KATEGORİLER

24 Mayıs 2020 Pazar

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 22/2


Teksas Eyalet Hapishanesine ilk geldiğim zamanlarda, ölüm hücrelerine gönderilenden daha fazla insan, seri bir şekilde infaz ediliyordu. Bu nedenle koğuşta her gün yeni yerler açılıyordu. Karşımdaki ve solumdaki hücreler boşalmıştı. Akneli çocuk kapımı açarken, McKenzie, boş kalan hücrelerin kötüye giden ekonominin göstergesi olduğunu söyleyerek bir espri yaptı ve bundan dolayı Amerikan Başkanını suçladı.

McKenzie, akneli çocuğun bu espriye  kahkahayla karşılık vermesini boşuna bekledi. Lila gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı. Beni hücreme koyup yanımdan ayrıldılar ve Taylor'la yeniden baş başa kaldık.


Biri ranzamın üstüne, Taylor’ın davasıyla ilgili makale bulunan eski bir gazete bırakmıştı. Hikâyeye göre, halen otuz sekiz yaşında olan Taylor, hayatının yirmi bir yılını hapiste geçirmişti. İlk olarak Dallas yakınlarında zencilerin gittiği bir kiliseyi ateşe vermek suçundan mahkûm edilmiş, içerideyken, Aryan Kardeşler adında bir çete kurup KKK (Klu Klux Klan) ile anlaşma yoluna gitmişlerdi. Kefaletle serbest bırakıldıktan sonra, Doğu Teksas’ın Vidor kasabasında komşusu olan, iki zenci siyasetçiyi öldürdüğünden şüphelenilen Taylor, bu suçtan dolayı hiçbir zaman ceza almamış, daha sonra annelerinin rızası olmadan, beyaz Hristiyan bebekleri kürtajla aldıkları iddiasıyla varlıklı üç Yahudi doktoru, San Antonio mahallesindeki evlerinde öldürmekle suçlanmıştı.


O gün öğleden sonra, Lila beni kontrol etmeye geldi, servis penceresinin demir kapağını kaldırdı. Elimi kaldırıp "Buradayım" dedim.

"Mahkûm, Za-heater" dedi, "Bir ortak noktamız var seninle; o da komşunuzun benden nefret ettiği kadar senden de nefret etmesi."

Lila’nın yanındaki Forester lafa daldı.

"Şunu anlamanı istiyorum Mahkûm, bu adam, benim ve diğer gardiyanlardan çoğunun hiç umurunda değil, ancak eğer onun saldırısına uğrarsan, sizin yüzünüzden öğle yemeğimi yarıda bırakmak istemem. Sen yine de bana bir iyilik yap ve bu tür şeylerin vardiyamda olmasına izin verme, biliyorsun bu işler benim için yığınla evrak demek." 

Lila, "Bu doğru." dedi.

"Sizlerden biri ranzama gazete bıraktı mı?" dedim. Cevap vermeden servis penceresinin kapağını çarptı. Taylor'ın sesini işittim.

"Alayınız yalancı o.çocuğusunuz, hepiniz, hepiniz aynısınız şerefsizler." diye bağırıyordu.


O gece ilerleyen saatlerde Mors alfabesine benzeyen ritmik vuruşlar duydum. Hücremin içindeki ses düzenine henüz hâkim değildim. Sesler kapımın yanından, yukarıdan veya bir mil öteden gelmiş olabilirdi. Dışarı doğru bağırdım,

"Eğer bu benim için gönderilen şifreli mesajsa bundan hiçbir şey anlamıyorum."

Sesler kesildi, sonra bir fısıltı duydum,

"Benim" dedi.

"Sen kimsin?" dedim.

"Benim işte pislik, komşun Taylor." dedi. Ne diyeceğimi bilmiyordum.

"Kahrolası sadist gardiyanlar, ortalığı karıştırmaktan hoşlanıyor." dedi ve devam etti. 

"Hapishane Müdürü, sizinle komşu olmak istemediğimi mi söyledi? Bunların hepsi saçma. Ben ırkçı falan değilim. Onlara, sadece zenci komşum olmasın dedim, onlar da zaten benimle yaşamak istemezler. Bu, kişisel bir şey değil."


Başını çelik kapının dibine dayamış, sanki hücresinde yere uzanmış gibiydi. Yüzükoyun yattım, ona doğru uzandım ve "Ben de o tür komşulardan birini seveceğimden emin değilim." dedim.

"Burada kalan zenci var mı?" diye sordum.

"İnsanlardan ve zencilerden sana ne?" dedi.

İnsanlar derken ne demek istediğinden emin değildim.

"Gerçekten ne demek istiyorsun, hiçbir şey anlamadım." dedim.

"Anlamanı beklemiyordum zaten." dedi, Taylor. "Bunun için bir yıl devamlı benimle konuşman gerek, tabii eğer hala burada kalabilirsek."


Birkaç dakika geçti. Uyuklamaya başladığını sanıyordum. Günlüğüme, onunla sohbetimiz hakkında bir şeyler yazmaya başladım fakat on beş dakika aradan sonra seslendi,

"Kâğıt mı oynuyorsun?"

"Hayır" dedim.

"Oynamak istersen sana öğretebilirim." dedi. "Diri kalman için bir şeyler yapmalısın. Şınav çek ya da kâğıt oyna, uzun ömrün sırrı bu." dedi.

"Dalga mı geçiyorsun?" dedim.

"Neden ki?"dedi.

Cevap vermedim. "Tavsiyen için teşekkürler." dedim sadece.


Taylor’u tanıdıktan sonra onun hakkındaki endişelerimden biraz olsun kurtuldum. Biz burada hücre hapsindeyiz. Komşumuzdan hoşlanmadığımız zaman onu öldürme şansımız yok. Yanı başımızdaki dinlenme salonlarına giremeyiz, duşa giden yol üzerinde volta atamayız, ellerimiz kelepçeli, önü kalın demir çubuklarla tecrit olmamız size gülünç gelebilir, bizimle eğlenebilirsiniz, gardiyanlar sabrımızı sınayabilir ama burada karşılaşabileceğimiz en kötü şey birinin bize tükürmesidir. 


Ölüm hücrelerinde sadece gardiyanlar suç işler. Haftanın bazı günleri, ellerinde kalkan ve bayıltıcı sprey olduğu halde, kask ve yüz maskelerini takıp haber vermeden hücrelerimizi basarlar. Sözde kaçak eşya aradıklarını söylerler – onların aradıkları, yere fırlatılmış bir diş fırçası sapı ya da yemek tepsisinin köşesinden kırılmış bir plastik parçası değildir elbette. Gardiyanların kaçak eşya sınıfına soktukları, genellikle, Houston'daki caz istasyonunu çekmek üzere ayarlanmış transistörlü bir radyo, bir koli limonata ya da kuru üzümden damıtılmış bir galon ev yapımı içkiden başka bir şey değil. Eğer aramalar sırasında uyuşturucu bulunmuşsa, onu, mahkumlara satan mutlaka gardiyanlardan biridir.


İkinci hafta kapım ilk kez çalındığında çavuş, ateş yakmak için Sports Illustrated dergime  ihtiyacı olduğunu söyledi. Dışarı çıkıp dergide gördüğü motosiklet yarışlarıyla ilgili bir makaleyi okumaya başladığında, yanında bulunan görevliler şişman parmaklarını kahve kavanozumun içindeki bayat tuzlu krakerlere daldırdılar ve anında içini boşalttılar. Hep birlikte yanımdan ayrılmadan önce, infaz memurlarından biri,

"Akşam yemeğine kadar ortalığı temizle, Za-heater, yoksa kıçını kaldırmasını biliriz." dedi.

