KATEGORİLER

2 Ekim 2020 Cuma

ÇÖL ÇİÇEĞİ 9

Aylar sonra gördü onu. Son görüşmelerinde, "Anlatacağım çok şeyler var." demişti. "Gidelim  bir yerlerde oturalım, yiyelim, içelim hem de sana her şeyi anlatayım." 

"Pandemi var, sonra" demişti, Sahra Çalısı.

2 Temmuz'un ertesi günü yazdığı mesajda "İçimdeki kangreni attım, beni zehirleyen sudan kurtuldum." demişti. Sahra Sulh Hukuk Mahkemesinin güzel hakimi tek celsede bitirmişti işi. Sahra Çalısı merak ediyordu, gerçekten bitti mi diye.

Çölün yavan suyunun aklı başına geç gelmiş, o zalim başını duvarlara vuruyordu. Yine rahat durmadı, çölün yasasını bilmesine rağmen Çöl Çiçeğini aramaya devam etti. Çöl Çiçeğinin "Ne istiyorsun benden? Her şey bitti, sen karar verdin, kendi yolunu seçtin artık." demeleri, sakinleştirmeye yetmemişti suyu. Bir daha aradı, bir daha, bir daha...

Bilseydi bunları Sahra Çalısı, birkaç sözü olurdu elbette Çöl Çiçeğine. Anlam veremedi bir türlü olanlara. Çölün yavan suyu bir deli. Ya Çöl Çiçeğine ne demeli. Niye çıkarsın telefonlarına, onca yaşanandan sonra? Hem bunun böyle olmasını sen mi istedin?

Telefon konuşmalarıyla kalsa iyi. Kapısına dayandı yavan su, Çöl Çiçeği'nin. Çöl Çiçeği bir içim su. "Bu kadar açılıp saçılmazdın sen, ne oldu sana. Git, üzerine düzgün bir şeyler giy." dedi, çölün yavan suyu.

"Bana karışmaya ne hakkın var, söyle. Ben kuşlar gibi hürüm, artık." dedi, Çöl Çiçeği. Onun bütün yalvarışlarına, yakarışlarına aldırış etmedi. Pişmanlık sözlerini hiç umursamadı. Tuhaf bir zevk alıyordu. Hatta hızını alamayıp bir tokat patlattı suyun yüzüne. Su dalgalandı.

"Demedim mi ben sana Sahra Çalısı," dedi, "O bana gelecek, yalvaracak, ayaklarıma kapanacak." Dediği çıkmıştı ve bu durum onu huzura erdirmişti.

Sahra Çalısı, "Niçin telefonlarına cevap veriyorsun hala, niçin kalkıp görüşüyorsun?" diye sordu. "Onun yalvarıp yakarması, onu aşağılamam hoşuma gidiyor." diye cevap verdi, Çöl Çiçeği. Son bir aydır aramaları kesilmişti, suyun. Sahra Çalısı'na öyle dedi. Sahra Çalısı inanır göründü, buna.

Ancak Çöl Çiçeğini çok rahatlamış görmüştü bu kez Sahra Çalısı, kendine güveni gelmişti. "Kendime yeni sular bulacağım, hayatımı yaşayacağım." diyordu. "Ne idim, ne oldum." dedi. Telefonuna kaydettiği birkaç şiir çıkarıp Sahra Çalısı'na okudu.

Ben cellâdıma âşık olmuşum...

 İnsan hiç cellâdını sever mi?

Göğsümdeki ağrı her geçen gün şiddetini arttırıyor.

Kıvranmalarım, gizli ağlayışlarım, haykırışlarım, sessiz çığlıklarım...

Bitiyorum galiba, bu defa sessizce ölüyorum...

İçimdeki o tarifsiz duygu canımı öylesine yakıyor ki,

Nefesim kesiliyor ama bu durumu kimseye açamıyorum.

Güçlü gibi gözükürken bir yerlerde, bitiyorum.

Kimsenin fark etmesi umurumda değil...

Cellâdım görse, bir o fark etse...

Sanki bir o kurtarabilir beni, bir tek o.


Sahra Çalısı şaşırdı, gözlerini açtı. "Sen ne zaman yazdın bunları?" diye sordu. Bilmesine imkân yoktu Çöl Çiçeği'nin, bunun bir "Stockholm Sendromu" olduğunu. 

"Mahkemeden önceydi," dedi, "hani benim ateşler içinde yandığım, seninle acılarımı paylaştığım yaz günlerinde yazmıştım bunları." Sahra Çalısı, rahat bir nefes aldı. 

TEŞEKKÜR...


Evet, 25 Temmuz'da başladığım maraton sona erdi. "Masum Bir Adamın İtirafları" adlı ilk çevirimin ardından ikinci roman çevirimi 85 bölümde tamamlamış oldum. Aslında kitabın tamamının çevirisi yaklaşık otuz beş günümü aldı. Geriye sadece editörlük kısmı kalmıştı.  Onu da bölümleri yayınlamadan önce peyderpey yaptım. Şimdi, "Anadolu'nun Hayaletleri" gibi bir romanı dilimize kazandırmış olmanın huzurunu yaşıyorum. Büyük bir keyifle yaptığım bu çevirinin nihayet bulmasına üzüldüğümü söyleyebilirim. Oysa insan başladığı bir işi sonuçlandırdığında bir huzur, bir rahatlama hisseder genellikle. Ben bu romanın içine öyle girdim, karakter ve olaylarla öyle bütünleştim ki, bitmesini hiç istemedim. 

Öncelikle her bölümü dikkatle takip eden ve yeri geldiğinde samimi eleştirilerde bulunan üç blogger dostuma (alfabetik sırayla) Deeptone/Sade ve Derin, Manxcat/Kuyruksuz Kedi, Sadece C./Denize Bakan Ev'e sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Ayrıca Yankım ve Gölgem ve isimlerini sayamadığım diğer blogger dostlarımın katkıları için kendilerine minnettarım. Eşimin bilgi ve tecrübesiyle yaptığı katkılar, adını zikrettiğim ya da etmediğim diğer arkadaşlardan aldığım cesaretlendirici sözler motivasyonumu arttırdı. Hepsine ayrı ayrı teşekkürü borç bilirim.

