KATEGORİLER

9 Kasım 2020 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 64

Sevgili DeepTone Ağaç Ev Sohbetlerinin fahri moderatörü, bu aralar rahat! Andromeda (tık tık) en heyecanlı sohbet arkadaşlarımızdan oldu ve bu durum beni mutlu ediyor. 64. Haftanın sorusu bir kez daha kendisinden...  Hadi hemen bakalım bizden hangi konuyu tartışmamızı istiyor:

İnternette vaktinizi nasıl geçiriyorsunuz?

İnternetin yeni yeni evlere girdiği yıllarda Andromeda henüz ilkokula yeni başladığını yazmış. Dinozorluğum ortaya çıkacak ama ben ilkokula başladığımda TRT'nin Ankara Mithatpaşa Caddesindeki stüdyosundaki deneme yayınlarına başlaması için daha iki yıl geçmesi gerekecekti! Yıllar sonra Ankara'da, üniversitede o zamanlar "computer" dediğimiz bilgisayarları tanıdık. Yine Andromeda bu cihazdan "kocaman bir kasa, klavye, mouse" olarak bahsetmiş. Gülümsetti beni tabii. Çünkü tam da onun yaşlarına denk gelen kendi zamanımda üniversitenin diğer mühendislik departmanlarına hizmet veren "Computer Sciences" adı altındaki bölüm, Bilgisayar Mühendisliği bölümüne dönüştürülmeye daha yeni başlamıştı. Ve o zamanın bilgisayarları, bölümün giriş katını dolduran gürültülü devasa makinalardı. Her biri birer dikiş makinesini andıran klavyeli "punching machine" lere kartlarımızı yerleştirir, her bir program komutumuz kartlarda açılan birer delikle karşılık bulurdu. Bazen elli bazen beş yüz kart delmek için bu odalarda yarım saatlik rezervasyon yaptırır, işimiz bitince gidip ana makineye okutur, çıktı almak için bir numara alır ve sonucun çıkması için yarım gün kadar beklerdik. Sonra bir bakardık ki, sonuç yok! 3 warning, 2 error. Hadi kalk, yine "punching machine" lerde rezervasyon yaptır, hatalı komut kartlarını düzelt, yine git ana makineye yüklet ve çıktı almayı bekle. 

Derken pc'ler, cep telefonları, ve internetle birlikte akıllı telefonlar birbiri ardına arz-ı endam ettiler hayatımızda. Bir zamanlar derslerden geri kalmayalım diye ebeveynlerimiz tarafından kabinlere kilitlenen TV'lerden sonra biz de çocuklarımızı bağımlısı haline geldikleri dijital oyunlardan kurtarmaya çalışıyorduk. Özellikle oğlumun ortaokul ve hatta lise yıllarında müptelası olduğu FIFA isimli oyunun, derslerini son derece olumsuz etkilediğini hatırlıyorum. Bir yakınımın çocuğu hala bu tür oyunların pençesinden kurtulamıyor, ODTÜ'den atılmak üzere!

Gelelim asıl konumuza. Bugünün çocukları bilgisayar ve internetle doğdukları için bizden şanslılar. Bizim kuşak her zaman onlara yetişmeye çalıştık. Çalışma hayatımda telefondan sonra en çok kullandığım iletim aracı e-mail olmuştu. Sosyal medya fenomenini her zaman uzaktan takip ettim. Facebook, Twitter, Instagram gibi sosyal ortamları benimsediğimi söyleyemem. Fakat bu araçların muazzam bir güce sahip olduğunun farkındayım. Düşünebiliyor musunuz, istendiğinde birkaç dakika içinde milyonları sokağa dökebilecek bir güçten bahsediyorum. Kimse elinden akıllı telefonlarını düşürmüyor, iletişim araçlarından en popüler olanı bu alet. Dünyanın bir köşesinde deprem mi oldu, artık ilk haberi radyo ya da TV den değil, sosyal medyadan alıyoruz. Kontrollü darbemizi önlemek için  bile sosyal medya avantajımızı kullandık.  Saygıdeğer cumhurbaşkanımızın kayınbiraderinden darbeyi öğrenmesinden çok daha önce, camilerde "sela okuyun" mesajının  birkaç saniye içinde 90.000 imam, müezzin ve vaizin cep telefonlarına ulaşması sosyal medya gücünün açık bir göstergesi.

Bunun yanı sıra İnternet, sosyal medya üzerinden toplumda nefret, bölünmüşlük, ahlaksızlık, hakaret zirve yapmıştır. Fake hesaplar başta olmak üzere birilerinin yüzünü bile görmediği başka kişilere hakaret ve küfür dolu mesajlar göndermesi toplumda nefret tohumları saçmaya devam etmekte. Türkçemizi katleden yeni iletişim dilleri, emojiler sosyal ilişkilerimizi olumsuz yönde etkilemekte. Diğer taraftan tüketime dönük alışveriş siteleri ve reklamlar gerekli gereksiz harcamalar yaparak insanları zor durumda bırakmakta. Özetle, bu yönleriyle sosyal medya ortamından uzak kalmayı yeğliyorum. 

Her şeye rağmen yoğun bir internet kullanıcısı olduğumu söylemek isterim. Bilgiye kolaylıkla erişim inanılmaz bir konfor sağlıyor elbette. İstediğim her türlü sanat etkinliği elimin altında. Yanlış bildiklerimi düzeltip bilgi dağarcığımı genişletiyorum. İnternet bu bakımdan devasa bir kütüphane, müzik dolabı, sergi salonu, müze, spor salonu ve pek çok şey benim için. İsteyen yeni bir dil öğreniyor, isteyen yeni bir enstrüman çalmayı. Sınırsız bilgi kaynağı. Blog yazarlığı, bloglar arasında gezip yeni şeyler öğrenmek hem eğlenceli hem de bilgilendirici. Düşüncelerin saygı çerçevesinde özgürce dile getirilmesi, karşıt fikirlerden faydalanmak, ihtiyacım olan pek çok şeyi sağlıyor bana. Oyun oynamıyorum, boşa geçen bir zaman çünkü bu. Bunun bir hastalık olduğunu biliyorum, eğer başlarsam kesinlikle kendimi kaptıracağımdan eminim. 

Blog yazarlığı ve blog okuyuculuğumun yanı sıra, youtube kanalını, wikipedia  sözlüğünü, ekşi sözlüğü, Qoura  platformunu takip ediyor, özellikle artık yandaş medyaya ciddi bir alternatif oluşturan bireysel haber kanallarını, Turgay Yıldız, Bahadır Tokmak gibi eski hiciv ustalarını, Flu TV,  Nevşin Mengü, Özlem Gürses gibi güncel olayları değerlendiren gazetecileri, sokak röportajlarını, bazen mutfak konulu videoları izliyorum.

Sözlerimi bitirmeden önce, internetin seviyeli ve birbirine saygılı insanların meydana getirdiği bir özgürlük platformu olan blog aktivitesine olanak vermesi, bence en büyük avantajlardan biri. Eğer sosyal medyada boy gösteren camia blog dünyasına girebilmiş olsaydı, en azından günlük olarak yaptıklarını, düşüncelerini, hayallerini yazabilselerdi, ilgi alanlarına göre diğer blog yazarlarıyla ilişki kurabilselerdi bugün çok farklı bir yerde olurduk sanırım. Ne bileyim, belki de böylesi daha iyi. Çünkü bu kişiler blog dünyasına girseydi, belki bizler kaçmak zorunda kalacaktık. Bu konuda sizlerin de fikirlerinizi öğrenmek isterim. Ağaç Ev Sohbetleri ailesi genişlesin, yeni sorular gelsin.