Benden sonra Taylor’ın hücresine geçtiler. Taylor, içini idrarıyla doldurduğu plastik meyve suyu şişesini hücre kapısından dışarı fırlatarak onları selamladı. Memurlar, onu dört saat boyunca pislik içinde bıraktı ve bir hafta tecrit cezası verdi.


Müslüman Kardeşler'den birinin gardiyanlara "Kuş beyinli faşistler çetesi" diye seslendiğini duydum. Birbirinden nefret eden mahkûmları, sadık müttefikler haline dönüştürmek için, onlara ulu orta ceza vermekten daha iyisi yoktur.

(Devam edecek)

23 Mayıs 2020 Cumartesi

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 21/2


Hala o ilk geceyi hatırlıyorum. İlk gece, duyduğum o sesleri…

Bir yıldan fazla bir zaman geçirdiğim İlçe Hapishanesinde mahkûmların umutları vardı. Hep beraat etmeyi hayal ediyorlar, bir an önce evlerine dönmek istiyorlardı. İlçe Hapishanesinde,  gece saat on olup ışıklar söndürüldüğünde, gürültü jilet gibi kesilirdi. Buna uymayan çılgın mahkûmlar başka bir yere götürülürdü. Birkaç gece kuşu oturup fısıldamaya devam ederdi ya da lamba ışığı altında kitap okurlardı fakat çoğumuz uyurduk. Cezaevi idarecileri telsizlerinin ses düzeyini kısar ve biz mahkûmları kendi halimize bırakırdı. Çünkü onlar bu canlı performansın kendileri açısından geçici olduğunu, bir iki hafta içerisinde devriyeye çıkacaklarını bilirlerdi. Bu yüzden mahkûmlara sürekli hadlerini bildirerek kendilerinin bizden farklı olduklarını kanıtlamaları gerekmiyordu. Biz istediğimiz zaman ayrılamazdık ama günün birinde, buradan ayrılacağımızı hepimiz biliyorduk. Bu Allah'ın emriydi. Bize huzur veren, sakinleştiren tek şey ümidimizdi.


İnsanlar hücreye tıkılmalarından dolayı delirmezler. Hiç kimse dışarıdan alınıp içeri sokulduğunda çıldırmaz. Çatlak içeriden dışarıya doğru oluşur. Birinin yüreğinden umudu söktüğün zaman, onun yerini delilik alır, delilik gürültülüdür. Ölüm hücreleri, şimdiye kadar gördüğüm en gürültülü yerdi, özgür dünyadaki her şeyden daha fazla sese sahipti, orada bir konserden çıkan seslerin kat kat fazlasını duyabilirdiniz. Bir jet gürültüsünden daha keskin, kulağınızın dibinde patlayan bir havai fişekten bile daha kuvvetli sesler hiç eksik olmazdı, her zaman, sabahları, gündüzleri ve geceleri... 


Burada, özgürlüğümüze kavuşmak için kaç günümüz kaldığını hesaplamayız. Öleceğimiz tarihe kadar kaç günümüz kaldığını sayarız. Gürültü yapmak, henüz ölmediğinizin bir kanıtıdır. Umut yoktur, öfke vardır, öfke ise çok ses ve gürültü demektir.


Eğer dikkat eder de kulak verirseniz, ses katmanlarını duyabilirsiniz: hücrelerinin çelik kapılarına vurup çığlık atanlar, iyi hal gösterdikleri için satın almalarına izin verilen transistörlü radyolardan yerel müziğin dibine vuranlar, İsa Peygamberin kurtuluş çağrısıyla ilgili dini konuşmalardan etkilenip galeyana gelenler, vardiya değişikliklerini anons eden hoparlörlerden yükselen bildirimler, sayım saatini hatırlatan duyurular...

Burada güvenlik personeli de diğerlerinden farklıdır. İlçe Hapishanelerinde, mesaileri boyunca bir şey yapmaksızın oturup daha sonra kendilerini sokağa atan şerif bozuntularına benzemezler. Ölüm hücrelerinde görevli personel, aynı müebbet hapis cezası almış hükümlüler gibidir. Gelecekleri bizimkiler kadar kasvetlidir. Hiçbir kin ya da bıkkınlık emaresi göstermeyen bu memurlar, mahkûmları yerinden kaldırıp kontrol ederler, sapkın bir ruh hali içinde onların hala hayatta olduğuna kanaat getirdikten sonra servis pencerelerinin çelik kapağını çarparak kapatırlar. Çelik yemek arabalarını kapılara var güçleriyle çarparlar. Gürültü ve patırtı çıkarmak adeta işlerinin bir parçasıdır. Hücremde geçirdiğim ilk gece, kulaklıklarım, özgürlüğümden bile daha önemliydi benim için.


Bazıları, en kötü gecenin ilk gece olduğunu söylerler ama ben onlara katılmıyorum. Fark eden ne ki! Şimdiye kadar bildiğiniz hiçbir şeye benzemez burası. Sürekli gürültü, patırtı günlük hayatınızın bir parçası. Sizi sürekli tehdit eden beyaz ırkçılara, sadist gardiyanlara, tutarsız gevezelere ve aşka gelip anlamsız çığlık atan meczuplara alıştıktan sonra bütün geceler en kötüdür.

2.Gün: Sabah oldu, ölüm hücremdeki bu ilk sabahım, kirlenmiş güneş ışığı hücremde dilimleniyor ve ben hala gözlerimi kırpmadım. Dizlerimi göğsüme çektim ve yatağımı topladım. Tuvaleti yere sabitleyen cıvataları inceledim ve sonra acaba bir ataş kullanarak kapıyı açabilir miyim diye düşündüm. Buna kabiliyetim olmadığını biliyordum lakin bunun hiçbir önemi yoktu, çünkü yanımda ataşım da yoktu. Başımı kaldırıp yukarı baktım, yeterince kilo vermeyi başarabilirsem minik pencereden vücudumu geçirebilir miydim? (Binanın çevresinde üstüne jiletli tel çekilmiş üç buçuk metre yüksekliğindeki duvarı da dikkate almam lazımdı.) Elbette bunların hepsi birer fanteziydi. Şimdiye kadar hiç kimse bu hapishaneden kaçamamış hatta hücresinden dışarı çıkmayı bile başaramamıştı. Ama bu türden fantezilerim hep vardı ve onlar gibi nicelerini, burada olduğum her gün, onlarca kez hayal ediyordum.


Kahvaltıda toz yumurta, tam buğday ekmeğinden çok daha fazla kimyasal katkı içeren bir dilim kızartılmamış beyaz ekmek vardı. Kutu meyve suyundan tek bir yudum içtim. Gardiyanlar, sabah tepsileri toplamak için geldiğinde, yanımdaki hücrede bulunan adam, beni onun ​​yanından almaları için yeniden bağırıp çağırmaya başladı. Gardiyanların isimlerini henüz  bilmiyordum ancak bir gün önce tanıştığım ağzında diş telleri olan çocuk, yanımdaki servis penceresinin kapağını kaldırdı ve adama susmasını söyledi. Sonra lafın arasında,

"Taylor, komşun sadece Meksikalı değil, o aynı zamanda bir Yahudi. Sanırım bir kez daha kaybettin." dedi.

