KATEGORİLER

13 Ocak 2021 Çarşamba

SON DANS BÖLÜM 6

Kumandanın düğmesine basmasıyla birlikte otomatik garaj kapısının panjuru sinir bozucu metalik bir ses çıkartarak yavaş yavaş yükselmeye başladı. Kontak anahtarını çevirip hareket etti, tam caddeye çıkmak üzereydi ki çalmakta olan telefonunun boğuk sesini duydu. Yan koltuğa attığı siyah deri çantasındaki cep telefonunu bulmaya uğraşırken sinirle "Bir sen eksiktin." diye söylendi kendi kendine. Gözünü yoldan ayırmaksızın el yordamıyla çantasındaki cep telefonunu bulup gözünü yoldan ayırmadan açma tuşuna bastı, bezgin bir ses tonuyla "Alo" dedi.  

- Estherciğim, umarım zamansız aramadım.

Sesinden tanımıştı, Selma'yı. Telâşını olabildiğince gizlemeye çalışarak,

- Hayır canım sorun değil, dedi. Doktor Cevdet Bey'in randevusuna yetişmeye çalışıyorum.

- Bak, istersen sonra arayım. Ya da işin bittiğinde sen beni ararsın. Bir yerde oturup biraz lâflayalım diyecektim sadece. 

- Tamam canım, yoldayım şimdi, çıkar çıkmaz ben seni ararım.

Telefonu kapatıp çantasına attı. Güneşin bütün cömertliğiyle ışınlarını saçtığı güzel bir sonbahar sabahı,  Esther'in kullandığı beyaz spor Mercedes sabah trafiğinin yoğunlaştığı cadde boyunca ağır ağır ilerliyordu. Aklına yazdığı adrese göre aracın navigasyonunu ayarladı. Yarım saat boyunca birçok kavşaktan, caddeden geçti. Ekranda beliren yönleri büyük bir dikkatle takip ediyor, hatalı bir yöne girip zaman kaybetmemek için büyük çaba sarf ediyordu. Artık iyice yaklaşmıştı. Son anda kırmızıya dönen trafik ışığını fark edip ani bir fren yaptı. Peşinden gelen arabanın çıkardığı lastik sesiyle irkildi. İç dikiz aynasından arkasına baktı. Bacaklarının titrediğini fark etti. Neyse ki, hiçbir sarsıntı hissetmemişti. Saatine baktı, yeşil yanar yanmaz gaza yüklendi. Her an bir aksilikle karşılaşacağını düşünüyor, karşıdan karşıya geçmeye çalışan bir yayaya çarpacakmış duygusuna kapılıyordu. Rengârenk güllerin düzenli olarak aralara serpiştirildiği çim kaplı bahçe içlerinde birbirine benzeyen iki katlı evlerin olduğu geniş bir sokağa girdi. Üçüncü bloğun önüne geldiğinde aracını kaldırımın kenarına park etti. Arabasından inmeden önce bir kez daha baktı saatine, trafikte harcadığı onca zamana rağmen randevusundan beş dakika önce geldiğini görünce derin bir oh çekti. Yan taraftaki bina giriş kapısının sağında aşağı doğru sıralanan dört daire zilinden üzerinde Prof. Dr. Cevdet Saran isminin yazılı olduğu en alttakine bastı. Otomatik demir kapının açılma sesini duyunca itip içeri girdi. Apartmanın oldukça geniş giriş holündeki büyük boy aynasının önünde kısa bir süre kıyafetini kontrol ettikten sonra önüne açılan daire kapısına doğru yaklaştı. Yaşamı boyunca komşu kapısı bildiği doktor muayenehanelerine, hastane koridorlarına aşina olmasına rağmen göğsünde hissettiği ağırlığın sebebini gittikçe sıklaşan kabuslarında, gördüğü halüsinasyonlarda arıyor, akıl sağlığını yitirmekten korkuyordu.  

