son seferdi. Daha nazik olmama rağmen çektiği acıyı içine gömmeye çalıştı fakat yine de gizleyemedi. Bunu yapmak zorunda değiliz dedim, eğilip beni öptü.


O sabah kahvaltı ederken,

"Benden ne kadar genç olduğunun farkındasın, değil mi?" diye sordu.

Gülümsedim. "Evet," dedim, "Farkındayım."

Sonraki ay her geceyi beraber geçirdik. Kollarımda uyudu. Seks yapmadık, ama ona karşı daha önce hiç yaşamadığım bir yakınlık hissettim. Bir pazar günü öğlene doğru dışarıda otururken, bacaklarımızı aynı anda aşağı yukarı ahenkle sallıyorduk. Dört yabani papağan çam ağacının tepesine tünemişti ve üç sinek kuşunun daldan sarkan özdeki şeker suyunu çekmesini seyrediyordu.

Tieresse bana dönüp, "Ara sıra yaşıtın insanlarla birlikte olman beni rahatsız etmez. Benim bunu bilmemin gerekli olduğunu düşünmüyorum. Aslında, bilmek istemiyorum. Bu sayede hayatında önemli olduğunu düşündüğüm bazı şeylerden yoksun kalman sebebiyle kendimi daha az suçlu hissedeceğim." dedi.


Şoktan kurtulmam biraz zaman aldı. Üniversitede bazı çok eşliler tanımıştım ve yaşam tarzları beni çok şaşırtmıştı. Tieresse'ye hiçbir şeyden yoksun olmadığımı, hayatımda sevdiğim ve ilgilendiğim biriyle olmayı önemsediğimi, bunun dışında başka biriyle seks yapmak istemediğimi söyledim.

"Şimdi yapmasan bile, bazı şeylerin zamanla değişebileceğini biliyorum." dedi.


Bu tartışmanın bir sonuca varmayacağını hissetmiştim. Buna son vermek için kısaca “Her neyse” dedim ve kestirip attım.

Bu konuşmadan sonra değişen hiçbir şey olmadı. Çok yorgun olmadığımda ya da çok fazla içki içmediğim durumlarda, ortalığı temizledikten ve iş yerini kapattıktan sonra gece yarısı ya da saat bire doğru eve giderdim. Bazen onu yatakta kitap okurken bulurdum; güncel haberleri, işlerin nasıl gittiğini ya da okuduğu kitabı sevip sevmediğini konuşurduk. Bazen eve vardığımda uykuya dalmış olurdu ve yastığımın üzerinde bana tatlı rüyalar dileyen bir not bulurdum.


Mayıs ayı başlarında bir cuma günü akşamı, on altı yirmi kişilik bir grubun bekârlığa veda partisi vardı. Masaların yarısını dolduran bu neşeli kalabalık, kapanış saatine kadar bir yere ayrılmamışlardı. Diğer bütün masaları temizleyip yeri süpürdükten sonra bile hala oradaydılar. En sonunda içlerinde biri hariç, diğerlerinin hepsi iki geniş limuzinle ayrıldılar. Geride kalan benimle birlikte üst kata çıktı. Onu gecenin üç buçuğunda bir taksiye bindirirken bana kartvizitini verdi ve gece içkisi için teşekkür etti. Yaptığımdan utanç duymuştum.


Tieresse'nin durumu anlamasından kuşkulanmıştım çünkü saçlarım hala nemliydi ve genellikle arabamla eve gitmeden önce duş almazdım. Onun yanında yatağa gömüldüğümde, kalbim sıkışıyordu, karnım ve bağırsaklarım suçluluk kompleksi nedeniyle sancıyordu.  Parmaklarını saçlarımın arasına geçirdi, kendini uykuya teslim ederken “Seni seviyorum” diye mırıldandı.


Tüm günahlar gibi, bir sonraki sefer daha kolay olmuştu. Restoran işletmeciliğinde insanlar önüne gelenle düşüp kalkarlar. Tieresse ölmeden önce Britanny dâhil dört kadınla daha birlikte oldum. Onlara ya da bir başkasına bu işte bana izin verildiğine dair hiçbir şey söylemedim. Bu kimseyi alakadar etmezdi. Fakat bu beni kaba ve aykırı göstermek için haklı bir nedendi. Kendimi hala suçlu hissediyordum. Suçlu olduğumu kabul edeceğim derken bir taraftan da yanlış bir şey yapmadığımı düşünmekten kendimi alamıyordum. Bu paradoksun üstesinden gelmek için yıllarımı vermiştim. Bir çözüm varsa, onu bulabilecek kadar akıllı biri hiç değildim.


Tieresse öğleden sonraları restorana gelmeyi, garsonlarla birlikte o akşamın yemeklerini hazırlamayı severdi. Müşteriler gelmeye başlar başlamaz bara gidip birkaç yudum konyak ya da dirty martini içerdi. Haftada iki ya da üç gece sosyal ya da hayırsever bir etkinliğe gidiyordu. Bir keresinde bana, 

"Bu korkunç akşamlarda bana eşlik etmeni teklif etmiyorum çünkü sıkılacağın ve mutsuz olacağın bir yere gitmen için seni zorlamak istemem." demişti.

"Bundan hoşlanmayacağımı nereden biliyorsun? diye sormuştum.

Kaşlarını kaldırdı ve gülümsedi. "Beni sınamak mı istiyorsun? 

İki gece sonra onunla birlikte Missouri'deki ABD Senatosu adına çalışan biri için para toplamak üzere bir resepsiyona gittik. Giriş ücreti bir yıllık kazancımdan bile fazlaydı. Benimle birlikte alkol ve ordövr servisi yapan insanları saymazsam, Asyalı bir kadın haricinde herkes beyazdı. Erkeklerin hepsi aynı yerden alışveriş yapmışçasına giyinmişlerdi: koyu renk takım elbise, beyaz gömlek, çoğu düz kırmızı veya mavi renkli kravat, Amerikan bayrağı yaka iğnesi...