Çelik pencere kapağını yüzüne çarparken genç gardiyanın güldüğünü işittim. Taylor arkasından çığlık atarak bağırıyordu,

"Yüzbaşıya I-90 istediğimi söyle, hey beni duydun mu sürtük?"

Birkaç gün sonra, I-90'ın, mahkûmların herhangi bir konuda şikâyette bulunacakları zaman doldurmaları gereken bir form olduğunu öğrendim. Taylor’ın şikâyetinin ne olduğu benim açımdan son derece açıktı ancak her ihtimale karşı bana bunu bir kez daha hatırlattı:

"Bu şahsi bir konu değil, Chavez. Senin tek yapman gereken şey, Mukaddes Kitabı okumak. Tanrı, zenci ve Meksikalılarla kaynaşmamamız gerektiğini söylüyor. Yaşa ve yaşat." dedi.

Ona Tanrı'nın cinayet işlemeyi yasakladığını da söylemek isterdim. Fakat bunun yerine ona tek söylediğim,

“Adım Chavez değil.” demek oldu.

Günün sonunda gardiyanlar beni almaya geldi. Kurallara hala alışamamıştım. Ne yapmam gerekiyor diye sordum. McKenzie adındaki baş gardiyan,

"Cebine kimliğini koy, kıçına da pantolonunu geçir." dedi.

"Ne?" dedim şaşkınlık içinde. Ancak istediklerini yaptım,

"Geri dön  ve bana ellerini uzat geri zekâlı aptal ördek!" dedi. O, yüzü sivilceli çocuk ve Lila hep birlikte beni, altı kapı ve üç koridordan geçirdikten sonra terk edilmiş lise bahçesine benzeyen bir avluya getirdiler. McKenzie, orada, kapılardan birini çaldı ve sonradan hapishane müdürünün sekreteri olduğunu öğrendiğim bir kadına, itici bir ses tonuyla bir şeyler söyledi. Kadın bizi bir odaya yönlendirdi. Müdür ayağına bot giymişti, üzerinde ekose desenli bir gömlek ve belinden kemerle sıkılmış polyester bir pantolon vardı. McKenzie'ye baktı ve bugün mahkûmların rodeo günü dedi. Sonra  bana kendini tanıttı, kuralları takip edersem herhangi bir problem yaşamayacağımı söyledi. Herhangi bir sorunum olup olmadığını sordu. "Var" demek istedim. "Birinin bana içinde bulunduğum bu kâbusu anlatmasını istiyorum" demek istedim. Sonra kendimi toparlayıp, 

"Hayır, efendim." dedim. Arkamda, ağzında diş teli olan çocuk, McKenzie'ye sordu,

"Müdür rodeo yarışmasına katılıyor mu?"

McKenzie, fısıltı halinde "Ben nereden bileyim, geri zekalı." deyip tersledi onu.

18 Mayıs 2020 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 39

Haftalar su gibi geçiyor. Bir blogger klasiği haline gelen Ağaç Ev Sohbetleri de her geçen gün daha çok seviliyor, daha fazla ilgi topluyor. 39. haftanın sohbet konusu Hayalleri Yaşamak'tan geliyor. Arkadaşımız güzel sorular sormuş ve  bu sorulara blog sayfasında kendi penceresinden bakmış. Fazla uzatmadan sohbet konusunu açıklayıp görüşlerimi sizlerle paylaşayım:

Sezgilerine göre mi, yoksa mantığına göre mi karar verirsin?
Yeni biriyle tanıştığında onun hakkındaki izlenimlerine ne kadar güvenirsin?


Sözcüklerin manası kişilerin anlama kapasitesi ve kabiliyetiyle sınırlıdır.  Bu yüzden herhangi bir konu hakkında fikrimi açıklamadan önce kelimelerin anlamına bir kez daha bakarım. Sözlüğe bakınca "sezgi" sözcüğünün Farsça "feraset" ile eş anlamlı olduğunun gördüm. Feraset, yani sezgi, görünenin ötesine geçmek, işlerin, olayların ve insanların iç yüzünü, dış belirtilerinden sezme, anlama ustalığıymış. O halde konunun biraz daha içine dalalım:

Sadece sezgilerimi kullanarak önemli konularda karar veren biri olduğumu sanmıyorum. İki sözcüğün altını çizdim. Mantığımla karar aşamasına geldikten sonra, karşımda birbirleriyle eşit avantaj ve risk taşıyan iki ya da daha fazla alternatifle karşılaşmam durumunda içlerinden birisini sezgisel olarak seçebilirim. Yani burada çıkış noktam yine akıl olmakta. Basit konularda vereceğim kararlar sezgisel olabilir. Çünkü bilirim ki yanlış karar verdiğimde canım fazla yanmayacaktır. Örneğin ucuz bir elektrikli ev aleti. Güzel ve sağlam görünüyor ama tanınmış bir marka değil. Bilinen bir markayı tercih etmem daha mantıklı. Fakat içimden bir ses pişman olmayacağımı söylüyor. Gider alırım. İyi çıkarsa sevinirim, kötü çıkarsa yanlış karar verdim der geçerim.

Aklımı kullanarak verdiğim kararlarda seçimim, çoğunlukla tek ve tartışmasızdır. Önem derecesine göre bazen karar aşaması uzun sürebilir. Bazen bu karar süresi benim dışımda kısıtlanmış da olabilir. O zaman yanlış karar vermekten korkarım. Konu ne olursa olsun, karar vermeden önce, ne tür avantaj elde edeceğim, nelerden vazgeçmek zorunda kalacağım, hangi riskleri göze alacağım gibi soruları kendime sorup vereceğim cevaplara göre kabul ya da reddederim. Bir örnek vereyim: Harika bir ev gördüm ve piyasa fiyatlarının yarısına alabiliyorum. İyi bir yatırım olduğundan eminim. Fakat istenilen paranın yarısına sahibim. Kredi kullanıp normal yaşantımda kısıntı yapmam gerek. Eyvallah, bankadan kredi kullanma imkanım var ve gerekirse bir süreliğine kemerleri sıkabilirim. Peki, kredi borcunu ödeyebilecek gelire sahip miyim? Bugün öyle olsa bile, borcum bitene kadar bu mümkün olabilecek mi? Patronum iyi bir adama benziyor yarın beni işten çıkarmaz mı diyeceğim? İşten çıkarılırsam hemen yeni bir iş bulabilecek miyim? En kötü ihtimalle kredi borcunu ödeyemezsem ne kaybım olur? İşte bütün bu sorular ve daha fazlasının cevabını bulup ona göre mantığımla karar vermeliyim.

İnsan ilişkileri söz konusu olduğunda pek mantık aranmaz. Çünkü insanla olan ilişkilerin mantığı yoktur. Mantıkla çözemezsiniz insanı. Ne hesaba gelir ne kitaba. İnsan ilişkilerinde mantık, sezgiden sonra gelir. Sezgi duygusal bir iletişim. İnsanın yüzüne, davranışlarına, konuşmasına, giyimine kuşamına bakarak mizacını, ahlakını, huyunu anlamak mümkün. Fakat herkesin yapabileceği bir şey değildir bu, ancak bilgili ve alim kimseler başarabilir. Bu tür insanlar "ferasetli" sıfatıyla anılan "insan sarrafı" kişilerdir. Ferasetin aksi ahmaklığa girer ki bu, insanın içini hoş eden bir durum hiç değildir. Feraset, yani sezgi iki koldan beslenir; İlkinin sebebi bilinmez, şans ya da ilham diyebilirsiniz adına. İkinci kol ise kazanmak ve öğrenmektir ki, bunun adı da tecrübe olsun. İnsan, zamana göre değişen, egoist ve acımasız bir canlı olduğu için onun kafasından neler geçtiğini bilemezsiniz. Çözümü olmayan çok bilinmeyenli bir denklemdir o. Hakkında mantık yürüterek verdiğiniz kararlar sizi yarı yolda bırakır. Bu yüzden mantığı bir tarafa bırakıp ferasetle vermek lazım kararı, ahmaklığa düşmeden.   

