KATEGORİLER

11 Ocak 2021 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 73

Ağaç Ev Sohbetlerinin 73. Haftasındayız. Sevgili DeepTone tarafından organize edilen etkinliğimizde bu haftanın konusu eğitim. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Sevgili Uçun Kuşlar / Makbule Abalı bu haftanın konusunu belirledi. Bizlerden cevaplandırmamızı / tartışmamızı istediği sorular ise şöyle: 

Sizin okullu olduğunuz zamanlarla günümüzdeki eğitim öğretimi kıyaslandığınızda neler düşünüyorsunuz? Nelerin değişmesini ya da yeniden gelmesini isterdiniz? İlkokul öğretmeninizi hatırlıyor musunuz? Unutulmayan yönleri nelerdi? Okul yaşamınızda sizi olumlu etkileyen kaç öğretmeniniz oldu, neler yaptılar?

Okullu olduğum dönem, değerli hocamız Makbule Hanımla aynı yıllara rastlıyor muhtemelen. Bu nedenle, blogunda son derece güzel tanımladığı o zamanların koşullarını bir kez daha tekrarlamayı gereksiz buluyorum. Eğitim, teknoloji ve bilimsel gelişmelere paralel olarak, sürekli yenilenmesi, ıslah edilmesi gereken bir husus. Eskiden beri eğitimin niteliği, eğitim personeli ve eğitim araçlarındaki yetersizlikler konuşula gelmiş, yapılan reformlar, yeni düzenlemelerle çağı yakalamanın peşine düşülmüştür. Fakat ne yazıktır ki, yapılan her reform, her düzenleme eğitimin kalitesini yükseltmek şöyle dursun, insanları eskiyi aratır hale getirmiştir.  İlkokula başladığımız o yıllarda günümüzde sahip olduğumuz pek çok şeyden yoksunduk. Buzdolabı bile sadece zengin ailelerin mutfağını süslerdi. Televizyonumuz, bilgisayarımız, internetimiz yoktu. Elimizdeki yegâne bilgi kaynağımız, öğretmenlerimiz ve ders kitaplarımızdı. Günümüz çocuklarının sahip olduğu bilgiye ulaşma imkânı ile o gün bizim sahip olduklarımız arasında müthiş bir uçurum vardı. Buna rağmen aldığımız eğitim bugünküne kıyasla çok daha iyiydi. Eskiye dönüp baktığımda, çocukluk yıllarımdaki lise mezunu bir gencin ahlâk, bilgi, sanat ve kültür donanımının günümüzdeki pek çok profesöre taş çıkarttığını üzülerek görüyorum. 

Tamamen yerli ve yurdumuza özgü bir eğitim projesi olup ülkemizde ilkokul öğretmeni yetiştirmek üzere 1940-1946 yılları arasında hizmet veren ve daha sonra 1954 yılına kadar Köy Öğretmen Okulları adıyla eğitime devam eden Köy Enstitülerine yetişemedim ama bu okullardan mezun büyüklerimle tanışma fırsatına eriştiğim için kendimi şanslı buluyorum. Konuştuğum bu değerli insanlardan, okuduğum kitaplardan, katıldığım anma günlerinden söz konusu eğitim yuvalarında, eğitime, bilime, kültüre ve sanata verilen değeri, aşılanan vatan sevgisini, memlekete faydalı bir insan olma yolundaki mücadelelerini çok iyi biliyorum. Fazla söze hacet yok, bu ve benzeri kurumların yeniden gelmesini, eğitimin siyasetten uzak, bilimin ışığında sürdürülmesini isterdim.  

İlkokul öğretmenimi tabii ki hatırlıyorum. otuz beş kırk yaşlarındaydı. Kumral, dalgalı saçlı, orta boylu, maviş gözlü, her zaman çevreye mutluluk saçan bir melekti Yaşar Öğretmen'im. Tüm canlılığıyla gözlerimin önünde hâlâ bana gülümsüyor, kürsünün başında, pötikareli önlüğüyle. "Eti senin, kemiği benim." derdi veliler, dizlerinin dibinden ayırmadıkları bebelerini teslim ederlerken ilk öğretmenlerine. Bu sözden çok korkardım. Öğretmenimiz etimizi mi yiyecekti bizim? Neyse ki, yufkaydı annemin yüreği, o sözü söyleyemedi. İlk günlerin korkusunu çabuk aşmıştım. Sadece benim değil, hiçbir arkadaşımın minik yüreğini incitecek en ufak bir söz çıkmadı ağzından Yaşar Öğretmen'imin. Beraber geçirdiğimiz bir yılın ardından Adana'ya tayini çıktığını öğrendiğimizde, hepimizin gözü yaşlıydı. Şimdi yaşıyorsa eğer, doksan yaşlarında olmalı, kulakları çınlasın. Öldüyse, nurlar içinde yatsın.

Türkçe ve Edebiyat öğretmenlerimden nefret ettim, ediyorum. Bana ne Türkçeyi ne de edebiyatı sevdirmişlerdi. Kaybolan yıllarıma hâlâ acırım. Matematik derslerini, matematik öğretmenlerimi ise hep sevdim. Ortaokulda matematik öğretmenim, Ayşe Balık, Lisede matematik öğretmenin Mualla Şengonca ve Hamiyet Ersoy'u son nefesime kadar hatırlayacağım. Ne mi yaptılar? Dersi bana sevdirdiler. Görevlerini kusursuz yaptılar. Konuya hakimdiler. Mesleklerini severek yapıyorlardı. Daha ne olsun. Haklarını ödeyemem. Sağlıklı bir yaşam sürsünler. Allah onlardan razı olsun.

10 Ocak 2021 Pazar

GÜZEL YAZMA SANATI # 3

Bu bölümde "Kişiseldiskom" arkadaşımızın önerisi üzerine "Yalnız" ve "Şey" sözcüklerinin üzerinde durmak istiyorum.

Yalnız: Yanında başkaları olmayan. Ayrıca bağlaç olarak "ama" yerine kullanılabilir. Türkçe "yalın: karmaşık olmayan, süssüz, sade" sözcüğünden türetilmiştir.

Yanlış: Bir gerçeğe, bir ilkeye veya bir kurala uymama durumu. Türkçe "yanılmak: bir şeyin niteliğini, özelliğini, iyi anlayıp değerlendirememek, tanımakta, anlamakta, bilmekte aldanmak" sözcüğünden türetilmiştir. 

Konuşma ve yazı dilinde bu iki sözcüğün içinde geçen  "l" ve "n" harflerinin doğru yerlerinde kullanılmaması nedeniyle sık sık hataya düşülmektedir. Türkçede yapılan büyük hatalardan biridir. Oysa sözcüğün köküne bakarak doğru yazılışını kolayca bulabiliriz. Tereddüte düşüldüğünde "l" ve "n" harflerinin yanına "ı" harfini eklemek işe yarayabilir.

Yal-ı-nız: ya(l)ın - ya(l)nız              

Yan-ı-lmak: ya(n)ılgı - ya(n)lış

Birkaç örnek cümle verelim:

Sinemaya gidecektik (yalnız) babam izin vermedi. (Ama manasında)

(Yalnız) başıma (yanlış) yerlerde dolaşıyordum.

Beni (yanlış) anlama, biraz (yalnız) kalmak istiyorum.

Bu iki sözcük üzerinde bazen "Yanlış olan doğrudur, o halde yalnız, doğrudur." diyerek bazı geyikler de yapılır ama siz bunlara aldırmayın.