6 Kasım 2020 Cuma

İNCİ BABA'YI ÖZLÜYORUM

Hatırlar mısınız, bir zamanlar İnci Baba vardı. Mafya babasıydı! Adaletin olmadığı bir ülkede yasadışı yollardan kendi yasalarına göre adalet dağıtırdı. Suç olarak tanımlanan pek çok işe bulaştı, buna rağmen başta Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel olmak üzere birçok üst düzey siyasetçi ve bürokrat, iş adamıyla yakın dostluklar kurmuştu! Arkasından kötü laf eden pek yoktu, çünkü devletin işlemeyen adalet sistemine biraz olsun nefes aldırıyordu. Adını duyan herkes ondan hem korkar hem de ona hürmet ederlerdi. Aslen Urfalıydı, Ankara'da müteahhitlik yapmaya başladı. Yaptıkları yasal olmasa da hiç kimse onu kötü bir adam olarak görmezdi, siyasetçisinden bürokratına, müteahhidinden sıradan vatandaşına kadar herkes ona korkuyla karışık saygı, sevgi beslerdi.       

İnci Baba Ankara'ya geldikten sonra ihale mafyasının tartışmasız tek lideri oldu. Koca şirketler devlet ihalelerinde ondan habersiz teklif vermiyorlardı. Elinde büyük işleri olan firmalara, "Senin elinde işin var, bırak işi olmayan falanca firma alsın." der ve sözünü dinletirdi. Her ihaleden yüzde on civarında bir komisyonu vardı. Durumu iyi olmayan şirketleri, borcunu bir an önce ödemesi için sıkıştırmazdı. İki müteahhit aralarında bir anlaşmazlığa düşse İnci Baba'ya danışır, onun verdiği karara göre davranırlardı. Evinde iki panter beslerdi, erkek olanın adı JR, dişi olanın adı ise Sue Ellen idi. Espritüel bir kişiliği vardı.

Uzan'ların Star TV'sinde kendisinden "yer altı dünyasının ünlüsü" diye bahsedilmesine bozulmuş, Cem Uzan'ın babasına gönderdiği mektupta "zamanında sana teminat mektubu bulup, ihale bağlarken böyle demiyordun." diye seslenmişti. Hakkında çok şeyler söylenmiş, kitaplar yazılmış bir kişiydi İnci Baba. Dönemin Cumhurbaşkanı Washington'a gidip Meçhul Asker Anıtı'na çelenk koyması üzerine İnci Baba bu ritüeli kendi hayat görüşü doğrultusunda devam ettirmiş ve ABD'ye gidip Al Capone'un mezarına gösterişli bir çelenk bırakmıştı. Reuters'ın "Türk Robin Hood'u" olarak tanımladığı İnci Baba 4 Aralık 1993 tarihinde korumasının tabancasından çıkan bir kaza kurşunu neticesinde hayatını kaybetmişti. İşte arkasında bıraktığı bir kaç veciz sözü:

"İmansız bir toplum yaşar fakat adaletsiz bir toplum yaşayamaz."

"Dünya kurulduğundan beri bizim gibi insanlara ihtiyaç var."

"Peygamberler de bir anlamda babadır, biz halkımız için çalışıyoruz." 

"Adaletsiz bir baba olacaksam, Allah benim canımı alsın." 

İnci Baba'nın mezarına çiçek bıraktığı Al Capone'un filmlere konu olmuş hayatı ve hayat görüşü de oldukça ilginç. Fakat şu sözlerini asla unutamam:

"Çocukken her akşam yatmadan önce ve aklıma geldiği her an Tanrı'ya bana bisiklet vermesi için dua ederdim. Bir gün Tanrı'nın çalışma tarzının bu olmadığını anladım. Ertesi gün gittim ve kendime yeni bir bisiklet çaldım ve her akşam yatmadan önce Tanrı'ya günahlarımı affetmesi için dua ettim."

Eşim sordu: Şimdi niye böyle mafya babaları yok? diye. Düşündüm, gerçekten niye yok. Dünyaya adalet mi geldi yoksa dünyayı yönetenler mi mafya babalarına pabucunu ters giydirmeye başladı? Tanrım, halimize bak mafya babalarından medet umar hale geldik adalet dağıtmaları için.

Evet, konu yine deprem. Cumhuriyet'in ilanından bu yana ülke idaresinde her kademede görev alan, görevlerini menfaat karşılığı kötüye kullanan, liyakatsiz yandaş kadroları yetkili görevlere atayan, olmadık yerleri imara açan,  yanlış ve eksik projelere onay veren, inşaat esnasında denetlemeyen, kalitesiz malzeme kullanımına göz yuman, siyasal getirisini düşünerek çürük binalara imar affı çıkaran, depremde yıkılma riski taşıyan binalarda oturulmasına müsaade eden, malzemeden çalan, bütün bunları yaparken onca can kaybına rağmen birbirlerini suçlayıp aynı şekilde işlerini yürütmeye devam eden kişilere lanet olsun. 

İzmir depreminde yıkılan binalarla ilgili yedi kişi, müteahhit ve fenni sorumlu tutuklanmış! Bunun adı "toplumun gazının alınması" dır. Konu gündemden düşer düşmez hepsi delil yetersizliğinden serbest bırakılacak. Hayır, bütün suçu onlara yüklemek de doğru değil. Onlar sadece seçilen birkaç gariban. Zurnanın son delikleri... Marmara Depremi'nde 195 kişinin ölümüne sebep olmakla suçlanan ve 18 yıl 9 ay hapis cezasıyla istendikten sonra yedi buçuk yıl yatıp yine müteahhitlik işine geri dönen bugünün Veli Göçer'leri. Bu birkaç kişinin kurban seçilip bir süre hapsedilmesi deprem sorununu çözecek mi? Asla!

Süleyman Demirel'in de epey bir günahı var ama zamanında doğru bir laf etmişti:

"Fırat kıyısında, çobanın iki koyunundan biri kaybolsa sorumlusu ülkenin başbakanıdır." 

Siyasiler hiçbir bedel ödemezler. Sorumlu olduklarını söyleseler bile. Demirel yine insaflıymış, böyle bir laf çıkabilmiş ağzından. Ama diğerleri öyle mi? Birbirlerini suçlamaktan başka ne yapıyorlar? Yahu darbe oldu bu memlekette. Darbeyi yapanları en etkili devlet makamlarına siyasiler getirdiler, ben değil, siz değil. Devlet ABD'ye resmen satıldı, kozmik odalarımıza kadar girdiler. Tek bir siyasi sorumlu yok, siyasilerden tek bir gün bile ceza alan yok! Daha ne beklerim ki ben bu ülkeden. Yeminle söylüyorum, şu İnci Baba sağ olsaydı, onun cumhurbaşkanı olmasını isterdim. Al Capone diyecektim ama yerli ve milli olsun, dedim. Yöntemleri farklı olsa da, en azından adaletin ne olduğunu biliyor... Demokrasi falan bizim gibi ülkeye gelmez arkadaş. Yöneticilerimiz adil olsun, adalet sistemimiz işlesin de hangi tür idare sistemi olursa olsun...

3 Kasım 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 63

Sevgili Deeptone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetlerinin 63. Hafta konusunu sevgili Andromeda belirlemiş. Güncelliğinin yanı sıra mesleğim gereği konu hakkında söyleyecek sözlerimin bulunması ve en azından birkaç kişiyle düşüncelerimi paylaşma imkanı bulmam beni bir nebze olsun rahatlatacağını umuyorum. 

DEPREM KONUSUNDA NE KADAR BİLGİLİYİZ ve NE DERECE HAZIRLIKLIYIZ?   