Güzel bir kadındı Esther. Omuzlarına dökülen dalgalı sarı saçları, kalkık burnu, hafif çıkık elmacık kemikleri, ortanın üzerinde boyu ve ideal vücut ölçüleriyle bütün kadınları kıskandıracak özelliklere sahipti.  Hafif bir makyaj yaptığında, koyu mavi gözleriyle bütün dikkatleri üzerinde toplardı. Bugün yine son derece şık beyaz pantolon ve ceketinin içine siyah ipekli kumaştan güzel bir bluz giymişti. Siyah, yüksek topuklu rugan pabuçları ile kıyafetini tamamlamış, duru güzelliğiyle gözleri kamaştırıyordu. Oysa bütün bu özellikleri genç kadının iç dünyasıyla tam bir tezat içindeydi. Dağınık, kararsız, suçluluk duygusu içinde yalnız başına kıvranan tutkulu ruh hali, karanlık bir okyanusun içinde kopan fırtınada gemisini ayakta tutmaya çabalayan çaresiz bir kaptanı andırıyordu sanki. Her şeye rağmen Kemal'i çok seviyor, bir an olsun onsuz bir hayat düşünemiyordu. Kemal'in de onu sevdiğinden emindi. Birbirlerine bu derece âşık olmalarına karşılık yanlış giden bir şeyler olduğunu düşünüyordu. İçine düştüğü ikilemi aşamıyordu. Bir türlü peşini bırakmayan geçmişi miydi buna sebep, yoksa kocasının ihmali, gözünü ve gönlünü işten başka her şeye kapatması mı? Ah bir bilebilseydi doğrusunu. Aradığı cevap ne olursa olsun bunu öğrenirse çektiği bütün sıkıntıları bitecek, gördüğü kâbuslar bir anda sona erecekti sanki. Belki uzun zaman önce yaşadıklarını gömdüğü toprak kabarmış, geçmişin bütün acılarını kusuyordu. İçine düştüğü bu girdap, sevdiği insanı kendinden uzaklaştırmasının başlıca sebebi miydi? Gördüğü düşler, hayaller, kâbuslar... Artık dayanma gücünü iyiden iyiye kaybetmiş, sonunda bir can simidine sarılırcasına Selma'ya dökmüştü içini. Ama yine de kendini tutmayı başarmış, hayatını kâbusa çeviren geçmişine dair bir söz çıkmamıştı ağzından. Buna rağmen sıkı sıkıya tembihlemişti Selma'yı, onunla paylaştıklarını Hasan'a ve Kemal'e söylememesi için kesin söz almıştı. Ona sadece uzun zamandır psikolojik yardım aldığından, yıllarca bir sürü doktorun kapısını aşındırdığından bahsetmişti. Çocukluğundan beri görmüş olduğu kâbuslar, hayatını değiştiren o talihsiz kazadan sonra artarak devam etmiş, adeta yaşamının bir parçası olmuştu. Öncekiler kadar sık olmasa bile son bir yıl içinde haftada en az bir kez başka âlemlere gidiyor, bazen neşe, bazen huzur içinde, nadiren korkuyla, çığlık çığlığa geri dönüyordu. Her zaman olduğu gibi yine sessizdi çığlıkları, aynı çocukluğundaki gibi. Kan ter içinde kendine gelip avazı çıktığı kadar bağırmasına rağmen sinek vızıltısı kadar bir sesin çıkmadığı cinsten. Bu sayede gördüğü kâbusları Kemal'den saklamayı başarabildiği için şanslı görüyordu kendini. Onu esas korkutan gördüğü kötü düşlerden ziyade yaşadığı ve içine gömdüğü kazadan haberdar olmasıydı Kemal'in. Belki de çocukken başına gelen o talihsiz kazadan sonra geçirdiği travmanın beyninde bıraktığı bir mirastı bu yaşadıkları. Taşıması günden güne ağırlaşan bu miras sebebiyle Kemal'i kaybederim korkusu... Geçen hafta Selma vermişti doktorun ismini. Konusunda ihtisas sahibi, iyi bir doktor olduğunu söylemişti.

Devam edecek



GÜZEL YAZMA SANATI # 5

Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi tarafından noktalama işaretlerinin önemine ilişkin yazılan bir makalede, (*) öğretmenlerin % 66'sı yazıda kullanılan noktalama işaretlerinin metnin daha iyi anlaşılması, % 40'ı metinde anlam karışıklığının önlenmesi, % 37'si ise metindeki jest, mimik, vurgu, tonlama ve duraksama işlevlerini yerine getirdiğini ifade etmiştir. Aynı araştırmada, öğrencilerin en zorlandığı noktalama işaretlerinin, sırasıyla; noktalı virgül, iki nokta ve virgül, en kolaylarına gelenlerin ise nokta ve soru işareti olduğu ortaya çıkmıştır. Bence noktalama işaretleri arasında hayati öneme sahip en önemli noktalama işaretleri "nokta" ve "virgül" işaretleridir. Noktanın cümle içinde nerede kullanılması gerektiğini bilmeyen okur yazar olmadığını düşünüyorum. Virgül konusuna gelince bilinen bir örnekten yola çıkabiliriz;

"Oku da adam ol baban gibi, eşek olma!" cümlesindeki virgülün yerini,

"Oku da adam ol, baban gibi eşek olma!" şeklinde değiştirmemiz durumunda, birilerinin hayatımıza kastetmeyeceğini kim garanti edebilir?

Cümlede gereksiz sözcük kullanımı yazılarımızı ne kadar bozarsa, gereksiz yerlerde virgül ve diğer noktalama işaretlerini kullanmak da aynı ölçüde özenle yazdığımız bir yazının değerini düşürebilir. Cümle içinde noktalama işaretlerinin yerlerini belirlerken yazdığım yazıları yüksek sesle okumanın işe yaradığını fark ettim. Vurgulanmak istenen yerler, yan cümlelerin bütünlüğünü bozmaksızın nefes alınan bölümler ve kulağa gelen seslerin ahengi, nerede hangi noktalama işareti kullanılacağı konusunda bize kılavuzluk edebilir. Bunun için her şeyden önce iyi bir okuyucu olmak gerekir elbette. Cümle içinde virgül işaretinin kullanılması gereken yerler TDK'da 15 başlık altında toplanmış ve bazı önemli uyarılar yapılmıştır. Aşağıda önemli gördüğüm bazılarından bahsedeceğim. Ayrıca konuyu pekiştirmek amacıyla örnek cümleler içinde kullanılmasını göstereceğim.

1. Tırnak içinde olmayan alıntı cümlelerinde ve konuşma çizgisinden sonraki alıntı cümlesinin bitiminde virgül kullanılır.

 Sık sık hata yapıyorsun, dedi. 