***

Şey: Nesne, madde, eşya. Anımsanamayan ad ya da sözcük yerine kullanılan sözcük.

"Şey" sözcüğü oldukça ilginçtir. Tek başına bir anlamı olmasa da cümle içinde her anlama gelen bir sözcük. Bu sözcüğü iki satırda anlatmak mümkün değil aslında. Kitap bile yazılır üstüne. Her kılığa giren, şahsiyetsiz ve gri bir sözcüktür, "şey". Kelime dağarcığı yeterli olmayanların imdadına yetişir ama muhatabını çözümsüz ve çaresiz bırakır. Bu yüzden pek sevmem bu sözcüğü kullanmayı. Hiç kullanmadan olmaz elbette ama mecbur kalıp kullandığımda her seferinde yetersiz hissederim kendimi. Bir de sever başka sözcüklerin peşine yapışmasını. Aslında hiçbir sözcük kabul etmez, uzak tutarlar kendilerini, bu yapışkan "şey" den. 

Bütün "şey" ler ayrı yazılır. 

Bu yüzden, "şey" in bitişik yazıldığı "Yolda birşeyler atıştırırız." ya da "Ne alırsanız alın, herşey bedava." cümleleri hatalıdır. Doğrusu; "Yolda bir şeyler atıştırırız." ve "Ne alırsanız alın, her şey bedava." olmalıdır.

Özellikle "her şey" in hatalı kullanımı o kadar yaygındır ki, İkea bile otobüslerde, duvarlarda ve kocaman ilan panolarında "Evinizin herşeyi" sloganını kullanırken "her şey" i bitişik yazmış ve kendini cümle aleme rezil etmiştir. Kısa bir süre sonra aldığı tepkilerden sonra gerekli düzeltmeyi yapmak zorunda kalmıştır.   

SON DANS BÖLÜM 5

Ümit'in suratını asması çıldırtmıştı Kemal'i. İçi içini yiyor, bir türlü sakinleşemiyordu. Çıldırmış bir halde adamın arkasından avazı çıktığı kadar bağırıyordu.

- Senin umurunda değil tabii. İş olmuş, olmamış ne fark eder ki. Bu şirket eğleneceğiniz bir oyun parkı değil. Herkesin kıçını toplamaktan kendime zaman ayıramıyorum. Siz mesai bitsin evime gideyim ailemle birlikte olayım diye zaman öldürürken benim uykularım kaçıyor. Araştırmayı yapan ben, firmayı bulan ben, sözleşmeyi hazırlayan ben. E, size ne gerek kaldı o zaman. Yok, yok vazgeçtim, katılmıyorum ben toplantıya. Satış müdürünün karşısına hangi şirket oturtur genel müdürünü. İşe verin biraz kendinizi ya, bu devam etmez böyle..."

Suratı pancar kırmızısına dönen Ümit, kapıyı nazik bir şekilde çekip dışarı çıktı. İşaret parmağını dudaklarına götürüp "sus" işareti yaparken Nalân’ın masasına doğru eğildiğinde Kemal hâlâ hızını alamamış söylenmeye devam ediyordu.

 Buyurgan ama kısık bir ses tonuyla fısıldadı.

- Necdet'i ara, hemen gelsin geri.

- Ümit Bey, az önce konuştum ben Necdet'le. Misafirleri getiren uçak yeni inmiş havaalanına.

Endişe içinde, boş gözlerle yüzüne bakan Nalân'a nasıl bir tepki vereceği noktasında kararsız kalan Ümit bir anlığına duraksadı. Az önce içeride yediği fırçayı hatırlayınca bu kez daha gür çıktı sesi. 

- Ne diyorsam onu yap, Kemal Bey şoförün hemen dönmesini istedi, misafirleri almadan. Ben şimdi onları ararım gönderdiğimiz araç arıza yaptı falan der, bir şeyler uydururum. Misafirleri alıp gelirse hiçbirimiz kurtulamayız Kemal Bey’in dilinden. Ha, bir de sade kahve gönder içeri, belki biraz sakinleşir.

Sarışın sekreter şoke olmuştu. Sakin ve kibarlığıyla bilinen finans müdürünü ilk kez bu kadar asabi görüyordu. Sinmiş bir halde sadece bir çift söz döküldü dudaklarından.  

- Peki, efendim. 

Ümit, sekretere tahsis edilen cam bölmenin kapısına doğru ilerlerken genç kadına biraz fazla yüklendiğini, haksız yere bütün hıncını ondan çıkardığını düşündü. Tam kapıdan çıkacakken ortamı biraz olsun yumuşatmak için geri dönüp yüzüne zoraki bir gülümseme yerleştirdi. Aklına son anda bir şey gelmiş gibi sağ elini kaldırıp  parmağını şıklattı. 

- Bu arada, toplantıyı büyük salonda değil, benim odamda yapacağız. Sadece iki yabancı olacak, bir de biz. Kemal Bey de katılmayacakmış toplantıya. Yani dört ya da beş kişi falan oluruz, sen yuvarlak masayı ona göre hazırlatırsın artık, okey.

Nalân sessizce başını salladı. Necdet'i durumdan bir an önce haberdar etmek için çekmeceden cep telefonunu çıkardı, elleri titriyordu.

 ***

Esther evden ayrılır ayrılmaz rahat bir nefes aldı, Selmin. Şimdi Allah'ı var, bugüne kadar hiçbir kötü söz işitmemişti hanımından ama son günlerdeki onun şu melankolik halleri, iyiden iyiye gözünü korkutmaya başlamış, koca evde onunla birlikte yalnız kalmaktan çekinir olmuştu. Bir anda gözlerini sabit bir noktaya dikiyor, dünyayla bağı kopuyordu. Birkaç gün önce yemeğe çağırmıştı. Oturduğu koltukta başını pencereye doğru çevirmiş bakışları kilitlenmişti yine. "Esther Hanım, ne oldu size, niye cevap vermiyorsunuz?" diye çığlık çığlığa bağırmıştı ama o kılı kıpırdamadan bir heykel gibi durmaya devam etmişti karşısında. Panik içinde ne yapacağını bilmez bir halde oradan oraya koşturmaya başlamıştı. Neden sonra beyefendiyi arayıp yardım istemek gelmişti aklına. Tam telefonu eline aldığı sırada Esther yavaş yavaş kendine gelmeye başlamıştı. Her zaman yaptığı gibi "İyiyim Selmin, telâşa gerek yok." demişti yine. Saray gibi ev, adeta perili bir köşke dönmüştü. Ne bir çift lâf edebiliyordu hanımıyla ne de ortak bir meşgaleleri vardı. Evet, o evin hanımı, kendisiyse bir hizmetçi parçasıydı ama asla bu gerçeği yüzüne vuracak cinsten biri değildi Esther Hanım. Neyse ki, sık sık bir yerlere gidiyordu. Fakat nerelere gittiğini, neler yaptığını anlatmazdı hiçbir zaman. Esther'in evde bulunmadığı zamanlarda salona geçer, koltuğa kurulup televizyon seyreder, müzik dinler, bazen de müziğin ritmine kendini kaptırıp çılgınca dans ederdi. Esther eve döndüğünde yeniden mutfağa kapanır, işlerini bitirdikten sonra mesaisi bitene kadar açar kitabını okurdu.   