Her bölümün altında yapılan yorumlar benim için çok değerliydi. Yorumlarda roman karakterleri ve olaylar hakkındaki görüşlerimizi uzun uzun paylaştık ve keyifli tartışmalar yaptık.

Ben bu çeviri işini sevdim. Eşimle bu konuda her fırsatta tartışıyoruz. Eşim, çevirmenliğin yazarlığın yanında fazla bir değerinin olmadığını düşünüyor. Değerin ölçüsü nedir bu konuda emin değilim. Evet, çok ünlü yazarlar var herkesçe bilinen. Ancak kaç çevirmen tanıyoruz. Ünlü olmak mı amacım, para kazanmak mı? İkisi de değil. Benim için önemli ve değerli olan şey, yaptığım işten zevk almam ve inandığım işi yapmamdı. Çevirmenlik kolay değil. Dil bilen herkesin bu işi yapabileceğini sanmıyorum. Nasıl ki müzik iyi bir kulak ister, bence çeviri işi de öyle. Cümleler okurun kulağını tırmalamadan su gibi akıp gitmeli, yazarın verdiği detayı en ince ayrıntısına kadar yansıtmalıdır. Bana göre çeviri işi, en az yazmak kadar önemli ve değerli. En uygun kelimeyi bulmak, onu yerli yerinde kullanmak, bir ressamın fırçasını kullanması kadar sanatsal bir iştir. Hayır, ben kendimden bahsetmiyorum, daha gidilecek çok yolumun olduğunu biliyor, istediğim yere varmak için ömrümün yetip yetemeyeceğinden bile emin değilim. Cümle içinde kelimeleri dans ettirmek harika bir duygu. Aynı kelimelerle noktalama işaretlerinin de yardımıyla değişik anlamlar çıkartmak mümkün. Yazının aslını okuduğunuzda yazarın ne demek istediğini tam olarak algılamış olsanız bile kullandığı sözcüklerin sözlük karşılıklarıyla okura aktarmanız neredeyse imkansız. Yabancı dilde bazı sözcüklerin yüze yakın farklı anlamı var. Gafil avlanmamak için konuyu çok iyi kavramanız şart. Aksi takdirde gülünç duruma düşebilirsiniz. Gerçek okurun dikkatinden hiçbir şey kaçmıyor. Yazdığınız bir yazıyı beş yüz sefer okusanız bile en basit hatayı gözden kaçırmanız mümkün. Çünkü belli bir noktadan sonra beyniniz artık o yanlışı size göstermiyor. Kelime tekrarlarından, birbirinin ardına aynı yüklemleri kullanmaktan mümkün olduğunca kaçındım. Bu esnada bir şey fark ettim. İngilizce kelime hazinesi Türkçeye göre çok daha geniş! Türetme konusunda oldukça büyük imkanlara sahip bir dilimiz var, bu açıdan bakıldığında sorun yok ama bizim yan sözcüklerle tarif etmekte zorlandığımız eylem ve tanımlamalar, İngilizcede çoğu kez tek kelimede karşılığını bulabiliyor. Türkçeye ortalama bir Türk vatandaşından daha hakim olduğumu iddia edebilirim ama yine de emin olamıyorum. Belki de benim Türk dili hakkında öğrenmem gereken daha çok şey var. Dikkatimi çeken diğer bir husus, İngilizcede "ve" bağlacının aşırı derecede kullanımı. Çeviri yaparken mümkün olduğunca bu bağlacı daha az kullanmaya çalıştım. Çeviri ile tercüme arasındaki farkı pek çoğumuz algılamaz. Tercüme konuşmaların bir başka dile aktarılmasıyken çeviri yazılı kaynakların başka bir dile aktarılmasıdır. Konuşma dilinde bunun gibi anlamını bilmeden pek çok sözcüğü karıştırabiliyor ve bunu hiç önemsemiyoruz. Ancak yazım dilinde bu konu hayli önem kazanıyor. Biri görmezse öbürü fark edebiliyor. Bu yüzden çeviri insanın dilleri doğru anlamasına ve kullanmasına da yardımcı oluyor.

Anadolu'nun Hayaletleri, bize nefretin en yalın halini, savaşın kötü yanlarını, aile bağlarını, sevgiyi, dostluğu, aşkı, merhameti, kısaca iyiyi ve kötüyü en gerçekçi biçimde gösterdi. Yeri geldi acıdık, öfkelendik, yeri geldi umutlandık, üzüldük. Her bölümde ayrı bir duygunun heyecanına kapıldık. Hiç beklemediğim kadar tarafsız bir şekilde gerçekleri ortaya koyan ve insanlığın bazı yüce değerlerini öne çıkaran bir eserdi bu okuyup çevirdiğim. Evet, nefretin sadece acı ve üzüntü getirdiğini affetmenin ise insana mutluluk verdiğini bir kez daha görmüş olduk.

Yeni bir çeviri için beni böylesine etkileyebilecek başka bir roman bulabilecek miyim, bilmiyorum. 1915 yılında Ermeni ve Müslüman olmayan diğer halkların yaşadıklarıyla yüzleşmekten niçin kaçıyoruz? O büyük acıları çekenler de çektirenler de çoktan toprak olmuşlar. Niçin tarihten ders almak, hatalarımızı görmek yerine tarihi keyfimize göre eğip büküyoruz? Bir yandan çeviri yaparken diğer yandan bu konularda araştırmalarım devam etti. Yabancı haber kanallarının röportajlarını ve belgeselleri izledim. Onların arasında, Hrant Dink suikastını yapan Ogün Samast'ın ailesiyle yabancı bir medya grubunun yaptığı bir söyleşi vardı. Yoksul bir ailenin çocuğu olduğu belli, annesi ve babası suçu neyse çeksin ama ona bunu azmettirenler de cezasız kalmasın, diyorlardı. "Hrant'ı niçin öldürdün" sorusuna Samast'ın verdiği cevap, "O bir Türk düşmanıydı, bu yüzden öldürdüm." olmuş. Peki Hırant'ın hiçbir yazısını okudun mu, ya da onu dinledin mi diye sorulduğunda, "Hayır." demiş. Onu bu işe azmettiren Yasin Hayal ile birlikte Ogün Samast'ın avukatlığını üstlenen bir şahısın sözleri tüylerimi diken diken etmişti. "Hrant öldürüldüğünde ayakkabısını altı delikti, siz onun öldürüldüğüne üzülmediniz mi?" sorusu karşısında, "Üzüldüm desem, size yalan söylemiş olurum." diyebiliyordu. Evet bunu söyleyen barolarımızda kayıtlı bir avukat. Şimdi bu dava da diğer suçlarla birlikte günah keçisi ilan edilen Fetö'ye mal edildi ve asıl aktörler kendini gizlemeyi başardı, ne yazık ki!

