KATEGORİLER

3 Aralık 2020 Perşembe

KELİME OYUNU # 1


Güzel bir etkinlik önerisi de
Kırmızı Ruh'tan geldi. Adı Kelime Oyunu. İlk kelimeler Deniz, Kayıkçı, Simitçi, Araba ve Dede. Bütün blog yazarlarına açık bu etkinlikte organizasyon yine sevgili DeepTone'da. Kırmızı Ruh, ilk haftanın kelimelerinden güzel bir öykü türetmiş. (TIK TIK)  
APTALİKO 

Mübadele yıllarında çektiği ıstırap ve nefreti kuşaktan kuşağa aktararak acılarını soğutmak yerine kederini içine gömüp kaderine razı olmuş, sakin biriydi anneannem. Yaptığımız her sakarlıktan sonra bize en kızgın halinde bile gülerek söylediği tek söz "aptaliko" ydu. Geçmiş hayatına sünger çekmişti, bizlere çekmiş oldukları sıkıntıları pek anlatmazdı. Merak edip sormazdık biz de, çocuk aklımızla. Onun her "aptaliko" deyişinde yüzümüzde suçlu bir sırıtma belirir, yanından sıvışırdık.

Dedemle arkadaş gibiydim. Yaz tatillerinde onlarda kalır, onunla birlikte aylak aylak şehri dolaşırdık. Yine bir gün Konak İskelesinden biletlerimizi aldıktan sonra vapura binip Karşıyaka'ya doğru yola çıktık. Denizin kokusu hoşuma gitmişti. Güvertedeki seyyar simitçiden aldığımız gevreği küçük parçalara ayırıp bizimle yarışan martılara attıkça mutluluktan havalara uçuyordum. Yarım saat kadar sonra vapur iskeleye yanaştı. Yalı boyunca bir süre yürüyüp gördüğümüz ilk çay bahçesinde oturduk. Anneannemin bize niye "aptaliko" dediğini sordum. Dedemin bir anda gözleri derinlere daldı, sonra kendini toplayarak gülümsedi.

- Çok eskiden kapı komşumuzun bir kızı vardı, ona sadece anneannen değil herkes "aptaliko" derdi.

- Girit'teyken mi?

- Evet. Gerçek adı Zehra'ydı. Bir Rum gencine aşık olmuştu. 

Merakım iyice artmıştı. İlginç bir aşk hikayesi anlatacağa benziyordu. 

- Peki niçin ona "Aptaliko" diyorlardı?

- Esmer güzeli, ince belli, endamlı bir kızdı Zehra. İyi okullarda okutmuştu ailesi. Çok güzel keman çalıyordu. Ancak liseyi bitirdiğinde kader ona sırtını dönmüş, birkaç ay içinde anne ve babasını kaybedince hayatta hiç kimsesi kalmamıştı. O vakitten sonra yalnızlığını ve acılarını kemanının tellerinde seslendirmeye başlamıştı. Hiçbir geliri olmadığı için çağrıldığı düğün ve türlü eğlencelerde verilen üç beş kuruşla ayakta durmaya çalışıyordu. Onun kemanıyla en güzel yorumladığı oyun havasının adı "aptaliko" ydu. Günden güne bir parçası haline gelen müzik aletini eline alıp "aptaliko" yu dillendirmeye başlar başlamaz çevresindeki bütün gençler yerinde duramaz danslarıyla kendilerinden geçerdi. Bir süre sonra herkes onu "Aptaliko" diye çağırmaya başlamış, gerçek adı neredeyse unutulmuştu.

- Peki, Rum gencine nasıl aşık oldu?

- Yine çağrıldığı bir düğünde kemanının canlı ezgileriyle gençleri coştururken  Nikos isminde yakışıklı bir delikanlı çıktı meydana. Müziğin ritmine kendini kaptırmış, "Aptaliko" havasını öyle güzel oynuyordu ki, bütün genç kızlar kendine hayran kalmıştı. Zehra da bu yakışıklı çocuktan etkilendi doğal olarak. Narin eliyle tuttuğu yayı kemanının tellerinde gezdirirken tüm hünerlerini ortaya dökmeye çalıştı. O günden sonra Nikos, "Aptaliko" nun peşinden  hiç ayrılmadı, ta ki ölene kadar.

- Nikos öldü mü, neden?

- Birbirlerine sırılsıklam aşık olmuşlardı. Nikos kendini yetiştirmiş, hem Rumcayı hem de Türkçeyi çok iyi konuşan bıyıklı, uzun boylu bir gençti. Ancak her ikisinin de çevreleri bu ilişkiye hep kem gözle bakıyorlardı. Biri Hristiyan, diğeri Müslüman iki kişi birbirlerine nasıl aşık olabilirlerdi. Bazen karanlık bastığında Nikos'un arkadaşı Kayıkçı Hristo onları alıp denize açılır iki aşığı gözlerden ırak ıssız koylara götürürdü. Aptaliko, bütün aşkını, duygularını kemanın sesiyle Nikos'a aktarırken, Nikos da ona Sappho'dan şiirler okurdu o güzel sesiyle.

"Hiç uyarmadan nasıl sökerse

Kasırga meşeleri kökünden,

Öyle sarsıyor yüreğimi aşk."

                 ***

"Denizcilerdir, diyor, yeryüzünde

Göze en görünen şey; bense

Kişi kimi seviyorsa, diyorum odur

En güzel.  

Denizi çok severdi Sappho'yu sevdiği kadar. Belki şair Sappho'nun denize olan tutkusu çekmişti onu kendine. Nikos, denizden de çok sevdiği "Aptaliko"ya vurulmuştu vurulmasına ama esas vurgunu denizden yedi.

- Nasıl yani?

- Denizden kazanıyordu ekmeğini. Sık sık derinlere dalar sünger çıkarırdı. Sonunda bir gün baygın çıkardılar Nikos'u denizden. Kulaklarından kan geliyordu. Nefes alamıyordu. "Aptaliko" haberi alır almaz koştu sahile, gözü yaşlı. Akşama doğru narin kollarında verdi son nefesini Nikos. Canından çok sevdiği Nikos'u da terk etmişti artık onu. 

Gözleri dolmuştu dedemin, adeta yaşıyordu o günleri. Sanki o da içini dökmeye susamıştı dillendirirken bu destansı hikayeyi. Başka soru sormak, onu üzmek istemiyordum ama o kendini tutamıyordu, anlatmaya devam etti.