Yaklaşık on beş dakika dudaklarımı Tieresse'nin sağ kulağının yanına dolaştırıp saçlarıyla oynadıktan sonra kulağına fısıldadım, tatlım, teslim oluyorum, haklı çıktın. 


Gülümsedi ve "Öyleyse hadi gidelim buradan" dedi. 

Üzerimizdeki tuhaf kıyafetlerle Third Ward¹ ’a gittik ve zencilerin soul-food² restoranlarından birine daldık ve orada kızarmış tavuk, makarna, peynir ve kara lâhana gibi yeşillikler yedik. Burası benim en sevdiğim yerdi ve onun bunu bilmesine inanamamıştım.

¹Third Ward - Houston'da zencilerin yoğun oldukları bir semt
²soul-food - Güney Amerika'da Afro-Amerikalıların geleneksel ve etnik mutfağı

(Devam edecek)

6 Mayıs 2020 Çarşamba

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 5/1


Her hafta benim Dallas'taki bir bankada açtığım tasarruf hesabıma üç beş peso yatırırdı. On dört yaşındayken, bana “Yo pienso que tú debes ir a la Universidad de Utah. Son amables con los mexicanos allí.”* demişti. Ona Utah'ta Meksikalılara karşı nazik olduklarını nereden bildiğini sorduğumda bana cevabı “Hijo, sé un montón de cosas.” ** oldu.

Tieresse’ye, "Babam bazı şeyler biliyordu." dedim. Ancak Mormonların fakir bir Meksikalıya nasıl davranacakları konusunda bir şeyler bilip bilmediğine dair fikrim yoktu. Bense ileride Michael Corleone gibi olmamdan korktuğu için beni terk eden o ilk kız arkadaşımı hala seviyordum.

Tieresse, "Bu benim şansım!" dedi.

Tieresse Mormonların İspanyol aksanımı ayırt edip etmediğini sordu. Ona hiç aksanlı konuşmadığımı söyledim. Annem İngilizce öğretmeniydi, babam dışarıdayken evde İngilizce konuşuyordu benimle. Bir geziden sonra okula dönerken, annem ve öğrencilerini taşıyan otobüsün, çamurlu bir yolda balçığa saplanması ve babamın uçağını araziye indirerek onları kurtarması sayesinde tanışmışlar. Annem “Hijo***, henüz adını bile öğrenmemişken, o adamla evlenmek istediğimi anlamıştım.” demişti. 

Okullar kapandıktan sonra annem, benim çocukluğumun geçtiği köye taşınmış. Babamla iki hafta çıktıktan sonra evlenmişler. Evlilik hayatları boyunca annemin beni doğurmak için Teksas’ta bulunduğu süre dışında hiç ayrılmamışlardı.


Tieresse, Aşçılık Okuluna nasıl gittiğimi sordu. "Çünkü ücretsizdi." dedim. Bunun nasıl olduğunu Tieresse'ye anlattım:

"Akşamları şehir merkezinde bir restoranda çalışıyordum. Çöpe ne kadar çok yiyecek attığımıza akıl erdiremiyordum. Atılanların çoğu çürük ya da bozuk şeyler değildi. Bunları atmamak ve değerlendirmek için hiçbir şey yapılmıyordu. Patronumla konuştum ve benden diğer şef ve gıda tedarikçileriyle görüşmemi ve konuyla ilgilenmemi istedi. Bir kooperatif kurup atılacak yiyeceklerin şehrin en büyük aş evine verilmesini sağlayacaktık. Emekliye ayrılmış meşhur bir basketbol oyuncusu, her gece yiyeceklerin toplanıp aş evinin mutfağına teslim edilmesi için kamyonetleri temin etti, yerel bir otomobil galerisi sahibi toplanan yiyecekleri saklayabilmek için mutfağa buzdolabı ve derin dondurucular bağışladı. Benim projeye katkım; kurumlardan toplanabilecek yiyecek çeşitlerini ve kaç kişiye hizmet verilebileceğini saptamak üzere bir uygulama programı hazırlamaktan ibaretti. Daha sonra mevcut malzemelerle hazırlanabilecek yemek çeşitlerini belirleme işini de üzerime aldım. Bütün yemek tarifleri son derece basitti. Hiç mutfak eğitimi almamış bir kişi bile bu işin altından kalkabilirdi."


"Bana haber vermeden patronum projemi bir burslu yarışmaya göndermiş ve projem birincilik ödülü kazandı. Böylelikle Aşçılık Okulunda eğitim, barınma ve beslenmenin bana hiçbir maliyeti olmadı." dedim. 
 
Daha sonra Tieresse'in ertesi sabah avukatını aradığını ve yirmi büyük şehir belediye başkanına şehirdeki muhtaç insanları doyurmak için buna benzer bir projeye katılmayı kabul etmeleri halinde gerekli tüm araçları ve buzdolaplarını satın alabileceğini söylediğini öğrenecektim. Ancak o akşam, onun finanse etmeyi geri çevirdiği hiçbir sosyal program programı bulunmadığını henüz bilmiyordum.


"İşte," dedim, "Hikâyemi dinlediniz, şimdi sıra sizde."