Deprem konusunda (mesleğim itibarıyla) ahkam kesecek seviyede bilgi ve tecrübe sahibi olduğumu ifade etmem ukalalık olmayacaktır umarım. Ancak toplumun geneli söz konusu olduğunda deprem, sel, heyelan gibi doğal afetlerin yeterince bilgi sahibi olunduğunu söyleyemem mümkün değil maalesef. Şimdi, teknik konulara fazla girmeden düşüncelerimi paylaşmaya çalışayım. Her şeyden önce deprem ve diğer afetler toplumun genelinin beynine kazındığı gibi bir kader ya da takdir-i ilahi DEĞİLDİR. Dünyamız var olduğundan bu yana, depremlerin olduğu, meydana geliş nedenleri ve depreme karşı hassas bölgeler bilim insanları tarafından apaçık ortaya çıkarılmıştır. Riskin yüksek olduğu yerler, fayların konumu, hareketleri detaylı ölçüm ve gözlemler sonucunda belirlenmiştir. Mevcut teknolojik imkanlar dahilinde bilinemeyen tek şey, depremin ne zaman olacağıdır. Basit bir anlatımla, elinize aldığınız bir ambalaj lastiğini yavaş yavaş gerdiğinizde kopacağını bilirsiniz ama bunun ne zaman olacağını saniyesi saniyesine kestiremezsiniz. Kilometrelerce uzunluğunda ve kilometrelerce derinlik ve genişliğe sahip bir katmanın gerildiğini, ne yönde ilerlediğini bilmiş olsak bile onun da aynı lastik örneğinde olduğu gibi ne zaman kırılacağını tahmin etmek neredeyse imkansızdır. Bu konuda henüz hiç kimse bir tahmin yürütemez. Olası bir depremin azami büyüklüğü muhtemel lokasyonu hakkında fikir sahibi olsak bile depremin zamanı hakkında herhangi bir kehanette bulunmak şarlatanlıktan başka bir şey değildir.  

Deprem dalgalar halinde yayılır. Sağlam bir kaya kütlesinde yayılma hızı saatte 28.800 km'dir. (Işık hızının neredeyse yüzde onu). Yani on beş kilometre derinliğinde bir fay kırığının oluşturduğu sarsıntının yeryüzüne ulaşması için sadece 1-2 saniyelik bir zaman yeterlidir. Tsunami dalgaları deprem dalgalarına kıyasla ortalama 200 kat daha yavaş hareket eder. Bu 100 km açıkta meydana gelen bir depremde oluşabilecek Tsunami dalgalarının beş dakika içinde kıyıya ulaşacağını gösterir. Elbette açık denizde oluşan her deprem Tsunami yaratacak diye bir kural yoktur.       

Depremin zamanını bilmek bize ne kazandırabilir? Aslında bu da ayrı bir sorun. Diyelim ki bilim insanları İzmir depremini bir hafta önceden haber vermeyi başardılar. 7 şiddetinde bir deprem falanca gün falanca saatte meydana gelecek dediler, diyelim. Deprem korkusunun bile emniyetsiz yapılar üretmekten bizleri alıkoymayacağını düşündüğümüzde depremin zamanını bildiğimiz takdirde nasıl olsa canımızı kurtarabiliriz düşüncesi içinde yapılar daha da çürük inşa edilmesi kuvvetle muhtemeledir. Bu durumda insanlar canını büyük ölçüde kurtarabilir ama binaların büyük bölümü muhtemelen yıkılacaktır ve altından kalkamayacağımız büyük maddi kayıplarımız oluşacaktır.

Diğer taraftan bugünün teknolojisiyle depremin büyüklüğü ne olursa olsun ona dayanabilecek dirençte emniyetli yapılar oluşturmak mümkün. Yapılması gereken de bu zaten. Betonarme (demirli beton) toplu yaşama imkan veren en büyük buluşlarından biri. Ne kadar ömrü olacağına dair bilinen bir zaman sınırı yok. Çünkü beton zamana bağlı mukavemeti gittikçe artan ve çelikle birlikte müthiş uyum sağlayan bir malzeme. Ülkemizde ilk çok katlı betonarme bina, yangınzedelere verilmek üzere 1922 yılında inşaatı tamamlanan ancak daha sonra Türk Hava Kurumuna devredilen Tayyare apartmanlarıymış. Yıllar öncesinin teknolojisi olmasına rağmen yüz yıldır dimdik ayakta kalan bu bina halen Crowne Plaza İstanbul-Old City olarak hizmet etmekte. Demek istediğim, doğru yapılan bir bina, yaşı fazla diye depremden yıkılmaz. Yeni bazı hesap yöntemleri ve buna bağlı revize edilen deprem yönetmelikleri yapıları daha da emniyetli bir hale getirmektedir. Unutmamak gerekir ki betonarme yapıların ülkemizde sadece yüz yıllık bir geçmişi vardır. 

Depreme dayanıklı yapı deyince birkaç husus aklımıza gelir: 1. Zemin etüdü ve ıslahı, 2. Projelendirme, 3. Uygun malzeme seçimi, 4. İşçilik, 5. Denetim. Bunların hepsinin içinde insan faktörü olduğu  eğitim ve liyakatin önemi açıktır. 

Bu satırları yazdığım esnada, 30 Ekim İzmir Depreminden 91 saat sonra, Ayda Bebek enkazın altından çıkarılıyordu. Annesinin dizinin dibindeymiş. Ne yazık ki annesi Ayda Bebek kadar şanslı değildi. Demek istediğim depremde betonarme bir bina çöktüğünde içinde yaşayanların hayatta kalabilmesi tamamen şans eseri. Yaşam üçgeni gibi öyle algılar yaratılıyor ki, sanki  enkazdan her sağ çıkan deprem esnasında oturmuş kendi yaşam üçgenini oluşturmuş. Oturduğunuz binaya güveniyorsanız ne ala, paniğe gerek yok, hareketli eşyadan kendinizi koruyun, hatta onları daha önceden sabitleyin yeter. Ama binanın kolon ve kirişlerinin çatlamaya başlayıp üzerinize yığıldığı, hangi kirişin başınıza çarpıp hangi kolona sıkışacağınızı, hangi döşemenin altında kalacağınızı bilmediğiniz, korkunun tavan yaptığı birkaç saniyede hiç kimsenin deprem esnasında yapılacak şeyleri düşüneceğini sanmıyorum. Dün kurtarma ekibinden bir hanımefendi herkesin yanından ayırmamasını önerdiği deprem çantasında bulunması gerekenleri sıralıyordu. Birçok şeyin yanı sıra, devam etti, diş fırçası, diş macunu, kalem, kağıt. Nedir bunlar ya, enkazın altında büzülüp kalmışsın, günlük mü tutacaksın vaktini geçirmek için. 

Depreme ne kadar hazırlıklıyız? Bu da yine algı yaratan bir soru! Deprem bölgesindeyiz, deprem olacak ve kaçınılmaz bir şekilde, takdir-i ilahi gereği binalar yıkılacak ve alt yapı tesisleri zarar görecek, hayatını kaybedenler olacak. Eğer yeterince hazırlıklıysak yaralıları enkazdan çıkarırız, hasar gören binalarda yaşayan insanlara çadır kentler kurarız ve gıda yardımı yapabiliriz. Hazırlıktan kasıt bu değil mi? Ya da bu anlaşılıyor değil mi?. Başta trafik ve haberleşme sorunu olmak üzere depremden sonra yapılması gereken işlerde eksiklerimiz olduğunu biliyoruz. Fakat depreme ilişkin esas sorulması gereken soru "Depremde can ve mal kayıplarının önüne nasıl geçebiliriz?" olmalıdır. 