- Bir arabaya yüklediler cesedi. Kilisede kısa bir tören yapıldıktan sonra birkaç kişiyle birlikte mezarlığa kadar sevdiğine eşlik etti "Aptaliko". Bir kez daha yalnız kalmıştı. Üstelik bu kez daha kötüydü durum. Komşuları hiç yüzüne bakmaz oldu. Hatta Nikos'un ölümüne sevindiler bile. Senin anneannen de oh olsun diyenlerdendi. "Hadi Müslüman olsa neyse, utanmadın mı o gavurla düşüp kalkmaya" diye yüzüne karşı çıkışmıştı bir keresinde. Yemeden içmeden kesildi "Aptaliko". Kemanını alıp dağlara vurdu kendini. Elini tutan hiç kimse olmadı ne Türklerden ne de Rumlardan. Ama eğlenceye gelince yine çağırıyorlardı onu kemanıyla. Sonra birden tuhaf bir şekilde gülmeye, neşelenmeye başladı. Herkes artık acılarını unuttu diye düşünürken onun aklını kaçırdığı kimsenin aklına gelmedi. Her önüne geleni Nikos sanıp adanın Rum gençleriyle birlikte olmaya başladı. Yunan askeri adaya geldiğinde biz Türklerin orada yaşama imkanımız kalmamıştı. Bizi Türkiye'ye götürmek için gemilerin biri geliyor biri gidiyordu. Her gemi geldiğinde rıhtımda "Aptaliko" elinde kemanı olduğu halde beklerdi. O zamanlar canını kurtarmanın derdine düşmüştü herkes. Ne yanına çağıran vardı onu, ne de o adadan çıkmak istiyordu.

- Adadan ayrılmadı mı hiç?

- Bildiğim kadarıyla hep orada kaldı. Ama ben ona daima saygı duydum. Kemanıyla çaldığı "aptaliko" nun ezgileri kulağımdan çıkmıyordu. İzmir'e geldiğimizde ilk kez Atatürk Lisesi'nin halk müziği koluna çaldırdım bu parçayı. Onlar da "Kordon Zeybeği" diye repertuarlarına aldılar. Sonra çok meşhur oldu tabii. Hala bir yerlerde Kordon Zeybeği çalındığını duysam hep Zehra'yı yani bizim "Aptaliko" yu hatırlarım. 

Tesadüfün bu kadarı olurdu. Kulaklarıma inanamadım. Çay bahçesinde Kordon Zeybeği çalıyordu. 


    

1 Aralık 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 67


Sevgili DeepTone tarafından yürütülen Ağaç Ev Sohbetleri'nin 67. Hafta konusu sevgili Makbule Abalı' dan. Geçen haftanın konusu gibi bu haftanın konusu da çok güzel. Arkadaşımıza katkısından dolayı teşekkür ediyorum. İşte haftanın konusu:

TOPLUMDA GÜVEN DUYGUMUZU KAYBETMENİN NEDENLERİ... 

İnsan ilişkilerinde aranılan en önemli ve kapsayıcı özellik kişilerin birbirine güvenmesidir. Aksi durumda sağlıklı bir ilişki tesis edilemez. Güven duygusu, endişe, şüphe ve tereddüt hissetmeksizin karşımızdakine teslim olmak ve ona kayıtsız şartsız inanmak şeklinde ifade edilebilir. Güven duyduğumuz kişiye duygu ve düşüncelerimizi tüm açıklığıyla sunar, her şeyimizi paylaşırız. Güvenin olduğu yerde dürüstlük, samimiyet ve katıksız bir inanç vardır.

Şimdi, işin teorisine girmeksizin, somut bazı örnekler vererek şahsi görüşlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Evet, toplum geneline yansıdığı gibi ben de başkalarına karşı güven duygumu ciddi oranda kaybetmiş durumdayım. En başta devletime güvenmiyorum, toplumun bütün kesimlerine, arkadaş çevreme, ilişkide bulunduğum kurum ve şahıslara tam manasıyla güvenmiyorum. Toplumda oluşan bu güvensizlik ortamında başkalarının da bana güven duymamasını son derece doğal karşılamama rağmen böyle bir ortam yine de canımı yakıyor. Peki güven duygumun böylesine kaybolmasına yol açan nedenler neler? Maddeler halinde ifade etmeye çalışayım:

1. Adaletin olmadığı bir toplumda yaşıyoruz.

Başta siyasetle uğraşan ve devleti yöneten kişilere güven duymuyorum. Çünkü anayasa ve kanunlar iktidar sahiplerinin, güçlü olanın ya da birilerine rüşvet verenin lehine eğilip bükülüyor. Hani yargı reformu falan diyorlar ya, bütün bu sözlerin toplumda adaletin tecelli etmesinde zerre kadar fayda sağlayabileceğine asla inanmıyorum. Çünkü sözde demokrasi dediğimiz sistem, güvenebileceğimiz kişilerin yönetime gelmesine engel. Siyasiler halkı düşünmek yerine tamamen kendi çıkarlarını düşünüyorlar. Daha da önemlisi görevini ve makamını kötüye kullanmalarından ötürü herhangi bir bedel ödemiyorlar. Yapılan haksızlıklar yapanın yanına kar kalıyor. Diğer taraftan adaletin terazisi doğruyu göstermediği için her türlü ilişkilerinde mağdur ediliyor insanlar çoğu zaman. Yargı bağımsız değil, hakkınız olanı alamıyorsunuz, haklı olduğunuz davalarda haksız çıkıyorsunuz, ya da büyük mücadelelerden sonra ve gecikmeli olarak adalet yerini buluyor ama atı alan Üsküdar'ı çoktan geçmiş oluyor. Bu nedenle hiç kimseye, hiçbir kuruma kayıtsız şartsız güven duymam mümkün değil. 

2. Çevrenin neden olduğu olumsuz insan davranışlarına karşı güven duygumuz azalıyor. 

İlk bakışta doğuştan geldiğine inandığımız mizaç özelliklerimiz aslında çevre koşullarının ürünü. Mevcut kaynaklar incelendiğinde bazı insanların kötü doğduğuna yani kötülüğü genlerinde taşıdığına dair herhangi net bir bilgi mevcut değil. Tam aksine insan doğduğunda "Tabula Rasa" yani yoğrulmamış bir hamur. Çevre onu yoğurup şekillendirmekte. Özellikle yerleşik düzene geçtikten sonra mülkiyetin değer kazanması insan neslinin bazı kötü özellikler kazanmasına neden olmuş. 

Tolumda bencilliğin (egoizm) hayatta kalabilmenin koşulu olduğu algısı oluşmuş durumda. Doğal olarak ilk olarak kendimizi ve daha sonra ailemizin çıkarını düşünüyoruz. Yakın zamanda okuduğum bir blog yazısında eğer on bin kişinin kurtulması için bir kişinin feda edilmesi gerekiyorsa hepimizin o bir kişiyi ölüme göndermeye rıza göstereceğinden bahsediliyordu. Fakat o kişi ailemizden biri olduğunda durum tamamen değişiyor. Yani çıkarımız söz konusu ise tarafsız kalmak oldukça zor. Günümüz şartlarında kişisel menfaatlerimiz her zaman öncelikli olduğundan haklarımızı korumak için her yola başvurmak zorunda kalıyoruz. Herkesin bu doğrultuda davrandığını hesaba katınca başkalarına olan güven duygumuz zedeleniyor.