Şimdi bu ülkede Anadolu'nun Hayaletleri roman çevirimi kitap olarak basabilecek bir yayınevi bulabilecek miyim, o da meçhul. Ben de şimşekleri üzerime çeker miyim? Bana da Ermeni dostu, Türk düşmanı derler mi? Bilmezler ki kötüler ve iyiler her milletin içinde var. İyiyi kötüyü ayırmak toplumu birbirine düşürmekten insanların arasına nefret tohumları ekmekten daha mı zor? Neyse, bakalım gelecek bize ne gösterecek.

Sözlerimi bitirmeden önce, Anadolu'nun Hayaletleri roman çevirimin seksen beş bölümünü de üç gün daha yayında bırakmayı düşünüyorum. Daha sonra yayından kaldıracağım. Arzu eden arkadaşlara daha sonra hepsini ayrıca göndermeye çalışırım. Kalın sağlıcakla,         

29 Eylül 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 58


Sevgili
Deeptone'nun hamiliğinde devam eden Ağaç Ev Sohbetlerinin 58. hafta konusunu Andremoda önermiş. Bu hafta yine kısa bir soru üzerindeki kişisel düşüncelerimizi paylaşacağız. Soru şöyle;

"Hangi mevsimin insanısınız, neden?"

İlk bakışta soru hangi mevsimden hoşlandığımız şeklinde algılanıyor ve bunun nedenlerinin açıklanması isteniyor gibi gelse de, sanırım esasen sorulan, karakter özelliklerimiz. Hepimizin bildiği mevsimsel özellikleri gözümüzün önüne getirmeden önce bizim yaz mevsimi olarak bildiğimiz Temmuz ve Ağustos aylarında, Brezilya'nın Rio de Janeiro şehrinin kışı yaşadığını, yılbaşında bizim kar yağmasını beklediğimiz havalarda orada yaşayanların 40 derece sıcaklığın altında kavrulduklarını unutmayalım. Singapur gibi bazı ülkelerde ise bütün yıl boyunca hava sıcaklıkları 25 ile 35 derece arasına sıkışmış olup mevsimsel farklar sadece muson yağmurlarıyla sınırlanmakta. O zaman gelin biz dört mevsimi bütün özellikleriyle yaşadığımız ülkemiz coğrafyasındaki haliyle düşünelim.

Yaz havaların sıcak, gündüzlerin uzun, yağışların az olduğu ve deniz sezonunun açıldığı bir mevsim. Tatilin ve eğlencenin bol olduğu, dolayısıyla daha az kazanılıp daha çok harcandığı bir zaman dilimi. Öyle fazla sıcak bir insan olarak görmem kendimi, insanları iyice tanımadan önce yakınlık göstermem. Gündüzlerden daha çok geceleri severim. Yaz gecelerinin iyice kısalmış olması pek işime gelmez. Denizin kenarında yiyip içmek ve denizi seyretmek dışında plajda, güneşin altında ıstakoza dönmek yada denize girip yüzmek pek ilgimi çekmez. Turizm sektörü dışında genel olarak verimsiz bir mevsimdir. Bu yüzden yaz mevsiminin insanı olarak göremem kendimi.

Sonbahar deyince aklıma sararıp dökülen yapraklar, serinleyen havalar ve melankolik bir atmosfer gelir. O sıcağın bunaltıcı havasından sonra rahat bir nefes alırız. Şu sıralar neredeyse ekim ayına gelmemize rağmen hala yazın sıcaklarından kurtulamasak da bu mevsim genelde serin kabul edilir. Çalışanlar işlerine öğrenciler okullarına kavuşurlar. Değişken bir havası vardır sonbaharın, ilkbahar gibi kararsızdır yani. Ben grilikten kaçarım, nadiren o zona girsem de hemen çıkmaya çalışırım. Hüzün, yaprak dökümü, melankolik haller benim karakterimle pek uyuşmaz. Yaza tercih ederim ama ben sonbahar insanı da değilim sanırım.

Kış, serttir, soğuktur. Yağışlıdır, geceleri uzundur. Sıcak bir kişi olduğumu söyleyemesem de soğuk da sayılmam aslında ama soğuğu severim. Kolay kolay üşümem, bazen üşümek hoşuma bile gider. Geceler... En sevdiğim uzun gecelerin mevsimidir kış. Kar yağar bu mevsimde pek çok bölgemizde. İzmir'den çıkana kadar görmediğim karı, sonraki yıllarda bolca gördüm. Kar yağınca doğa üzerine beyaz bir gelinlik giyer. Muhteşem bir manzara çıkar ortaya. Sadece yerlerin buz tutup yürümenin zorlaşması ve karın erimesiyle birlikte cadde ve sokakların çamurla kaplanması bana göre belki de tek kusuru bu mevsimin. Öyle görünüyor ki kış mevsimi bana epey uyan bir mevsim.

Gelelim ilkbahara mevsimine. Ağaçlar çiçek açar, doğa yeniden uyanmaya başlar. Sonbahar mevsiminin tam aksine hüzün yerine bir umut kaplar insanın içini. Doğanın uyanışı neşelendirir. Ben de bu mevsimin Nisan ayında doğmuşum. Bana bu mevsimin başı sanki yeni bir yılın başlangıcı gibi gelir. Yılbaşı neden Ocak ayının başında olsun ki. Mart ayının başında olsa daha isabetli olmaz mı? Jesus çok mu bozulur bu işe? Nisan yağmurları vardır. Altında yürümeye bayılırım. Sevmediğim yönü var mı? Kararsızlığı aynı sonbahar gibi. Bir bakarsın güneş açar, bir bakmışsın sağanağa tutulmuşsun. Fakat her ikisi de çok çabuk döner kararlarından. Yok ben öyle kararsız biri değilim, belki biraz uzun düşünür öyle veririm kararımı ama kararsızlık dönemim oldukça kısadır. Kararımdan da kolay kolay dönmem. Umudumu kolay kaybetmem, karamsarlığım pek yoktur. Yeni bir işe başlarken neşeyle, hevesle ve umutla girişirim. Ama bu olmadı deyip hemen elimden bırakmam. Bu nedenle bazı yapısal özelliklerim ilkbahara uyar, bazıları ise uymaz. 