- Necdet'i ara, hemen geri dönsün, dedi.

- Bugün ayrılıyor musunuz, diye sordu.

2. Kendisinden sonra gelecek cümleye bağlı olarak red, kabul ve teşvik bildiren hayır, yok, evet, peki, pekâlâ, tamam, olur, hayhay, başüstüne, öyle haydi, elbette gibi kelimelerden sonra virgül konur.

Evet, yorumunuzda belirttiğiniz görüşlere aynen katılıyorum.

3. Metin içinde art arda gelen zarf-fiil eki almış kelimelerden sonra virgül konur.  

Önce iyice düşünüp, bir karara varıp müteahhidi aradı. 

4.  Metin içinde zarf-fiil eki almış kelimelerden sonra virgül konmaz.

Markete varınca ilk sokaktan sağa dönmelisin.   

5. Metin içinde ve, veya, yahut, ya...ya bağlaçlarından, tekrarlı bağlaçlardan ve pekiştirme ve bağlama görevindeki de/da bağlacından önce ya da sonra virgül konmaz.

Ya bu deveyi güdeceksin ya bu diyardan gideceksin.

Hem ağlarım hem giderim.

Gerek sen gerekse o bu işi yürütme kabiliyetine sahip değil.

İster inan ister inanma.

Ne yardan geçerim ne serden.

Çok kitap okursan güzel de yazarsın. 

6. Metin içinde -ince/ınca anlamıyla zarf-fiil olarak kullanılan mi/mı ekli sözcüklerden ve şart ekinden sonra virgül konmaz.

Erken yattım mı hayatta uyku tutmaz beni.

Aklın varsa göle.

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, sevgiyle kalın.

GÜZEL YAZMA SANATI # 4

Güzel Yazma Sanatı yazı dizimin umduğumdan fazla ilgi görmesinden mutluyum. Yorumlarıyla katkı sunan arkadaşlarıma bir kez daha teşekkürü borç bilirim. Bu bölümde öncelikle birkaç hususun altını çizmek istiyorum. Güzel yazma ve dilbilgisi kuralları üzerinde ahkâm kesecek düzeyde bilgi sahibi olduğumu asla iddia etmiyorum. İşlediğim konular sıklıkla karşıma çıkan yazım yanlışlarını hasbelkader gündeme getirirken mevcut bilgilerimin yanı sıra araştırıp emin olduğum sınırlı açıklamalardan ibaret olup yazım kurallarının tamamını içermez. Konuya ilgi duyanlar TDK imlâ kılavuzu ve benzeri kaynaklardan daha detaylı bilgilere ulaşabilirler. Yine de yazdıklarımla ilgili gözümden kaçan hataları ve yanlışlıkları fark eder, yorumlarda beni uyarırsanız sevinirim. Kendimi mühendisliğe ilk başladığım yıllardaki gibi hissediyorum, bizden tecrübeli ağabeylerimize her türlü mesleki soruyu çekinmeden sorma lüksüne sahiptik bir zamanlar. Belli bir tecrübe kazandıktan sonra birden her şeyi bildiğimizi düşünür olduk, artık hata yapma şansımız kalmadığını düşünüyor, her hatamıza karşılık bir bedel ödeyeceğimizi düşünüyorduk. Evet, çok bilmenin bir bedeli vardır, özellikle bilmeniz gerektiği düşünülen şeyleri bilmediğinizde. Satırlarımı okuyan eğitimcilerin bazılarına güzel yazma ve yazım kurallarından bahsetmek belki de sıkıntı yaratır bu yüzden. Bu konularda bilgisine güvendiğim ve Türk Dili konusunda bir uzman olan eşim bile bu diziye başladığımı ilk öğrendiğinde, "sana mı kalmış dil konusunda yazmak, onca dil uzmanı dururken" diye tepki göstermişti bana. Oysa, dile gönül vermiş, güzel yazmayı önemseyen ben ve benim gibi düşünen insanların bildiklerini paylaşması da iyi bir fikir olabilir bazen. İşin uzmanları için bu işlere kalkışmak çok daha riskli gelebilir belki. Hele bir de mükemmeliyetçi karakterleri varsa, en ufak bir hata yapmak ağırlarına gidebilir, kendilerini mahcup hissedebilirler, bütün bunlara hiç gerek olmadığı halde.  

Sevgili Deep, o kadar kasmana gerek yok, resmi yazı yazmıyoruz, demişti bana, bir yorumunda. Bazı yazarlar hiç noktalama işareti kullanmadan yazıyor, büyük harfi bile gereksiz buluyorlarmış. Evet bunu bir tarz ya da kendine has bir üslûp olarak benimseyenler var elbette. Örneğin kendilerini "sürrealizm" (gerçeküstücülük) akımına kaptıranlar... Nedir sürrealizm ya da gerçeküstücülük? Söz konusu akımın babası olarak tanınan Fransız yazar ve şair Andre Breton, sürrealizm akımını şöyle tanımlar: Gerçeküstücülük, ister söz, ister yazı ile ya da başka bir yolla, düşüncenin gerçek işleyişini ortaya çıkarmak için başvurulan, içinden geldiği gibi yazma yöntemidir. Bu, aklın denetimi olmaksızın (rüyada olduğu gibi) her türlü estetik ve ahlâk kaygısı dışında düşüncenin yazılışıdır. Bu akımın öncüleri, Freud'un psikanaliz yönteminden yola çıkarak aklın ve mantığın değersiz olduğunu, insanı yönlendiren şeyin içgüdüleri ve bilinçaltı olduğunu ileri sürerler. Bu yaklaşım, nazım türüne yakışır da bazen. Türk edebiyatında Garip Akımı'nın temsilcileri Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat bu akımdan etkilenmişlerdir. Adı geçen usta sanatçıların bazı şiirlerinde noktalama işaretlerini kullanmadıklarını görmek mümkün. Atilla İlhan da zaman zaman bu yolu izlemiştir. Fakat düz yazıda noktalama işareti kullanmayan yazar sayısı fazla değildir.  