Her ne kadar alakasız görünse de bu işin çözümü de yine "Adalet" in sağlanmasından geçer. Bayraklı Belediyesi, ben üzerime düşen görevi yaptım, yıkılan binalara çürük raporu verdim, gerisi bakanlığın işi, diyor. Bakanlık ise evet, bizim görevimiz ama bize yapılan resmi bir başvuru yok diyor. Binaların zemin raporları var mı? Var ise uygun olmayan zemin ıslah edilmiş mi? Raporu kim imzalamış? Kim böyle bir zemine ıslah edilmeksizin sekiz kat vermiş? Kullanılan yapı malzemeleri standartları sağlıyor mu? Projesi doğru mu? Doğruysa sahaya doğru aktarıldı mı? Projeyi onaylayan, inşaat ruhsatını veren, inşaatı denetleyen kimler? Yani bu soruların ardı arkası kesilmez, kesilmemelidir. Soruları daha da genele yayarak, bu bölgenin imara açılması zemin ve şehirleşme planı açısından doğru bir karar mı? Yeni imar sahaları açarak yeni rantlar yaratmak sonucunda kimler haksız kazanç sağlamıştır? 

Bu işin siyasetini yapmıyorum. Ayırt etmeden bütün siyasi partilerin kurduğu hükümetler, görev aldıkları belediyelerin hepsi suçlu ve sorumludur. Madem durum böyle neden onlara oy verdin diye vatandaşın sorguya çekilmesi anlamsızdır. Çünkü adaletin olmadığı bir toplumda böylesine hayati sorunlara çözüm getirecek bir siyasi parti alternatifinden bahsedilmez. O değil de bir başka parti yönetimde olsa yine aynı sorumsuzluk ve aymazlığın devam edeceğini biliyorum. 

Türkiye'de parası olan herkes diş hekimi, doktor, mühendis, avukat olamaz ama müteahhit olmak manav olmaktan kolaydır. Memleketin anasına küfreden ve aslen kamyon şoförlüğünden gelen Laz müteahhitlerin yanında bu işin eğitimini almış mühendislerin şansı pek yoktur ülkemizde. Depreme hazırlıklı olmak, etkili yasaları çıkararak yapılaşmayı gerekli kurallara bağlamak ve bunlara uymayan sorumluları en sert şekilde cezalandıran bağımsız yargı mensuplarına sahip olmak demektir. Her önemli sorunda olduğu gibi ülkeyi pislikten temizleyecek ve gelişmemizi sağlayacak yegane organ bağımsız yargıdır. Bağımsız yargının olmadığı bir ülkede kazasız belasız yaşanan her gün birer şanstır. Elbette yargının da kirlendiği bir ülke, tuzun koktuğu bir durumdur. Yine de vatanını ve milletini seven yargı mensuplarının halkın desteğini alarak doğal afetlerde yapı emniyeti ve diğer konularda, hiç kimseden korkmadan İtalya'dakine benzer bir temiz eller operasyon yapmasını büyük bir özlemle bekliyorum. Aksi takdirde ufukta değişebilecek bir şey görmüyorum maalesef. Bu durum da benim takdir-i ilahim olmaya aday. 

1 Kasım 2020 Pazar

DEPREM İZMİR - 30.10.2020


Uzunca bir aradan sonra depremi bahane ederek yeniden yazmaya başlamayı deneyeceğim. Zira sebepsiz olarak yazamıyordum bir süredir. Şimdiye kadar yaşadığım en büyük depreme ilişkin duygu ve düşüncelerimi hem sizlerle paylaşmak hem de buraya bir kayıt düşmek için bir şeyler karalamadan önce merak edip durumumu soran arkadaşlara bir kez daha teşekkürü borç bilirim. 

Yaklaşık bir ay kadar önce eşimin evde geçirdiği bir kaza sonucu sağ elinin serçe parmağı eklem yerinden çıkmış ve çekilen röntgen sonucunda ikinci boğumunda iki adet kırık olduğu tespit edilmişti. Bu nedenle özellikle mutfak başta olmak üzere diğer ev işlerini üstlendim.  Geçtiğimiz cuma günü saat 12.51'de bulaşık makinesini boşaltırken ilk önce kulağıma gelen tabak çanak şakırtılarını önemsememiştim. Fakat sesler kesilmeyip tam aksine gittikçe yükselmeye başlayınca mutfaktan başımı uzatıp koridordaki avizelerden sarkan parçaların şakırdayarak şiddetle sallandığını fark ettim. Az sonra dışarı çıkacaktık. Banyoda makyajını yapan eşim koridora fırlayıp panik içinde "deprem oluyor" diye seslendiğinde ben de işimi bırakıp mutfaktan dışarı çıktım. Beş on saniye sonra sarsıntı hızını kaybeder gibi oldu, "Tamam, tamam geçti, bir şey yok" dedim ancak ikinci bir dalga ara vermeden yeniden sarsmaya başladı. Sadece salondaki avizeler değil, mutfaktan gelen tabak, çanak sesleri, dolapların gıcırtıları birbirine karışmaya başlamıştı. Ellerimi koridordaki duvarlara yaslayıp hareketin bir an önce bitmesini bekliyordum fakat aksine daha fazla sarsılmaya başlamıştık. Kapının yanında hasır dolabın üzerinde bulunan eşimin çantası sağlı sollu şiddetle sallanıyordu, yere devrildi devrilecek gibiydi. Gözüm duvarlara ilişti bina resmen kağıt gibi eğilip bükülüyordu. Eşim, titremeye başladı ve şimdiye kadar görmediğim bir içtenlikle "Bismillahirrahmanirrahim" diyerek besmele çekmeye başladı. 

Sizin için biliyorum, inanmanız zor fakat ben korkmuyordum. Çünkü deprem bölgesi olmasına rağmen İzmir'de Kuzey Anadolu Fay hattı üzerindeki yerleşim yerlerinde oluşabilecek kadar büyük şiddette bir deprem olamayacağına kendimi iyice inandırmıştım. Hatta bir önceki gece Alsancak'ta ailecek oturduğumuz bir kafede bu yönde birkaç laf etmiştim. Ancak deprem süresinin uzaması beni endişelendirmeye başlamıştı. Korkacağım ana henüz gelmemiştim, diyebilirim. Eğer duvarlarda, kirişlerde bir çatlama olduğunu görseydim, o zaman korkardım sanırım. Neyse, sarsıntı sona erdiğinde salona geçtim, duvarlardaki koca yağlıboya tabloların hepsi diyagonal pozisyona gelmişti. Evin içinde herhangi bir hasar, düşen, kırılan bir eşya görünmüyordu. Hemen çocukları, büyükleri arayalım dedim, çünkü biliyordum ki herkes telefona yüklenecek ve hatlar hemen kesilecek. 

İlk olarak oğlumuzdan haber aldık. Dışarıda bir kafede arkadaşıyla oturuyormuş. O da hem meslektaşım hem de benim kadar rahat biri. Dışarı çıkmak gibi bir niyeti yokmuş ama herkes fırlayınca ayıp olmasın diye çıkmış dışarı. Sonra Buca'da aile sağlık merkezinde görevli kızımızı aradık, onun da sağlık haberlerini alınca rahatladık. Kayınvalidemi aradı eşim hemen arkasından. Yalnız yaşıyordu ve yaşı iyice ilerlemişti. Son derece panikleyen bir yapıda olduğu için bina hasar görmese bile kalp krizi geçirebilirdi. Henüz telefonlar çalışıyordu, telefonda kayınvalidemin sesi ağlamaklıydı Depremin ardından üzerinde ne varsa o şekilde kapıyı çekip merdivenlerden üç kat aşağı binanın önüne inmişti. Hemen geliyoruz yanına, fakat yollar trafikten kilitlendi, gelmemiz zaman alır dedik. Daha sonra annemi aradık. Yaşlıların canı daha kıymetli olduğu için mi, hareket imkanlarının kısıtlı olmasının verdiği acizlikten mi yoksa karakterlerinden dolayı mı bilmiyorum ama telefonda sürekli "Çok korktum." deyip ağlıyordu. Sakinleştirmek için bir şeyler söyledim ve hemen evden yola çıktık. Kayınvalideme gitmek için beş kilometrelik yol bir saatten daha uzun bir zamanımızı aldı. Arabadaki radyoda dinlediğimiz A haber yayınında kötü haberleri ilk kez duyduk. Bazı binalar tamamen yıkıldığını ve hayatını kaybedenlerin olabileceği söyleniyordu. 