Sonuç olarak tek mevsimin insanı değilim sanırım. Fakat beni yine de mevsimlere göre tasnif etmek isterseniz, % 50 kış ve % 50 ilkbahar mevsimlerinden oluşan melez bir karışım çıkar ortaya ancak.

* Bu konu üzerinde sohbete katılmak hususunda kendinizi, düşünce ve duygularınızı serbest bırakın. Bu sohbetler kendimizi, başkalarına anlatmaktan ziyade kendimizi tanımaya yarıyor. Ağaç Ev Sohbetlerine katılmak için henüz giriş kartı sorulmamaktadır.    

27 Eylül 2020 Pazar

ADEMİN KABURGA KEMİĞİ

- Efendim!

- Ne var?

- Yedinci hatta Adem sizinle görüşmek istiyor, efendim.

- Bağla bakalım.

- Alo, Selamün aleyküm?

- Aleyküm selam, Adem. Her şey yolunda mı?

- İdare ediyoruz. Rabbim, beni siz mi aradınız?

- Evet, daha sonra arayacaktım, seninle konuşmam gereken bir konu var. Ama şimdi acilen bir şey öğrenmek için arıyorum.

- Buyurun efendim, sizi dinliyorum.

- Adım kullanılarak yapılan bir rezervasyonu onaylamak için beni restorandan aradılar. Sanırım bana bunu açıklaman gerekiyor.

- Aradılar mı? Harika! Onayladınız, değil mi?

- Evet, haklıymışım. Tahmin ettiğim gibi, rezervasyonu yaptıran sensin değil mi?

- Sanırım. Rezervasyon bu gece için yapılmış, değil mi?

- Öyle görünüyor.

- Onayladığınız için teşekkürler. Öğrenmek istediğiniz başka herhangi bir şey? Biraz acelem var da.

- Ey Adem, ne zamandan beri restorana gitmek için rezervasyona ihtiyacın oluyor senin?

- Bu gece rezervasyon yaptırmadan restorana girebilmek imkansız. Yine de az kalsın rezervasyon yapamıyordum. Yalnız adınızı kullanmam işe yaradı. Sonra bana hemen bir masa ayırdılar.

- Peki bu restoranı bu kadar özel kılan ne?

- Cennetteki tek restoran olması. Ve Sevgililer Günü olması münasebetiyle bu gece dolup taşacağından eminim.

- Sevgililer Günü orada mı kutlanacak?

- Evet, daha fazlasına ihtiyacım mı var? Şimdi bir an önce kıyafetlerimi almam gerekiyor ve ...

- Ne kıyafeti?

- Ah, bugün Sevgililer Günü yemeğinde giymek için yeni bir asma yaprağı satın aldım. Şimdi hemen gidip onu teslim alacağım. Aslında, denemem gerekiyordu. Daha önce giymeyi denedim ama başaramadım, kötü bir sırt ağrım var. Şimdi giyinip giyinemeyeceğimi görmek istiyorum.

- Sırt ağrısı?

- Evet. Uyandığımdan beri sırtım fena halde ağrıyor. Sanırım kötü yattım.

- Anlıyorum. Adem ... Yemeğin hakkında ...

- Ah, içiniz rahat olsun efendim, her şey yolunda, sadece restoran rezervasyonumu onaylamanız gerekiyordu. Şimdi kıyafet sorununu çözeceğim. Şarap zaten mağaramda.

- Şarap mı?

- Evet. Neden şaşırdınız? Şarapsız Sevgililer Günü olur mu hiç?

- Bak, Adem ...

- Ve şimdi buna hazırım. Övünmek gibi olmasın ama Sevgililer Günü tarihinin en güzel hediyesinin benimki olacağına inanıyorum. Bu ilk Sevgililer Günü olduğu için pek aranmaz ama... Her neyse, bu muhteşem bir hediye. Ne olduğunu söylememi ister misiniz?

- Adem, aslında ...

- Söylüyorum. Ama Tanrım bunu bir sır olarak saklamalısınız. Yüzük şeklinde bir taş, tamamı kıvrık sarmaşıklarla süslenmiş. Saçma bir şey belki ama uğraştığıma değdi.

- Adem, beni dinler misin, lütfen?

- Efendim.

- Bir şey söyleyebilir miyim?

- Elbette.

- Bildiğim kadarıyla senin kız arkadaşın yok.

- Bunu biliyorum. Bu yüzden onu hemen bulmam gerekiyor.

- Gerçekten mi?

- İşte bütün mesele bu. Bir kız arkadaş bulmak için sadece birkaç saatim var, çünkü maymunlara bugün kız arkadaşımla geleceğimi söyledim.

- Sen ne diyorsun?

- Konuyu size açacaktım. Burada Sevgililer Günü sohbeti başlayalı beri, Cennet'teki bütün hayvanlar benimle dalga geçiyor çünkü benim bir kız arkadaşım yok. Bildiğim kadarıyla kız arkadaşı olmayan tek kişi benim.

- Endişelenmen gereken daha önemli şeylerin olduğunu düşünmüyor musun?

- Ama siz, hayvanların ne yaptığını görmüyorsunuz. Tek yapmanız gereken oraya, ormanın içine girmek. Orada maymunlar yüz yüze dans ediyor. Dans edecek kimsem olmadığı için bana bir dal veriyorlar ve benim onunla dans etmem gerektiğini söylüyorlar. Utanç verici bir durum.

- Tamam ama ...

- Geçen gün gece boyunca tüm mağaramın duvarlarını karaladılar. Kömürle bir sürü yazı yazdılar. Aslan dişi aslanı seviyor. Fare, küçük fareye aşık. Domuz domuzcuğu seviyor. Bütün hayvanlar mağarama ilan-ı aşk ettiler. Hepsi! Horoz bile!

- Kim?

- Horoz. Acayip yaratık!