Kuralcı değilim. Meselâ bazı yazarların büyük harf kullanmayı tercih etmediklerini görüyorum. Diğer yazım kurallarına ve noktalama işaretlerine sadık kalındığı sürece, böyle bir tercihin, yazıların anlaşılır olması üzerinde negatif bir etki yarattığını düşünmüyorum. Benim yazıda aradığım tek şey yazının kolay ve doğru bir şekilde anlaşılır olması. Toplum olarak bizler, sözlü bir kültürün bireyleriyiz. Okuma ve yazma kültürümüz diğer toplumlara göre yeterince gelişmemiş. Konuşurken, bir şeyler anlatmaya çalışırken daha başarılıyız. Bununla birlikte noktalama işaretlerinin konuşma diliyle yapısal bir ilişki içerisinde olduğunu düşünüyorum. Konuşurken, duraksamalarımız, vurgulamalarımız, tonlamalarımız ne kadar önemliyse düşünce ve fikirlerimizi yazıya dökerken noktalama işaretlerini gerektiği yerde ve doğru olarak kullanmamız en az onun kadar önemli bana göre, kendimizi ifade etmemiz bakımından. Müzik yazımında notaların sesini değiştiren bemol, diyez gibi değiştirici işaretler gibi yazı dilinde noktalama işaretleri de okuru, duygusal bir ahenk içinde, yazarın belirlediği yöne sevk etmede büyük rol oynarlar.  

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, sevgiyle kalın.

11 Ocak 2021 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 73

Ağaç Ev Sohbetlerinin 73. Haftasındayız. Sevgili DeepTone tarafından organize edilen etkinliğimizde bu haftanın konusu eğitim. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Sevgili Uçun Kuşlar / Makbule Abalı bu haftanın konusunu belirledi. Bizlerden cevaplandırmamızı / tartışmamızı istediği sorular ise şöyle: 

Sizin okullu olduğunuz zamanlarla günümüzdeki eğitim öğretimi kıyaslandığınızda neler düşünüyorsunuz? Nelerin değişmesini ya da yeniden gelmesini isterdiniz? İlkokul öğretmeninizi hatırlıyor musunuz? Unutulmayan yönleri nelerdi? Okul yaşamınızda sizi olumlu etkileyen kaç öğretmeniniz oldu, neler yaptılar?

Okullu olduğum dönem, değerli hocamız Makbule Hanımla aynı yıllara rastlıyor muhtemelen. Bu nedenle, blogunda son derece güzel tanımladığı o zamanların koşullarını bir kez daha tekrarlamayı gereksiz buluyorum. Eğitim, teknoloji ve bilimsel gelişmelere paralel olarak, sürekli yenilenmesi, ıslah edilmesi gereken bir husus. Eskiden beri eğitimin niteliği, eğitim personeli ve eğitim araçlarındaki yetersizlikler konuşula gelmiş, yapılan reformlar, yeni düzenlemelerle çağı yakalamanın peşine düşülmüştür. Fakat ne yazıktır ki, yapılan her reform, her düzenleme eğitimin kalitesini yükseltmek şöyle dursun, insanları eskiyi aratır hale getirmiştir.  İlkokula başladığımız o yıllarda günümüzde sahip olduğumuz pek çok şeyden yoksunduk. Buzdolabı bile sadece zengin ailelerin mutfağını süslerdi. Televizyonumuz, bilgisayarımız, internetimiz yoktu. Elimizdeki yegâne bilgi kaynağımız, öğretmenlerimiz ve ders kitaplarımızdı. Günümüz çocuklarının sahip olduğu bilgiye ulaşma imkânı ile o gün bizim sahip olduklarımız arasında müthiş bir uçurum vardı. Buna rağmen aldığımız eğitim bugünküne kıyasla çok daha iyiydi. Eskiye dönüp baktığımda, çocukluk yıllarımdaki lise mezunu bir gencin ahlâk, bilgi, sanat ve kültür donanımının günümüzdeki pek çok profesöre taş çıkarttığını üzülerek görüyorum. 

Tamamen yerli ve yurdumuza özgü bir eğitim projesi olup ülkemizde ilkokul öğretmeni yetiştirmek üzere 1940-1946 yılları arasında hizmet veren ve daha sonra 1954 yılına kadar Köy Öğretmen Okulları adıyla eğitime devam eden Köy Enstitülerine yetişemedim ama bu okullardan mezun büyüklerimle tanışma fırsatına eriştiğim için kendimi şanslı buluyorum. Konuştuğum bu değerli insanlardan, okuduğum kitaplardan, katıldığım anma günlerinden söz konusu eğitim yuvalarında, eğitime, bilime, kültüre ve sanata verilen değeri, aşılanan vatan sevgisini, memlekete faydalı bir insan olma yolundaki mücadelelerini çok iyi biliyorum. Fazla söze hacet yok, bu ve benzeri kurumların yeniden gelmesini, eğitimin siyasetten uzak, bilimin ışığında sürdürülmesini isterdim.  