Kayınvalidemi aldıktan sonra Ayrancı'da yalnız yaşayan kız kardeşimi almak üzere yola çıktık. Çünkü Marmara Depremini yaşamış biri olduğu için zaten önceden bir travma geçirmişti. Telefon ettiğimizde mutfak eşyalarının yerlere saçıldığından bahsetmişti. Her tarafta yollar tıkanmış durumdaydı. Kendimizi çevre yoluna attığımızda biraz rahatladık. Döndüğümüzde akşam saatleriydi. Bize yakın mesire alanları, Susuzdede parkı ve çimenlik alanlar, geniş refüjler piknik alanına dönmüştü. Hiç kimse evlerine girme cesaretini gösteremiyordu. Binaların neredeyse tamamı karanlık, araç park yerleri boşalmıştı. Yazlıkları olanlar alelacele yanlarına aldıkları eşyalarla araçlarına atlamış, yollarda uzun kuyruklar oluşturmuştu. Bizimkilerin geceyi dışarıda geçirelim ısrarına rağmen onları sakinleştirip, evimizde hiçbir hasarın olmadığını ve artçı sarsıntıların bize zarar vermeyeceğini söyledim. Ancak yine de en azından birkaç saat daha dışarıda kalmak konusunda ısrarcıydılar. Evimize yakın bir pideciye gidip karnımızı doyurmak konusunda anlaştık. Sabah kahvaltısından beri yemek, kimsenin düşündüğü bir şey değildi aslında. Ne var ki, bizim gibi düşünen çok kişi varmış, ya da millet yemek yapmayı bıraktığından dolayı aşırı bir talep olmuş. Pideci malzemelerinin tükendiğini söyledi.  Annemi bir kez daha aradım, hala korkuyordu. Kız kardeşimi almaya giderken yolda sosyal medyadan aldığı bilgileri değerlendiren eşim, oğlumuza Tsunami tehlikesi olur endişesiyle sahildeki kafede oturmamasını söylemiş ancak o buna pek aldırış etmemişti. Nihayet evimize döndük. Bir şeyler atıştırıp televizyon karşısına geçtik.

Daha önce yaşadığım en büyük deprem yine İzmir'de 1 Şubat 1974 depremiydi. Büyüklüğü 5,2 olan depremde İzmir Saat Kulesi'nin üst kısmı yıkılmıştı. Sanırım on on beş saniye sürmüştü. Gece saat 02.00 de meydana gelen depremde tek katlı kerpiç binada uykudan uyanmış, kiremitli çatımız gıcırdayarak salıncak gibi sallanmıştı. O korkuyla bir hafta tuvalete bile yalnız gidememiştik. 

Şimdi bir mühendis olarak bu son depremi değerlendireyim. Her şeyden önce farklı bir depremdi bu. Edine, Tekirdağ ve İstanbul'un yanı sıra Antalya'ya kadar son derece geniş bir bölgede hissedilmişti. Depremin meydana geldiği ilk dakikalardan itibaren ekşi sözlüğe yazılanlar ise oldukça ilginç. Ayrıca depremin büyüklüğüyle ilgili dile getirilen rakamlar kafaları karıştırıyordu. Afad 6,6 da ısrar ederken Kandilli 6,9 olarak açıklıyordu depremin büyüklüğünü. Yurtdışı kaynaklarda ise 7,0 ve 7,1 olarak geçiyordu. Depremin büyüklüğü farklı kriterlere göre hesaplandığını biliyordum. En basiti Richter ölçeği. Sismografta kaydedilen sarsıntı dalgalarının periyod ve frekanslarına göre depremin büyüklüğü tespit edilmekte. Çok kısa bir zamanda sonuç alınması bakımından tercih ediliyor. Ancak bu yöntem deprem merkezinin yakın olduğu yerlerde ve 6,0 büyüklüğünün altında kalan depremler için doğru sonuç vermekte. Daha büyük depremler için moment büyüklüğü daha gerçekçi bir sonuç verir. İlk olarak 1979 yılında önerilen bu tespit yöntemi daha uzun süreli hesap gerektirir ve her merkez bunu yapamaz. Bu bakımdan Afad tarafından yapılan 6,6 büyüklük 30 Ekim İzmir depreminin büyüklüğünü yansıtmaktan uzak bana göre. Bunun yerine Kandilli Rasathanesinin 6,9 moment büyüklüğü daha anlamlı. 

Diğer taraftan ana depremden sonra meydana gelen artçı sarsıntıların 1.000'in üzerine çıkacağı anlaşılmakta olup sanırım bu bir rekor olarak kayda geçecektir. Depremin merkezi Sisam Adası'nın 5 km açıkları. Buna karşılık Seferihisar ve Kuşadası, Urla, Menderes gibi daha yakın yerler yerine en fazla yıkım Bayraklı ve Bornova civarında olmuştur. Bunun sebebi bana göre kontrolsüz ve hatalı, eksik yapılan yapılardır. Bu bölgedeki zeminler yapılaşmaya uygun olmayabilir ancak eğer uygun zemin iyileştirmesi yapıldığında her türlü zemine her türlü bina yapılabilir. Sorunun neden kaynaklandığı net olarak anlaşılamamakla birlikte zemin iyileştirilmesi yapılmaması, yanlış proje, uygun olmayan yapı malzemeleri kullanılması ve usulüne uygun inşaat ve denetimin olmaması gibi bazı nedenlerden biri ya da birkaçının varlığı söz konusu. Bayraklı bölgesinde çok katlı yapıların ayakta kalması, tamamen göçen binaların çevresinde yine sekiz dokuz katlı binalarda ufak tefek hasarların dışında bir sorun olmaması bu düşünceyi desteklemektedir. Bize üniversitede öğretilen bir husus hatırlıyorum. İyi mühendis projeye esas deprem büyüklüğünde en ufak bir çatlak oluşturmayan binaların hesabını yapan değildir, diyordu hocalarımız. İdeali, en şiddetli depremde binanın  her tarafının çatlaması ama ana taşıyıcı sistemin dimdik ayakta kalmasıydı. Elbette bunda mühendisliğin önemli bir bileşeni olan mühendislik ekonomisine dikkat çekilmek isteniyordu. Fakat gereğinden büyük yapı elemanlarının da fayda yerine zarar getirmesi bildiğimiz bir gerçek. 

Ölüm ve yaralanmanın hepsi kötüdür ama deprem sonucunda başa böyle bir olayın gelmesi en korkuncudur. Bu bakımdan deprem bölgesinde yapılaşma gerektiği gibi yapılmalı ve denetlenmelidir. Bu konuda kusuru olanlar en ağır şekilde cezalandırılmalıdır. Ne var ki, bu gelişmiş ülkelerde beklenen bir durumdur. Deniyor ki, Bayraklı Belediyesi depremde tamamen çöken sekiz katlı binalara çürük raporu vermiş ve bina sahiplerini bilgilendirmiş! Yeter mi bu? Televizyonlara çarşaf çarşaf gösterilen söz konusu raporların, kendilerini kurtarmak isteyen bazı idareciler tarafından depremin ardından alelacele düzenlenmediğinden (ülkemiz koşullarını bilen biri olarak) ne kadar emin olabilirim? Rapor tutulduktan sonra riskli görülen bu binaların derhal boşaltılması devletin sorumluluğunda değil mi? Kim bu binaların müteahhidi? Deniz kumu kullanıldığından, kullanılan etriyelerin yetersizliğinden ve kirişlere göre daha güçsüz kolonlar kullanıldığından bahsediliyor... Kim yapmış bu projeleri? Biliyorum, hepsi unutulacak. En fazla göstermelik birkaç kişiyi sorumlu tutup milletin gazını alacaklar. 