İnce belli bardağına çay boşalttı. Mutfak masasına oturup tabağına birkaç zeytin, bir parça tereyağı, biraz peynir ve bir kaşık da çok sevdiği kızılcık marmeladından koydu. Adanalı kalabalık bir ailenin en küçük çocuğu olarak dünyaya gelen Selmin’i çocuk hasretiyle yanan İstanbul'daki halası öz evladı gibi büyütmüştü. Doğduğu günden bu yana annesini, babasını ve kardeşlerini görmediği gibi onların ne iş yaptıkları, nasıl yaşadıkları hakkında hiçbir şey bilmiyordu. İşin doğrusu gerçeği öğrendikten sonra bile, biraz olsun merak etmemişti bu konuları. Kendisini nüfuslarına alıp büyüten ve bugünlere getiren halasıyla eniştesini gerçek annesi ve babası bilmiş, her ikisi de onun bir dediğini iki etmemişlerdi. On beş yaşına bastığı gün, kocasını bir iş kazasına kurban veren halasından başka hiç kimsesi kalmamıştı. Halası büyük sırrı saklamaya daha fazla dayanamamış, eşinin ölümünden tam bir hafta sonra gerçeği, gerçek annesi olmadığını anlatmıştı Selmin’e. Selmin, liseyi bitirdikten sonra zengin ailelerin çocuklarına dadılık yapmış, bu sayede görgü kurallarını iyice öğrenmişti. Çıtı pıtı, hoş, becerikli ve sakin karakterliydi. Kısa saçları, kalkık burnu, dolgun dudakları vardı. Boyu biraz daha uzun olabilseydi, gençlik yıllarındaki fiziğiyle değme mankenlere taş çıkartırdı. Okumayı, müzik dinlemeyi seven, yeni şeyler öğrenmeye hevesli biriydi. Çalışkandı, temizlik ve hijyene dikkat ederdi. Konuşması düzgündü, kendisinden bir şey istendiğinde asla kulak ardı etmez, elindeki işi bırakıp hemen yardıma koşardı. Bu kadar üstün özelliklerine rağmen mütevazılığını elden bırakmaz, başkalarının meziyet olarak bildiği bütün bu özelliklerin kendisine bir üstünlük kazandırdığını aklının ucundan bile geçirmezdi. Ona göre başarının sırrı, gevezelik yapmamak ve üzerine vazife olmayan işler hakkında soru sormamaktı. Pazar günleri, özel durumlar hariç her sabah saat sekizde gelir, kendisine verilen anahtarla kapıyı açar, çayı demler, kahvaltı masasını hazırlayarak başlardı güne. Neyin nerede olduğunu sadece o bilir, ortalığı derleyip toparlar, alışverişi yapar, yemeği hazırlar, temizlik kendisinden sorulurdu. Genel olarak akşam saat beş olunca işi biter, kapıyı çekip çıkardı. Yemekli akşam davetlerinde son misafiri uğurlayıp ortalığı temizlemeden ayrılmazdı evden. Bütün bu işleri işten atılırım korkusuyla değil büyük bir heves ve zevkle yapardı. Onun kahkaha attığına hatta gülerken ses çıkardığına kimse şahit olmamıştı ama görevini yerine getirirken duyduğu heyecan, parlayan gözlerinden ve saygılı gülümsemesinden kolayca anlaşılırdı.

Keyif çayını içtikten sonra kirli tabak ve bardakları bulaşık makinesine yerleştirip mutfağı düzene soktu. Daha sonra salona geçti, pencereleri açar açmaz serin ve temiz bir hava doldu içeri. Eşyaların tozunu alırken Esther düştü yine aklına. Evliliklerinin ilk iki yılında mutlulukları gözlerinden okunuyordu. Her gün düzenli olarak gittiği Türkçe dersleri dışında gün boyunca evden pek dışarı çıkmazdı ama günleri hep dolu dolu geçerdi. Türkçeyi yeni öğrenmeye başladığı ilk yıllarda odasına kapanıp saatlerce Türkçe kitap okur, bazı kelimeleri doğru telaffuz edip etmediğini sorar, hatalı cümle kurduğunda mutlaka düzeltmesini isterdi kendisinden. İlk günlerindeki komik telaffuzları bir süre sonra duyulmaz olmuş, azmi sayesinde Türkçesi oldukça iyi bir seviyeye gelmişti.

Hanımından esas beklentisi onun eve neşe getirecek bir çocuk sahibi olmasıydı. Daha önceki tecrübelerinden çocuk bakımı hakkında çok şey öğrenmişti. Severdi çocuklarla ilgilenmeyi, doğacak bir çocuk evin havasını değiştirecekti şüphesiz. Bugüne kadar neden çocuk yapmayı düşünmediklerini hanımına sormayı aklından geçirse de böyle bir terbiyesizlik yapmayı kendine asla yediremezdi. Bütün uğursuzluk geçen yıl Kemal'in yeni iş teklifini kabul etmesiyle başlamış, evin bütün düzeni değişmişti. Büyük bir şirketin bir numaralı adamı olmuştu. Kemal, yeni girdiği işte kendini kanıtlamak için gece gündüz demeden delicesine çalışmaya başlamıştı. O günden beri Esther'in yüzü gülmüyordu. Karı koca ikisi de birbirlerini deliler gibi seviyorlardı ama kendilerine ayırdıkları zaman günden güne azalıyordu. Dün akşamki yemek davetinde masadakiler güle oynaya sohbet ederken hanımının dalıp gittiği o an gözünden kaçmamıştı. Hanımının en az masadakiler kadar düzgün konuşabileceğini, sohbetin içine rahatlıkla girebilecek kadar Türkçeyi ilerlettiğini biliyordu oysa. Hep Kemal'in ilgisizliğine veriyordu onun bu durgun halini. Ne tatil, ne pazar gezmesi, ne de birlikte geçirebilecekleri küçücük bir zaman... Hepsi mazide kalmıştı. Kemal’in kendini bu kadar işe gömmesi neyle açıklanabilirdi?  Yine dün akşamki yemek boyunca dakika başı gelen iş telefonları yüzünden masadaki sohbetin tadını kaçırmış, bu yetmezmiş gibi, misafirlerine acil olarak çıkması gerektiğini söyleyip evden çıkmış, maruz kaldıkları bu durum karşısında bütün misafirlerin ağzı açık kalmıştı. Ne kadar önemli olursa olsun hanımını böyle bir davette yalnız başına bırakmayı nasıl içine sindirebildiğine bir türlü akıl erdiremiyordu, Selmin. 

Devam edecek



8 Ocak 2021 Cuma

GÜZEL YAZMA SANATI # 2

Bu bölümde yine sıkça yapılan yazım hatalarından "ki" ekine değineceğim. 

1. Bağlaç olan "ki" her zaman ayrı yazılır. Genellikle iki ardışık cümleyi birbirine bağlamak istediğimiz zaman bu sözcüğü kullanırız.

"Öyle yağmur yağıyor ki sanki gök delinmiş!"

2. Sözcükler arasında ilgi kurmaya, aidiyet ve yer belirtmeye, nitelemeye yarayan "ki" eki ise, her zaman bitişik yazılır.

"Kitaptaki tavsiyelere uyup gerekeni yapacağım."