"Babam beni de okula göndermişti." dedi, Tieresse. Anlatmaya başladı:
"İsviçre’de bir yatılı okula kaydoldum. O ve babaannem Noel’de beni ziyaret ederlerdi. Kolejin üçüncü sınıfında babaannem ölünce babam ziyaretleri kesip sadece telefon etmeye başladı. Her hafta banka hesabıma para yatırırdı. Bunun adına ödenek diyordu, oysa ev işleri yapmak ve hiçbir şey satın almak mecburiyetinde değildim. Babası Suudi Kraliyet ailesinde iki ya da üç numaralı bir kişi olan kız arkadaşıma, hesabıma yatan paralardan bahsettiğimde, -nedenini asla bilemeyeceğim bir şekilde- bu paraların haram olduğunu söylemişti. Ne hakkında konuştuğuna dair hiçbir fikrim yoktu, fakat söyledikleri bana biraz mantıklı gelmişti, bu yüzden ona bu konuda başka bir soru sormadım. Babam, her kış bana yeni kazaklar ve doğum günlerimde annemin mücevherlerinden gönderirdi. Buna çok gülüyordum. Lise öğrencilerinin elmas broş takması, Le Rosey’de bile olsan saçmaydı. İki günde bir paket gelirdi bana. İhtiyacımdan çok fazla olduğu için gelenleri dağıtmak zorunda kalıyordum. Babamın bana vermediği tek şey sevgiydi. Geriye dönüp baktığımda, Roland ile evlenmemin nedeni zengin olmasının dışında her bakımdan babamın tersi olmasıydı. Kolejden atılmıştı, kendini çok fazla içkiye kaptırmıştı, küfürlü konuşurdu, işte böyle biriydi. Babam onunla ilk kez tanıştığında beni bir kenara çekip, “Ciddi olamazsın.” demişti."


"Bütün bunlardan ne öğrendiğimi biliyor musun?" diye sordu.

Bu tip adamların pisliğin teki olduğunu mu?

"Güldü, evet öyle denebilir." dedi. Sonra,

"Hayır, aslında öyle değil" dedi. 

"Öğrendiğim şu ki, her başarılı insanın şu ya da bu şekilde aşırı bir yönü vardır. Bazıları çok fazla içer. Bazıları hep kadın peşinde koşar. Bazıları kendini işe kaptırır. Eğer bir kadın, orta seviyede başarılı bir erkekle birlikte olmakla mutluluğu bulabileceğine inanıyorsa, kendine birçok harika potansiyel eş bulabilir. Fakat aşırılıktan yanaysa, aşırılığın iyi yönde olmasından emin olmalıdır, yoksa her gün acı çekmek zorunda kalacaktır."
    
Gülümsedim ve ona  “Yani, çekici kadınlar benim gibi sıradan insanlarla birlikte olmalı diyorsun” dedim.


Elini elimin üstüne koydu ve "Senin aşırı olan tek yanın, Rafael, alçak gönüllü olman, bu da benim açımdan oldukça tehlikesiz bir özellik." dedi.

Ne demek istediğinden tam olarak anlamamıştım ama bir şeyden emindim ki, onu tekrar görmek istiyordum.


İki ay sonra restoranım kapalıyken birlikte bir akşam yemeği yedik. Tieresse'ye kot pantolon giymesini söylemiştim ve onu müşterilerin yan yana uzun tahta masalara oturup bütün kızarmış kırmızı levrekleri, dev körfez karideslerini ve ızgara ahtapotları çatal kullanmadan elleriyle yedikleri şehrin doğu tarafındaki Meksika deniz ürünleri restoranına götürdüm. Burada neredeyse hiç kimse İngilizce bilmiyordu. Alkollü içki satış ruhsatına sahip olmadığı için herkes yanına biralarını alıp gelmişti. Sağımızda ve solumuzda oturan insanlarla paylaşmak üzere yanımda bir şişe yıllanmış rom getirmiştim. Sonra, Montrose'da bir bara gittik ve banjo, viyola ve mandolinle yöresel halk müziği çalan bir üçlüyü dinledik. Arabaya yürürken kolumu omzuna attım. İşaret parmağını ağzıma geçirdi ve yüzümü kendine doğru çekti ve ben az önce yudumladığı nane ile karışık konyağın tadına vardım.


Daha sonra evinde onunla ilk kez seks yaptık. Başım omzundayken uykuya dalmıştım ve yedi saat sonra uyandığımda başım hala oradaydı. Bahçesindeki ağaçlardan greyfurt topladı ve taze suyunu sıktı. Arka taraftaki bahçesi yokuş aşağı derenin denize döküldüğü yere doğru iniyordu. Dışarıda bir tekneye oturduk, bacaklarımız birbirine dokunuyordu, bu şekilde çamurlu suların güneydeki Meksika Körfezi'ne doğru akışını izlemeye koyulduk. Yüzüne yansıyan ifade bende endişe ya da pişmanlık hissini uyandırıyordu fakat bunu ona sormak istemedim, ta ki sessizlik, öğrenme isteğimden daha acı verici hale gelene kadar. Ve sonunda "Sanırım bir şeyler yolunda gitmiyor." dedim.



* “Yo pienso que tú debes ir a la Universidad de Utah. Son amables con los mexicanos allí.” İspanyolca "Bence Utah Üniversitesi'ne gitmelisin, Orada Meksikalılara karşı nazik davranırlar." 
** Hijo, sé un montón de cosas.” İspanyolca "Oğlum, çok şey biliyorum."
*** Hijo İspanyolca "Oğlum"
Michael Corleone: Al Pacino'nun yönettiği Godfather filmlerinde kurgusal mafya lideri
Le Roseyİsviçre'nin Rolle kentinde zenginlerin gittiği dünyanın en pahalı lisesi

(Devam edecek)

5 Mayıs 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 37

Bu hafta, Ağaç Ev Sohbetlerinin konusunu Barış Doğan arkadaşımız belirlemiş. Son aylarda dillerden düşmeyen Koronavirüs üzerine sayfalar dolusu yazılar yazılabilir. Ne yazık ki konu ne kadar hassas olursa olsun siyaset malzemesi yapılabiliyor. Eğer kendimi tutamayıp ben de siyasetle ilgili birkaç laf edersem bilin ki yazdıklarım herhangi bir görüşe hizmet etmek amacını taşımayacak. Salgının Çin'in Wuhan kentinde ilk görüldüğü günden bu yana bazı fikirlerim değişti bazı fikirlerim dağ gibi yerinde duruyor. Konumuza ilişkin üzerinde tartışacağımız başlık şöyle:

Salgın belli bir ölçüde kontrol altına alındıktan sonra sence global dünyayı ve bizi nasıl bir düzen bekliyor, ekonomide ve uluslararası düzende nasıl bir yeni düzen olur?