Kıskançlık, yüzüne gülme, arkadan laf etme gibi insanların kötü özellikleri, güvenimizi sarsmakta etkili davranış biçimleri. Arkadaşımıza ya da bir yakınımıza güvenip sırrımızı paylaştığımızda, onun gidip güvenimizi suiistimal etmesi bizi zor durumda bırakır.  Toplumda güvensizlik doğuran bu tür özelliklere yalancılık, dolandırıcılık, sahtekarlık, çıkarcılık gibi birçok neden ekleyebiliriz. Bukowski'nin dediği gibi "Güvensiz kalplerimizi karaktersiz insanlara borçluyuz."

3. Kendimize olan güven duygusunu kaybediyoruz. 

Çevremize karşı güven duygumuzu yitirmek bizi ister istemez yalnızlığa mahkum etmekte. Yaşamım boyunca topluma olan güven duygusunun günden güne eridiğini düşünüyorum. Eski komşuluk ilişkileri artık yok. Esnaf sözünde durmuyor, işini doğru yapmıyor, kalitesiz malzeme kullanıyor. Pazardaki köylü bile tereyağına hile karıştırıyor. Manav müşteriyi yanıltmak için sebzenin, meyvenin iyisini tezgahın en üstüne koyup el çabukluğu ile poşete çürük çarık olanları sokuşturuyor. Marketlerde yeni gelen malzeme rafın en arkalarına saklanıyor. Aldanmamak için büyük çaba sarf etmek zorunda kalıyoruz. Her ne kadar artık insanlara güvenmiyorum desem de çoğu kez ister istemez güvenmek zorunda kalıyoruz. Bu durum geriyor bizi. Aldandığımız zaman kızıyoruz kendimize. Güvenmekle hata ettim diyerek huzursuz oluyoruz. Başkasının hatasının bedelini ödemek zorunda kalıyoruz.  Ender de olsa güvenebileceğimiz kişileri aramaya devam ediyoruz ama içimizdeki şüpheyi asla yok edemiyoruz. Bu durum kendimize karşı saygı ve güven duygumuzu kaybetmemize yol açıyor, mutsuz oluyoruz. 

Dost sohbetleri zevk vermiyor. İnsanlar sosyal medya üzerinde kendilerini bambaşka kişiler olarak gösteriyorlar. Bütün ilişkiler paylaşmak, yardımlaşmak üzerine değil karşılıklı çıkara dayanıyor. Çıkar çatışmaları en sıkı dostluklarda birbirimize olan güveni sarsıyor. Sahte dostluklarla kendimizi aldatıyoruz. 

Ne yazık ki karamsar bir tablo çizdim. Toplumda güven duygumuzu kaybedince daha dikkatli davranıyoruz. Arkadaş ve dost seçerken daha dikkatli, daha seçici oluyoruz. Bir bakıma yaşama ayak uydurmaya çalışıyoruz. Ayakta kalmamızın tek yolu bu. Diğer taraftan güvenmediğimiz yönetime karşı son derece aciz kalıyoruz.  

28 Kasım 2020 Cumartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 66


Sevgili DeepTone'un organize ettiği Ağaç Ev Sohbetleri'nin 66. Haftasında Adadeniz, muhteşem bir konu başlığı önermiş. Ne yazık ki bazı işlerimden dolayı sohbete katılmayı ilk kez bu kadar geciktirdim. Tartışma konusu şöyle:

"Ev, arsa, koltuk, dolap vs. malın-mülkün sahibi miyiz, yoksa kölesi mi?"

İlk bakışta malın-mülkün kölesi olduğumuzu düşündüm. Sahip olmak insanı ne ölçüde mutlu ya da mutsuz edebilir? Bu konunun anahtar sözcükleri mutlu ve huzurlu olmak sanırım. Her insanın kendini mutlu hissedeceği durumlar birbirinden farklı olmakla beraber sahip olmak konusunda ölçünün kaçırılmadığı sürece kölelikten kurtulabileceğimizi düşünenlerdenim. Sahip olmanın kıskançlık, egoizm, nefret gibi bazı olumsuz duyguları harekete geçireceği dikkate alındığında olumsuz etkileri var elbette. Burada mal-mülk sahibi olmanın insanı nasıl köleleştirdiği konusunda sayfalarca yazabilirdim. Ancak blog platformu ve özellikle Ağaç Ev Sohbetleri benim için özgürce kendi fikirlerimi paylaştığım bir ortam. Bu yüzden en başta kendime karşı dürüst davranarak gerçek düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. 

Mülk ya da para sahibi olmak belli ölçüde bir zorunluluk ancak ölçüyü kaçırdığımızda sahip olduklarımızın kölesi durumuna gelmekle kalmayıp çevremizden gelecek her türlü düşmanlık ve kötülüğe de kucak açmış olmaktayız. Ben kendi açımdan ölçülü davranmaya çalışıyorum. Buradaki ölçü, yaşamım boyunca kimseye muhtaç duruma düşmeden halen sahip olduğum refah düzeyini korumamdır. Bugünkü dünya düzeninde aşırı derecede mülk ve para sahibi olmak güç, bunlara hiç sahip olmamak ise güçsüzlüktür. Bence her ikisi de mutsuzluk kaynağı. Eğer biri çıkıp bana yaşamımı idame ettirecek bir geliri garanti etse hiçbir mülke gereksinim duymam. Nedir ihtiyacım olan? Moda ve lükse girmeyen şeyler. Yani oturacak bir evim olsun, öyle villaya falan özenmem. Şöyle derli toplu net 140 m2 bir ev yeter bana. Fakat evimin bulunduğu semt önemli. Çevremde yaşayan insanlar görgülü, eğitimli ve saygılı kişiler olmalı. Evimde fazla eşya olsun istemem. Ancak evlilikte sadece benim borum ötmüyor elbette. Uzun süren evliliklerde zamanında ihtiyaç hissedip aldığınız bir sürü eşya işlevini yitirdikten sonra kıyılıp atılmıyor maalesef. Özellikle hanımlar her şeyin elinin altında olmasını istiyorlar. Para verip aldığınız şeyleri atmaya kıyamıyor insan. Kişisel harcamalarım oldukça az. Altımda SUV aracım var. Bahçe işlerinde, restoranımızı işletirken, yaylanın dik ve virajlı yollarında ona ihtiyacımız vardı. Şimdi BMW ya da Mercedes'te asla gözüm yok. Ayağımızı yerden kesecek bir binek arabayla değiştirmeyi düşünüyorum. Çünkü yakıt ve yedek parça masrafları beni köleleştiriyor. Pandemi sonrasında yılda bir kez yurt dışı seyahat etmek isterim. Ayda bir ya da bazen iki kez dışarıda yemek yemek, kültürel faaliyetleri izlemek, yazın on beş gün ya da bir ay değişik yerlerde yaz tatilini geçirmek ve ihtiyacım kadar yemek yiyip, giyinip kuşanmak, sağlık harcamaları dışında bir gereksinimim yok. Bunlara evin elektrik, su ve ısınma, temizlik, gibi rutin ihtiyaçlarını da eklersem sanırım tamam olur. Yine de sahip olduklarımla ülkede ortalama bir vatandaşın üzerinde kabul ediyorum kendimi. İster gelir getiren mülk, ister herhangi maddi bir gelir benim bu ihtiyaçlarımı karşılıyorsa kendimi köleleşmiş görmüyorum. 