- Gagalı hayvanlar!

- Evet. Onlar bile. Ve en sonunda maymunlar her şeyin ortasına dev bir “Kimse Adem'i Sevmiyor” diye yazdı.

- Gerçekten mi?

- İcat ettikleri oyundan bahsetmiyorum bile. Adem Oyunu.

- Adem oyunu mu?

- Evet öyle. Bütün hayvanların resimlerini muz yapraklarının üzerine çiziyorlar. Her hayvanın bir erkek ve bir dişisi var. Sadece benim bir partnerim yok. Her biri bir avuç yaprak alıyor ve sonra her oyuncu diğerinden bir yaprak çekiyor. Elinizdeki yaprak hangi hayvanla eşleşirse, o sizin eşiniz oluyor. Ve oyun böylece devam ediyor. Tahmin et oyunun kaybedeni kim?

- Kim?

- Oyunun sonunda, çifti olmayan ve bu nedenle tek yaprak alan kişi. Adem'den başkası değil!

- Bu oyunun güzel bir fikir olduğu inkar edilemez.

- Bu çok aşağılayıcı.

- Her neyse, doğru değil bu ve sen kalkmış bu yargını kız arkadaşı olan herkese yaymaya çalışıyorsun.

- Hayır herkese yaymıyorum, hayır. Sadece maymunlara söyledim. Ve bu yanlış bir şey değil. Gerçek şu ki benim bir kız arkadaşım yok. Gerçek olan, “henüz bir kız arkadaşımın olmaması”. Hep bu konu üzerine kafa yoruyorum.

- Ne yapmaya çalışıyorsun?

- Bazı kızlarla konuşuyorum.

- Kızlar?

- Evet, şu anda bir devekuşu ile flört ediyordum.

- Devekuşu mu?!

- Ama bugün benimle yemeğe gelemeyecek. Bugün onun bir başkasıyla randevusu var.

- Aklını mı kaçırdın?

- Kızmana gerek yok, o gelemiyor zaten. Ne o, ne kunduz ne de panter. Hepsi bana eşlik etmemek konusunda kararlı. Aslında, panterle konuşmadım bile. Onunla konuşmaya başlar başlamaz kocası gelip hırlamaya başlıyor ve ben de yanlarından ayrılmak zorunda kalıyorum.

- Adem...

- Bu yüzden acele etmem lazım. Başka kızlar bulmam lazım. Sanırım şimdi kaplumbağalar kumsalda güneşleniyor olmalı. Hiçbir şey istemeyen biri gibi yanlarına uğrayacağım. Bakalım havalı kaplumbağalardan birini ayarlayabilecek miyim.

- Adem, bu benim izlenimim mi yoksa kur yapmak için hayvanlara mı dadandın?

- Hayır, kimseyle çıkmak istemiyorum. Bu durum farklı. Hadi benimle gelin sizi yemeğe davet ediyorum.

- Olur canım!

- İki arkadaşın yemeğe çıkmasının nesi var? Sırf Sevgililer Günü olduğu için bir arkadaşımı yemeğe çıkaramaz mıyım?

- ...

- Niye susuyorsunuz?

- Sen ne diyorsun, Adem?

- Ah, hat düştü sandım, cevap alamayınca.

- Hayır Adem, hala buradayım. Çok yordun beni. Başka bir nedeni yok.

- Endişelenmenize gerek yok. Bugüne kadar kimseye çıkmayı teklif etmedim. Ancak bugün restorana bir kız arkadaşımla gitmem gerekiyor. Aksi takdirde, hayatımın geri kalanının benim için hiçbir anlamı olmayacak.

- Bana sen... şimdi? Ve Şarap?

- Peki o zaman... Akşam yemeğinde iyi bir ruh haliniz varsa ... Bana güzel bir şekilde eşlik edebilir, beni takdir etmesini biliyor ve seviyorsanız... Neden olmasın?

- Adem!

- Her neyse, bu tür şeylerin planlamadan olması gerektiğini bir yerlerde okumuştum.

- Adem, yeter! Artık hiçbir kadınla konuşmayacaksın.

- Aslında ... Sır saklayabilir misiniz?

- Evet.

- Şimdi size bir şey söyleyeceğim, ama bu kesinlikle aramızda kalmalı. Tamam mı?

- Söyle.

- Hayır, başlamadan önce bunu bir sır olarak saklayacağınıza söz vermeniz gerekiyor.

- Adem?

- Efendim.

- Şansını zorlama.

- Affedersiniz. Neyse ... uğur böceğinin işime yarayacağını düşünmüştüm.

- Kimin?!

- Uğur böceği ile flört edebilirim . Gördüğüm kadarıyla kocasıyla kavgalı ve bu sabah benimle uzun uzun sohbet etti. Onu bu ​​akşam yemeğe davet edersem, sanırım kabul eder. Sorun şu ki... Bu bir uğur böceği, değil mi? Bana göre biraz küçük. Garip görüneceğini düşünüyorum. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?

- Adem, hiç böyle bir şey olabilir mi?

- Ayrıca herkes restoranda yalnız olduğumu sanır. Masanın üzerindeki uğur böceğini kimse görmeyecektir. Bana hiçbir faydası olmaz.

- Adem, lütfen, ben...

- Öte yandan, restoran faturası ucuza gelir. Bir uğur böceği ne yer ki? Yarım parça çimen yaprağı mı? Çiçek çanağından bir ufak parça mı?

- Adem beni duyuyor musun?

- Efendim.

- Bence bu işi unutmalısın.

- Uğur böceğini mi? Belki de haklısın. O küçücük ve karşısında sırtı ağrıyan biri olacak, onu kaldırmak için eğilip eğilemeyeceğim bile meçhul. Aslında, bu sırt ağrım için bana yardım edemez misiniz?

- Hayır, Adem.

- Çok acıyor ama. Acaba bir yere mi vurdum?

- Bilmiyorum. Her neyse, bence söylediklerinin hepsini unutmalısın. Bu konular hakkında düşünmeyi bırakmalısın. Sadece uğur böceğinden bahsetmiyorum.

- Neden bahsediyorsunuz? Başka ne var?

- Hayır Adem! Ben her şeyden bahsediyorum! Akşam yemeğinden, uğur böceğinden, hediyenden, kız arkadaşlarından.