Yeni biriyle tanıştığımda onun hakkında izlenimlerime ferasetim nispetinde güvenirim. Bu konuda fazla yanıldığımı da söyleyemem hani. Çünkü şanslı olduğuma inanıyorum, e yılların birikimini de göz ardı etmemek lazım. Dış görünüşün insanı yanıltacağını gayet iyi bilirim ama bu ilk izlenim benim için yine de önemlidir. Bazı insan tipleri ilk görüşte elenip giderler nazarımda. İlişkide olduğum kişi yalan söylememeli, ona güven duymalıyım, elbette onun da bana güven duyması önemli. Yalan söylediğini fark ettiğim anda silerim defterimden. Yeni biriyle tanıştığımda, ona önce şüpheyle yaklaşırım. Sanırım, hiçbir zaman tam olarak güvenmem de. İnsanlar ilişkileri genellikle karşılıklı çıkara dayanır ki, bu durum son derece doğaldır. Son zamanların tartışma konusu fakat buna "sevgi" yi de dahil ediyorum. Aşk mı dediniz, o müstesna! Çıkara dayanmayan bir ilişkinin, birkaç istisna dışında varlığına inanmıyorum. İlişki kurduğum kişiye, acaba ondan bir şeyler öğrenebilecek miyim gözüyle bakarım. Konuşmaya değer bulduğum kişiler her zaman aklını kullanan insanlar olmuştur. Kendilerini hemen belli ederler. Bu yüzden kısa süre içinde onlar hakkında yeterince izlenim sahibi olurum ve kolay kolay da yanılmam.

Ağaç Ev Sohbetleri çatısı altında, bu güzel konuya farklı düşünceleriyle katkı sağlayacak ve yazılan yazıları yorumlarıyla zenginleştirecek tüm blog dostlarına şimdiden teşekkür ediyorum.     

12 Mayıs 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 38

Bu haftanın konusu Aysu Arıcı'dan. Gerçekten de üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken, üzerine sayfalar dolusu makalelerin yazılabileceği bir konu seçmiş arkadaşımız. Ağaç Ev Sohbetlerinin 38. bölümünde geniş bir girizgah yapıldığı için fazla uzatmadan hemen soruya geçiyorum:

"Kelimeleri çok değerli buluyorum, kendimizi ifade etmemizi sağlıyorlar ve günlük hayatımızda çok önemli bir yer kaplıyorlar. Bu yüzden sorularımı kelimeler ve kelimelerle bir yönden ilişkili olan dil hakkında seçeceğim. Dil konusuna girmişken ilk olarak olmazsa olmaz bir soru sormak istiyorum: Dilimizin içerisinde bulunan yabancı sözcüklerle ilgili ne düşünüyorsunuz? İkinci ve son olarak da sizin için değerli olan, ister günlük hayatta sıkça kullandığımız ister dilimizin derinliklerinden gelen, bilinmedik bir sözcük söylemenizi istiyorum. Bu sözcük hakkında bir şeyler duymak istiyorum! Sizin için neden değerli olduğu gibi:)"


Yaşantımızda kelimelerin önemi yadsınamaz. Çoğu zaman yetersiz kalsalar da hali hazırda kendimizi ifade etmemizin en önemli yollarından biri bu. Yanlış zamanda yanlış kelime seçimi, insan hayatına bile mal olabiliyor. Dil konusu o kadar geniş ki, sohbetin ana konusundan ayırıp sürekli başka yerlere çekiyor beni. 


Dilimize giren yabancı sözcüklere değişik açılardan bakmakta fayda görüyorum: Bir milleti millet yapan şey ne ırk, ne toprak ne de dindir. Milleti millet yapan unsurların başında tarih ve dil gelir. Türlü medeniyetler kuran milletler, tarih ve dilleri sayesinde süreklilik arz etmişlerdir. Millet geleceği için diline sahip çıkmak zorundadır. Elbette bu husus, millet olma bilincine erişmiş insanlar açısından bir anlam ifade eder. Bu aleme geldik, gidiyoruz, hangi milletten olduğumuzun ne önemi var diyen biri, pek çok şeyi kafaya takmadığı gibi, dil konusunda da umursamaz tavrını sürdürür.

Eşim, Türk Dili ve Edebiyatı mezunu ve zaman zaman bu konuyu tartışırız aramızda. Karakter yapımız genel olarak birbirine yakın olsa da düşünsel açıdan farklı yanlarımız vardır ki, bunun olması son derece doğal ve sağlıklı bir durumdur. Örneğin onun milli duyguları benden daha fazladır. Bense bu topraklarda doğmuş olmamın, tamamen bir tesadüf olduğunu ve bu durumun bana ne bir üstünlük sağlayacağını ne de bir zafiyet getireceğini düşünürüm. Bu yüzden dilimize sahip çıkmak konusunda onun, bana kıyasla çok daha tutucu olduğunu söyleyebilirim.

Şahsen dilin kendi dinamikleri içinde gelişen bir iletişim aracı olduğunu ve bunun temelinde baskın kültürün yattığını düşünüyorum. Orta Asya'dan Anadolu'ya, oradan Avrupa ve Akdeniz ülkelerine yayılmaları sonucunda dilimize dışarıdan pek çok kelime girmiş ve bizden de diğer dillere pek çok kelime geçişi olmuştur. Günlük konuşmalarımızda kullandığımız sözcüklerin çok büyük bir kısmının yabancı kökenli olması, kültürümüzü yayan değil dışarıdan kültür ithal eden bir konumda olduğunu gösterir ki, bu durum son derece üzücüdür. Bunun yanı sıra, hızla gelişen teknoloji ve bilim dünyasında geri kalmamız, yabancıların araştırma, keşif ve buluşlarından sonra ortaya yeni çıkan terimler için dilimizde uygun karşılık bulma konusunda hantal davranmamız da ayrı bir sorun oluşturuyor. 

Dilimizde çok sayıda Arapça kelimenin yer alması, İslam dininin etkisi ve buna bağlantılı olarak halkımızın Arap kültürüne ilgi göstermesinin doğal sonucudur. Benzer şekilde Osmanlının son dönemlerinde, aydınlarımızın etkisiyle Fransızca kelimeler, daha sonra Amerikan kültür emperyalizmi nedeniyle İngilizce kelimeler, dilimizi işgal etmiştir.  

Günümüzde diğer dillerden etkilenmeyen hiçbir dil yoktur. Almanya, Fransa gibi bazı ülkeler, dilin önemini kavradıkları için kendi dillerinin, başka diller tarafından bozulmasına karşı tavır almakla birlikte ülkemizin de içinde bulunduğu pek çok ülke, kendi dillerini unutup  geleceklerini tehlikeye atmaktadır. 