İlkokul öğretmenimi tabii ki hatırlıyorum. otuz beş kırk yaşlarındaydı. Kumral, dalgalı saçlı, orta boylu, maviş gözlü, her zaman çevreye mutluluk saçan bir melekti Yaşar Öğretmen'im. Tüm canlılığıyla gözlerimin önünde hâlâ bana gülümsüyor, kürsünün başında, pötikareli önlüğüyle. "Eti senin, kemiği benim." derdi veliler, dizlerinin dibinden ayırmadıkları bebelerini teslim ederlerken ilk öğretmenlerine. Bu sözden çok korkardım. Öğretmenimiz etimizi mi yiyecekti bizim? Neyse ki, yufkaydı annemin yüreği, o sözü söyleyemedi. İlk günlerin korkusunu çabuk aşmıştım. Sadece benim değil, hiçbir arkadaşımın minik yüreğini incitecek en ufak bir söz çıkmadı ağzından Yaşar Öğretmen'imin. Beraber geçirdiğimiz bir yılın ardından Adana'ya tayini çıktığını öğrendiğimizde, hepimizin gözü yaşlıydı. Şimdi yaşıyorsa eğer, doksan yaşlarında olmalı, kulakları çınlasın. Öldüyse, nurlar içinde yatsın.

Türkçe ve Edebiyat öğretmenlerimden nefret ettim, ediyorum. Bana ne Türkçeyi ne de edebiyatı sevdirmişlerdi. Kaybolan yıllarıma hâlâ acırım. Matematik derslerini, matematik öğretmenlerimi ise hep sevdim. Ortaokulda matematik öğretmenim, Ayşe Balık, Lisede matematik öğretmenin Mualla Şengonca ve Hamiyet Ersoy'u son nefesime kadar hatırlayacağım. Ne mi yaptılar? Dersi bana sevdirdiler. Görevlerini kusursuz yaptılar. Konuya hakimdiler. Mesleklerini severek yapıyorlardı. Daha ne olsun. Haklarını ödeyemem. Sağlıklı bir yaşam sürsünler. Allah onlardan razı olsun.

10 Ocak 2021 Pazar

GÜZEL YAZMA SANATI # 3

Bu bölümde "Kişiseldiskom" arkadaşımızın önerisi üzerine "Yalnız" ve "Şey" sözcüklerinin üzerinde durmak istiyorum.

Yalnız: Yanında başkaları olmayan. Ayrıca bağlaç olarak "ama" yerine kullanılabilir. Türkçe "yalın: karmaşık olmayan, süssüz, sade" sözcüğünden türetilmiştir.

Yanlış: Bir gerçeğe, bir ilkeye veya bir kurala uymama durumu. Türkçe "yanılmak: bir şeyin niteliğini, özelliğini, iyi anlayıp değerlendirememek, tanımakta, anlamakta, bilmekte aldanmak" sözcüğünden türetilmiştir. 

Konuşma ve yazı dilinde bu iki sözcüğün içinde geçen  "l" ve "n" harflerinin doğru yerlerinde kullanılmaması nedeniyle sık sık hataya düşülmektedir. Türkçede yapılan büyük hatalardan biridir. Oysa sözcüğün köküne bakarak doğru yazılışını kolayca bulabiliriz. Tereddüte düşüldüğünde "l" ve "n" harflerinin yanına "ı" harfini eklemek işe yarayabilir.

Yal-ı-nız: ya(l)ın - ya(l)nız              

Yan-ı-lmak: ya(n)ılgı - ya(n)lış

Birkaç örnek cümle verelim:

Sinemaya gidecektik (yalnız) babam izin vermedi. (Ama manasında)

(Yalnız) başıma (yanlış) yerlerde dolaşıyordum.

Beni (yanlış) anlama, biraz (yalnız) kalmak istiyorum.

Bu iki sözcük üzerinde bazen "Yanlış olan doğrudur, o halde yalnız, doğrudur." diyerek bazı geyikler de yapılır ama siz bunlara aldırmayın.

***

Şey: Nesne, madde, eşya. Anımsanamayan ad ya da sözcük yerine kullanılan sözcük.

"Şey" sözcüğü oldukça ilginçtir. Tek başına bir anlamı olmasa da cümle içinde her anlama gelen bir sözcük. Bu sözcüğü iki satırda anlatmak mümkün değil aslında. Kitap bile yazılır üstüne. Her kılığa giren, şahsiyetsiz ve gri bir sözcüktür, "şey". Kelime dağarcığı yeterli olmayanların imdadına yetişir ama muhatabını çözümsüz ve çaresiz bırakır. Bu yüzden pek sevmem bu sözcüğü kullanmayı. Hiç kullanmadan olmaz elbette ama mecbur kalıp kullandığımda her seferinde yetersiz hissederim kendimi. Bir de sever başka sözcüklerin peşine yapışmasını. Aslında hiçbir sözcük kabul etmez, uzak tutarlar kendilerini, bu yapışkan "şey" den. 

Bütün "şey" ler ayrı yazılır. 