İşin bana göre sevindirici yanı, eğer gerçekten depremin büyüklüğü 6,9 ise yukarıda bahsettiğim bölgedeki binalar dışında hemen hemen hiçbir hasarın oluşmaması. Örneğin benim de ikamet ettiğim ve tamamı karşılıklı sekiz, on katlı binalardan oluşan Mithatpaşa Caddesinde en ufak bir hasar duymadım. Bu temeli uygun zemine atılan, düzgün projelerin yapıldığını ve inşaat kurallarına riayet edildiğini gösteriyor. 

Diğer taraftan enkaz altında kalan masum vatandaşlar yüreğimizi burkuyor. Bir de bütün İzmir'i fuhuşun merkezi görüp, bunun Allah'larının bir gazabı olduğunu zırvalayıp hadlerimizi bildirdiğini söyleyip içten içe sevinen bir geri zekalı güruhu var. Tek arzum bunlar gibi insan müsveddelerinin kaderlerinin çok daha acı olması... 

26 Ekim 2020 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 62

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri Andromeda'nın gündeme getirdiği bir konuyla 62. Haftasına giriyor. Böyle bir etkinliğin haftalarca sürmesinin bir anlamı vardır sanırım. Önerilen konularda herhangi bir sınırlama olmaması, sohbete katılanların saygı çerçevesinde düşüncelerini özgürce dile getirebilmesi, konuya ilişkin yazıların her birinden yeni bir şeyler öğrenmemizin yanı sıra yazmak isteyip de yazacak konu bulamamaktan yakındığımız dönemlerde Hızır gibi yetişmesi beni bu sohbetlerin bağımlısı yaptı diyebilirim. Bazen seçilen konular tepkimi çekse bile, çoğu kez yazmaya başlar başlamaz düşüncelerimin ne kadar boyut değiştirdiğine, konuların farklı kapıları araladığına şahit olmuşumdur. Sohbete katılan arkadaşların hayat görüşleri, yaşları, karakter yapılarına göre konuyu ele alışları sıcak ve sevimli. Örneğin ciddi bir tartışma konusunun Deep tarafından nasıl eğlenceli hale getirildiğini, bana basit ve çocuksu gelen bazı konularda ise benim kalkıp felsefe yapmam oldukça ilginç kılıyor bu ortamı. Bir arkadaşımızın çıkıp şöyle bir soruyla haftanın konusunu belirlese; "Issız bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız üç şey nedir?" başta çok kızar, Ağaç Ev Sohbetleri'nin seviyesini düşürüldüğünü düşünüp hayıflanırdım. Artık bu tür sorulara dahi daha temkinli yaklaşıyorum. Çünkü yazmaya başlayınca her konunun, her sorunun cevabı kendiliğinden dökülüyor satırlara. Bu haftanın konusuna da biraz temkinli yaklaştım. Müzikle ilgili olması güzeldi. Andromeda'nın yazısını okudum. Katıldığım ve katılmadığım tarafları vardı arkadaşımızın. Fakat onun bu yazısı sayesinde "İncesaz" grubunu tanıdım, youtube üzerinden üç beş parçasını dinledim. Gerçekten de gönül teline dokunan, etkileyici parçalar. Sonra pek çok kez yaptığım gibi ekşi sözlüğe girdim. Orada yapılan yorumlardan birinde bir şiire rastladım. 

Biliyorsun, hala birine aşık olabilirim, sana hiç benzemeyen çocuklarım olur,

Adının hiç anılmadığı bir hayat kurarım, hayalimdeki yüzünü eskitir zaman...

Biliyorsun herkes bir yolunu bulup tamamlanır aslında, herkes unutur biliyorsun, unutabilirim.

Zaten ben kimleri unuttum, onlardan biri olur, hayatımın en kullanılmayan yerine kaldırılır suretin.

Tozlanırsın, üzerin örtülür...

Biliyorsun, seni sevdim, bir gün deli gibi aşık olduğum gözlerin kör olsaydı da severdim,

Ellerin olmasaydı mesela, ellerin olmasaydı sen bile kendini sevmezdin oysa, biliyorsun.

Kimsenin tek bir seçeneği yok bu hayatta, hala seni bana unutturacak insanlar tanıyabilirim.

Başka bir ses kazınır kulaklarıma, biliyorsun, herkesin kendini kurtaracak bir bahanesi var aslında.

Oysa, ölene kadar sevebilirdim seni... 

Eğer biraz yardım etseydin bana...  

Ben bu şiiri fonda "İncesaz" müziği çalınırken okudum. Şairin ismi yoktu. Onu aramaya koyuldum, Google amca sağ olsun. Nursel Yıldırım adında 1992 doğumlu bir hanımefendiymiş. Birkaç kitap yazmış ama şiirleri beni benden aldı. Genelde aşk şiirleri yazmış, belli ki aşkı, ayrılığı tatmış biri. İçten, düşündüren ve son derece etkileyici sözlerin sahibi. Bir de blogu var, terk edilmiş bir halde görünüyor. Zira, son postu 12 Aralık 2012 tarihli. Yukarıda adını tıklayınca bloguna girebilir, güzel bazı şiir ve yazılarına erişebilirsiniz.   

Gelelim, haftanın konusuna;

Eurovision Şarkı Yarışmasına Yeniden Katılsak Kimi Göndermek İsterdiniz?

Eurovision Şarkı Yarışmasını hiçbir zaman eğlence vesilesi olmasından başka bir yönüyle değerlendirmedim. Başlangıçta bu yarışmanın amacı Avrupa Yayın Birliği (EBU) ya üye ülkeler arasında ortak canlı yayın yapabilmekti. Teknolojinin geldiği bu noktada artık amacını yitirmiş ve ağırlıklı olarak geriye eğlence işlevi kalmış durumda. Diğer taraftan Eurovision Şarkı Yarışması tanınmamış ya da amatör bazı şarkıcılarla müzik topluluklarının kariyer yapma imkanı da vermiş. Yarışmada, güzel beste ve yorumların yanı sıra berbat parçalar da ülkeleri adına sergileniyor. Herkesin beğenisi farklı elbette. Zaman içinde kazanma hırsının kaliteyi düşürdüğünü görüyoruz. 1975 yılında ilk kez katıldığımız bu yarışmada Semiha Yankı'nın seslendirdiği "Seninle Bir Dakika" isimli şarkıda aldığımız sonunculuk bizi büyük hüsrana uğratmıştı. Aynı yıl,  favorim olup birinciliği kazanan Hollandalı Teach-In grubunun seslendirdiği Ding-A-Dong isimli parça hala hafızamda yerini korumakta. Bana göre Semiha Yankı asla sonunculuğu hakketmemişti. Daha sonraki yıllarda müzik kalitemizi arttıracağımız yerde Avrupalara beğendireceğimiz parçalarla şansımızı denemeye başladık ki, Çetin Alp'ın saçma sapan "Opera" isimli şarkısıyla bu çılgınlığın doruk noktasına bayrağımızı dikmişti. Elbette Avrupa ülkelerine opera dersi vermeye kalkan ülkemiz sonunculuğu sonuna kadar hakketmişti. Bir süre sonra yarışmada derece yapmak için bestecilere yarışma parçası sipariş edilmeye başlandı.     