Görünen o ki değişen bir şey olmayacak. Bir ay önce bazı hayallerim vardı fakat havaların ısınmasıyla birlikte hepsi eridi gitti. Salgından sonra yeni bir dünya düzeni geleceğine dair beklentilerimin artık gerçekleşmeyeceğini düşünüyorum. Fakat Covid-19 bize, insanların hem çaresizliğini hem de acımasızlığını öğretti. Bazı ülkelerde suni solunum cihazına hangi hastanın bağlanacağına karar vermek zorunda kalıp diğerini ölüme gönderen doktorların vicdan azabını, çaresizliğini hissettik yüreğimizde. Sonra dönüp okulları açalım, ölüm oranı sadece yüzde iki, ölen ölür, kalan sağlar bizimdir diyen dünya liderlerinin acımasızlığını gördük. 

Ne yazık ki sağlık sektörü küresel kapitalizmin elinde. Bu bakımdan ne Dünya Sağlık Örgütü'nün açıklamalarına, ne de onu kendilerine rehber tutan Sağlık Bakanlığı ve tıp camiasının dediklerine kayıtsız şartsız inanasım var. Covid-19'un araştırma laboratuvarlarından bir hata sonucu insanlara musallat  edildiğine dair ileri sürülen bir takım iddiaları göz ardı etmiyorum. Çok önceden beri dile getirdiğim üzere virüs ve genetik yapı arasında bir ilişkinin olabileceğine bugün daha fazla inanıyorum. Nitekim bu konuda bazı çalışmaların yapıldığını da biliyorum. Çin'de başlayan virüs salgınının ülkenin nüfusu dikkate alındığında neredeyse hiç zarar vermediği gerçeği bu düşünceyi destekleyen en büyük kanıt. 

Salgın halen birçok ülkede kontrol altına alınmış görünüyor. Bütün ülkeler gerek ekonomilerini canlandırmak gerekse halkın üzerindeki baskıyı hafifletmek amacıyla normalleşmeye pek hevesli görünüyor. Bence kademeli olarak ve süratli bir şekilde bunu yapacaklar. Şahsen ikinci ve üçüncü bir salgın olabileceğine inanmıyorum. Virüsün etkisini yitirdiğini ve yavaş yavaş sürecini tamamladığını düşünüyorum. Zira virüs kaynaklı hastalığın tedavisine yarayacak elimizde halen ne bir ilaç ne de aşı var. Bilim dünyası virüsün nasıl bulaştığını vücuda ne hasarlar verdiğini çözmüş olsa da ona karşı mücadelede hala çok geride. Yani insanlar yasakların gevşetilmesiyle birlikte yavaş yavaş kendilerini sokaklara, AVM'lere, eğlence yerlerine atacaklar. Okullar, camiler, sinema ve tiyatrolar dolacak. Ne zaman mı? En fazla üç ay sonra hepsi cayır cayır çalışacaklar. Turizm deseniz o da ağırdan başlayıp Ağustos sonuna doğru doruğa çıkacak. Peki ne olacak? Hiçbir şey, vakalar tamamen ortadan kalkmasa da günde yüzün altında gerçekleşecek. Önceleri maske, dezenfektan kullanımına sıkı sıkı uyulurken onlar da bir kenara atılacak. E durum böyle olunca eski tas eski hamam. Vahşi kapitalizm aynen devam edecek. Siyasiler birbirini suçlamaya devam edecek, yoksul halk sadakalarla ayakta kalmaya çalışacak, zengin daha zengin olacak vs. Savaşlar da aynen devam edecek. Bir farkla,

Virüs'ün insanlar üzerinde nükleer silahlardan daha etkili olduğu görüldü.  Her ne kadar uluslararası anlaşmalar biyolojik silahların kullanımını insanlık suçu sayıyor olsa da, devletler bu ölümcül silahlarla oynamaya devam edecekler.

Çin virüsü yayma suçlamasıyla karşı karşıya kalacak. Devletler arasında suçlu olup olmamasından ziyade güçlü olup olmaması önemli olduğu için bu çabalar sadece batılı ülkelerin halkına şov yapmasından başka bir işe yaramayacak. Çin zaten ekonomik bakımdan gittikçe dünya lideri olmaya yürüyordu. Virüsten bağımsız olarak ekonomik dengeler yerine oturacak. Türkiye'de virüs iktidarın can simidi olacak, hükumetin bütün başarısızlıklarına gerekçe olacak. Çok değil, en geç altı ay sonra Covid-19 gündemden düşecek. Ahanda buraya yazıyorum. Virüs salgınının sürmesinden menfaati olanlar Covid-20 ya da Covid-21'i çıkarmak için aportta bekleyecekler.

 

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 4/1


"Budist olduğumu sanıyorum, fakat asla gelecekte ne olacağımın hayalini kurmadım. Şu anda bile düşündüğüm tek şey, gece kaç paralık iş yaptığım ve ayın sonunda giderlerimi karşılayacak kadar müşterim olup olmayacağı." dedim.


"Ama, bence bunu yapmalısın." dedi.

"Ne yapmalıyım?" diye sordum.

"Hayal kurmalısın." dedi.

Şafak sökmeden bir saat önce kendimizi kasaba arabalarından birinin arka koltuğuna atmadan önce, bana sarıldı ve "Bunu tekrar yapabilir miyiz?" diye sordu. "Elbette, umarım yine yaparız." dedim.