Bu yüzden, "şey" in bitişik yazıldığı "Yolda birşeyler atıştırırız." ya da "Ne alırsanız alın, herşey bedava." cümleleri hatalıdır. Doğrusu; "Yolda bir şeyler atıştırırız." ve "Ne alırsanız alın, her şey bedava." olmalıdır.

Özellikle "her şey" in hatalı kullanımı o kadar yaygındır ki, İkea bile otobüslerde, duvarlarda ve kocaman ilan panolarında "Evinizin herşeyi" sloganını kullanırken "her şey" i bitişik yazmış ve kendini cümle aleme rezil etmiştir. Kısa bir süre sonra aldığı tepkilerden sonra gerekli düzeltmeyi yapmak zorunda kalmıştır.   

SON DANS BÖLÜM 5

Ümit'in suratını asması çıldırtmıştı Kemal'i. İçi içini yiyor, bir türlü sakinleşemiyordu. Çıldırmış bir halde adamın arkasından avazı çıktığı kadar bağırıyordu.

- Senin umurunda değil tabii. İş olmuş, olmamış ne fark eder ki. Bu şirket eğleneceğiniz bir oyun parkı değil. Herkesin kıçını toplamaktan kendime zaman ayıramıyorum. Siz mesai bitsin evime gideyim ailemle birlikte olayım diye zaman öldürürken benim uykularım kaçıyor. Araştırmayı yapan ben, firmayı bulan ben, sözleşmeyi hazırlayan ben. E, size ne gerek kaldı o zaman. Yok, yok vazgeçtim, katılmıyorum ben toplantıya. Satış müdürünün karşısına hangi şirket oturtur genel müdürünü. İşe verin biraz kendinizi ya, bu devam etmez böyle..."

Suratı pancar kırmızısına dönen Ümit, kapıyı nazik bir şekilde çekip dışarı çıktı. İşaret parmağını dudaklarına götürüp "sus" işareti yaparken Nalân’ın masasına doğru eğildiğinde Kemal hâlâ hızını alamamış söylenmeye devam ediyordu.

 Buyurgan ama kısık bir ses tonuyla fısıldadı.

- Necdet'i ara, hemen gelsin geri.

- Ümit Bey, az önce konuştum ben Necdet'le. Misafirleri getiren uçak yeni inmiş havaalanına.

Endişe içinde, boş gözlerle yüzüne bakan Nalân'a nasıl bir tepki vereceği noktasında kararsız kalan Ümit bir anlığına duraksadı. Az önce içeride yediği fırçayı hatırlayınca bu kez daha gür çıktı sesi. 

- Ne diyorsam onu yap, Kemal Bey şoförün hemen dönmesini istedi, misafirleri almadan. Ben şimdi onları ararım gönderdiğimiz araç arıza yaptı falan der, bir şeyler uydururum. Misafirleri alıp gelirse hiçbirimiz kurtulamayız Kemal Bey’in dilinden. Ha, bir de sade kahve gönder içeri, belki biraz sakinleşir.

Sarışın sekreter şoke olmuştu. Sakin ve kibarlığıyla bilinen finans müdürünü ilk kez bu kadar asabi görüyordu. Sinmiş bir halde sadece bir çift söz döküldü dudaklarından.  

- Peki, efendim. 

Ümit, sekretere tahsis edilen cam bölmenin kapısına doğru ilerlerken genç kadına biraz fazla yüklendiğini, haksız yere bütün hıncını ondan çıkardığını düşündü. Tam kapıdan çıkacakken ortamı biraz olsun yumuşatmak için geri dönüp yüzüne zoraki bir gülümseme yerleştirdi. Aklına son anda bir şey gelmiş gibi sağ elini kaldırıp  parmağını şıklattı. 

- Bu arada, toplantıyı büyük salonda değil, benim odamda yapacağız. Sadece iki yabancı olacak, bir de biz. Kemal Bey de katılmayacakmış toplantıya. Yani dört ya da beş kişi falan oluruz, sen yuvarlak masayı ona göre hazırlatırsın artık, okey.

Nalân sessizce başını salladı. Necdet'i durumdan bir an önce haberdar etmek için çekmeceden cep telefonunu çıkardı, elleri titriyordu.

 ***

Esther evden ayrılır ayrılmaz rahat bir nefes aldı, Selmin. Şimdi Allah'ı var, bugüne kadar hiçbir kötü söz işitmemişti hanımından ama son günlerdeki onun şu melankolik halleri, iyiden iyiye gözünü korkutmaya başlamış, koca evde onunla birlikte yalnız kalmaktan çekinir olmuştu. Bir anda gözlerini sabit bir noktaya dikiyor, dünyayla bağı kopuyordu. Birkaç gün önce yemeğe çağırmıştı. Oturduğu koltukta başını pencereye doğru çevirmiş bakışları kilitlenmişti yine. "Esther Hanım, ne oldu size, niye cevap vermiyorsunuz?" diye çığlık çığlığa bağırmıştı ama o kılı kıpırdamadan bir heykel gibi durmaya devam etmişti karşısında. Panik içinde ne yapacağını bilmez bir halde oradan oraya koşturmaya başlamıştı. Neden sonra beyefendiyi arayıp yardım istemek gelmişti aklına. Tam telefonu eline aldığı sırada Esther yavaş yavaş kendine gelmeye başlamıştı. Her zaman yaptığı gibi "İyiyim Selmin, telâşa gerek yok." demişti yine. Saray gibi ev, adeta perili bir köşke dönmüştü. Ne bir çift lâf edebiliyordu hanımıyla ne de ortak bir meşgaleleri vardı. Evet, o evin hanımı, kendisiyse bir hizmetçi parçasıydı ama asla bu gerçeği yüzüne vuracak cinsten biri değildi Esther Hanım. Neyse ki, sık sık bir yerlere gidiyordu. Fakat nerelere gittiğini, neler yaptığını anlatmazdı hiçbir zaman. Esther'in evde bulunmadığı zamanlarda salona geçer, koltuğa kurulup televizyon seyreder, müzik dinler, bazen de müziğin ritmine kendini kaptırıp çılgınca dans ederdi. Esther eve döndüğünde yeniden mutfağa kapanır, işlerini bitirdikten sonra mesaisi bitene kadar açar kitabını okurdu.   