3. İstisnai durumlar:

Bağlaç olmasına rağmen dilimizde çok kullanılan kalıplaşmış bazı sözcüklerde "ki" eki bitişik yazılır. Bu sözcükler şunlardır: Belki, çünkü, hâlbuki, mademki, meğerki, oysaki, sanki

İlk bölümdeki yazıma değerli yorumuyla katkı sunan Bonheur arkadaşımızın belirttiği üzere, tereddüte düştüğümüz durumlarda "ki" ekinin peşine "ler" çoğul eki eklememiz halinde cümlenin anlamı fazla bozulmuyorsa bitişik yazılmalıdır. "Ler" ekiyle sözcüğü çoğul yapmamız durumunda eğer cümle anlaşılmaz hale geliyorsa ya da hedefinden sapıyorsa "ki" mutlaka ayrı yazılmalıdır.

"Öyle yağmur yağıyor kiler sanki gök delinmiş!" Ne kadar saçma bir cümle oldu, değil mi? O halde bu örnekte "ki" eki ayrı yazılmalıdır.

"Kitaptakilere (tavsiyelere) uyup gerekeni yapacağım." Bu örnekte eklediğimiz "ler" eki ikinci sözcüğü gereksiz kılmasına rağmen anlamını yitirmiyor. Bu yüzden "ki" eki birleşik yazılmalıdır.

Başka bir örnek verelim:

"Seninki nerede?"

"Seninkiler nerede?" Anlamlı bir cümle, o halde "ki" bitişik yazılmalı.

"Senin kiler nerede?" Kiler ne alâka? Kilerden bahseden mi var? Ben kalemini soruyordum oysa. Anlam değişti.  Demek ki bu örnekte "ki", ayrı yazılmamalıymış!

-De, -da gibi -ki ekiyle ilgili kullanım yanlışları basit hatalardır. Bu arada Güzel Yazma Sanatı yazı dizisi üzerinde çalışırken doğru bildiğim bazı yanlışlarımın olduğunu da fark ettim. Özellikle 3. maddede belirttiğim istisna sözcüklerin bazılarında hata yapmış olabilirim meselâ. Söz konusu sözcükleri, "meğer ki", "madem ki", "oysa ki" şeklinde kullanmışımdır belki. Ama doğrusu bu sözcüklerin bitişik yazılması.

Bir sonraki yazıda görüşmek üzere, sevgilerimle.

SON DANS BÖLÜM 4

Porselen fincana uzanıp bir yudum daha aldı çayından. Kimseyi suçlamıyordu. Çok az kişinin sahip olabileceği böylesine sorunsuz bir ortamda yaşadığı sıkıntıların sebebini başka yerde aramak boşunaydı. Bütün bunların kaynağı kendisiydi sadece. Herkesin gıpta ettiği, kariyer sahibi, bir dediğini iki etmeyen, yakışıklı bir eşe, bütün isteklerini önüne serecek paraya, zevkine göre döşenmiş muhteşem bir eve, kısaca pek çok kadının rüyalarını süsleyen her şeye sahipti fakat yine de eksik kalan bir şeyler vardı. Evet, bu aralar kocasının işleri yoğundu ama hep böyle gidecek değildi ya. Bir süre sonra eskiden olduğu gibi mutlu günlerine dönecek birlikte zaman geçireceklerdi. Sorun kocası değildi, kendini yalnız ve suçlu hissediyordu. Geçmişte yaşadıklarının beyninde bıraktığı kalıntılar mıydı bu yaşadıkları, yoksa sonuna kadar güvendiği kocasına istem dışı duyduğu kıskançlık, bir öfke mi?

Hayatı boyunca peşini bırakmamıştı bu karabasanlar. Yaşadığı felaketten çok önceleri, daha henüz çocukken, gördüğü bir kâbusun etkisiyle kan ter içinde uyanmıştı, gecenin karanlığında. Gözlerini sonuna kadar açmasına rağmen hiçbir şey göremiyordu. "Karanlıktan olmalı." deyip teselli etmişti kendini. Annesine sesini duyurmaya çalışmıştı. Ağzından çıkan sesleri duymuyordu kulağı. Bağırmaya  çalışmıştı, avazı çıktığı kadar. Çıkmayan sesinde miydi sorun, yoksa duymayan kulaklarında mı? Kimselere duyuramamıştı avaz avaz bağrışlarını. Yok, yok kulakları değildi görevinden kaçan. Yardım çığlıkları ses olup çıksa boğazından, evdekiler başına üşüşürdü. Yatağında oturup ağlamaya başlamıştı sessizce, gözyaşları akmadan. Sabahın ilk ışıklarıyla beraber uyandığında, gördüğü kâbus, sessiz çığlıklarından başka hiçbir iz bırakmadan silinip gitmişti hafızasından. Bunun gibi sayısız rüya görmüş, korkmuş, gecenin zifiri karanlığında kulaklarının duymadığı sessiz çığlıklar atmış, gözlerinden yaş gelmeden ağlamıştı.    

Ağzına bir kaç lokma atabilseydi,  bir ağrı kesici alıp başının ağrısını dindirebilirdi ama bornozu üzerinden atacak gücü kalmamıştı. Nazlı kollarıyla çayına uzandı bir kez daha.

Gençlik yıllarında gördüğü kâbuslar daha da sıklaşmıştı. Gördüğü bu kâbusları arttıran o talihsiz kazayı hatırladı, unutmak istediği ama bir türlü unutamadığı o kazayı. Budapeşte'ye giderken karşı yönden gelen bir kamyonla burun buruna çarpışmış, annesiyle babası hemen oracıkta can vermişti. Ağır yaralı olarak kurtulduğu kazadan sonra üç ay boyunca hastaneden çıkamamıştı. Tedavi tamamlandıktan sonra şans eseri vücudunda gözle görülür bir hasar kalmamıştı ama bu olayın şokunu uzun yıllar atamamıştı üzerinden. Ona ailesiyle birlikte geçirdiği güzel günleri hatırlatan, doğup büyüdüğü Szentendre kasabasının adını bile duymak istemedi bir daha. Rengârenk iki katlı evlerini, parke taşlı sokaklarını, evlerinin önünden nazlı nazlı akan Tuna Nehrini, her şeyi sildi hayatından. Oturduğu koltukta göz kapakları ağırlaşıyordu yavaş yavaş, sonunda dayanamayıp teslim oldu uykunun cazibesine.

Açık pencereden süzülen serin hava, ürpertti çıplak bedenini, hafifçe gözlerini araladı. Ne kadar zaman geçtiğini anlamaya çalıştı. Tuvalet masasının üzerindeki telefona baktı. Saat 09.05'i gösteriyordu. Kemal evden her zaman dokuza çeyrek kala çıktığına göre, hepi topu on dakika olmuştu kendinden geçeli. Yok, hayır, bugün daha erken çıkmıştı Kemal. Selmin, yedide gelip çayı, kahvaltıyı hazırladığına göre Kemal kapıyı çektiğinde taş çatlasın yedi buçuk falan olmalıydı saat. Bir buçuk saat boyunca bornozunun içinde koltuğa sızmıştı demek. Eskiden erken kalkar kocasıyla birlikte en az bir saat kahvaltı keyfi yaparlardı. Son zamanlarda nadiren oluyordu böyle anlar. Koltukta bu kadarcık kestirmesi bile biraz olsun toparlanmasına yetmişti. Başının ağrısını bile hissetmiyordu artık. Randevusuna yetişmek için biraz acele etmesi gerektiğini düşündü. Sehpadaki fincanın yarısı doluydu hâlâ. Hemen üzerindeki bornozu çıkarıp soyunma dolabına yöneldi. Bir müddet çıplak vücudunu seyretti aynanın önünde. Kusur bulamadı kendinde.