O gece gözüme uyku girmemişti. Söyledikleri beynimin içinde dolaşıp duruyordu. Düne kadar hayatımda eksik olan bir şey yoktu, sonra bana ne istediğimi sordu, ona istediğim bir şeyin olmadığını söyledim fakat sorduğu soruyu önce kendime sormam gerektiğini fark etmiştim. Evet, içimdeki boşluğu gizlemeyi beceremiyordum. Üniversiteden bir arkadaşım bendeki değişikliği anlamıştı ve insanın nasıl birine bu kadar hızlı bağlanabileceğini merak etmişti.


Ona, "Bunun mantıklı olmadığını anlıyorum ama âşık olduğunda, böyle oluyor işte, kendini kaybediyorsun. İşte bu yüzden bunun adına âşk deniyor. Başına gelene kadar anlaman imkânsız." demiştim.

1.500 civarında bir nüfusa sahip Vadi Şelalesi, 4 ve 16 No’lu Kansas Kuzey Doğu Devlet Yollarının kesiştiği köşede bulunan Topeka’nın otuz mil kadar kuzeyinde yer alır. La Ventana'yı açmadan dört yıl önce Kansas şehrinin güneyindeki Olathe'de iki odalı bir daire kiralamıştım ve buradaki uçuş okulundan ikiz motorlu uçakları kullanabilmek için sertifika alacaktım. Çocukken babam, patronunun arazisinde bana ekinlerin havadan ilaçlanmasını öğretirken yüzlerce saat uçmuştum ama pilotluk lisansı almak için hiç uğraşmamıştım. Şef olmak, benim B planımdı, hayalimdeki iş ise yıldızların altında uyumak. Bu yüzden Batı'nın uzak bölgelerinde rafting ve kano gezileri düzenleyen bir acente kurmayı düşündüm. Nehre inen toprak yoldan aşağı doğru yürüyüp hırçın sulara kavuşuyorduk. Keşif gezimizi tamamladıktan sonra müşterilerim, birinci sınıf yemeklerimin tadını çıkarıyorlardı. Diğer rakiplerimizden hiçbiri bunu yapmıyordu. Ancak sigorta primleri ve potansiyel yükümlülük bedelleriyle başa çıkamadım. Acemiliğim yüzünden kalkıştığım bu işte başarılı olamadım. Yine de bundan dolayı pişmanlık duymuyorum


Uçuş eğitimi almam başlı başına bir ödüldü benim için. Bir eylül günü, Nebraska'da bir kros eğitim uçuşunda, uçuş eğitmenim, eyalet hattının hemen güneyinde, her iki motora birden yüklenip çift motor arıza durumunun simülasyonunu test etmek istedi. Acilen yere inecek bir yer aradım. Kansas'ta çok sayıda düz, ağaçsız bölge var, ancak bunların çoğu toprak araziler. Kullanılmayan bir yola benzettiğim yere uçağı indirdim. Yol, yüz dönümlük ormanlık bir bölgeyi ikiye ayıran bir mil uzunluğunda bir araba yoluydu. İndiğimiz yerin her tarafı çayırdı.

Eğitmenim beni hem yer seçimi hem de başarılı inişimden dolayı tebrik etti. Uçaktan indik ve etrafı dolaştık. O zaman eğitmenime sormuştum, "Motorlara yüklendiğinde burada bu yolun olduğunu biliyor muydun?"

"Hayır," demişti, "O yolu daha önce hiç görmemiştim."

Üniversitenin ikinci sınıfına giderken tanıştığım bir kızla ikinci kez buluşuyordum. Dindar bir Mormon ailesinde, sekiz kardeşin en küçüğüydü. Koroda şarkı söylüyordu ve homoseksüel çiftlere karşı ayrımcılığı sona erdirmek için kampüs organizasyonunda lobi yapmıştı. Bana ailemi sormuştu, ben de ona anlatmıştım. Birkaç gece sonra onu yeniden akşam yemeğine davet ettiğimde beni geri çevirdi. Şaşırmıştım. "Beni hayal kırıklığına uğrattın. Güzel vakit geçirdiğimizi sanıyordum." dedim. O ise bana, "Bunu bildiğini sanıyordum Rafael, davul dengi dengine" demişti.


Eğer bundan ders almış olsaydım ya da alelacele bir yalan uydurma becerisine sahip olabilseydim, aynı hatayı Tieresse’ye karşı yapmamış olurdum.

Ailemden bahsetmemi istediğinde onunla ikinci kez buluşuyorduk. Ebeveynleri ölü olan tek çocuk olduğumu söyledim. Bana nasıl öldüklerini sordu.

"Babam ben üniversitenin ilk yılındayken Meksikalı uyuşturucu çeteleri tarafından vurularak öldürüldü." dedim.

Tieresse, “Uyuşturucu satıcısı mıydı?” diye sordu.

"Eğer DEA’ya sorarsanız öyle olduğunu söyleyeceklerdir ama bu tam olarak doğru değil. Belki onlara yardımcı oluyordu denebilir. Esrar ve marihuana tarlalarına havadan organik böcek ilaçları püskürtüyordu."


"Doğru olan hangisi? Yani uyuşturucu satışı yapıyor muydu?" diye sordu.

"Hiçbir fikrim yok." dedim.

"Ne zamandır bu işin içindeydi?" diye sordu.

"Onu tanıdım tanıyalı," dedim. "Okuma yazma bilmiyordu ama aklı başında hiçbir kişinin denemeyeceği yerlerde uçuş yapabiliyordu. Maço değildi. Sorumluğunu bilirdi. Her şeyi ailesi için yaptı."

"Ya annen?"