Bana gelince; dilimizi yabancı sözcüklerden arındırmak amacıyla aşırı bir gayret içine girilmesini gereksiz ve suni buluyorum. Böyle bir çaba, Cumhuriyetin ilk yıllarında ulus bilincinin geliştirilmesi için mutlak surette gerekliydi ancak, iletişimin geldiği bu noktada, dilin yabancı sözcüklerden arındırılması işini zor kullanarak çözmenin hem gereksiz hem de imkansız olduğunu düşünüyorum.

Diğer taraftan, siyasi nedenlerden ötürü, dilimize yerleşmiş bazı Türkçe sözcükler yerine, ısrarla Arapça karşılıklarının kullanılmasına yönelik gayretler beni isyan ettiriyor. Ülkenin ileri gelenlerinin televizyonlara çıkıp, güzel sanatlarda ilerleme kaydetmiş eski bir Türk kavmi olan Uygurlardan türetilmiş  "uygarlık" sözcüğü yerine, eski bir Arap şehri olan Medine'den türetilen "me-de-niyyet" sözcüğünü y harflerinin üzerine basa basa kullanması, kimliğimizden ne kadar uzaklaştığımızı ortaya koyuyor. Ne yazık ki, Atatürk tarafından 12 Temmuz 1932'de kurulan Türk Dili Tetkik Cemiyetinden sonra değiştirilen adıyla Türk Dil Kurumu da, diğer bütün kurumlar gibi siyasetin etki alanına girmiş durumda. 

Tamam dil bir zenginlik, hangi dil olursa olsun bir kelime öğrenmek dahi insanı yüceltiyor fakat ota çöpe yerli ve milli derken, kendi öz dilimize arkamızı dönüp Arapça'ya özenmek büyük bir çelişki değil mi?
  
İkinci soruya ilişkin size "okul" sözcüğünün öyküsünü anlatayım: Bilinmeyen bir sözcük değil ama ben bu sözcüğün Fransızca "ékol" (okul) sözcüğünden dilimize geçtiğini düşünüyordum. Dilimizin yabancı sözcüklerden arındırılması amacıyla en büyük mücadele, Atatürk'ün önderliğinde, 1934-1935 yıllarında yapılmış. Türkçe dil bilgisi kurallarına uygun bir şekilde türetilmiş pek çok sözcük dilimize o yıllarda girmiş. Bunun için izlenen yöntemlerin son derece demokratik olduğunu görüyoruz. Şöyle ki, konuşma dilimize girmiş yabancı sözcüklere Türkçe karşılık bulmak için halka anket fişleri dağıtılırmış mesela. Fişlerde değiştirilmesi istenen yabancı sözcükler, onun yerine kullanılması önerilenler ve bu önerilerin gerekçeleri gibi bilgiler soruluyormuş. Eğer, yabancı bir sözcük için Türkçe bir öneri getirilmiyorsa fişin dikkate alınmayacağı özellikle belirtiliyormuş.

Diğer taraftan gazeteler kanalıyla halka çağrı yapılarak dilimizin yabancı kelimelerden arındırılması amacıyla yabancı sözcüklere Türkçe karşılık önermeleri isteniyormuş. Bu vesileyle dilimizde yer alan yabancı sözcüklerin yerine halk arasında kullanılan uygun karşılıklar aranıyormuş. Toplanan bütün öneriler Dil Tetkik Cemiyetinde kurulan komisyonda değerlendirildikten sonra her gün seçilen beş yeni sözcük gazetelere gönderiliyor ve bunların yabancı sözcüklerin yerine kullanılması isteniyormuş. Gazeteler bazen yabancı sözcükleri, bazen de önerilen Türkçe karşılıklarını kullanıyorlarmış belli bir süre. Hatta aynı paragraf içinde aynı anlama sahip yabancı ve Türkçe sözcükler bulunabiliyormuş. Zamanla yeni sözcüklerden bazıları kalıcı oluyor bazıları ise silinip gidiyormuş.

İşte, "okul" sözcüğü de bunlardan biriymiş. Toplanan yüzlerce öneri arasından Urfa'dan derlenen fişlerde mektep yerine önerilen "okulağ", Denizli'den derlenen "okunak" bir adım öne çıkmış. Atatürk ilk kez çektiği bir telgrafta mektep yerine "okula" (Siyasal Bilgiler Okulası) sözcüğünü kullanmış. Daha sonraki yıllarda kelimenin sonundaki -a harfi atılmak suretiyle "okul" sözcüğü yaygınlaşmış.

Sadece bir kelimeyi dilimize kazandırmak için ne kadar büyük çaba sarf edildiğine hayret etmemek elde değil. "Okul" sözcüğünün ortaya çıkış öyküsünü kaleme alan Yrd. Do. Dr. Sedat Balyemez'in, SDÜ Fen ve Edebiyat Fakültesi dergisinde yayınlanan makalesini şurada bulabilirsiniz.    

11 Mayıs 2020 Pazartesi

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 10/1


Eline, pembe tuz ve susam sosuyla kaplı bir kaju aldı, inceledikten sonra ağzına attı. 

"Nefis bir şey, değil mi?" dedim.

Mutfağın camından salona doğru baktı. Britanny, Benita’yla birlikte masada oturmuş şarap içiyordu.

"Kız, casus olamayacak kadar güzel!" dedi. 

"Hahahaha"

Ben sesli güldükten sonra Tieresse devam etti,

"Aynı zamanda, şef olamayacak kadar da ateşli."

Bu sözüne herhangi bir cevap veremedim.


Beni öpüp yarın gece döndüğünde uğrayacağını söyledi. 


Onu kapıya kadar geçirdikten sonra yiyecekleri bankete taşımak için ekibe yardımcı oldum. Uzun masa bir uçtan bir uca, kuzu, pilav, salatalık, domates, kavrulmuş limon salatası, tahinli köz patlıcan ezmesi ve bir ay önce işe aldığım on dokuz yaşındaki Beyrutlu kominin hazırlamış olduğu tırnak pideleriyle süslenmişti.

Şerefe kadehler kaldırıyor ve birbirimize hikâyeler anlatıyorduk. Britanny’nin elbisesinin tutuştuğu geceden bahsederken çok eğlenmiştik. Britanny, mumları yanmakta olan pastaya doğru gereğinden fazla eğilmişti. Bir anda elbisesi alev alıp çaresizlik içinde ateşi söndürmeye çalışırken, üç bin dolarlık Bordeaux şarabı devirmiş, konuklar arasında bulunan emekli eyalet yargıcının gofre kumaştan takım elbisesini berbat etmişti.

Gece yarısını geçince, altı küçük masayı bir araya getirerek yaptığımız uzun dikdörtgen masanın üzerinde, bir düzine boş şarap şişesi, iki boş tekila ve neredeyse boşalmış litrelik bir konyak bulunuyordu. Herkesi dışarı çıkardım ve onlara artık evlerine gidip uyumaları gerektiğini söyledim. Sabah olunca pisliğimizi temizleyebilirdik. 


Herkes dışarı fırladı ve birer taksi çevirdi ya da trene yetiştiler. Brittany hariç herkes!

Ertesi sabah saat dokuzda, Esteban ve Luis'in şişeleri geri dönüşüm kutusuna atarken çıkarttığı sesleri duyup uyandığımızda ikimiz de çıplaktık. Akşamdan kalmış olmanın verdiği bir sersemlik vardı üzerimde.