- Bana söyleyebileceğinizin hepsi bu mu?

- Sevgililer Günü yemeğini unut. Cennette kalacaksın ve oradaki yemeğe yalnız gideceksin. 

- Tabii maymunların size  gülmesine katlanmak zorunda olmadığınız için bunu söylüyorsunuz.

- Adem, Cennetle ilgilenmezsen, çok daha kötüsüne dayanman gerekecek. İstersen yanına ateşten kılıcı olan bir melek gönderebilirim ve yemeğini onunla yiyebilirsin. Eminim onu seveceksin.

- Hayır, bunu yapmak zorunda değilsiniz.

- Hepsi bir tarafa, her gördüğün dişiyi yemeğe davet etmeyi bırak. Bu doğru değil.

- Peki. Anladığım kadarıyla farklı ırklar arasındaki aşka karşısınız. Yakında Siz...

- Adem, bunu zaten açıkladım. Siz ve hayvanlar farklı cins değilsiniz. Farklı türlersiniz.

- Oh evet. Bu ırk ve tür meselesini hep karıştırırım. Nasıldı? Ben hayvanlar alemindeyim, omurgasız ... Hayır. Durun bir dakika, bu yanlış. Her zaman unutuyorum.

- Önemli değil. Sadece dişi hayvanlarla çıkmanın yanlış olduğunu bil yeter.

- Hatırladım! Omurgalıyım! Değil mi?

- Dediklerime odaklan, Adem! Dediklerime!

- Affedersiniz. Her neyse, artık fikrinizi değiştirmek için çok geç, rezervasyon artık onaylandı. Şu anda iptal etmek imkansız.

- Bana asılmayı bırak. Üstelik benim adıma yaptırmışsın rezervasyonu.

- Bu doğru. Öyle olsa bile, bana eşlik etmek istemiyorsanız restoran müdürüyle bile ilgilenebilirim. Her ne kadar sıkıcı bir sosyal demokrat da olsa.

- Dediklerimi dinlersen durumunu düzeltirim. Bu konuyla ve maymunlarla ilgileneceğim.

- Anlaştık o zaman.

- Ama sen sadece cennetle ilgileneceksin. Ve artık kadınları yemeğe davet etmek yok.

- Sağ olasınız. Bu arada, günün geri kalanında izin kullanabilir miyim? Bu sırtım beni öldürecek, bir süre uzanmak istiyorum.

- Her şey yolunda. Sen git dinlenmene bak.

- Teşekkür ederim.

- Başka bir sıkıntın var mı Adem?

- Hayır efendim. Teşekkür ederim. Görüşürüz.

- Hoşça kal Adem.

Telefonu kapatır kapatmaz, Tanrı, maymunları cezalandırması gerektiğine karar verdi. Onları cezalandırmak için muz yaprağı oyunu fikrinden yararlandı ve o andan itibaren maymunlardan birinin oyundaki "eşsiz hayvan" olacağını belirledi. Daha da kötüsü, oyunun adını primatların kendilerinin seçmesi gerekecekti.

Ormana bazı melekler gönderdi ve beş dakikadan az süren bir konuşma sonunda maymunlar zora düştüklerinde her zaman yaptıkları şeyi yaptılar: Bunun gençlerin hatası olduğunu, inkar etmenin veya kararı protesto etmenin çıkar bir yolu olmadığını ve suçu üstlendiklerini söylediler. Böylece Jogo do Bicho* doğdu.

Ama aslında Tanrı başka bir şeyle daha çok ilgileniyordu. Adem'in sırt ağrısıyla ilgili şikayetlerini dinleyip mağaraya doğru yürüdüğünü gözlemledi. Ve Adem'in mağaranın ağzından geçip karanlıkta kaybolduğunu gördü.

Muhtemelen Adem, üç gün boyunca yüzünü mağaradan dışarı çıkarmadığı için Tanrı'nın ona hazırladığı sürprizin geç farkına vardı. Mağaradan çıktığında, Cennet'te gördüğü en güzel yaratıkla el ele tutuştu. Güneşte parlayan kıvırcık saçları ve denizin rengini yansıtan gözleri ile Adem'in geliştirilmiş ve daha güzel bir versiyonuydu. Ve parmağında asma dalından kıvrılmış taş bir yüzük vardı.

Bu olay cennette günlerce konuşuldu. İki hayvan bir araya gelince konu hep aynıydı.

- Ve Tanrı kadını yarattı.

Adem mutluluğunu saklayamadı. Sevgililer Günü hediyesi olarak kendisine masaj yaptırdığı için artık sırt ağrısından şikayetçi değildi. Artık bu aklına bile gelmemişti ancak,

Kaburgalarından birinin gittiğini hiç fark etmedi.

*Jogo do Bicho: Brezilya'da yasadışı olmasına rağmen ülke genelinde çok popüler bir kumar oyunu. 

- Öykünün Portekizce orijinali için tıktık

22 Eylül 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 57

Ağaç Ev Sohbetleri pazartesi günlerinin en çok keyif verici sosyal ve düşünce etkinliği haline geldi benim için. 57. Haftanın konusu harika sohbet konularını gündeme getiren sevgili Deeptone tarafından belirlenmiş yine.  Yine diyorum, çünkü konu öneren başka bir arkadaşımız çıkmamış. Her ne kadar haftanın sohbet konularını önermede sevgili Deep'e fazla yüklenmiş olmamızın, kendisini ve bizleri rahatsız ettiğini düşünmesem de, diğer arkadaşlardan farklı konu önerilerinin gelmesi durumunda, Ağaç Ev Sohbetlerine daha fazla ilgi ve katılımın sağlanacağına inanıyorum. Bu hafta, sohbete katılan diğer arkadaşlardan etkilenmemek amacıyla bir değişiklik yaparak konu hakkındaki düşüncelerimi onların yazılarını okumadan önce yazmaya karar verdim. Bütün sohbetlere katılan ve bu etkinliği sonuna kadar destekleyen bir blogdaşınız olarak, müsait olduğum haftalarda sohbet konusu önermek hususunda hazır olduğumu belirterek haftanın sorusuna ve konu hakkındaki düşüncelerimi aktarmaya başlıyorum:

"Roman okumak mı daha keyifli, film izlemek mi?"