"Babamdan iki hafta sonra da o öldü." dedim. "Ölüm kâğıdında felç geçirdiği yazılıydı. Şeker hastalığı vardı ve oldukça kiloluydu. Ama onu öldüren sebep yalnızlığın verdiği derin ıstıraptı. Babamı gömdükten sonra, annem yatağa düştü ve bir daha ayağa kalkamadı."

 
Tieresse, "Bu korkunç bir şey," dedi. "Çok üzgünüm." Elini benimkinin üzerine koydu. "Bana onlar hakkında daha fazla bilgi ver." dedi.

Dediğini yaptım ben de.

"Annem sekiz aylık hamileyken, babam onu uçağına almış ve sınırın ötesine uçmuş. Laredo'ya inerek yakıt ikmali yaptığında annemi hemen oraya pistin kenarına bırakmış. İki gün sonra, normal tarihinden altı hafta önce doğmuşum. Ama o andan itibaren artık Amerikan vatandaşıydım. Babam kafasına koyduğu şeyi yapmıştı. Bekleme salonundaki banklardan birinde veya evsizler barınağında uyumak zorunda kalan annemle birlikte, bir düşkünler hastanesinin yoğun bakım ünitesinde iki ay geçirdikten sonra eve gidebilecek kadar sağlığıma kavuşmuştum. Babamla nasıl sözleştiklerini bilmiyorum ama bir akşam annem beni hazırlayıp küçük bir havaalanına götürmek için çiftçinin biriyle anlaşmış ve ona yaptığı hizmetin bedelini ödemiş. Babam tam zamanında gelip bizi almıştı. 


Meksika'ya döndükten sonra babam Amerika’da insanların hapse atılmasına yol açacak kadar yüksek bir tefeci faizi ödemeyi göze alıp patronundan temin ettiği parayla anneme Hint mücevherleri ve  yeni bir kat kıyafet satın almıştı. Günlerden bir gün annem için bana Ella hace todo el trabajo duro” dedi. Bunun tamamen doğru olduğunu söyleyemem. Babam da pek çok zor işte çalışmış ve karşılığını alamamıştı.

DEA: Uyuşturucuyla Mücadele Dairesi
Ella hace todo el trabajo duro: İspanyolca "Bütün zor işleri o yapar"

(Devam edecek)

4 Mayıs 2020 Pazartesi

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 3/1


Restoranımı işletmeye açalı henüz altı aydan daha az bir zaman olmuştu. Mart ayının başında hareketli bir günün akşamı masalarda neredeyse boş yer kalmamıştı. Genel Müdürüm Benita, heyecan içinde mutfağa girdi ve misafirlerden birinin hemen beni görmek istediğini söyledi. Şöminenin arkasında, bulunduğum yerden, camdan dışarı doğru başımı uzattığımda, karşımda düz siyah saçlı ve muazzam parlak gözleri elmacık kemiklerine gölgeler saçan muhteşem bir kadın gördüm. İlk anda böyle birinin niçin yalnız başına orada bulunduğunu merak etmiştim.


Tieresse, taze kızarmış sarımsaklı patates cipsi ve yanında ev yapımı patates rulosuna sarılmış kırmızı balık sandviçi sipariş etmişti. Sandviçi ikiye bölmüştü, bulunduğum yerden bir parçasını ısırdığını görebiliyordum. Sol elinin yağlı işaret parmağıyla dudaklarının birleştiği ağzının köşesindeki tuz kristallerine dokundu.


Balığın taze olduğunu biliyordum. O sabah bizzat kendim almıştım pazardan ve akşam yemeği için filetoları hazırlarken bir dilimini çiğden atmıştım ağzıma. Küçük bir kılçık kalmaması için itinayla kontrol etmiştim.


Benita bana misafirin adını söylediğinde hemen onu tanıdım. Houston'da yaşayan herkes onun kim olduğunu  bilirdi. Müzelere, Rice Üniversitesinin ek binalarına, yoksul aş evlerine ve şiddet görmüş kadın sığınma evlerine adı verilmişti. Bu göz kamaştırıcı, otoriter, baştan çıkarıcı, zengin hayırseverin bana neyi yanlış yaptığımı anlatması için kendimi hazırladım.


Diliyle ağzındaki tuz kristalini ağzına çekerken sordu. Buranın sahibi sen misin?


Dizlerimin çözüldüğünü hissettim. Ona evet diyebilmek biraz zamanımı aldı. Bu yüzden yine o devam etti:

"Bunu çalışanlarına değil doğrudan sana söylemek istedim: Bir sandviç için bir şefe iltifat etme eğiliminde olmadım ama bunun için bir istisna yapmalıyım. Gerçekten olağanüstü görünüyor. Filetonun içine limonu yedirmeyi nasıl beceriyorsunuz?"

Donup kalmıştım. Ona cevap vermek için uygun sözcükler bulamıyordum. Benita imdadıma yetişti.

"Izgaraya sürmeden önce Meyer Lemon Beurre Blanc sosuna yatırıyoruz efendim" dedi. 

Kekeledim, "Evet," dedim, "Aynen öyle yapıyoruz." Tieresse bana dönüp

“Bir daha başka bir yerde kırmızı balık yiyeceğimi sanmıyorum.” dedi.


Gülümsedi. Dişleri ışıldadı. Yeşil renkli gözleri gölgelendi. Bir şeyler daha söylemeye çalıştım ama tutulmuştum, sadece “Teşekkürler” diyebildim.


Bana doğru uzattığı elini sıktım. İsmini söyledi. "Kim olduğunuzu biliyorum." dedim ve ona adımı söyledim. Samimi bir şekilde "Sizi tanıdığıma çok memnun oldum Rafael Zhettah" dedi.


Böyle bir şeyi yaşamadan inanamazdım. Büyülenmiş gibiydim, tenime ilk dokunuşuyla birlikte unuttuğum kelimelerin tekrar hafızamda canlanışı şaşırtmıştı beni.