Bütün bunların yanı sıra bir de çocukların gelecek yaşamını kolaylaştıracak bir şeyler yapmak lazım belki. Özellikle eşim bu konuda benden çok daha hassas. Bazen ona hak vermiyor değilim. Çünkü bu çocuklar bizim isteğimizle dünyaya geldiler. Çocuklar anne va babalarına karşı aynı sorumluluğu taşımazlar ama bizlerin onlara olan sorumluluğumuzun ölene kadar devam edeceğini düşünüyorum. Hayatın ne getirip ne götüreceği bilinmez. 

Sahip olmak konusunda ölçünün dışına taşmak huzursuz eder. Pazar alışverişinden bile çoğu zaman rahatsız olurum. Bu yüzden pahalı olduğunu bildiğim halde manavı tercih ederim. Çünkü günlük yemek için üç adet domates alacağına pazardan üç beş kilo domates alıp ondan sonra bunu tüketmek için çırpınmanın alemi yok. Reklamı yapılan şeylerden, hediye almak ya da hediye alınması fikrinden hoşlanmam. Evimizde ihtiyacımız olmayan o kadar çok hediye edilmiş eşya var ki. Elbette biz de kalkıp başkalarına karşılığını yapmışızdır. Onlar da kim bilir hangi evlerin bir köşesinde atılı. Modayla hiçbir alakam yok. Başkasında olanı asla kıskanmam, halimden memnunum. Çok fazla mal-mülkün ya da paranın huzur getirmeyeceğini, mutlu etmeyeceğini biliyorum. Çünkü hırs, belli bir süre sonra insana zarar vermeye başlar. İstek ve arzuların sınırı yok. Ve bizim sınırsıza ulaşma imkanımız da yok. Sonuç olarak ne ele güne muhtaç olacak kadar maldan mülkten yoksun olalım, ne de bizi yoldan çıkaracak ve kendimizi köleleştirecek kadar malımız ve mülkümüz olsun.         

22 Kasım 2020 Pazar

THE ANIMATE AND THE INANIMATE - ENTROPİ


Sahip olmak fikri ya da duygusu insanda ilk ne zaman oluştu? 300.000 yıl öncesine kadar uzanan Homo Sapiens tarihinde en başından beri böyle bir duygu var mıydı? Avcı göçebe halimizden çıkıp mülkiyet kavramının doğduğu yerleşik tarım düzenine geçtikten sonra mı ortaya çıktı bir şeylere sahip olmak? Diğer canlılarda ne ölçüde var bu özellik? Erich Fromm, "Sahip Olmak ya da Olmak" isimli kitabında "İnsanlığın kurtulabilmesi için ilk ve tek şart, "sahip olmak" ilkesinden "olmak" ilkesine geçmektir" diyor. "Olmak" eksenli yaşadığında aktifleşen varlık, "sahip olmak" eksenli yaşadığında tüm yaşamını pasifleştirmiyor mu? Çiçeği dalından koparıp ona sahip olmak mı mutlu eder bizi, yoksa dalında güzelliğini seyredip onu koklamak mı? Her şeyin sahibi olabilir miyiz? Her hangi bir varlık buna sahip olabilir mi? Daha ötesi, varoluşun sırrını çözen bir anahtar gibi görünüyor aynı zamanda bu "sahip olmak ya da olmak" ikilemi. Sahip olmak belki de olmamaktır. O zaman William Shakespeare'in karakteri Hamlet'in kafatasına bakarken söylediği "Olmak ya da olmamak" aynı kapıya çıkmıyor mu?

Termodinamiğin ikinci yasası "entropi" nin mevcut evrenimizde her şeyi açıkladığına kanaat getirdiğimiz bir gerçek. Entropinin felsefe ve diğer sosyal bilimleri ilgilendiren ilişkileri konusunda yazacağımı fakat teknik yönüne pek değinmeyeceğimi ifade etmiştim. Ancak daha önce kaleme aldığım "entropi" konulu yazımda bana ilham kaynağı olan ve dünyanın en zeki insanı kabul edilen William James Sidis'in 1920 yılında (henüz yirmi iki yaşında) yazdığı "The Animate and the Inanimate" kitabını okuduktan sonra bu yazıyı yazmaktan kendimi alamadım. Adını "Canlı ve Cansız" olarak dilimize çevirebileceğimiz kitapta evren (the universe) ve ters evren (the reverse universe) kuramları açıklanırken canlı ve cansız tanımları tartışmaya açılıyor. Hayatın anlamı ne sorusuna cevap aradığımız bu dönemde Sidis'in yüz yıl önce düşündükleri ve yazıya döktükleri son derece sarsıcı.  Termodinamiğin ikinci yasasını bilmeden kitabı anlayabilmek hayli zor. Fakat "entropi" gerçeğini öğrendikten sonra her bölümü büyük bir merak ve ilgiyle okurken anlamadığım kısımların umduğumun çok altında kaldığını söyleyebilirim. Aslında kitabın çevirisini yapmayı düşündüm fakat konuyla ilgisi olmayanlara biraz ağır geleceğini dikkate alarak vazgeçtim. Şüphesiz yazarın değindiği konular her ne kadar bilimsel temele dayandırılsa da hepsi deneysel ya da gözlemsel sonuçlar değil. Zaten bütün bu konular bazen teorinin ötesinde hipotez olarak işlenip okurun değerlendirmesine sunulmuş. 

Birkaç konudan bahsedecek olursam; Kitapta en çok "ters evren" üzerine kafa yoruluyor. Yazar, ters evrende, mevcut evrenimizde var olan her şeyin aksinin hüküm sürdüğünü iddia ediyor. Bunu şu anki algımızla değerlendirmek oldukça zor elbette. Fakat daha önceki entropi başlıklı yazımda değindiğim üzere kainatın toplam enerjisi değişmezken birbirine dönüştüğünde bir miktar enerji evrene dağılıyordu. Sidis, elimizden kaçan bu enerji için entropi sözcüğü yerine, buna "yedek enerji" diyor. Halen içinde yaşamakta olduğumuz evren (pozitif evren) enerji yaymakta ve yayılan bu enerji bir miktar fire verip birbirine dönüşebiliyor. Bu firelerin milyarlarca yıl birikmesi sonucunda canlı cansız varlıklar (madde, enerji) maksimum entropiye ulaşıyor, yani artık enerji yoksunu bir hal alıyor. Ters evrende ise durum tam tersine işliyor. Ters evren bir bakıma şu an içinde bulunduğumuz evrenin en son halini andırıyor. Yedek enerji, yani entropi had safhaya ulaşmış hale geliyor. Bu negatif evrende başlangıçta her taraf karanlık, ölü, madde ve enerji sıfır. Bu evrende maddelerin enerji yayma imkanları yok, toplanan yedek enerjiden emmeye yani maksimum entropilerini kullanmaya başlıyorlar. Yeni bir evren doğuyor bilinenin tersine çalışan. Burada bütün maddeler endotermik yani, etkileşim halinde ısı yaymayan tam aksine ısıya ihtiyacı olan (enerji yutan) cinsten. Mevcut evrenimizde de buzun erimesi gibi bu tür reaksiyonlar var ancak güneşin ekzotermik (ısı yayan) enerjisinin yanında minimal düzeyde kalıyor. Daha fazla kafaları karıştırmadan somut bazı örneklerle olayı gözümüzde canlandırmaya çalışalım:

Yaşadığımız evrende mevcut yer çekimi sayesinde merdivenin üzerindeki topa ufak bir kuvvet uyguladığınızda top merdiven basamaklarında zıplayarak alt kata iner. Ters evrende yer çekimi mevcut olmadığından topun hareketi merdivenin alt basamağından aldığı ısı enerjisi vasıtasıyla basamaklardan yukarı doğru çıkma yönünde olacaktır. Nehirlerin akışı denize doğru değil, adeta denizdeki tuzdan kaçarcasına kaynağına ulaşıp, oradan pınara, yağmur damlalarına ve nihayet su molekülüne, hidrojen ve oksijen atomlarına doğru bir seyir izlemekte. Bu olaylarda en önemli unsurlardan biri de zaman. Zaman da tersine işliyor ters evrende. Yani gelecek geçmiş, geçmiş ise gelecek oluyor. Mevcut evrende biz ve bütün varlıklar geçmişi hatırlarken gelecek hakkında kesin bir fikirleri yok. Oysa ters evrende bilinen şey gelecek, bilinmeyen ise geçmiş! 

Ayrıca evrenin şekline dair varsayımlarda bulunuyor yazar. Ona göre etrafında tuğlaya benzer ters evrenler döşenmiş oval şeklinde bir geometriye sahip evrenimiz. Benzer şekilde çevresi ters evrenlerle örülü sonsuz sayıda evren var. Her birinin başlangıcı ve sonu mevcut. Ancak ne zaman başladığı ne zaman sona ereceğine dair bir şey söz konusu değil. Bu düzen her zaman vardı ve daima olacaktır. Yani uzay dediğimiz, içinde evrenleri barındıran sistemin en başı ve en sonu diye bir şey yok, biteviye bir döngü sadece. Şaşırtıcı değil mi? Tanrı denilen şey bu mu yoksa? Sonsuz uzayın sonsuz döngüsü... 

Mevcut evrene pozitif, ters evrene negatif sıfatını yükleyen yazar her iki evrenin birbirine dönüşmeye meyilli olduğunu ifade ederken zaman boyutu içinde bu dönüşümü sinüzoidal bir grafikle sembolleştiriyor. Grafiğin tepe noktaları evrenin oluşumu yani, entropinin minimum olduğu büyük patlamanın (big bang) meydana geldiği evre, grafiğin çukur noktaları ise evrenin sonu yani entropinin maksimum olduğu ölüm anları. Büyük patlamadan sonra yeniden evrenin oluşumu... Evrenimizde gözlenebilen 18.000.000 yıldız var deniyor, toplam yıldız sayısı ise bunun on katı civarında. Her yıl en az bir kez bir galaksinin doğuşuna ve bir başkasının ölümüne şahit oluyoruz. Biz bütün enerjimizi Samanyolu Galaksisinin bir yıldızı olan güneşten alıyoruz. Evrenimizin yok oluşu güneş gibi 180 milyar yıldız sisteminin enerjisini tüketmesi anlamına geliyor. İnsanın hafızası almıyor. Sidis, "yaşam teorisi" bölümünde canlı ve cansız tanımlarında yapılan hataları dile getirirken, ters evrende de yaşamın olabileceğini ancak bunun bilinenden çok farklı özellikler taşıyacağını savunuyor ve bu konudaki düşüncelerini kitabın "yalancı yaşam organizmaları" (pseudo living organisms) bölümünde açıklıyor. 

Neyse uzun hikaye. Benim burada kafama takılan tek soru kaldı ki, bunu yazımın başında belirttim. Tesadüfler bir yana başı sonu olmayan böyle bir düzenin sahibi yok mu? Yoksa sahip olma duygusu sadece biz insanların yarattığı bir şey mi? Belki de kainatın sahibi diye de bir şey hiç yok. Her şey baştan beri vardı ve sonuna kadar olacak. Sonsuzdan gelip sonsuza gideceğiz, bu paradoks mevcut algımız ve aklımızla bizi tam olarak tatmin ediyor mu, hayır! 

18 Kasım 2020 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 65


Ağaç Ev Sohbetlerine yeni bir arkadaş şeref vermiş, bu haftanın konusunu öneren Kırmızı Ruh. Sevgili DeepTone tarafından organize edilen bu sohbet platformunda yeni arkadaşları görmek sevindirici. İşte haftanın konusu:

İnternet Arkadaşlıkları & Dostlukları

İnternet üzerinde farklı platformlarda ve değişik amaçlarla arkadaş arayan çok fazla sayıda insan olduğunu biliyorum. Normal (başka bir sıfat bulmakta zorlandım) arkadaş yerine internet ortamında sanal arkadaşlık tesis etmeyi niye tercih eder bir insan? Bu soruyu zaman zaman kendime de sorarım. İnsanlar kendilerini daha özgür mü hissediyorlar bu ortamda? Sanal ortamda arkadaşlık, dostluk kurmak, toplumdan bir kaçış, sosyo-psikolojik bir sorun mu?
 
Elbette burada sanal arkadaşlık ve dostluklar üzerine psikolojik ve sosyolojik bir değerlendirme yapacak değilim. Bu konuyu işin uzmanlarına bırakmakta yarar var. Ben konuyu kendi açımdan ele alıp düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Internet üzerinden yapılan sohbet ve yazışmaların insanın ihtiyacı olan bir boşluğu doldurduğuna inanıyorum. Diğer taraftan bu ortam her türlü kötü niyetli kişilere de açık bir yer. Bu nedenle tedbirli olmak gerekir. Eskiden mektup arkadaşlıkları vardı, yurt içinden ve yurt dışından insanlar uzak mesafelerden birbirine dokunmaya çalışırdı. Şimdi mektuplaşmak tarihe karıştığı için internet sohbetleri ve mesajları ile kurulan dostluk ve arkadaşlıklar gündemde. Bu tür arkadaşlıklarda herkesin beklentisi farklı olabilir. Benim beklentim farklı düşüncelere de sahip olsak seviyeli, saygılı, dürüst, ortak ilgi alanlarımın olduğu insanları tanımak, onların fikirlerinden faydalanmak ve düşüncelerimi paylaşmak. Bu bir beklenti de değil aslında. Gider o vasıftaki kişileri bulurum, onlar da beni bulur. Bazen çok güzel öyküler okurum kalemlerinden. Bazen yazılarında daha önce hiç duymadığım bir kelime, bir sanatçı ya da bir eser geçer. Hemen araştırır bilgi eksikliğimi tamamlarım. 