Kapıyı tıklatan Selmin, bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sordu. Bu onun kapıyı ilk tıklatması olmayabilirdi.  Onu merak ederek kapıyı açmış, beyaz bornozunun içinde koltuğa serilmiş, uyukladığını görünce rahatsız etmek istememiş, daha sonra sessizce dönüp gitmişti belki. Telaşlı bir şekilde hizmetçiye seslendi.

- Hayır, bir şeye ihtiyacım yok Selmin. Yalnız hemen çıkmam lazım, geç kaldım.

Aceleyle makyajını yaptıktan sonra odasından fırlarken ani bir hareketle geri döndü.

- Hay Allah, az kalsın telefonumu unutuyordum.

Cep telefonunu şarjdan çıkarıp attı çantasına. Alışveriş için Selmin'e biraz para bıraktı ve işini bitirdikten sonra erken çıkabileceğini söyledi. Dün geceki misafirler yüzünden oldukça geç vakitlere kadar evden ayrılamayan Selmin, çok mutlu oldu buna, gülümseyerek, minnet duygusu içinde karşılık verdi. 

- Teşekkür ederim efendim, eksik olmayın.

***

Gösterişli bir binanın yirminci katındaki ofisinde önemli misafirlerini bekliyordu Kemal. Alman şirketinin üst düzey yöneticileri, ürünlerini tanıtmak ve sözleşme imzalamak için geleceklerdi. Büyük toplantı salonundaki koltuklardan her birinin önüne şirket amblemli not defterleri, kalem ve birer bardak bırakılmış, gelen konuklara sempatik görünmek için oval masanın tam ortasına büyük bir çiçek aranjmanı yerleştirilmişti. Ancak her şeyin yolunda gittiği sırada yurt dışından gelen bir mesaj fena halde moralini bozmuştu Kemal'in. Yönetim kurulu başkanı ile üst düzey yetkililerinin katılacağı toplantıya son anda yapılan değişiklikle sadece satış müdürü ve yardımcısının geleceği bildirilmişti. Sanki adamın suçuymuş gibi yine finansman müdürüne yüklenmeye başladı, Kemal.

- Nerede kaldı bu herifler?

- Necdet'i aradım, uçakları rötar yapmış, efendim.

- Ha, şoförle beraber bir de limuzin gönderseydin, bir taksiye atlayıp gelseler incileri dökülürdü sanki. Biz olsak böyle mi yaparlar? Tutarız bir taksi, atlar gideriz ofislerine.

- Ama efendim, onları havaalanından alacağımızı bildirmiştim, ayıp olur şimdi.

- Ya ne ayıbından bahsediyorsun sen Ümit, mallarını satacak olan onlar değil mi? Hem esas ayıbın büyüğünü yapan kendileri. Dünyanın satışını yapacaklar, kalkmış satış müdürlerini gönderiyorlar bir de bana. Üç kuruşluk satış müdürünü havaalanından aldırmaya kalkıp bir de araç mı göndereceğiz. Söyle sekretere, hemen geri çağırsın Necdet'i.

Ümit'in fena halde canı sıkılmıştı, ağır aksak kalktı yerinden, sekreter Nalân'a durumu bildirmek için kapıya doğru yürüdü.

Devam edecek



7 Ocak 2021 Perşembe

DARBE SENARYOLARI

ABD'de kongre binasına yapılan dünkü saldırıdan sonra ülkemizi düşündüm. Trump'ın destekçilerinin beyaz sarayı basmalarıyla birlikte gelişen olaylara demokrasiye karşı yapılan darbe girişimi diyen de oldu, kalkışma diyen de. Bu bana 15 Temmuz kontrollü darbesini anımsattı. O zaman yapılanlara isim vermekte zorlanılmış, darbe girişimi, kalkışma gibi tabirler kullanılmıştı. Ana muhalefet lideri, söz konusu teşebbüse "kontrollü darbe" demesiyle birlikte bütün şimşekleri üzerine çekmiş, Fetö örgütünü, yani darbecileri desteklemekle itham edilmişti. Artık bütün partiler ve medya kuruluşları Fetö'nün, ülkemizde demokrasiyi hedef alan, Amerikan destekli bir darbe girişiminde bulunduğunu kabul etmek durumunda. Aksini iddia edenler vatan hainliğiyle, Fetö terör örgütü üyesi olmakla ve demokrasi düşmanlığıyla suçlanmayı göze almak zorunda. Buna cesaret edebilen az sayıda tanınmış kişi teröre destek vermek ve vatan hainliğiyle suçlanarak cezaevlerine gönderiliyor.

Neyse ki tanınmış bir kişi değilim ve bu blogu okuyan arkadaşlarıma güveniyor, onlara en büyük sırlarımı paylaşmakta beis görmüyorum. Evet, arkadaşlar size büyük sırrımı açıklıyorum, 15 Temmuz darbesinin baş aktörü benim. Göreve ilk geldiğim yıllarda YÖK'le uğraştım. Sonunda bu kurumu ele geçirdim ve üniversite sınavlarında yaptırdığım usulsüzlüklerle destekçilerime üniversite kapılarını ardına kadar açtım. Biliyordum ki, bu arkadaşlar yarın devletin en kritik kurumlarında görev alacaklar ve benim sadık kullarım olacaklar. Sonra emniyet teşkilatını ele geçirdim. Burada çalışan yandaşlarım sayesinde istediğim kişileri dinleme cihazları ile kontrol edebilecek, muhaliflerimi kumpasa getirebilecektim. Ordu benim için çok önemliydi, Atatürkçü subayları bir an önce ortadan kaldırmak zorundaydım, aksi takdirde başarılı olmam mümkün değildi. Bir yandan sınavlarda usulsüzlük yaparak orduya beni destekleyen subay adaylarını soktum, diğer yandan kıyak emeklilikle Atatürkçü subayları ordudan attım. Fakat itiraf edeyim, yargı beni çok uğraştırdı. Hele şu Yüksek Hakimler Kurulu, bana çektirmediyse çektirmedi. Bu konuyu da bir referandumla çözdüm, artık yargıyı da elime geçirmiş, kendimi iyice garantiye almıştım. Yerimi iyice sağlamlaştırmak için başkanlık sistemine geçmem gerekiyordu. Çünkü yarın başıma bir şey gelse muhalefet ipliğimi pazara çıkarabilirdi. Her şey gayet güzel gidiyor, rabbim ne istersem veriyordu. Bütün bu işleri yaparken en memnun olduğum kurum muhalefet partileriydi. Allah onlardan razı olsun, önlerine bir kemik atıyor, onlar kemiğin peşinden koşarken ben planımı rahatlıkla uyguluyordum. 