Brittany, diğerlerine görünmekten utandığı için olsa gerek, arka kapıdan sıvıştı. Ve bir yıl aradan sonra, Central Park’tan iki blok ötedeki üç yıldızlı bir restoranda, sous şef olarak çalışan, yeni evli biri olarak, duruşmama gelip bana tanıklık edene kadar bir daha onu görmedim.


Bütün bu anlattıklarımdan sonra beni anlayacağınıza eminim. Gel gelelim Reinhardt’ın basit sorusuna nasıl cevap vereceğimi tam olarak bilemiyordum.


İşe aldığım aşçıların ve diğer personelimin yeteneği sayesinde La Ventana'da işler, eskiden olduğu gibi devam etti. Tieresse'nin sözünü hatırladım. Yine haklı çıkmıştı. Ben de vazgeçilebilirmişim demek. Her sabah menüleri onaylayıp satın alma formlarını imzaladıktan sonra ikinci katın merdivenlerini tırmanarak ertesi güne kadar daireme kapanmak istiyordum.


Gelişmeler hakkında bir şeyler öğrenebilmek için sık sık polisi aradım. Bir süre sonra aramalarıma cevap vermez oldular. Reinhardt şehir merkezinde bir otelde kalıyordu. Geriye dönüp baktığımda, o sıralar Reinhardt’ın bana karşı tavırlarını biraz küstahça buluyordum ancak bunu olayın şokuna bağlıyordum. Tieresse'nin ölümünün üzerinden üç gün geçmişti. Ceset adli tıp tarafından teslim edildiğinde yeniden geleceğini söyleyip hava yoluyla evine geri döndü.

Görüşmediğimiz iki gün boyunca, Reinhardt’ınannesiyle olan ilişkim hakkında, en az altı saat süreyle polis tarafından sorgulandığını öğrenecektim.

İlk zamanlar, yerel medya bana karşı nazikti, ancak bu gibi durumlarda, ilk şüpheli her zaman eştir. Üstüne üstlük, eş esmer tenli bir göçmen olursa, maktulden en az on yaş daha gençse ve servetleri arasında milyarlarca dolar fark bulunuyorsa, ikinci ve üçüncü şüpheliler de aynı eş olur.


Restoranımda birkaç rezervasyonun iptal edilmesi beni hiç şaşırtmadı. Bu durum yine de işlerimi fazla etkilememişti. Masalar rezervasyon yaptırmayan müşterilerle doldu. Aslına bakarsanız işimin, bana desteklerini göstermek isteyen insanlar sayesinde ayakta kaldığını söyleyebilirim. Bir ya da iki kez aşağıya inip onlara teşekkür etmeye niyetlendim ama bunu yapabilmek için kendimi hazırlayamadım.


Odamdaki yatağıma uzanıyor, TV’de gazetecilerin dava hakkında yapacağı haberleri bekliyordum. Aşağıda tereyağında pişirilen soğan ve sarımsak kokuları yukarı çıkıyor ve beni rahatsız ediyordu. Neşe içinde birbirleriyle sohbet eden müşterilerin gürültüsünü, açılan şarap şişelerinin mantar seslerini duymamak için kulaklarımı yastıklara gömüyordum. Açlıktan midem guruldamaya başladığında kendime bir espresso hazırlıyor, yanında ton balığı veya bir kavanoz fıstık ezmesi yiyordum.


Cinayetten tam sekiz gün sonra, öğle yemeği servisi henüz açılmışken, Cole ve Pisarro beni tutuklamaya geldiler. İkisi de artık iyi polis değildi. Pisarro, “Sizi cinayetten tutuklamak üzere buradayız.” dedi. Bileklerime kelepçe taktılar, önce mutfağın ve daha sonra salonun içinden geçirdiler. Yanımda çalışan insanlar ağlıyordu. Müşteriler çatallarını bırakıp bana baktılar.


Önce beni şehir merkezine götürdüler ve son kez ifademi aldıkları odaya aldılar. Cole kafasında bir senaryo yazmıştı:

Tieresse benden boşanacağı için gergindim. Britanny ile flört ettiğim için bana kızgındı ve bu yüzden partiye katılmak yerine eve gitmişti. Britanny'yi ayartıp sarhoş ettim ve yukarı çıkarttım. Artık o, devre dışı kalmıştı. Daha sonra onu orada bırakıp dairemden gizlice dışarı çıktım. Eve gidip Tieresse'yi öldürdüm ve geri dönüp Britanny’i uyandırmadan yanına sokuldum. Olaya soygun süsü vermek için de, Tieresse'nin mücevher dolabını açmış ve onun değerli taşlarla bezeli kolyelerini ve diğer takılarını almıştım.

"Bu çok saçma! Tieresse elmasların iğrenç bir zevk olduğunu düşünürdü ve ona göre onları satın almak, despot ve diktatörlere kan parası sağlamak demekti. Onun bütün mücevherleri sahteydi." dedim.


Cole, "Ama herhangi bir hırsız bunu bilemezdi. Sen çok zeki bir adamsın." dedi.

Pisarro, "Parmak izlerinizi ve DNA'nızı salonda, masanın ve cinayet silahının üzerinde tespit ettik." dedi.

"Bu son derece normal, çünkü ben orada yaşıyordum." dedim. "DNA'mı evin her yerinde bulabilirsiniz."

Pisarro, "Temizlikçi, her hafta rutin temizlik işlerini yaptığını söyledi. Evde neler olduğunu sadece sizin biliyor olmanız gerek!" dedi.

"Avukat tutacağım." dedim.

(Devam edecek)



9 Mayıs 2020 Cumartesi

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 9/1


Allah aşkına siz ikiniz bana ne yapmak istiyorsunuz, neden getirdiniz beni buraya?

Cole, "Karını öldürdüğünü biliyoruz." dedi.

O an gözlerim karardı, bayılmışım. Aslında bilincimi kaybettiğim o anı tam hatırlayamıyorum, ancak sorgulamanın video kasetini defalarca izledim. Şiddetli rüzgâr nedeniyle kazıkları sökülen bir çadır gibi aniden olduğum yere çökmüşüm. Kendime gelirken Pisarro dışarı çıkıyordu, yanımda sadece Cole kalmıştı. Pisarro yeniden içeri girip bana bir bardak su uzattı. Onlara nerede ve nasıl öldürüldüğünü, onu kimin bulduğunu ve bu işin ne zaman olduğuna dair birbiri arkasına sorular sormaya başladım. Karımı görmek istediğimi söyledim. Onun hiçbir düşmanının olmadığını, herkesin ona hayran olduğunu anlattım.

Cole, "Demek ki herkes ona hayran değilmiş." dedi. Kalkıp ona vurmak istedim. Bana hayatı ve ne tür işlerle uğraştığı, arkadaşları ve yaptığı çalışmalar hakkında sorular sordular. Sonra, Cole cinayet anında benim nerede olduğumu öğrenmek istedi.

Bacaklarım zangır zangır titriyordu, oturduğum sandalye yerinde zıplarken sesler çıkartıyordu. Bir ara Cole, önüme kâğıt ve kalem uzatıp telefon numaramı yazmamı istedi fakat ellerimin titremesinden dolayı bunu başaramadım.

"Avukat tutacağım." dedim.

Cole, "Senin avukata ihtiyacın yok," dedi, "Bize sadece ne olduğunu anlat."

"Neler olduğuna dair hiçbir fikrim yok. Evime gitmek istiyorum." dedim.