Yukarıda bahsettiğim çerçevede internet üzerinde arkadaşlık ve dostluk kurduğum tek platformun blog olduğunu söyleyebilirim. Çünkü bana sanal bir dünyanın ötesinde bir duygu veriyor buradaki dostluk. Bir facebook ya da Instagram gibi değil. Çünkü burada kendimizi ifade etmek için ya da karşımızdakini anlayabilmek için daha çok emek veriyoruz. Burada like'lar, gülen suratlar, başkasının sözlerini laf olsun diye birbirine göndermek yok. Bazen birbirimizin gönül tellerine dokunuyoruz. Örneğin tesadüfen rastladığım bir blog arkadaşımızın ilk kez okuduğum yazısında anlattığı gerçek bir hayat öyküsü beni inanılmaz ölçüde etkilemişti. Aynı yazıyı göz yaşları içinde okudum defalarca. Eşime okudum, çevremde sevdiğim insanlara okudum. Yok, aslında okuyamadım desem daha doğru. Her okuma girişimimde gözlerim doldu, tıkandım, tamamlayamadım. Bilmiyorum nedenini gerçekten. Eminim ki onunkinden çok daha dramatik öyküler var hayatta. Belki benim aşırı duygusal bir yapım. Belki de onun yazıyı kaleme alış şekli. Bu bence gerçek bir dostluğun başlangıcı oldu. Yazısını görünce ya da yazıma bir yorum yapınca mutlu oluyorum. Yorumlarda uzun uzun tartışıyoruz. Fikirlerimizin örtüşmediği durumlarda bile saygılı bir şekilde birbirimize düşüncelerimizi aktarabiliyoruz. Bu şekilde iletişim kurduğum diğer bazı arkadaşlar var. Bazen düşünürüm; acaba sıcak ilişki kurduğumuz bu arkadaşlarla tanışsak ilişkimiz aynı şekilde olur mu diye? Yoksa büyü bozulur mu? Açıkçası bilmiyorum. 

Özetle internet arkadaşlığı ve dostluğu deyince benim aklıma blog arkadaşlığından başka bir şey gelmiyor. Bugüne kadar arkadaşım olsun ya da olmasın blogumda hiçbir saygısız yorumla karşılaşmadım. Ve kim ne derse desin en azından yazışma yaptıklarım arasında blog arkadaşlık ve dostluğunu gerçek hayattaki arkadaşlarımdan üstün görüyorum. 

17 Kasım 2020 Salı

ENTROPİ - CENNETİN SICAKLIĞI

Üniversitede makine mühendisliği bölümünde verilen termodinamik dersinin bizden niye esirgendiğini anlamış değildim o yıllar. Mesela benden önceki döneme kadar bizim bölüm öğrencilere verilen inorganik kimya yerine onu verebilirlerdi. 

Termodinamik, başta ısı olmak üzere, enerjiyi ve enerji şekilleri arasındaki ilişkiyi inceleyen ve bana göre en temel bir bilim dalı. Nereden aklıma geldi şimdi bu derseniz, size ilginç bir kişiyi tanıştırmakla başlayayım: William James Sidis (1898-1944). Eminim ki, çoğunuz benim gibi bu kişinin adını ilk kez duymuşsunuzdur. Yahudi bir ailenin olağan üstü zekaya sahip çocuğu. 18 aylıkken The Newyork Times okuyan, sekiz yaşına geldiğinde ise yedi dili ileri düzeyde konuşup yazabilen bir dahi. Sekiz yaşında Harvard Üniversitesinin sınavlarının kazanmasına rağmen duygusal zekası yeterli görülmeyen ve on bir yaşında girdiği aynı okulda öğrenciyken profesörlere dört boyutlu cisimler üzerine konferans veren, IQ seviyesinin 250-300 arasında olduğu söylenen dünyanın gelmiş geçmiş en zeki insanı. İlk kez 1920 yılında yayımlanan, o zamanlar henüz bilinmeyen kara delik, entropi ve yaşamın kökenini termodinamik bağlamda ele aldığı The Animate and Inanimate isimli kitapla dünya kamuoyunun dikkatin çekmiş Sidis'in, ölmeden önce kırk dil bildiği söylenmekte. Hayatının ileriki dönemleri ne yazık ki hazin bir şekilde devam ediyor ve tarihin sayfaları arasında kayboluyor. İnternette sıklıkla yaptığım surf eylemim sırasında tanıma fırsatını yakaladığım William James Sidis'in üzerinde durduğu "entropi" sözcük olarak duyduğum fakat anlamını bilmediğim bir şeydi. Kısa bir zaman önce takibe aldığım İlker Canikligil'in "Flue TV" sinde Fizik Profesörü Erkcan Özcan'ın tatlı sohbetinin konusunu entropiye ayırması da benim için inanılmaz bir tesadüf oldu. Meraklıysanız buradan izlemenizi öneririm.

Şimdi işin fazla tekniğine girmemeye çalışarak kafamdaki bazı soruları aydınlığa kavuşturan bazılarını da kafamın içine gömen Termodinamiğin ikinci yasası olarak geçen entropi konusuna değinmek istiyorum. İlk önce canlı ya da cansız her nesnenin ve dolayısıyla kainatın enerjiden başka bir şey olmadığını kavramakta zorluk çektiğimi itiraf etmeliyim. Aynı "zaman" gibi... Ancak bilim, bize enerjinin, canlı cansız her türlü varlığı, yıldızları, gezegenleri besleyen, bizi yürüten, düşündüren bir güç olduğunu söylüyor. Yani bu işler hesap kitap işi. Bilimin ortaya koyduğu bazı yasalar var. Ve bunlar yeni bir yasa ile çürütülmediği sürece doğruluğuna inanırım. Termodinamiğin yasaları sadece fizik konusuna değil bütün bilim dallarına, felsefeye, sosyolojiye, psikolojiye, biyolojiye ve hatta teolojiye el atmış ve sahiplenilmiş durumda. Beni en çok etkileyen yönü de bu oldu zaten. Önce termodinamiğin birinci yasasına bir göz atalım:

BİRİNCİ YASA: Doğada her şey sıcak ve soğuk arasındaki enerji alışverişiyle hareket eder. Isı her zaman sıcaktan soğuğa doğru hareket eder. Bu sayede bir iş ortaya çıkar. Bu yasa "enerjinin korunumu" olarak bilinir. Enerji yoktan var edilemez ve vardan yok edilemez, sadece bir şekilden diğerine dönüşür. Bütün evrenin toplam enerjisi sabittir, değişmez. Fransız kimyacısı A.L. de Lavoisier'in "maddenin korunumu kanunu" ile birbirini doğrulayan bir yasa. Tanrının her şeyi, kainatı yoktan var etmesi iddiasıyla ters düşen bu yasa bilimle dinin en bariz şekilde ters düştüğü bir konu. Bugün her maddenin enerji miktarı Einstein'ın E=mc2 formülüyle hesaplanmakta. Neyse, esas konumuz olan termodinamiğin ikinci yasasına dönelim:

İKİNCİ YASA: Bir ısı kaynağından ısı çekip buna eşit miktarda iş yapan ve başka hiçbir sonucu olmayan bir döngü elde etmek imkansızdır. Kitaplığınızdan devrilen bir kitabı düzeltmek için devrilirken harcanan enerjiden daha fazla bir enerjiye ihtiyaç vardır. Buradaki potansiyel enerjinin bir kısmı ısıya dönüşmüştür ve geri getirilemez. Diğer enerji değişimlerinde, örneğin kömürle çalışan buhar makinelerindeki olduğu gibi, meydana gelen ısı enerjisi, mekanik, yani treni hareket ettirecek enerjiye dönüşürken bir kısım enerji kayboluyor. İşte bu kaybolan enerji miktarlarının adıdır entropi. Bir diş macunu tüpünde ne kadar sıkarsanız sıkın içinde kullanamadığınız miktara benzer. Aslında enerji dönüşümlerimde yitirilen bir enerji söz etmek doğru değil. Entropi dediğimiz söz konusu enerji parçası düzensiz, kararsız bir şekilde evrene yayılmakta.

Her sistemin bozulma yönünde bir eğilimi, entropisinde sürekli bir artış var. Bu düzensizlik ve kararsızlık ise evrende kaosu doğurmakta. Burada zaman faktörü devreye giriyor. Zamanı doğrusal kabul edersek, ilerleyen zaman içinde entropi her zaman artmaya, çoğalmaya meyillidir ve bu durum geri döndürülemez bir işlemdir. Dünyanın ve kainatın sonu da bu gittikçe artan entropiyle, yani kararsız ve düzensiz kayıp enerjiyle, bir nevi kaosla gelecektir. Bu durum dini söylemde kıyamet olarak açıklanabilir belki. Isının sıcaktan soğuğa doğru aktığını yukarıda ifade etmiştim. Dolayısıyla evrenin sonu senaryolarından biri kabul edilen, yaşam ve evrenin devinimi için gerekli olan hiçbir ham maddenin kalmadığı ve en sonunda maksimum entropinin  dağıldığı "büyük donma" durumu ortaya çıkar. 

Çevremizdeki istisnasız her şey bir etkiyle ısı kaybediyor, enerjisi azalıyor fakat kaybedilen bu enerji diğer bir sistemin enerji kaynağı oluyor. Termodinamiğin ikinci yasası olan entropiyi canlı cansız her varlığa uygulayabiliriz. Fakat benim burada esas değinmek istediğim "insan". Kainatın bir parçası olan insan da bu yasaya boyun eğiyor elbette. Bir nesnede entropinin maksimum düzeye yaklaştığı an, "yok oluş" olarak açıklanmakta. İnsan için bu durum ölümü çağrıştırıyor. Yok oluş aslında doğru bir tanım değil, başka bir enerji kaynağına dönüşüyoruz. Zaman ve entropinin birbirine paralel ve nesneye özel bir hızı var bir bakıma. Yaşlandıkça entropimiz artmakta. Garip bir şekilde entropi yani düzensizlik, bozulma, adına ne derseniz deyin, aynı zamanda bizi besleyen ve yaşamımızı idame eden bir şey. Örneğin denizdeki balık balıkçının ağına takılmadan önce kanlı canlı bir enerji kaynağı idi. Masamıza geldiğinde artık yaşamıyor, entropisi maksimuma yaklaşmış. Ve sonunda gıdamız olmuş, bize yeni bir enerji kaynağı olmuş. Ağaçta olgunlaşan elma dalında çürüyüp yere düşüyor, tohumlarından yeni bir fidan meydana çıkıyor. Görüldüğü gibi devam eden bir dönüşüm söz konusu.

Zamanı durduramadığımız için entropiyi sıfırlamamız mümkün görünmüyor. O nedenle yaşlanıyoruz. Aslında entropi üzerinde fen bilimlerinin yanı sıra sosyolojik, psikolojik, felsefe ve teoloji boyutunda uzun uzun tartışmak mümkün. Ve benim bu konuda sanırım son yazım olmayacak. Zira evreni tanımak ve insanı anlayabilmek konusunda birçok şeye anlam kazandırıyor entropi. Mesela entropiyi sıfırlamak mümkün görünmüyor dedim. Fakat bazılarına göre sıfır entropinin olduğu bir yer var. Neresi mi? Cennet! Entropi sıfır olduğunda zaman ilerleme kaydetmiyor, yani duruyor. Peki zamanı durdurmak mümkün mü? O zaman buyurun termodinamik 'in üçüncü yasasına:

ÜÇÜNCÜ YASA: Mükemmel kristallenmiş bütün maddelerin doğal ortamda ve mutlak sıcaklıktaki (0 Kelvin = eksi 273,15 derece) entropileri sıfırdır. Yani bir bakıma zamanın durduğu bir sıcaklık. Evrende hiçbir madde içermeyen bölgenin sıcaklığı mutlak sıcaklık olarak tanımlanıyor. Anlaşılan o ki zamanın durduğu cennet epey soğuk bir yermiş. Arzu eden buyursun!

11 Kasım 2020 Çarşamba

REZONANS

Sürekli olarak kıpraşıyoruz. Ne güzel bir kelime "kıpraşmak", öz Türkçe "yavaşça kımıldamak" demekmiş. Son olarak bugün saat 09.45'te 4,8 büyüklüğünde Kuşadası merkezli bir depremle sallandık. Aslında deprem olmasa bile canlı cansız her nesne sürekli titreşim halinde. Dalgalar halinde yayılıyor bu salınımlar. Her bir nesnenin dalga boyu (periyod) ve dalga sıklığı (frekans) kendine özel. Buna doğal frekans diyoruz. Frekansın birimi, yani bir saniyedeki titreşim sayısı, Hertz olarak ifade ediliyor. Örneğin sağlıklı bir insan vücudunun frekans aralığı 62-68 MHz. (1 Mega Hertz = 1.000.000 Hertz) Böyle bir titreşimi hissetmemiz mümkün değil elbette. Belki de bu bizim en büyük şansımız. İnsan kalbi normal olarak 1,2 Hertz frekansında atıyor. Vücudumuzun frekansı 58 MHz'in altına düştüğü zaman hastalıklar baş göstermekte.

Sağlıklı genç bir insan 20 Hertz ila 20.000 Hertz arasındaki frekansa sahip olan sesleri hissedebiliyormuş. Ben 30-9.200 Hertz arasındakileri işitebildim. Siz de burada kendinize bu testi uygulayabilirsiniz. Yalnız dikkat edin, kulaklıkla dinliyorsanız yüksek volümler sizi rahatsız edebilir, o zaman sesi istediğiniz ölçüde kısabilirsiniz.