Roman ve film, içinde büyük emek barındıran sanatın iki dalı. Ancak kendi penceremden bakacak olursam, kaliteli ve ilgimi çeken konuda bir roman okumanın yine kaliteli ve ilgimi çeken konuda bir film seyretmekten daha keyif verici olduğunu söyleyebilirim. Takdir edilmelidir ki herhangi bir romanı herhangi bir film ile mukayese etmenin bir anlamı yoktur. Çünkü öyle güzel filmler vardır ki pek çok romana tercih edilebilir. Benzer şekilde bazı romanların yerini de pek çok film dolduramaz. Bugüne kadar bir sürü roman filme çekilmiştir. Romanını okuyup daha sonra filmini seyrettiklerim arasında "filmi daha güzeldi" dediğim bir örnek olmadı bugüne kadar. 

Sorunun cevabı kişinin zevkine göre değişebilir belki. Fakat şahsen bu tercihimi sadece zevkle sınırlandırmam benim açımdan yeterli olmazdı sanırım. Roman okumayı öncelememin başka sebepleri de var elbette. Şöyle ki;

- Roman, hayal ve düşünme kabiliyetimizi daha çok harekete geçirir.  Film izlerken görselliğimizi ve işitselliğimizi kullanırız. Bu avantaj gibi görünse de aslında insanı tembelleştirir. Örneğin bir olay anında kapının çalındığı gösterilmek istendiğinde, film izlerken kapının rengini, büyüklüğünü, ahşap mı, demirden mi imal edildiğini, kapıyı çalan kişiyi, kişinin kapıyı yumrukladığını ya da parmağıyla hafifçe tıklattığına dair yüzlerce detayı birkaç saniye içinde görebiliriz. Ancak bu detayları olduğu gibi yazıya aktarmak sayfalar alır. Yine de eksik kalan, okurun hayal gücüne bırakılan bir şeyler olacaktır mutlaka. İşte bana göre yazının sihri ve büyüklüğü burada. Usta bir yazar mükemmel ifadelerle sizi hayal kurmaya ve düşünmeye zorlar. Edebiyatın en güzel yönüdür bu. 

Roman, dilimizi doğru kullanmayı ve kendimizi daha iyi ifade etmemizi sağlar.  Güzel bir film seyrettikten sonra ondan aldığımız faydalı çıkarımlar olabilir. Yeni bir şeyler de öğrenebiliriz. Ben bu özellikleri romanda  daha fazla buluyorum. Ayrıca okumanın yazmayı da teşvik ettiğini düşünüyorum. Kelime hazinemizin artması, imla kurallarına vakıf olmamız ve ifade şeklimizi geliştirmemizde roman okumanın film izlemeye kıyasla daha etkili olduğunu düşünüyorum. 

Roman, çok daha fazla öğreticidir. Türlerine göre farklı konularda yazılan romanlar aynı türdeki filmlere göre daha fazla bilgi içerir ve kazanılan bilgi daha kalıcıdır. Çünkü üzerinde daha çok kafa yorulan konular akılda daha uzun yer tutar. Film izlerken pek çok şey önünüze hazır olarak gelir. Roman daha fazla düşünmeye anlamaya sevk eder ve bu yüzden daha kalıcı bir öğrenme imkanı yaratır.

Film izlemeyi romana tercih ettiğim tek tür doğa belgeselleri. Çünkü bir albatrosun gökte süzülüşünü görmeden hayal etmemiz oldukça zor olurdu sanırım. Bir de filmde gördüklerimiz hayal gücüne fazla pay bırakmıyor. Romanda yanlış bir hayal, yanılgıya dönüşür. Romanın bir yerinde geçen albatros kuşunu hayal etmeye çalışırken onu bir uçak zannedebiliriz ki, o zaman bu, büyük bir hata olur.   

Sonuçta her şeyden önce bir zaman meselesi, keşke yeterli zamanımız olsa da, bütün kaliteli romanları ve bütün kaliteli filmleri seyredebilsek.

15 Eylül 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 56

Sevgili blogdaşımız Sade ve Derin / Deep Tone Ağaç Ev Sohbetleri'nin 56. Hafta konusunu belirlemiş. Bu belki de sohbetler başlayalı beri sorulan en kısa ve öz soru olmuş. 

"Nasıl okuyorsunuz blogları?"


Blog benim için bir yaşam tarzı oldu diyebilirim. Fırsat buldukça ve günün 24 saatinde blog yazılarını ve bloglarda yapılan yorumları okurum. Sevgili Deep'in yaptığı gibi okumada belli bir standardım ya da düzenim yok. Özellikle bana bir şeyler öğretecek ve keyifli bir okuma sağlayacak blogları tercih ederim. Takip ettiklerim arasında gerçekten kalemi kuvvetli arkadaşlar var, onları okumak benim için kitap okumak kadar değerli. Bazen yazmaya daha çok kendimi kaptırıyor, blog okumalarım seyrekleşiyor ve kaçırdığım bazı yazılara üzülüyorum. Daha sonra takip ettiğim bloglar arasında genel bir tarama yapıp onlardan bazılarına ulaşıyorum. Bazen de yazmamın kısırlaştığı dönemlerde ya da fırsat bulduğumda blog okumalarım sıklaşıyor.

Okuduğum blogların hakkını verdiğimi düşünüyorum. Çünkü, ilgimi çeken yazıları satır satır okumaya anlamaya çalışırım. Hatta, dönüp dönüp birden fazla okuduğum yazılar da oluyor. Önce bir kez okurum bazen, yorum yazacak durumda hissetmem kendimi, sonra döner yine okur yorumumu yazarım. Yorum yazmak hakkında fikirlerim eskisi gibi değil. Daha önce yorum konusunda farklı düşünürdüm. Ev ziyareti gibi gelirdi bana. Biz geldik şimdi sıra sizde, artık sizi bekliyoruz gibi yani. Böyle bir zorunluluk hissettiğim için pek kıymet vermez, canım istediğine yorum yapar, yazdığım yazılara yorum yapılıp yapılmadığını o kadar önemsemezdim. Fakat artık düşüncelerim değişti. İnsanın yazdığı bir yazı okununca, yazarın ruhunun okşandığını anladım. Bir nevi paylaşım, etkileşim, ayrı bir keyif...