“Eğer yine gelirseniz, tamamen aynı lezzeti bulacaksınız.” dedim. Buna karşılık

“Ah, inanın bana, yine geleceğim.” dedi.


Bir ay sonra, saat beş buçukta, La Ventana'nın verandasında oturmuş, Dirty Martini'sini yudumluyordu. Onunla ilgilenmek için dışarı çıktım. Benim üzerimden yatırım yapmak istediğini söyledi ve daha büyük bir yer açmak isteyip istemediğimi sordu.

Ona hayır dedim. İşimden memnun olduğumu, daha büyük bir yerin hayatımı zorlaştıracağını söyledim. Ertesi gün ve ondan sonraki gün geldiğinde tekrar sordu ve her seferinde hayır dedim. Üçüncü günün sonunda artık bana bu konuda ısrar etmesinin boşuna bir çaba olacağını anladığını söyledi. Ertesi gün yine geldi.


"Bugün senin için farklı bir sorum var." dedi. Onu beklerken gerildiğimi fark ettim. 

"Merakımdan dolayı bağışlayın, Benita’ya durumunuzu sordum." dedi.

Midemin sıkıştığını hissettim. Boğazım yanıyordu ve terlemeye başlamıştım. Akşam kapattıktan sonra birlikte bir şeyler içmek isteyip istemediğimi sordu. Bunu beklemiyordum. Donup kaldığımı hatırlıyorum. Bir süre bekledikten sonra,


"Sorun değil" dedi, "Boş ver, sormamalıydım."
"Yok," dedim, "Beni yanlış anladınız, isterim, hem de çok. Ama bu gün gece yarısına kadar açığız."

"Pekâlâ" dedi, "Görüşürüz o zaman."


Tieresse elli yaşına basmıştı ve benden yaklaşık on beş yaş büyüktü.
Hiç evlenmemiştim. Hiç çocuğum yoktu. Yemek yapmayı, kamp yapmayı, okumayı ve kano sporuyla uğraşmayı severdim. Aynı bir üniversite talebesi gibi yaşadım. Hayatım boyunca onun gibi birisiyle karşılaşmamıştım. Bir yıl çalışarak kazandığım para, onun sadaka parası yerine geçerdi.


Yani anlayacağınız Tieresse ile tanışmamızın üzerinden iki yıl geçtikten sonra onun dövülerek öldürülmesi olayında benim polisin şüphelendiği ilk kişi olmam sürpriz sayılmazdı. Dışarıdan baktığım zaman ben bile kendimden şüphelenmiş olabilirdim. Ancak bu nedenle hüküm giymek evet, o farklı bir konu.


İlk buluşmamızda, Tieresse kapatma saatinden yarım saat önce restorana geldi ve komilerin son masaları temizlemesine yardımcı oldu. Mutfaktan çıkarken onun yaptıklarını gördüm.

"İşimiz bitmek üzere, gelin size bir içki hazırlayayım" dedim.

"Eğer size yardım edersem, daha erken bitirmiş olursunuz." dedi.

Bir yandan gülümserken topladığı tabak çanakları ve iki su bardağını kare şeklindeki plastik leğene koydu.


Gecenin devamında dışarıda oturup bir şişe prosecco şarabı, bir kalıp yöresel peynir ve mayalı sıcak ekmekle paylaştık. O zamanlar yirmi iki yaşında olan oğlu Reinhardt’ın bilgisayar mühendisliği bölümünde lisansüstü çalışmalar yaptığından bahsetti. "Onunla neredeyse her gece görüşüyoruz. Bana üzerinde çalıştığı konulardan bahsediyor ama anlattıklarından bir kelime olsun anlamadığım için uyuklamaya başlıyorum." demişti.

Daha sonra çocuğum olup olmadığını öğrenmek istedi, ona olmadığını söylediğimde çocuk sahibi olmak isteyip istemediğimi sormuştu.

"İlk buluşmamız için oldukça samimi bir soru değil mi bu?" diye sorduğumu hatırlıyorum.

"Evet, bu dediğine katılıyorum, fakat cevabını merak ediyorum" diye cevap vermişti.

"Çocuk sahibi olmak daha iyi ya da daha kötü olabilir ama bunu önceden planlayacak karakterde biri değilim." demiştim.

3 Mayıs 2020 Pazar

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 2/1


Tieresse benim aşkım ve ruh eşimdi. Parasının fazla olmasını önemsemezdim. Buna inanmayabilirsiniz. Umurumda bile değil. Onu deliler gibi seviyordum. Koltuğumuzda saatler boyunca yan yana otururken, kitap okurken ya da TV izlerken omuzlarımız birbirine değiyordu. New Orleans’ta gördüğü salon şarkıcılarının Youtube videolarını, eski siyah beyaz televizyon şovlarının kliplerini izlemeyi severdi. Film seyrederken ergenler gibi el ele tutuşurduk. Yemek yemeyi ve içmeyi severdi, restoranlarda masanın altında ayakkabısını çıkarıp ayaklarını ayaklarımın üstüne koyardı. Bir üniversite öğretim üyesi olarak çağdaş sanatlar hakkında pek çok şey bilirdi ve spor dışında hemen her konuda fikrini söyleyebilirdi. Her sabah okuduğu dört gazetede acı bir haber gördüğü zaman kendini tutamaz, ağlardı. O benim en iyi arkadaşımdı, şimdiye kadar tanıdığım insanlar arasında en nazik ve en cömert olanıydı. Seks yapmak istemiyordu sadece. Bu ona büyük acı veriyordu. Böyle insanlar varmış. Ben bunu bilmiyordum ama daha sonra nasıl bir şey olduğunu öğrenmiştim.