Yaklaşık bir haftadır İzmir Depreminde yıkılan binaları düşünüyorum. Elimde bu binaların özelliklerine dair herhangi bir envanter olmamakla birlikte ağır hasar gören yapıların genellikle sekiz on katlı apartman binaları olduğu dikkatimi çekmişti. Zemin, yapı malzemesi ve işçilik kusurları mutlaka ortaya çıkan felaketin esas unsurları olmakla birlikte rezonans olayını da düşünmedim değil. Peki nedir rezonans? Kısaca dıştan gelen herhangi bir etkinin (fiziki ya da manyetik kuvvet, dalga, ses, rüzgar, hatta duygu ve düşünce) frekansı ile nesnenin doğal frekansının uyumu diyebiliriz. Bakın burası çok önemli. Uyum, ahenk sözcükleri de "kıpraşmak" gibi insanın içine huzur veren kelimeler değil mi? İşte burada yanılıyoruz. Uyum aynı zamanda bir çöküş, yok oluş, bir felaket. 

Hasar oluşturabilecek deprem dalgaları 0,1 ila 10 Hertz frekans aralığında salınımlar oluşturur. Kaba bir hesapla sekiz katlı bir binanın doğal frekansı (kat yüksekliği/10) 0,8 Hertz'dir. Eğer bina kayalık bir zemindeyse depremin süresine de bağlı olarak deprem dalgalarının frekansıyla binanın doğal frekansının bire bir örtüşmesi oldukça düşük bir olasılık. Çünkü sağlam zemin deprem dalgalarını olduğu gibi binaya iletir. Oysa gevşek zeminlerde deprem dalgaları, rastgele yayılarak farklı frekanslarda binlerce deprem dalgasına dönüşür. Bu dalgalardan herhangi birinin binanın doğal frekansını yakalama olasılığı oldukça yüksektir. Bina ne kadar sağlam ve mükemmel olursa olsun, her hangi bir frekans uyumu sağlandığında, yani rezonansa girildiğinde kurtuluş yoktur. Anında parçalanır ve bina bir moloz yığınına dönüşür. Rezonansa giren sulu gevşek zeminler sıvılaşabilir, sağlam binalar zemine gömülebilir ya da yan yatabilir.

Yukarıdaki nedenlerle sağlam olmayan zeminlerde dört beş katın üzerinde inşa edilen binalar depremin rezonans etkisine karşı savunmasızdır. Bu tür zeminlerde inşa edilecek daha yüksek binalar zeminde ana kayaya kilitlenecek şekilde betonarme kazıklara oturtulmalıdır. Yüksek frekanslı deprem salınımları kat sayısı fazla olmayan binalarda etkili olurken düşük frekanslı salınımlar yüksek katlı binalarda etkilidir. Bu kıyıya yakın yerlerde küçük deniz dalgalarının kayıkları sallaması, büyük gemilerin ise hareketsiz durmasına ya da açık denizde kayıkların yüksek dalgalı denizde daha sakin kalırken büyük gemilerin sallanmasına benzer. Benzer şekilde frekansı yüksek depremler alçak yapılarda daha tahrip edici olurken, frekansı düşük deprem dalgaları yüksek yapıları iyice sallar ve yapının dayanımını zorlar. Yine köprülerde askeri birliğin uygun adım yürümesi halinde rezonans meydana gelebilir. Tarihte bir Fransız askeri birliğin bu nedenle Sen Nehrine uçtuğu bilinir. Bu yüzden köprüden geçen askeri birlikler köprünün doğal frekansını yakalamamaları için serbest adım yürütülür. 

Rezonans olayına en sık salıncak örneği verilir. Salıncağı hangi kuvvetle iterseniz itin o hareketini (gidip gelme zamanını) kendi ayarlayacaktır. Bu o salıncağın doğal frekansıdır. Uyguladığınız kuvvet salıncağın frekansına denk düştüğünde ve aynı şekilde bunu devam ettirmeniz durumunda parmağınızın ucuyla bile itseniz salıncak gittikçe artan bir şekilde havalanacaktır. Uygun frekansta çıkaracağınız doğal yada suni ses dalgalarıyla kristal şarap kadehlerini atomlarına ayırarak parçalayabilirsiniz. Tıpta ses dalgalarının rezonans etkisiyle böbrek taşlarını kırdığını duymuşsunuzdur. Ayrıca rezonans terapi (biorezonans) bazı bağımlılıklardan kurtulmak amacıyla, kanser tedavisinde ve psikolojik tedavilerde kullanılmaktadır. Yirminci yüzyılın başlarından itibaren rezonans, kanser hücrelerinin teşhis ve tedavisinde (Manyetik Rezonans - MR) uygulanmaya başlamıştır. 

Üniversitenin ilk yıllarında bölüm öğrencileri olarak bize üçlü amfide bir film gösterilmişti. Filmin konusu, açılışı törenlerle 1 Temmuz 1940'da yapılan bir köprünün rüzgar sebebiyle yıkılma öyküsüydü. Tacoma Köprüsü, tamamlandığında dünyanın en uzun üçüncü asma köprüsü olmuştu ve zamanının bir mühendislik harikasıydı. Trafiğe açılmasından yaklaşık dört ay sonra 64 km/s hızla esen rüzgar köprünün yaklaşık bir saat içinde dramatik bir şekilde yıkımına sebep olmuştu. Bize o zamanlar bu felaketin nedeni olarak rezonans gösterilmişti. Oysa köprü her rüzgarda sallanıyordu. Bu şekilde trafiğe açılan köprüde hareketi sönümleyecek tedbirler alınmaya çalışılsa da fayda etmemiş, insanlar köprüye "Dörtnala Gertie" (Galloping Gertie) ya da "En Çok Sallanan Köprü" (Wobbliest Bridge) lakaplarını takmışlardı. 

Yıllar sonra sorunun rezonanstan kaynaklanmadığı, köprünün yıkılmasına "Aeorelastic Flutter" denilen bir olayın sebep olduğu anlaşıldı. Özetle köprü tabliyesinin (yol platformunun) her iki yanında düşey olarak uzatılan düz saçtan etekler bu faciaya sebep olmuştu. Bunun yerine rüzgarın içinden geçebileceği bir çelik kafes problemi ortadan kaldırabilecekti. Bir de şu konu var elbette: Sabit hızda esen bir rüzgar yapılarda rezonans yaratmaz. Rezonansın oluşabilmesi için rüzgarın dalgalar şeklinde kesik kesik esmesi gerekir. Aksi takdirde gökdelenlerin ayakta kalması iyice zorlaşırdı. 

Duygu frekans uyumunun ikili ilişkilerdeki yansıması nasıl olur acaba? Bence mutlak aşkın felaket getireceği bu rezonans kuramıyla da kanıtlanmış oluyor. Bu yüzden her zaman dile getirdiğim üzere iki kişiden biri aşık ise diğeri aşık olunan kişidir. Böylece iki kişi yok olacağına biri hasta oluyor, diğeri keyfini sürüyor.

Aşağıda filmini izleyebileceğiniz Tacoma Köprüsü yıkılırken meydana gelen tek can kaybı arabanın içinde nehre uçan yukarıda resmini gördüğünüz köpek bahtsız Tubby.