Sıra orduyu ele geçirmeye gelmişti. Çünkü eğer bir darbe yapmaya niyetlenirlerse beni Menderes gibi ipe gönderebilirlerdi. Gerçi ordunun üst kademesini kendi adamlarımla doldurmuştum ama yine de bir iç savaş çıksın istemiyordum, bu benim için bir kumar olurdu. Bütün bu çalışmalarımda müttefikimiz, canımız iş ortağımız, BOP proje yöneticimiz büyük ülke Amerika'nın desteğini göz ardı edemem. Çünkü onlar da aynı benim nefret ettiğim gibi Kemalist ordudan son derece rahatsızlardı. Bu çalışmalarım her ikimiz için win-win projesiydi. Onların önerdiği şekilde toprak altına tüfek, tabanca ve bombalar gömdürdüm. Medya zaten elimdeydi. Kıyameti koparttık bize darbe yapacaklar diye, ardı arkasına darbe planları ürettik. Ergenekon, balyoz, kafes darbe planlarımız gayet tıkırında gitti. Tam o arada dostumuz, müttefikimiz Amerika'nın küçük bir ricası olmuştu. Devletimiz için hayati öneme sahip bir yer olan, çok gizli devlet sırlarının bulunduğu, savaş gibi olağanüstü hallerde görevlendirilecek gizli personelin isimlerinin ve hareket planlarının yer aldığı kozmik odayı merak etmişlerdi. Bana o kadar yardımcı olduktan sonra geri çevirmeye yüzüm tutmazdı. Siz olsaydınız aynı şeyi yapmaz mıydınız? Elbette yapardınız. Ben de peki dedim, hemen bir senaryo yazdılar. Ben de görmezden geldim. Bir sürü Kemalist subay, görevlerinden alınmış, hepsi hapse atılmıştı. Onların üzerlerine atılı uydurma suçlar karşısında her zaman bizim savcının yanında yer aldım, altına zırhlı araç tesis ettim. Artık ülkenin tek hakimiydim. Ordu bile benim elimdeydi. Yargıyı elime geçirdikten sonra bana engel olacak kişi ve kurumlara istediğim baskıyı kurabiliyordum. Medya, üniversiteler, TRT, emniyet, yargı, ordu hepsi benim askerimdi, hepsi karşımda sustalı maymuna dönmüşlerdi. Canımı sıkanları büyük vergi cezalarına çarptırıyor, aleyhime konuşanları içeri attırıyordum. 

Bakın üzerinde durmadığım tek kurum siyaset kurumuydu. O doğası gereği zaten emrimdeydi. Hepsi önümde eğilir, ağzımdan çıkacak lâfa bakarlardı. Artık başkan olmuş, kendime kocaman saraylar yaptırmış, bir sürü uçak almıştım. Halk Bankası kanalıyla İran'a uygulanan ambargoyu delerek kendime ve çevreme büyük miktarlarda komisyon alıyordum. Artık milyon Dolarlar, milyon Eurolar benim için önemsiz paralardı, tek derdim onları koyacak yer bulmaktı. Ayakkabı kutularına doldurdum yetmedi. Yeni kutular aramaya başladım. Çocuklara bir kaç ufak gemi aldım, oyalansınlar diye. Ha, bir de ortağım vardı, unuttum size ondan bahsetmeyi. Evet, Fethullah Hoca Efendi. O bana her zaman yardımcı oldu, ben de onun adamlarını önemli devlet kurumlarının başına getirdim. Paranın gözü kör olsun. Nasıl oldu anlaşamadık işte! Oysa ne istese vermiştim ona. O daha fazla istemeye başlayınca sonunda ipler koptu. Kendisi Pennsylvania'da ikamet ediyordu uzun zamandır. Gel dedim, bu hasret bitsin dedim, yalvardım. Gelmedi. O gitti, Amerika'nın yanında yer aldı. Şimdi söyleyin dostlar, bu vatan hainliği değil de nedir? Bu sefer birlikte yaptığımız bütün pis işleri ifşa etmeye başladı. Güya kendini temize çıkaracaktı. İşte evdeki ayakkabı kutularını da onun emniyetteki adamları çıkarttı, beni zor durumda bırakmak için. Kılıçlar çekilmişti. Ama ben bunu bekliyordum onun için gerekli her türlü tedbiri almaya başladım. 

Ta başından beri bu Fetullah'ın darbe yapıp beni devireceğini biliyordum. Onların her hareketini takip ediyordum. Ordudaki adamlarının her birinin yanına bana rapor verecek birer casus yerleştirdim. Lakin Amerika onu desteklediğine göre maçı kazanması kesindi. Acilen bir şeyler yapmam gerekiyordu. MİT müsteşarı en sadık adamımdı. Ona hem ordudan hem emniyetten müthiş bilgiler geliyordu. Hocayı destekleyen bütün resmi ve özel kişilerin isim listesi, elimizdeydi. Bir ay daha gecikecek olsam darbeyi yapacaklar, beni ipe göndereceklerdi. Bu durumda birlikte yaptığımız bütün yolsuzluklar ve pis işlerin hepsi üzerime atılacaktı. Ben zekam sayesinde bu işin de üstesinden geldim. Henüz darbe hazırlıklarını tamamlamadan önce onların arasına yalandan bir haber uçurarak "hoca tetiğe bastı" haberini yaydım. Bu sayede hocanın destekçileri teker teker ortaya çıktı. Bazıları uçakları uçurdu, bazıları köprüleri tuttu. Halkı sokağa döktüm, tankların üzerine çıktılar. Camilerde daha önce planladığım gibi selâlar okuttum. Medya görevini tam yaptı, hepsi beni desteklediler, Allah razı olsun. Meclisi bombalamalarına ses çıkarmadım, bu demokrasiye karşı sembolik bir hareket olacaktı. Ama sarayıma bir şey yapmalarına razı olamazdım. Çünkü orayı özene bezene hazırlamıştım kendime. Sonra yine planladığım şekilde darbeye teşebbüs edenleri kıskıvrak yakaladım. Kimin ne yapacağını biliyordum zaten, o yüzden onları tespit etmek benim açımdan hiç de zor değildi. Bana bu tezgah sırasında yardımcı olan bazı casuslarım vardı, çaktırmadan onların yurt dışına kaçmalarına göz yumdum. Bayağı heyecanlı olmuştu. Üzüldüğüm tek şey bu senaryonun 250 kadar vatandaşımızın hayatına mal olmasıydı. Onları saygıyla anıyorum. 

Bu olaydan sonra önüm iyice açılmıştı. En azından bir sözümle milyonları sokağa dökebiliyordum. Sıkıyönetim ilan ettim. Artık bana karşı olan herkesi Fetö terör örgütü üyesi olmakla suçlayıp içeri tıktırıyordum. Bütün yazarlar, muhalefet, basın mensupları, iş adamları, emniyet ve ordu mensupları, öğretim üyeleri, yargı mensupları, öğrenciler, sendikalar, belediye başkanları, yani aklınıza gelen her meslek erbabı bana muhalefet edemeyecekti. Hele etsinlerdi, bana muhalefet eden Fetö terör üyesi mensubu, vatan hainiydi. İşte bu benim hikayem, kontrollü darbem. Fakat buna kontrollü darbe diyen olursa içeri atarım, vatan hainliğiyle, Fetö terör örgütü üyesi olmakla suçlarım, benden söylemesi. 

Demokrasi bu değil arkadaşlar. Demokratik yollarla bile halk isterse diktatörünü seçebilir. Hitler demokrasinin bir ürünüdür meselâ. Darbeyi sadece silahlı kuvvetler yapmaz. Yani yukarıdaki haltları karıştıran ve bu sayede diktatörlüğünü perçinleyen birinin yaptığına ancak sivil darbe denir. Gerçek demokrasilerde Hitler, Trump ve benzeri kişilerin vatan hainliğiyle suçlanıp yargılanması gerekir. 