İnce belli bardağına çay boşalttı. Mutfak masasına oturup tabağına birkaç zeytin, bir parça tereyağı, biraz peynir ve bir kaşık da çok sevdiği kızılcık marmeladından koydu. Adanalı kalabalık bir ailenin en küçük çocuğu olarak dünyaya gelen Selmin’i çocuk hasretiyle yanan İstanbul'daki halası öz evladı gibi büyütmüştü. Doğduğu günden bu yana annesini, babasını ve kardeşlerini görmediği gibi onların ne iş yaptıkları, nasıl yaşadıkları hakkında hiçbir şey bilmiyordu. İşin doğrusu gerçeği öğrendikten sonra bile, biraz olsun merak etmemişti bu konuları. Kendisini nüfuslarına alıp büyüten ve bugünlere getiren halasıyla eniştesini gerçek annesi ve babası bilmiş, her ikisi de onun bir dediğini iki etmemişlerdi. On beş yaşına bastığı gün, kocasını bir iş kazasına kurban veren halasından başka hiç kimsesi kalmamıştı. Halası büyük sırrı saklamaya daha fazla dayanamamış, eşinin ölümünden tam bir hafta sonra gerçeği, gerçek annesi olmadığını anlatmıştı Selmin’e. Selmin, liseyi bitirdikten sonra zengin ailelerin çocuklarına dadılık yapmış, bu sayede görgü kurallarını iyice öğrenmişti. Çıtı pıtı, hoş, becerikli ve sakin karakterliydi. Kısa saçları, kalkık burnu, dolgun dudakları vardı. Boyu biraz daha uzun olabilseydi, gençlik yıllarındaki fiziğiyle değme mankenlere taş çıkartırdı. Okumayı, müzik dinlemeyi seven, yeni şeyler öğrenmeye hevesli biriydi. Çalışkandı, temizlik ve hijyene dikkat ederdi. Konuşması düzgündü, kendisinden bir şey istendiğinde asla kulak ardı etmez, elindeki işi bırakıp hemen yardıma koşardı. Bu kadar üstün özelliklerine rağmen mütevazılığını elden bırakmaz, başkalarının meziyet olarak bildiği bütün bu özelliklerin kendisine bir üstünlük kazandırdığını aklının ucundan bile geçirmezdi. Ona göre başarının sırrı, gevezelik yapmamak ve üzerine vazife olmayan işler hakkında soru sormamaktı. Pazar günleri, özel durumlar hariç her sabah saat sekizde gelir, kendisine verilen anahtarla kapıyı açar, çayı demler, kahvaltı masasını hazırlayarak başlardı güne. Neyin nerede olduğunu sadece o bilir, ortalığı derleyip toparlar, alışverişi yapar, yemeği hazırlar, temizlik kendisinden sorulurdu. Genel olarak akşam saat beş olunca işi biter, kapıyı çekip çıkardı. Yemekli akşam davetlerinde son misafiri uğurlayıp ortalığı temizlemeden ayrılmazdı evden. Bütün bu işleri işten atılırım korkusuyla değil büyük bir heves ve zevkle yapardı. Onun kahkaha attığına hatta gülerken ses çıkardığına kimse şahit olmamıştı ama görevini yerine getirirken duyduğu heyecan, parlayan gözlerinden ve saygılı gülümsemesinden kolayca anlaşılırdı.

Keyif çayını içtikten sonra kirli tabak ve bardakları bulaşık makinesine yerleştirip mutfağı düzene soktu. Daha sonra salona geçti, pencereleri açar açmaz serin ve temiz bir hava doldu içeri. Eşyaların tozunu alırken Esther düştü yine aklına. Evliliklerinin ilk iki yılında mutlulukları gözlerinden okunuyordu. Her gün düzenli olarak gittiği Türkçe dersleri dışında gün boyunca evden pek dışarı çıkmazdı ama günleri hep dolu dolu geçerdi. Türkçeyi yeni öğrenmeye başladığı ilk yıllarda odasına kapanıp saatlerce Türkçe kitap okur, bazı kelimeleri doğru telaffuz edip etmediğini sorar, hatalı cümle kurduğunda mutlaka düzeltmesini isterdi kendisinden. İlk günlerindeki komik telaffuzları bir süre sonra duyulmaz olmuş, azmi sayesinde Türkçesi oldukça iyi bir seviyeye gelmişti.