Eurovision Şarkı Yarışmasına katılmaya başladıktan tam on beş yıl sonra, 2003 yılında, Sertab Erener, "Everyway That I Can" parçasıyla ezikliğimizi yenmemizi sağladı. Ne kadar da çok sevinmiştik. Ülkemizi temsil eden şarkı o yıl yurt dışında çalışan işçilerimizin canhıraş oylarının da desteğini alarak birinci seçilmişti. Takım tutar gibi ülkemizi temsil eden şarkıyı destekliyorduk. Amaç iyi olan kazansın değil, bizim olan kazansındı. Yarışmada milliyetçilik neyse de siyaset, ırkçılık gibi unsurların devreye girdiğini sanmıyorum. Eğer bu yönde yarışmaya puan veren ülkeler var ise de bu sadece kendi ayıplarıydı. Bu nedenlerle söz konusu yarışmayı protesto edip çekilmemizi de doğru bulmamıştım. Bence bu karar batı değerlerinden uzaklaşma, eziklikten başka bir şey değildi. Ajda Pekkan'ın "Aman petrol, canım gülüm petrol" şarkısıyla ne derece bekleyebilirdik ki! Güzel bir ilahi besteleyip Ahmet Özhan'a icra ettirsek Avrupa bizi yine muhtemelen anlamayacaktı...

Peki o zaman ne yapmalı. Önceden olduğu gibi amatör sesler ve besteciler aranıp kendimize has özellikleri yansıtan güzel şarkılar arasından müzisyenler ve halk jürisi tarafından yapılacak bir seçimle yarışma parçası belirlenebilir mesela. Diğer ülkeler de benzer şekilde parçalarını seçse bu yarışmanın güzel bir etkinlik olacağını düşünüyorum. Popüler olmayan nice güzel bestelerimiz ve yorumcularımız var. Haftanın sohbet sorusuna gelince; ben şahsen bilinen bir parçayı yeniden katılacağımız bir Eurovision Şarkı Yarışmasına göndermeyi önermem. Yeni bir şarkı olmalı bu. Tercihen amatör ya da popüler olmayan. Ülkemizin kültür değerlerini yansıtmalı aynı zamanda. Çok sesli olmalı, ruhumuza hitap etmeli, yarışmayı kazanmak birinci amaç olmamalı. Evet, çok güzel bir parçayla ülkemizi temsil ettik demeliyiz. Bir de şarkının bir hikayesi olmalı, yani sadece yarışmada temsil edilmek üzere ısmarlama bir beste yapılmamalı. 

Sizlerin de gerek yazılarınızla, gerekse konu önerilerinizle, onu da yapamıyorsanız yorumlarınızla Ağaç Ev Sohbetlerine katılmanızı bekliyorum. Sevgiyle kalın.   

20 Ekim 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 61

Sevgili Deeptone tarafından moderatörlüğü üstlenilen Ağaç Ev Sohbetlerinin bu haftaki konusu "Fütüristik Fikirler". Bu konuyu öneren arkadaşımız Despothayrat

Gelecekte insanın nasıl bir hayat süreceği hepimizin merak konusu. Fütürizm 1909-1920 yıllarında ilk kez ortaya İtalya'da çıkmış bir akım. Bu hareketin kurucusu İtalyan şair Marinetti'ye göre "sanat şiddet, zulüm ve adaletsizlik dışında hiçbir şeydir. Çalışma, zevk ve isyanla coşan kalabalıkların şarkısı söylenmelidir." Marinetti, faşizm yanlısı ve İtalyan Faşist Partisinin ilk üyelerinden biriydi.  Ona göre müzeler ve kütüphaneler dahil geçmişi hatırlatan ne varsa hepsini yok etmek gerekirdi.

Elbette bu akım sadece edebiyatla sınırlı kalmadı, diğer tüm sanat dalları ile birlikte özellikle de mimaride ilgi çekici tasarımlarla kendinden hayli söz ettirdi. İtalyan fütürist mimar Antonio Sant'Elia önderliğinde başlayan fütürist tasarımlarda dinamizm temalı birçoğu ilgi çekici ve uçuk kaçık projeler geliştirildi ve geliştirmeye devam etmekte. 

Fütürizmin felsefi boyutu transhümanizm olarak çıkıyor karşımıza. "Transhümanizm zeki yaşamın mevcut insan formu ve kısıtlamaların ötesinde sürdürülebilmesi ve evrimleşmesinin hızlandırılmasının yaşamı yücelten prensip ve değerler ışığında, bilim ve teknoloji vasıtasıyla sağlanmasını öngören felsefeler bütünüdür." diyor İngiliz filozof ve fütürist Max More. Öncelikli hedefleri, insanlar arasında ayrım gözetmeden yaşam süresini uzatmak, insan zekasını yüceltmek ve sağlık kalitesini arttırmak.  

Gerek edebiyat, gerekse mimari dahil diğer sanat dallarının tamamında fütüristik yaklaşımlar hiçbir zaman ilgimi çekmedi. Pek çok yönüyle eleştirilerime hedef olabilecek ürünler ve tasarımlar çıkıyor karşıma zaman zaman. Diğer taraftan tamamen katılmasam da transhümanizm düşüncesini önemsiyorum. Zira bu düşüncenin tam aksi olan "slow living" yani yavaş yaşam etkisinden de kurtulmuş hissetmiyorum kendimi. Bir tavernada Akdeniz mezeleri ve Yunan müziği eşliğinde rakımı yudumlamak yerine bir hap yutup karnımı doyurmak asla istemem. 

Geleceği hayal etmek, insanın sağlık ve refah düzeyini yükseltecek her türlü araştırma ve geliştirme beni heyecanlandırıyor elbette. Bazen geleceğin insanlara ne getireceği ve ne götüreceği konusunu düşünürüm, ütopik tasarımları ilginç bulur, olası olumsuz ve olumlu durumlarını değerlendiririm. 

Gelecek konusunda endişelerim ve umutlarım başa baş gidiyor. İnsanın türünün tasarımında bile nedenini çözemediğim bazı hataların olduğunu düşünüyorum. Kin, nefret, yalan, egoizm gibi bazı kötü huy ve duygulardan kendimizi arındıracak bir duruma gelecek miyiz acaba? Eğer bunu başaramazsak dünyanın sonunu görmeden insan nesli tükenecek gibi geliyor bana. Yani işin doğrusu uçan araba beni o kadar heyecanlandırmıyor. Yerdeki trafiği halletmeden havadaki trafikle uğraşmak niye? Yapay zekanın insanı ne ölçüde mutlu edeceğini de kestiremiyorum. Bütün bunlar adaleti, eşitliği, huzuru sağlayacak mı insanlar arasında, savaşları, işkenceleri, tecavüzleri, cinayetleri önleyebilecek mi?

Gelecek hakkında pek umudum olmasa da tek hayalim şu: Öyle bir aşı, cihaz ya da her ne ise bulunsun ki yalan, sahtekarlık, kötü niyet cascavlak çıksın ortaya. Çünkü artık öyle bir hale geldik ki insanlar ne kötülük yaparlarsa yapsınlar yüzleri kızarmıyor. Hiçbir kötülüğün cezası öbür dünyaya kalmasın istiyorum. Örneğin siyasetçinin niyeti ülke çıkarına hizmet etmek değil de sadece kendi menfaatini düşünecek olursa yüzü yeşile dönsün. Mahkemede işlediği bir suçu inkar edenin yüzü kapkara olsun. Yalan söyleyen, birinin hakkını yiyen, başkasını kandıranın yüzü kan kırmızısı olsun. İnsanlar görsün dost bildiklerini, kime inanıp kime inanamamaları gerektiğini. Yöneticilerini seçerken yüzü boyasız, lekesiz olanları tercih etsinler. Yüzlerini örtenler ya da maske takanların yüzüne bakılmasın.      