Türkiye'de başkanlık sistemi uydurma bir yönetim şekli. ABD'den yola çıktık. Çoğu kişi bak, Amerika da başkanlık sistemiyle yönetiliyor ne var bunda diyor. Her iki yönetim sisteminde çok büyük farklar var. Kısaca bir bakalım:

ABD'de halk doğrudan başkanını seçmez. Halk, dört yılda bir yapılan seçimlerle eyaletlerin nüfuslarına göre belirlenen sayıda (toplam 535 kişi) seçiciler kurulunu seçer. Devlet Başkanını seçen Seçiciler Kurulu'dur. Yasama organı yani kongre, Senato ve Temsilciler Meclisi'nden oluşur. Senato üyeleri her eyaletten iki kişi olmak üzere (Elli eyaletten toplam 100 kişi) halk tarafından seçilir. Bir üst meclis olarak görev yapan senato üyeleri seçkin ve müzakere kabiliyeti yüksek, liyakat sahibi kişilerden oluşur. Görev süreleri altı yıldır. Her iki yılda bir yapılan seçimlerle senatonun üçte biri yenilenir. Temsilciler Meclisi bir halk meclisi (avam kamarası gibi) olup eyalet nüfus oranlarına göre seçilen toplam 435 kişiden oluşur. Alt meclis de denen bu yasama organının çalışma şeklinde farklılıklar olsa da bizim millet meclisine benzemektedir. Temsilciler Meclisi iki yılda bir halk tarafından seçilir.

Yürütme, başkan ve onun kongre dışından atayacağı başkan yardımcısı ve bakanlar marifetiyle sağlanır. Yasa tasarıları her iki mecliste tartışılır ve oylandıktan sonra başkanın onayına sunulur. İki meclis arasında herhangi bir anlaşmazlık ya da farklı görüş çıkarsa karma bir komisyon vasıtasıyla uzlaşma sağlanır. Senato, partizanlığın daha az yapıldığı ve kendine özgü bazı tavsiye ve onay yetkilerine sahip prestijli bir kurumdur. Bunlar arasında anlaşmaların, başkan yardımcısının, bakanların, merkez bankası başkanı ve üyelerinin, yüksek mahkeme üyelerinin, hakimlerin, diğer yürütme organları yetkililerinin, üst düzey ordu mensuplarının, üst düzey resmi görevlilerin, büyükelçilerin onaylanması sayılabilir. Başkanlık seçimlerinden sonra sonucu kongre onaylar. ABD'de kongrenin basılması da bu onay işlemi sırasında olmuştur. Özetle her şey ABD başkanının iki dudağının arasında değildir. Kurumların ve medyanın özgürlüğü anayasa tarafından teminat altındadır. Halen ABD başkanlığı görevini resmen yürüten Trump'a twitter dahi kısıtlama getirebilmiştir. Büyük bir olasılıkla başkanlık süresi bittikten sonra bağımsız yargı önünde hesap verecektir. Ülkemizdeki partili başkanlık sistemi hilkat garibesi bir yönetim şeklidir. Yasama, Yargı ve Yürütme yetkisi sadece başkanda toplanmış, diktatörlüğün demokrasi kılıfına sokulmuş halinden başka bir şey değildir.

Şimdi gelelim merak ettiğim konuya. Ülkemizde yapılacak ilk başkanlık seçiminde ABD'dekine benzer bir durumla karşılaşırsak ne olur? Yani millet ittifakının adayı az bir farkla başkanlığı aldı diyelim. İstanbul belediye seçimlerindekine benzer şekilde yolsuzluk iddiaları ortaya atılır önce. Ortalık karışmaya başlar. Seçim kurulları itirazları inceler. İtirazları haklı bulur! Seçimlerin yenilenmesine karar verir. Bu kez medya muhalefete iyice kapatılır. Mevcut iktidar olmadık vaatlerde bulunur. Her aileye iki dini bayramda üçer bin lira vereceğini açıklar. Sağda solda bombalar patlatır. Bak biz gidersek kaos çıkar kaybeden siz olursunuz mesajını verir. Varoşlarda ve kırsal kesimde birer kilo bulgur, nohut dağıtır. Bunlar gelirse bacılarımızın baş örtüsünü çıkartacaklar der. Allah'ını seven bize oy verir, derler. Camiler ahır yapılacak, ezan Türkçe okunacak, derler. Muhalefetin miting yapmasını taraftar toplamasını engellerler. Ekmeğin fiyatını yarıya düşürürler, diğer yarısını hükümetimiz destekleyecek derler. Seçimler yenilenir, dolaplar çevrilir kıl payı kazanırlar. Kazanırlarsa ülkeyi biraz daha uçuruma sürüklerler. Ama ya kaybedeceklerini anlarlarsa? O vakit B planını uygularlar. Ailecek cumhurbaşkanlığının sekiz uçağını tıka basa doldurur, Katar'a kaçıp siyasi sığınma hakkı talep ederler. C planını uygularlarsa daha vahim. Orduya darbe yaptırırlar. Tecrübeleri var bu konuda nasıl olsa. Darbeci general ilk iş olarak Nato'ya bağlılığını belirtir. Sonra mevcut başkana bağlılığını açıklar. Halk sokaklara dökülür. Ordu duruma hakim olur. Gazeteler darbeci general ve başkana methiyeler düzer. ABD, başkanı tebrik eder. Başkan televizyona çıkar, cehape zihniyeti ortalığı karıştırdı, seçimlerde usulsüzlük yaptı, kahraman ordumuz demokrasiye bağlılığını gösterdi. Bana karşı olan herkes fetöcü, vatan haini, der. Sonra alaycı bir gülümsemeyle halkı selamlar, durmak yok yola devam! der. 

Peki, yapılacak seçim sonucunda farklı bir hükümet kurulursa ne olur? Elbette değişen bir şey olmaz. Bu yönetim sistemi kaldığı sürece şimdi yapılanları yeni gelenler de yapar. Yeni gelenler ve yandaşları zenginleşir, sıradan halk için bir şey değişmez.                    

6 Ocak 2021 Çarşamba

SON DANS BÖLÜM 3

Karşısındaki adamın bitkin hali içini acıttı Esther’in. Keşke ona biraz olsun yardımı dokunabilseydi. Kocası için kendi canını verebilirdi, gözünü kırpmadan. Gel gelelim esas yardıma ihtiyacı olan kişinin kendisi olduğunu çok iyi biliyordu. Bütün sıkıntılarını içine atıp biriktirmişti. Son bir yılda yaşadıklarını ne kocasıyla ne de bir başkasıyla paylaşma cesareti bulmuştu kendinde. Son zamanlarda iş hayatından başka bir şey düşünmüyordu, Kemal. Oturup iki laf etmeye kalktıklarında konuyu yine dönüp dolaştırıp işlerine getiriyordu. Epeydir koltuğuna yaslanıp kendi elleriyle yaptığı sade kahvesini içmek istemiyor, kitap okumuyor, televizyon izlemiyordu. Eskiden elinden düşürmediği kıymetli saksafonunu bile bir köşeye atmıştı. Gece geç saatlere kadar çalışmaktan bunalıyor, yorgun argın eve döndüğünde kendini yatağa zor atıyordu. Zaman böyle geçerken Esther, günden güne yalnızlaşmış, koca evde adeta bir ölüyle yaşıyormuş hissine kapılmaya başlamıştı.    

- Yarın seninle birlikte gelmemi istersen... Yani, belki bir faydam olur ha, ne dersin? 

Kemal, gülümseyerek yüzünü avuçlarının arasına aldı karısının. Sonra omuzlarından tutup şefkatle gözlerinin içine baktı.