Beni durdurmaya çalışmadılar. Cole, evin bir suç mahalli olduğunu söyleyip eve giremeyeceğimi söyledi ve ekledi. "Delilleri ortadan kaldırman için artık çok geç."

"O, benim karım, orası bizim evimiz." dedim.

Cole, "Bize neler olduğunu anlatırsan kendini daha iyi hissedersin." dedi.

"Cehenneme kadar yolun var." dedim.

Saat gecenin biri. Arabamı amaçsız ve hedef gözetmeden öylesine sürdüm. Sonra yolun kenarına çekip navigasyonu ayarladım. Direksiyonu batı yönüne kırarak La Ventana önünden geçmek istedim. Her yerin derlenip toparlanmış ve kapısının kilitlenmiş olduğunu görünce şaşırdım. Saatime baktım ve geçen zamanı hatırladım. Bütün gece araba sürdüm, şehri 610 No’lu çevre yolu boyunca turladım.

Doğudan gökyüzü aydınlanmaya başlamıştı. Tieresse'nin evine gittim. Cole yalan söylememişti. Avluyu ve kapıyı kapatan sarı bantlar çekilmişti. Bir ekip arabası ön tarafa park etmişti. Reinhardt'ı aradım.

"Bu saatte aradığım için kusuruma bakma." dedim. "Üzgünüm, annen öldü. Tieresse öldü. Birisi öldürdü onu."

Nasıl olduğunu sordu ve ona olanları anlattım, aslında bildiğim fazla bir şey yoktu. Uzun bir süre hat sessiz kaldı. "Yarın ilk uçakla geliyorum." dedi.

Ertesi sabah, Reinhardt'ı havaalanında karşıladım ve cinayetin olduğu gün gazeteden okuduklarımı aktardım.

Temizlikçi her zamanki saatinde 9.15’te gelmiş. Tieresse'nin meyve suyunu sıkmadığını ve kahve cezvesinin hala dolu olduğunu görmüş ki bunlar alışılmışın dışında olan şeyler. Arabamın garajda olmadığını fark etmiş, bu gayet normal bir durum. Tieresse'ye seslenmiş, fakat cevap alamamış. Salon ve yatak odasına bakan koridorun duvarına asılı Modigliani tablosunun yan yattığını görmüş. Onu düzeltmeye çalışmış. Sonra masanın yanında, üzerinde bornozu olduğu halde yerde yatan Tieresse’i görmüş, yerde, hemen yanı başında ıslak bir havlu varmış. Çığlık atmış, arkasından hemen 911'i aramış ve Tieresse'in öldüğünü anladığı ana kadar kalp masajı yapmaya başlamış.

Reinhardt, "Onu kimse öldürmek istemez ki!" dedi.

"Biliyorum." dedim. "Polise ben de aynısını söyledim. Bu işi benim yaptığımı düşünüyorlar."

Reinhardt, "Sen mi yaptın?" diye sordu.

Acıyarak baktım ona.

"Affedersin." dedi.

Daha sonra Reinhardt’ın, şehirde, Detektif Pisarro ve Cole ile birlikte soruşturmayla ilgili görüştüğünü öğrenecektim. Oysa bildiğim kadarıyla, onlarla tek işi, tören düzenleyebilmek için, annesini adli tıptan ne zaman teslim alabileceğimizi sormaktı. Hatta ona, bunu ben de öğrenebilirim demiştim.


Reinhardt, annesinin dini törenlerden pek hoşlanmadığını söylemişti, bu yüzden onun resmi veda yolculuğuna eşlik etmek isteyecek oldukça az sayıda insan olacağını tahmin edebiliyordum. İkimiz el birliği ile bu işlerin üstesinden gelebilirdik.


Reinhardt’la vedalaşırken bazı şeylerin yolunda gitmediğini fark etmiştim, sanki ilişkimizi yeniden gözden geçiriyormuş gibi soğuk bir davranış içindeydi. Beni yeterince tanıdığını düşünüyordum ama belki de yanılmıştım. Söylediği her şey umutsuzluğa kapılmama neden oluyordu. Dehşete kapılmış ve tükenmiştim. Oysa umutsuz olmamı gerektirecek hiçbir şey yoktu. Ona hakkımda yanlış düşünebileceği herhangi bir şey söylememiştim.

Sonra beklediğim soruyu sordu: "Neredeydim, neden orada değildim?" Reinhardt'ın bilmek istediği şeyler bunlardı.


Ona bunları nasıl söyleyebilirdim?

Haftanın ilk günlerinde sadece özel davetleri kabul ediyorduk. Cinayet işlendiği pazartesi gecesi, çalışanlarımızdan birine veda partisi veriyorduk. Britanny, açılış günümüzden beri yanımda çalışan garson kız, CIA'ye transfer olmuştu.

Hukuk bürosunda, Houston'ın en büyük kanser hastanesine ek olarak yapılacak ileri teknolojiye sahip laboratuvara ait yapım sözleşmesini imzalayan Tieresse, öğleden sonra yanımıza uğradı. Doğrudan mutfağa girdi ve hardal kaplı kuzu butu tepsisini fırından  dışarı çıkardı. 

"Julia Child’ın tarifi mi bu?" dedi.

"Ondan daha iyisini kimse yapamaz, neden kalıp bize katılmıyorsun? dedim.

Tieresse, ağzına bir parça et atarken, "Nefis koktuğuna göre lezzeti de yerindedir kuşkusuz," dedi. Bana dönüp,

"Yarın sabah saat yedide San Antonio'da olmalıyım, ben bu güzelliklerin tatlı hayaliyle yaşarken siz gecenin tadını çıkarın." dedi. 

(Devam edecek)

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 8/1

Yolun sonunda prefabrik bir hangar kurduk ve Tieresse'nin dersleri için tek motorlu bir turboprop uçağı satın aldık. Hangardan batıya doğru uzanan üstü kapalı yoldan elli metre kadar uzakta, yatak odası, yaşam alanı, egzersiz odası, kütüphane ve şef mutfağından oluşan iki yüz metrekarelik dikdörtgen bir villa inşa ettik. Evin dört bir tarafını sundurma ile çevirdik, kuyu suyu, çatıyı örten güneş panelleri, odunla yanan fırın ve bir de şömine yaptık. Bahçenin girişinde gelecek misafirleri yatırabileceğimiz küçük bir misafirhane düşünmüştük.


Tieresse yeni villamıza taşınmaya hazırdı, ama ben korkuyordum. Ben olmaksızın La Ventana'nın faaliyetini nasıl sürdüreceği konusunda endişelerim vardı. Tieresse, bana De Gaulle’ün bir sözünü hatırlattı ve “Mezarlıklar kendilerini vazgeçilmez sanan insanlarla dolu.” dedi.


Konuyu değiştirmek istedim. Ona, devamlı bir arada olmanın ilerde problem yaratabileceğini söyledim.

"Doğru söylüyorsun." dedi ve devam etti. "Fakat insan belli bir süre sevdiğinden uzak kalsa bile aşk onun peşini bırakmaz. Gerçeği duymak istersen," Kısa bir süre gözlerimin içine baktı ve sonra "Eğer sürekli benimle olmak zorunda olduğunu hissediyorsan, bırakıp kaçma ihtimalin endişelendiriyor beni." dedi.