2015 yılının sonundan beri Kaplan Diary adını verdiğim bu blogta yazıyorum. Günlük olarak başladığım yazılar zaman içinde çeşitlilik kazandı, burası bir bakıma benim mabedim oldu. O ilk yıllarda Evde Yazar'ın adını zikretmeden geçemeyeceğim. Şimdi çalışma hayatının içinde eskisi kadar sık yazamıyor maalesef. Bir de Buzlu Kalem vardı, genç bir doktor arkadaşımız, öykülerine bayılırdım. Şimdi artık yazmıyor, ya da başka bir isimle yazıyor, izini kaybettirdi. Burada orkestra şefi gibi bloglar arası köprü kuran sevgili Deep'i anmadan olmaz. Diğer taraftan sevgili Manxcat Kuyruksuz Kedi'nin hayatını anlattığı bir yazıdan sonra aramızda bir dostluk ve anlayış köprüsü oluştu. Daha sonra onun "canımdan öte" dediği  Denize Bakan Ev'i kendime yakın buldum ve her ikisinin yazılarını da zevkle okuyor ve fikri tartışmalarından büyük zevk alıyorum.  

Okuduğum bloglar üzerinde uzun yorumlar yapıyorum bazen. Öyle ki, yaptığım yorumun uzunluğu asıl yazıdan da uzun oluyor zaman zaman. Uzun yorum almayı da seviyorum. Yorumlar üzerinde tartışmayı da. Genellikle öykü, kitap üzerine yazılan yazıları, günlük, deneme ve araştırma yazılarını okumayı seviyorum bloglarda. Siyaset ve dini konular da dahil olmak üzere her türden yazıları ve güncel tartışmaları takip ediyorum. Hiçbir siyasi ve dini bağlantım yok fakat yaşama dair belli görüşlerim var. Düşünmeyi seven, yaşamı sorgulayan blog yazarları benim favorim. Takip ettiğim blog yazarları, listeme düştüğünde ilgimi çeken yazıları okuyorum. Arada bana yorum yapan blog arkadaşlarına dönüp onların bloglarında yazdıklarına bakıyorum. Genellikle okuduğum bütün yazılara yorum bırakıyorum.   

13 Eylül 2020 Pazar

İNSAN NE İLE YAŞAR? - TOLSTOY

Kitabın Adı: İnsan Ne ile Yaşar
Yazar: Lev Nikolayeviç TOLSTOY
Sayfa Sayısı: 159
Yayınevi: Sis Yayıncılık
Çeviren: Emel Erdoğan
Türü: Öykü

Yazar Lev Nikolayeviç TOLSTOY (1828-1910) kırsal bir bölgede yaşamasına rağmen on beş yaşından itibaren Voltaire ve Rousseau'yu okuyup kendini yetiştirmiş, gerçekçi bir düşünür, "Anna Karenina" ve "Savaş ve Barış" gibi iki önemli romanın yazarı, kalemi güçlü edebi bir kişiliktir. 

"Hikayelerimin kahramanı, yüreğimin bütün gücüyle sevdiğim, bütün güzellikleri içinde anlatmaya çalıştığım ve hep güzel olan, güzel kalan ve hep güzel kalacak olan gerçektir." diyen Tolstoy, yazmış olduğu öykülerinde bu gerçek anlayışını satırlarına çarpıcı olarak nakşetmiştir. Öyküde yer alan kahramanların iç sesleri, kendi iç hesaplaşmaları, basit fakat düşündüren kısa cümlelerle okura aktarılmakta. Okurken insanı hem gülümseten, hem bilgilendiren hem de doğruyu yanlışı gösteren bir tat alıyor insan.  

Kitapta üç öykü bulunmakta; bunlardan ilki "İnsana Ne Kadar Toprak Lazım?" insanın doymak bilmez hırsını anlatıyor. İki kız kardeşin şehir ve köy yaşamından hangisinin daha iyi olduğuna yönelik tartışmalarından sonra köyde yaşayan küçük kız kardeşin kocası Pahom'u şeytan dürtüp büyük arazilere sahip olmasını ve çok para kazanmasını istiyor. Büyük bir hırsın esiri olan Pahom bu uğurda son nefesini veriyor.

İkincisi, üçünün arasında benim en sevdiğim öyküydü. "Bey ve Uşağı" adını taşıyan bu öyküde, Vasili adındaki ikinci sınıf bir alsatçı ile onun saf ve temiz uşağı Nikita'nın ilişkisi anlatılıyor. Ne zamandır pazarlık yaptığı bir arazi sahibinden satın alacağı koruluk için berbat bir kış gününde yola çıkmayı göze almış, Nikita ile birlikte yola çıkıyorlar. Yine, ilk öyküdekine benzer bir hırs faktörü var bu öyküde de. Vasili kendine gereğinden fazla güveniyor ama hava şartları, onu hedefine ulaştıramıyor. Diğer taraftan beyin uşağına hiç değer vermeyişi, onu atından bile aşağıda görmesi her fırsatta satır aralarına işleniyor. Bu öyküde yine kazanan iyi oluyor.  

Sonuncu öykü, kitabın adını taşıyor. "İnsan Ne ile Yaşar" adındaki bu öykünün kahramanı Simon, fakir bir ayakkabıcı. Karısıyla zar zor geçinen bu adam, kıt kanaat biriktirdiği parayla kasabaya inip kışı geçirmek için ihtiyaçları olan bir kürk satın almak ister. Parayı denkleştirmek için önce alacaklıların kapısını çalar fakat hemen hemen hiçbir tahsilat yapamaz. Ödünç olarak kasabadan istediği kürkü de alamayınca çaresiz geri döner. Yolda, bir türbenin kenarında karşılaştığı çıplak ve çaresiz bir adam görür, acıyıp üzerindekileri verir ve onun soğukta donmasını önler. Daha sonra alıp eve getirir. Aslında bu adam gökten kovulan bir melektir. Evet, bu öyküde biraz fantastik öğelerle iyiliğin her zaman mükafatlandırılacağı fikri öne çıkarılmış. Bana göre biraz gerçeklerden uzaklaşması yazarın genel karakterine bu öyküde ters düşmüş. Bu sebeple ben, konusu itibarıyla bu öyküsünü diğer ikisine göre biraz daha az sevdim.