-Teşekkür ederim aşkım. Tamam, adamların kültürünü benden çok daha fazla biliyorsun, dilleri zaten ana dilin, ama bu işler sana göre değil.

Arkasını döndü Kemal, dişlerini fırçalamak üzere banyoya geçti. Yatak odasında bir süre ayakta dikili kaldı Esther, eşine yardımcı olamayışının verdiği çaresizlik içinde suratını astı. Lacivert saten sabahlığını üzerinden sıyırıp beyaz ipek pijamasıyla geniş yatağa bıraktı kendini. 

Kemal de ışıkları söndürdükten sonra Esther'in yanına uzandı. Saçlarını okşayan karısının ellerine küçük birer öpücük kondurdu.

- Yarın benim için çok zor bir gün olacak, birkaç saat uyuyabilsem bari.

- Çok yoruyorsun kendini, hasta olacaksın. Şart mı bu kadar çalışman?

Kemal karısının sözlerine acı bir gülümsemeyle karşılık verdi.

- Alıştım artık hayatım, buna mecburum. Hadi yatalım artık, iyi geceler. 

Esther, Kemal'in bahsettiği mecburiyetin sebebini merak etmişti ama o son noktayı çoktan koymuştu bile. Kısa bir süre sonra sırtını dönüp horlamaya başlayan sevdiği adama baktı. Uykusu kaçmış, canı sıkılmıştı. Sessizce doğruldu, az önce çıkardığı lacivert sabahlığı yeniden üzerine geçirdikten sonra pencerenin yanındaki masanın üzerine bırakılmış içi su dolu sürahiye uzandı. Cam bardağı doldurdu. İçkinin tesirini üzerinden attığını düşünerek çekmeceden Atarax kutusunu çıkardı. Tableti dilinin üzerine koyup bardağı ağzına dayadı. Başı ağrıyordu, ne yapacağını bilmez bir halde salona geçip televizyonu açtı, sesini iyice kısıp boş gözlerle izlemeye koyuldu. Evlendiği ilk yılları düşündü. Ne kadar mutlu geçiyordu o günler. Ne hata yapmıştı da aralarına bu lanet soğukluk girmiş, sevdiği insanın gözünde görünür olmaktan çıkmıştı. Hayır, bunun nedeni aralarında geçen bir tatsızlık, saygısızlık ya da birbirlerine karşı duydukları sevginin azalması değildi. İçtiği ilaç henüz etkisini göstermemişti. Akşamki yemek sırasında dalıp gittiği hayali üzerinde yoğunlaşmaktan gözüne uyku girmiyor, başının ağrısı gittikçe artıyordu. Bu gidişin sonu nereye varacağını merak ediyordu. Gündüz gördüğü hayaller, artık hayatının bir parçası haline gelmişti. Ne zamana kadar saklayabilirdi bunu? Yoldan geçen herhangi birine anlatsa bu yaşadıklarını, delirdi deyip muhtemelen akıl hastanesine yatırırlardı. Kemal de yapar mıydı aynısını? 

Gözü duvarda asılı yuvarlak saate takıldı. Sabahın altı buçuğu olmuş, bir gram uyku girmemişti gözüne. Kalkıp salonun penceresine doğru yürüdü, perdeyi araladı. Zifiri karanlık içinde cılız sokak lambalarının ışığını seyretti. Caddeden tek tük geçen arabaların içindekileri düşündü. Onlar da sabahın köründe sıcacık yataklarından kalkıp işlerinin peşine koşan kocası gibi işkolik insanlar mıydı? Kim bilir, belki de işlerinden ya da çıktıkları seyahatten evlerine dönüyordu bazıları. Daha hızlı gidenlerin evlerine mi yoksa işlerine mi gittiklerini merak etti. Birazdan kocasının alarmı çalacak, Selmin kilidin yuvasına anahtarını sokup çevirecekti. Perdeyi kapatıp banyoya geçti. Aynanın karşısında durup uzun uzun solgun yüzünü seyretti. Eliyle sarı saçlarını havalandırdı. Yine de güzel buldu kendini, gülümsemeye çalıştı. Gülümsemenin bu kadar zor olacağını hiç düşünmemişti. Parmaklarının ucuna basarak yatak odasına girdi. Sabahlığını çıkarıp yatağa uzandı, gözlerini kapattı. Selmin'in kapıyı açışını, alarmın çalışını, Kemal'in yataktan kalkışını, hazırlanıp çarçabuk giyinmesini, uyanık olduğunu hissettirmeden sessizce izlemekle yetindi. Mutfaktan gelen seslere kulak kabarttı. Kemal'in, Selmin'in hazırladığı kahvaltı masasında ayaküstü kahvaltı ettiğini düşündü ama bu sefer her sabah yaptığının aksine, kalkıp yanlarına gitmek, Kemal'e solgun yüzünü göstermek istemedi.

Aceleyle çekilen kapının sesi kulağında patladığında bir "hoşça kal" demeyi  bile kendisinden esirgediğini düşündü Kemal'in. Yatağında doğrulup güçlükle kalktı ayağa. Ebeveyn banyosundaki duşun altına girdi. Gözlerini kapatıp uzun süre öylece kaldı sıcak suyun altında. Sıcak su iyi gelmiş, sertleşen kaslarını gevşetmişti. Beyaz bornozuna sarınıp çıktığında, mutfaktan Selmin'in sesi duyuldu.

- Kahvaltı hazır Esther Hanım.

Çay'dan başka hiçbir şey istemiyordu canı. Yatak odasının aralık kapısından seslendi.

- Sadece çay içmek istiyorum, odama getirirsen sevinirim Selmin.

Yatak odasının kapısını tıklatan Selmin, hiçbir şey söylemeden elindeki çay fincanını pencerenin önündeki yuvarlak sehpanın üzerine bıraktıktan sonra odadan çıkıp kapıyı çekti arkasından.

Beyaz ve mavinin tonları dışında hiçbir rengin ayak basmadığı odada, güneş ışınlarına set çeken kadife güneşliği aralayıp pencereyi açtı. Denizin getirdiği temiz havayı ciğerlerine çektikten sonra rahat koltuğa bıraktı kendini. Çayından bir yudum aldıktan sonra fincanı usulca masaya bıraktı. Uykusuz geçirdiği gece boyunca beynini kemiren düşünceler nedeniyle başında büyük ağırlık hissediyordu. Önce kocasının ilgisinin her geçen gün biraz daha azaldığı vehmine kapılıyor, sonra bir anda fikrini değiştirip eşiyle aralarında yaşanan soğukluğu işlerinin yoğunluğuna veriyordu.  

Bir yıl öncesine kadar ne kadar mutluydu oysa. Geceleri uykularını bölen karabasanları, olmadık yer ve olmadık zamanlarda yaşadığı halüsinasyonları, bir anda dalıp gitmeleri iyice azalmış, kendine olan güveni geri gelmişti. Hiçbir doktorun çare bulamadığı bu illetten Kemal’in ilgisi ve sevgisi sayesinde kurtulduğuna inanıyordu. Bu yüzden yeniden eski haline dönüşünün tek sorumlusu olarak Kemal'i görerek ona haksızlık edeceğini  düşünüyor, buna gönlü razı olmuyordu. Evet, kocasının işi nedeniyle ilk zamanlardaki gibi birbirlerine zaman ayıramadıkları doğruydu. Gün boyunca eve dönüş yolunu gözleyen karısını aklına bile getirmiyordu belki, ama yine de sevgilerinin azalması için ortada hiçbir neden göremiyordu.