Evet, bu doğruydu. Asla sahtekâr bir alçak gönüllülük içinde bulunmadım. Aslına bakarsanız, onun beni sıkmayacak, çok akıllı ve çok enteresan biri olduğunu gayet iyi anlamıştım. Gülümseyerek bana,

"İlk çocuğunu koleje yazdıran acemi bir aileye benziyorsun." dedi.


Şafakta ve alaca karanlık bastığında çevredeki arazilerde uzun yürüyüşler yapmayı ve ormandaki patika izlerini takip etmeyi severdi. Tieresse'nin, kış mevsiminin sonunda, meradaki kır çiçeği tohumlarını ektiği yerde, haziran sonlarına doğru ve temmuz başında kuş ayaklı menekşe, mor haşhaş ve ebegümeci patlaması yaşadık.


Onun orada geçirdiği ilk ve son çiçek sezonuydu...


Houston ve Kansas'taki yerler hariç, tüm evlerini sattı ve onlardan elde ettiği geliri olduğu gibi hayır vakfına bağışladı. Tieresse'nin vazgeçemeyeceği tek bağımlılık hava yolculuğuydu. Bir keresinde: 

"Hava alanı görevlilerinin kıçımın etrafında dolaşması düşüncesi beni deli ediyor." demişti. 

"Bunu kötü niyetle yaptıklarını sanmıyorum."

"Ah, Rafa, naifliğin beni büyülüyor," deyip önce burnumu, sonra da ağzımı öpmüştü. 

Nereye gidersek gidelim, özel bir araba gelir, bizi alıp havaalanına götürür ve sonra özel bir jet bizi gitmek istediğimiz yere uçururdu. Nişanlandığımızdan kısa bir süre sonra Reinhardt'ın doktora tezi savunmasını izlemek istedi, bu yüzden birlikte Boston'a doğru yola çıktık.


Karşıma bilgisayar yazılımlarıyla kafamı ütüleyen birinin çıkmasını bekliyordum. Bunun yerine orta sıklet bir kolej güreşçisine benzeyen biriyle karşılaştım. 

"Tanıştığımıza memnun oldum." dedi ve babamınkiler kadar nasırlaşmış avuçlarıyla elimi sıktı. Tieresse'ye

"Neden bana onun bir NCAA şampiyonu olduğunu söylemedin?" diye sordum. 

ünkü sevdiklerinizin çok fazla niteliği hakkında övünüyorsanız, diğer insanlar ya yalancı ya da kuruntulu olduğunuzu düşüneceklerdir. Herkese Escoffier'den daha iyi pişirdiğini söylememin nedeni de bu, ama asla George Clooney'den daha yakışıklı olduğunu söylemiyorum."  dedi.

Reinhardt'ı dinlerken geçirdiğimiz iki saat boyunca, dört kadın ve üç erkeğin uluslararası finansal güvenlik önlemlerini tartışması bana Urduca alt yazısız bir film izlemek gibi geldi. Dışarı çıkarken Reinhardt'a, 

"Az önce izlediğimiz şey hakkında hiçbir fikrim yoktu." dedim.  

"Az önce izlediğin şey aptalca bir manastır ritüeliydi sadece, iyi dayanabildin yine." dedi.

"Hadi gidip pizza ve bira alalım." dedim.

"Bu sene hangi takım daha iyiydi, 1939 Yankees mi yoksa 1908 Cubs’mu?" diye sordum.

"Bana göre favori gösterilen en iyi olan değil, bence en iyisi 1978 Reds." dedi.

"Evet," dedim. "Büyük Kırmızı Makine." Sonunda Tieresse: 

"Siz beyzboldan başka bir şey konuşmaz mısınız?" diye sohbetimizin arasına girmek zorunda hissetti kendini.


Reinhardt’la iyi anlaşmamız onun masum görünüşlü atletik bir liseli olmasının yanı sıra bütün dünyada gençlerin ilgi duyduğu konularda ve özellikle ortak ilgi alanımız beyzbol sayesinde olmuştu. Fakat her nasılsa, endişelenmeme rağmen annesine nazaran birbirimizle yaşlarımızın daha yakın olması garipsenmedi.

O akşam, Reinhardt otelimize kadar bize eşlik etti ve sabah kahvaltısında bize simit getirdi. Teksas’a dönerken Tieresse’ye 

“Daha önce sana bir şey söylemek istemedim ama Reinhardt’la tanışmak beni germişti. Oysa ne kadar aptallık etmişim. Onu sevdim gerçekten." dedim.


Tieresse, "Reinhardt konuşma olgunluğuna erişmiş biri ama benim mutlu olduğumu da biliyor." dedi.

"Benim mutlu olduğumu anlamadığını nereden çıkarıyorsun?" diye sordum. 


Bir Pazar akşamı onun evindeydik. Ben risotto pişirirken, o bara oturmuş bir bardak şarap içiyordu. Tieresse bana canın neye sıkkın diye sorduğunda, Otis Redding'in bir şarkısını mırıldanıyordum.

"Bazı köpekler, uyurken bile efendilerinin iyi ruh halinde mi yoksa kötü ruh halinde mi olacağını bilecek kadar büyük bir koku duyusuna sahiptir." dedim.

"Tam isabet, hadi dökül o zaman" dedi.

Direnmem ve inkâr etmem boşuna olacaktı. 

"La Ventana'da çalışan bütün arkadaşlarımı biliyorsun, oysa ben seninkileri tanımıyorum. Bu yüzden canım sıkılıyor, benden utandığını düşünüyorum." dedim. 


"Rafa," dedi, "Çevremde yüzlerce kişiyi tanıyorum ama onlar arkadaşlarım değil. Benim arkadaşlarım sadece Reinhardt ve sensin."


"Ailenle berbat bir ilişki yaşamışken şimdi oğlunla harika bir ilişkin olması ilginç, oysa ben, anne ve babamı çok sevmiştim ve hiç çocuğum olmayacak." dedim.

Gözlerini bana dikti.

"Ne," dedim, "Yanlış bir şey mi söyledim?"

"Hayır, seni gayet iyi anlıyorum." dedi.

Ertesi gece Britanny'nin veda partisi vardı.

Gece saat bir’de restorana iki dedektif geldi. Benita bana bunu söylediğinde mutfaktaydım. Deniz komandolarının giydiği cinsten beyaz bir tişört ve kot pantolon giyen düzgün görünümlü olanı, kendini Dedektif Pisarro olarak tanıttı ve birkaç soruya cevap vermemi istedi.

"Ne hakkında?" dedim.


Beni alıp merkez karakoluna götürdükten sonra penceresiz bir odaya attılar. Zaman kavramını yitirdim. Tieresse'yi aradım ve sesli mesajını aldım. Onu tekrar tekrar aradım. Telefonu masaya yerleştirdim ve baş parmağımı sürekli tekrar tuşuna basıp aramaya devam ettim. Kaç kez mesaj bıraktığımı bilmiyorum. Savcı daha sonra, bu yaptıklarımın maskaralık olduğunu söyleyecekti.

Bir süre sonra Pisarro’nun çalışma arkadaşı Detektif Cole odaya girdi. Sorgu odasının diğer sandalyesine çökerken bir yandan eliyle örgü kravatını gevşetiyordu. Hışımla yakam yapıştı. 

"Şimdi öt bakalım nasıl oldu bu iş."  dedi.

"Hangi iş" dedim.

Pisarro içeri geldi. Cole'a daha nazik olmasını söylerken samimi görünüyordu. Belki de iyi polis, kötü polisi oynuyorlardı. Kim bilir?

(Devam edecek)