Garson kızın adı Britanny’ydi. Cinayet olduğundan bu yana bir yıldan fazla zaman geçmişti. New York’a gittiği hafta tanıştığı bir yatırım bankacısıyla evlenen Britanny, sonuncu duruşma başladığında yine de gelip benim için tanıklık etti. Onu son gördüğümden bu yana saçlarını oldukça kısa kesmiş ve kilo vermişti. Konuşurken sessizce ağladı, yalan söylemesini gerektirecek bir şey yoktu zaten. Bildiği doğruları söylediği apaçık ortadaydı. Jüri ona neden inanmadı, bilmiyorum.

Tieresse öldüğünde elli iki yaşındaydı. Bense otuz sekiz. Ailecek yerleştikleri Mayflower’a gelir gelmez bir çok orman arazisi kapatan babasından küçük bir servet, ona miras olarak kalmıştı. Tieresse, babasının kendisini bir baron olarak gördüğünü ve abartılı bir Brahman aksanıyla konuştuğunu söylemişti bana. O ana kadar böyle bir şey duymamıştım. Gülmemek için kendini zor tutmuştu. Sonra ağzını büzüştürüp dişlerinin arasından çıkarttığı seslerle babasını taklit etmiş, "Bir yazar olarak Dicken’s fazla abartılıyor tatlım. O Jane Austen’in eline su bile dökemez.” diyerek kahkahalara boğulmuştu. "Annem Yukarı Batı Yakası’nın entelektüel havasını yansıtıyordu fakat gösterişten uzaktı. Babam ise ondan tamamen farklı olarak bir çiftçi karakterini taşıyordu. Banyo aynası karşısına geçer uzun uzun prova yapardı." demişti. Tieresse babasından pek hoşlanmıyordu, yani onu sevdiğini söyleyemem. Öldüğünde ona yüz milyon dolardan fazla para bırakmış. O da bu serveti alıp büyütmüş. Birleşik Devletlerin Orta Batı ve Batı bölgelerinde gayrimenkuller satın almış ve alt sektörler geliştirmiş. Hangi şehirlerin gelişmeye açık olduğuna ilişkin kusursuz sezgileri o kadar kuvvetliymiş ki, konut müteahhitleri, bankalar, ipotek karşılığı kredi veren bankerler ve emlak endüstrisi sadece onun stratejilerini takip ederek köşeyi dönmüşler.

Babası Forbes’un en zengin Amerikalıları listesine girememişti ama o bunu başardı. Tieresse öldüğü gün, listede doksan dokuzuncu sıradaydı. Polis beni alıp götürünceye kadar, bir yıldan kısa süren ilk evliliğinden doğan yirmi beş yaşındaki oğlu Reinhardt dışında onun tek mirasçısıydım.

Reinhardt benden nefret ediyordu. Savcı ve polisler tarafından annesini sistematik olarak aldattığım, parası için onunla birlikte olduğum ve onu öldüresiye dövdüğüm yalanına inandırıldığı için benden nefret etmesi son derece mantıklıydı. Onun yerinde ben de olsam aynısını yapardım. Yedi yıl boyunca adımı ağzına aldığı için kendine lanet okumuş, benimle ilgili tüm yaşadıklarından nefret etmişti. Ama artık öyle değil. Şimdi ona yalan söyleyen, bana baskı uygulayan bütün insanlardan nefret ediyor. Şimdi onunla ortak düşüncemiz bu.


Belediye binasında, yolda karşılaştığımız birinin tanıklığı önünde onunla evleninceye kadar kadar Tieresse, zamanını New York, Houston, Paris ve Roma arasında seyahat ederek yalnız geçirmişti. Eskiden kaldırımlara taşan kafelerinde güzel saatler geçirilebilecek dünyanın en iyi dört şehri olduğunu söylerdi buraların.

Houston mu? diye sorup devam etmiştim, sanki saunada yemek yermiş gibi. Bana gülüp “Evet, haklısın.” demişti. Temmuz ve ağustos aylarında, Tex-Mex, barbekü ve körfezin tuzlu sularından istiridyenin tadına varmak için klimalı bir salonu tercih ederim. Fakat kışları ve ilkbahar mevsimi boyunca tercih ettiğim daha iyi başka bir yer yok.

Onunla tanışma hikâyem şöyle: Onun çok sevdiği kafelerden birinde. Aslına bakarsanız gerçek bir kafe değil. La Ventana adında, bir zamanlar gayrimenkul fiyatlarının ucuz olduğu, stadyum yakınlarındaki küçük bir restoran ve bardan ibaret bir yer. Mekan için istenen fiyat üzerinde yüzde on indirim yaptırıp küçük bir işletme kredisi kullanarak burayı satın aldığımda zemin katında pencerelerin yerine grafiti kaplı kontrplak levhalar, bir kat üstte geniş meşe kaplama zemini örten küflü bir halı vardı. Burayı restore etmek için tam on dört ayımı harcamıştım. Haftanın yedi günü her sabah, kamyonumla Westpark’ta amelelerin iş için bekledikleri yere gitmiş, gece vakti onları alıp geri götürmüş ya da onlara uyku tulumu verip sabahlamalarına müsaade etmiştim. Cadılar Bayramından bir gün önce, bütün hazırlıkları tamamlayıp bir fıçı bira ve Frank’ten iki yüz dolarlık pizza almış, ekibin ve arkadaşlarımın karnını doyurmuştum. İkinci katı yüksek tavanlı bir çatı katı dairesine dönüştürdükten sonra aşağıdaki alana bir bar, on masa, dört dolap ve cam duvarlı pırıl pırıl bir mutfak yerleştirmiştik. Sonbaharın son günlerinden ilkbaharın ilk günlerine kadar Houston’da açık havada yemek, gerçekten muhteşemdir. Daha sonra ön kısımdaki verandaya  altı masa daha ekledik.

(Devam edecek)