Hanımından esas beklentisi onun eve neşe getirecek bir çocuk sahibi olmasıydı. Daha önceki tecrübelerinden çocuk bakımı hakkında çok şey öğrenmişti. Severdi çocuklarla ilgilenmeyi, doğacak bir çocuk evin havasını değiştirecekti şüphesiz. Bugüne kadar neden çocuk yapmayı düşünmediklerini hanımına sormayı aklından geçirse de böyle bir terbiyesizlik yapmayı kendine asla yediremezdi. Bütün uğursuzluk geçen yıl Kemal'in yeni iş teklifini kabul etmesiyle başlamış, evin bütün düzeni değişmişti. Büyük bir şirketin bir numaralı adamı olmuştu. Kemal, yeni girdiği işte kendini kanıtlamak için gece gündüz demeden delicesine çalışmaya başlamıştı. O günden beri Esther'in yüzü gülmüyordu. Karı koca ikisi de birbirlerini deliler gibi seviyorlardı ama kendilerine ayırdıkları zaman günden güne azalıyordu. Dün akşamki yemek davetinde masadakiler güle oynaya sohbet ederken hanımının dalıp gittiği o an gözünden kaçmamıştı. Hanımının en az masadakiler kadar düzgün konuşabileceğini, sohbetin içine rahatlıkla girebilecek kadar Türkçeyi ilerlettiğini biliyordu oysa. Hep Kemal'in ilgisizliğine veriyordu onun bu durgun halini. Ne tatil, ne pazar gezmesi, ne de birlikte geçirebilecekleri küçücük bir zaman... Hepsi mazide kalmıştı. Kemal’in kendini bu kadar işe gömmesi neyle açıklanabilirdi?  Yine dün akşamki yemek boyunca dakika başı gelen iş telefonları yüzünden masadaki sohbetin tadını kaçırmış, bu yetmezmiş gibi, misafirlerine acil olarak çıkması gerektiğini söyleyip evden çıkmış, maruz kaldıkları bu durum karşısında bütün misafirlerin ağzı açık kalmıştı. Ne kadar önemli olursa olsun hanımını böyle bir davette yalnız başına bırakmayı nasıl içine sindirebildiğine bir türlü akıl erdiremiyordu, Selmin. 

Devam edecek



8 Ocak 2021 Cuma

GÜZEL YAZMA SANATI # 2

Bu bölümde yine sıkça yapılan yazım hatalarından "ki" ekine değineceğim. 

1. Bağlaç olan "ki" her zaman ayrı yazılır. Genellikle iki ardışık cümleyi birbirine bağlamak istediğimiz zaman bu sözcüğü kullanırız.

"Öyle yağmur yağıyor ki sanki gök delinmiş!"

2. Sözcükler arasında ilgi kurmaya, aidiyet ve yer belirtmeye, nitelemeye yarayan "ki" eki ise, her zaman bitişik yazılır.

"Kitaptaki tavsiyelere uyup gerekeni yapacağım."

3. İstisnai durumlar:

Bağlaç olmasına rağmen dilimizde çok kullanılan kalıplaşmış bazı sözcüklerde "ki" eki bitişik yazılır. Bu sözcükler şunlardır: Belki, çünkü, hâlbuki, mademki, meğerki, oysaki, sanki

İlk bölümdeki yazıma değerli yorumuyla katkı sunan Bonheur arkadaşımızın belirttiği üzere, tereddüte düştüğümüz durumlarda "ki" ekinin peşine "ler" çoğul eki eklememiz halinde cümlenin anlamı fazla bozulmuyorsa bitişik yazılmalıdır. "Ler" ekiyle sözcüğü çoğul yapmamız durumunda eğer cümle anlaşılmaz hale geliyorsa ya da hedefinden sapıyorsa "ki" mutlaka ayrı yazılmalıdır.

"Öyle yağmur yağıyor kiler sanki gök delinmiş!" Ne kadar saçma bir cümle oldu, değil mi? O halde bu örnekte "ki" eki ayrı yazılmalıdır.

"Kitaptakilere (tavsiyelere) uyup gerekeni yapacağım." Bu örnekte eklediğimiz "ler" eki ikinci sözcüğü gereksiz kılmasına rağmen anlamını yitirmiyor. Bu yüzden "ki" eki birleşik yazılmalıdır.

Başka bir örnek verelim:

"Seninki nerede?"

"Seninkiler nerede?" Anlamlı bir cümle, o halde "ki" bitişik yazılmalı.

"Senin kiler nerede?" Kiler ne alâka? Kilerden bahseden mi var? Ben kalemini soruyordum oysa. Anlam değişti.  Demek ki bu örnekte "ki", ayrı yazılmamalıymış!

-De, -da gibi -ki ekiyle ilgili kullanım yanlışları basit hatalardır. Bu arada Güzel Yazma Sanatı yazı dizisi üzerinde çalışırken doğru bildiğim bazı yanlışlarımın olduğunu da fark ettim. Özellikle 3. maddede belirttiğim istisna sözcüklerin bazılarında hata yapmış olabilirim meselâ. Söz konusu sözcükleri, "meğer ki", "madem ki", "oysa ki" şeklinde kullanmışımdır belki. Ama doğrusu bu sözcüklerin bitişik yazılması.

Bir sonraki yazıda görüşmek üzere, sevgilerimle.