Yakın dönemde en büyük teknolojik sıçrama internet ve bilişim teknolojisi sanırım. Büyük faydalarının yanı sıra zararlarını da tartışabiliriz belki. Ama benim için önemli olan internet insanlığa ne kadar fırsat eşitliği verdiği, sömürüyü ne kadar azalttığı, toplumun geniş kesimlerinin refah payını ne ölçüde yükselttiği. Belki eski bilim kurgu filmlerinde gördüğümüz ışınlanma olayı bir devrim yaratacak. İnsanlık bunu da başarabilecek belki. Eşya ve yolcu taşımacılığı, yollar, havaalanları, demiryolları tarihe karışacak. Yollarda trafik ve park sorunu ortadan kalkacak. Bir kabine gireceksiniz mesela, gideceğiniz yerin koordinatlarını yazıp, düğmeye basar basmaz bir anda başka bir şehirde yaşayan Mehmet dayınızın evindesiniz. Bu konuda yıllar önce "Sinek" adlı bir film izlemiştim. Kabinin içine habersiz giren bir sinek adamın genleriyle karışıp onu yarı sinek yarı insana dönüştürüyordu. Tabii o zaman gelince bu tür aksiliklerin önüne geçilir, kabinin içi dezenfekte ettirilmiş olur önceden. İyi güzel de bu ve buna benzer ütopik icatlar insanı yine de mutlu edebilecek mi? Sanmıyorum.

13 Ekim 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 60

Sevgili Deeptone'un düzenlediği Ağaç Ev Sohbetlerinin 60. Hafta konusunu Bigudili Anne Blogger hazırlamış ve görüşlerini kendi sayfasında gayet güzel bir şekilde paylaşmış. Arkadaşımız, sorusunu sormadan önce Franz Kafka'dan bir alıntı yapmış: "Ölümün olduğu bu dünyada hiçbir şey çok da ciddi değildir aslında." demiş üstat. Yazarı çok sever, sayarım ve onun bu sözünü içimde özümsediğimi düşünüyorum. Bakış açım bu olduğu için soru oldukça ilginç bir hal alıyor nazarımda. Sorumuz şu: 

ÖLMEDEN ÖNCE YAPILACAK ÜÇ ŞEY?

İnsanın gençliğinde hayalleri geniş ve istekleri büyük oluyor. Bunlara erişmek için bir ömür boyu çaba gösteriyor ve belli ölçüde başarıyor da. Yıllar geçtikçe ya büyük ölçüde hedeflerimize ulaşmış oluyoruz ya da yavaş yavaş yaşam umutlarımızı tüketiyoruz...

Masmavi bir denizin kıyısında ince beyaz bir kumsala açılan bir villa. Rengarenk çiçeklerle bezenmiş bahçeye bakan verandaya kurulmuş üzerinde türlü yiyecek ve içeceklerle dolu geniş bir masa. Hemen yan tarafta insanın içini ferahlatan hafif bir rüzgarın etkisiyle güneş ışınlarının oynaştığı pırıl pırıl bir havuz. Ruhu dinlendiren hafif bir müziğe karışan çocuk sesleri... Kim istemez? 

Fakat bu konuda çoğu insandan biraz farklı düşünüyorum. Çocukluğumdan beri birçok hedefim vardı. Önce okulumu bitirmek, sonra iyi bir meslek sahibi olmak, evlenmek, çoluk çocuğa karışmak... Kısaca her insan gibi ben de normal bir insandan beklenen ne ise onları yaptım. Hiçbir suça karışmadım, başarılı bir meslek hayatım oldu ve son hedefim olan emekliliği hak ettim. Farklı olan yönüm, bundan sonra hayatın akışına kendimi bırakmak! Yani bir hedefin peşinde koşmamak. Önüme çıkanlarla yetinmek. Bugüne kadar pek çok kez üzüldüm, sevindim. Hayat her zaman kendi bildiği gibi devam ettiğini gördüm. 

Belki tatmin, belki de doyumsuzluk bu. Kendimi hala tanımakla meşgulüm. O herkesin hayallerini süsleyen deniz kıyısındaki villam olmasa da olur. Hani olsa kaç gün mutlu edebilir ki beni. O deniz, beyaz kumsal, verandada ailece yenilen muhteşem yemek. Bahçıvanlar, garsonlar, hizmetçiler... Ondan sonra güzel bir yatım olsun açılayım engin denizlere diye geçmez mi aklımdan? Ya da başka hayaller, arzular... İnsanoğlu hayatı boyunca hep fazlasını ister. Bu yüzden fazla bir çaba içine girmeden bıraktım kendimi yaşamın kollarına...

Son bir haftadır blog dünyasından ayrı kaldım. Sağlığımı merak edenlerin içi rahat olsun, gayet iyiyim. Ancak yukarıda bahsettiğim hayatın akışı beni alıp belki hayalini dahi kuramadığım yerlere sürükleyecek. Uzunca bir süre ara verdiğim meslek hayatıma dönebilirim mesela. Aldığım bir iş teklifinde işler yolunda giderse rüzgar beni Endonezya'ya hem de Bali'ye yakın bir yere savurabilir. Eşim zaten hareketli bir hayatı seviyor, o şimdiden işin olması için dua etmeye başladı bile. Dediğim gibi denizin kıyısında güzel bir villa, verandada yiyeceğimiz enfes yemekler, içkiler neden hayal olarak kalsın ki. Bu işle ilgili olarak İstanbul'a gidip geldim, biraz da evde çalışmam gerekti. Bu yüzden blog dostlarından ayrı kalmak zorunda kaldım. Ama yine de aramızda sağlam bir köprü oluşturan Ağaç Ev Sohbetlerinden kopamazdım.

Konumuza dönecek olursak; kendi açımdan bakacak olursam ölmeden yapılmasını düşündüğüm şeyleri sıralamayacağımı anlamışsınızdır. Özel bir hedef ortaya koymaksızın sadece önüme gelen fırsatları değerlendirmeyi tercih ediyorum. Yani bugüne değin belli ölçülerde hedeflerimi tutturduğumu kabul ediyorum. Ölmeden yapmak istediklerim arasında, belki de en sonuncusu, hayalini kurduğum, nezih bir restaurant işletme fikriydi. Evet, bunu da gerçekleştirdim ve gerçekten büyük bir zevk aldım. Mekanıma gelen nice kalbur üstü misafirlerimin içi gidiyordu hem de. Ah biz de emekli olup şöyle bir işletme sahibi olsak diyenler çoktu. Hiçbir şey dışarıdan göründüğü gibi değil ne yazık ki. Hele insanlarla uğraşmak belki hayatın en zor tarafı. Ancak, yaşamımızda insan faktörünü dışarıda bırakan bir seçenek muhtemelen bu dünyayı terk eyledikten sonra karşımıza çıkacak.

Evet, ölmeden önce mutlaka yapmak istediğim tek şey yok kafamda, o zaman konuyu başka bir açıdan alayım ben. Ölüm yaşamın doğal bir parçası, doğum gibi. Doğarken elimize verilen bir sınav kağıdı hayat. Vade geldiğinde sınav süresi bitmiştir artık. Biri çıkıp "Hadi, kalemlerinizi bırakın ve kağıtlarınızı kürsüye bırakın." diyecek. Geriye bırakacağım çok fazla izim yok, olacağını da pek sanmıyorum. Yani kağıdım boş! Her ne kadar bu yaşamımı iyi değerlendirmediğim duygusu uyandırsa da bende, en fazla bırakılan iz, bilemediniz birkaç bin yıl kalıyor bu dünyada. İz bırakınca ne faydası oluyor, o da ayrı bir konu, ancak...

Bir şey var ki, yıllardır aklımdan atamıyorum. Milenyumu gördüğüm, yakın geçmişimde büyük savaşların ve akabinde büyük teknolojik gelişmelerin yaşandığı şanslı bir döneme şahitlik ettim ve bu ortamda hayatımı sürdürmeye devam ediyorum. Ne kadar uzun bir zaman geçmesi gerektiğini bilmiyorum ancak hayatın anlamının çözüldüğü bir dönemde yaşamak isterdim. Ölmeden önce öğrenmemin mümkün olamayacağını bilsem de istediğim tek şey hayatın anlamının çözüldüğünü görmek olurdu sanırım. Biliyorum, imkansızı istemek biraz zamanımı alacak...