KATEGORİLER

9 Şubat 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 77

Ağaç Ev Sohbetlerinin 77. Haftasındayız. Sevgili DeepTone tarafından organize edilen etkinliğimizin bu haftaki konusu, sağlıklı nesiller yetiştirmek bakımından son derece önemli. Konuyu öneren Uçun Kuşlar blogunun sahibesi sevgili Makbule Abalı. Çocukların ve gençlerin okuma alışkanlığı kazanabilmeleri için neler yapılması gerektiği konusunu ve okumanın önemine ilişkin düşüncelerini kendi sayfasında gayet güzel açıklamış. Önceki haftaların sohbet konularıyla konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada  bulabilirsiniz. Bu haftanın konu başlığı ise şöyle: 

Çocuklara ve Gençlere Kitap Okuma Alışkanlığının Kazandırılması

Çocukluğundan itibaren okuma aşkıyla yanan blog yazarlarının arasında okumanın önemini oldukça geç kavrayan bir kişi olarak hayli sırıtacağımı biliyorum. İyi ki, bu alemde kimse birbirini yargılamıyor, duygu ve düşüncelerimizi bütün çıplaklığıyla açığa vurabiliyoruz. Bu bakımdan büyük bir konforun içinde hissediyorum kendimi. Daha önceki yazılarımda değindiğim üzere öğrencilik yıllarımda, Kur'an ve Teksas, Tommiks gibi çizgi romanları saymazsak, ders kitabı dışında hiçbir kitap okumadım. Bunda en çok öğretmenlerimi ve o zamanki mevcut eğitim sistemini suçluyorum. Okumanın ne kadar önemli bir gereksinim olduğunu anlamam ta üniversitenin ilk yıllarına rastlar...

Liseyi bitirip Ankara'ya ilk adımımı attığım yıllar, öğrenciler arasında felsefenin, siyasetin en çok rağbet gördüğü ve bu uğurda büyük acıların yaşandığı bir döneme denk gelir. Dedem yaşlarındaki adamların cami avlularında anlattıkları kıssalar sayesinde engin bir din bilgisine ulaştığımı sandığım yıllardı. Zor bela çalışma salonlarının koğuşa çevrildiği okul yurduna kapağı atmış, dar bütçemle abilerimizin "bilinçlenmek" adına okumamızı önerdiği Marks ve Engels'in kitaplarını almaya başlamıştım. Merakla hangi kitabı elime alıp okumaya başladığımda sanki başka bir lisanda yazılmış gibi geliyordu bana. Cuma geceleri çalışma salonumuzda çetin tartışmalar yapılırdı. Orada en sorulmayacak sorular abilerimiz tarafından son derece ikna edici bir şekilde cevaplandırılırdı. Tartışma bir şekilde din meselesine geldiğinde tamam diyordum, sosyalist felsefeden anlamam ama artık bu konuda tek söz sahibi benim. Oysa Kur'an'ı on kez Arapçasından hatmetmiş ben, o zamana dek bir kez olsun Türkçesini okumamıştım. Doğal olarak kutsal kitabın içinde yer alan baş ağrıtıcı bazı konulara cevap bulamıyordum bu yüzden. Söylenenlere her ne kadar inansam da yok olamaz, böyle şeyler Kur'an'da yoktur, diyor inancıma en ufak bir halel gelsin istemiyordum. İşte tam da sırada Ramazan ayı münasebetiyle gazete eki olarak verilen Kur'an-ı Kerim ve Türkçe mealleri, ders kitapları dışında okuduğum ilk eser oldu diyebilirim. Gerçekler, bir şamar gibi yüzüme çarpmıştı. Evet, abilerin her söylediği harfi harfine yazıyordu okuduğum Kitap'ın Türkçesinde. Sadece Kur'an değildi bildikleri, bizi ikna etmeye, gerçekleri anlatmaya çaba sarf edenler, komünizm, sosyalizm, faşizm üzerine onlarca kitabı yutmuşlar, Said-i Nursi dahil bütün İslami külliyatı ezberlemişlerdi adeta. O zaman ilk kez anladım, okumanın ne büyük bir güç olduğunu, ve benim ne kadar cahil kaldığımı... 

Yoğun ders yüküyle birlikte bir türlü okuyamadığım sosyalizm konulu kitapları küçük kitaplığımda bir süs gibi sergilemekle geçti sonraki yıllar. Lakin o esnada Kur'an-ı Kerim'in Türkçesini birkaç kez okumuş ve düşüncelerim iyice bulanmıştı. Ve 1980 darbesi olduğu sıralar, eğitim ve öğretim yılının açılmasına kısa bir süre kala, İzmir'deki evimde bir sürü yasaklanmış kitapla birlikteydim. Cunta beni yanlış anlamasın diye ilk iş olarak, bir tanesini bile okuyamadığım onlarca kitabın sobada yanışını seyrettim. 

Üniversiteden mezun olduktan sonra kitap okumak için bazı teşebbüslerim olduğu doğrudur. Hatta askerlik hizmetini yaptığım Tekirdağ'daki bir kitapçıdan özene bezene aldığım ilk kitabı hayatım boyunca unutmam. Andre Brink'in Sesler Zinciri... Tam 455 sayfalık bir kitaptı. Yahu sen henüz Kırmızı Başlıklı Kız'ı okumamışken nasıl kalkarsın böylesine kalın kitapları okumaya! Okuyamadım tabii. Pek çok kez mücadele ettim. Bu anlatacağım gerçekten komik. Okumasını bilenler için daha da komik gelecektir. Ordu Evi'nde kalıyorum, zamanım var. Yatağıma uzanıp, kitabın başından itibaren tekrar tekrar satırları okuyorum. Yirmi sayfa okumuşum, iyi Allah bereket versin. Ertesi gece, kitabımı açıyorum, kaldığım yerden devam edeyim diyorum, ilk okuduğum bölüm aklımdan uçup gitmiş! Hadi sil baştan! Bu şekilde kitabın üçte birine bile gelemiyorum. Oysa okunması o kadar kolay bir kitap ki, Sesler Zinciri...

Evleniyorum, şansa bak, eşim edebiyat öğretmeni! Eşyadan daha fazla kitap getiriyor çeyiz olarak. Karakaya Barajında memuriyet gibi bir işim var, cumartesi ve pazar tatil. Akşam erkenden evimdeyim. Eşim antrenörlüğe başlıyor. Al şu kitabı okumakla başla, sonra şunu oku vs. Ağaç Ev Sohbetimizin konusu olan kitap okuma alışkanlığını ben çocukken değil, tam 26 yaşında kazandım, ne yalan söyleyeyim Memur Bey! Sonraki dört yıl boyunca bütün Rus klasikleri ve bir sürü yerli yazarların kitaplarını, şantiyeye bir gün gecikmeli gelen Cumhuriyet gazetesi ve eklerindeki bütün yazıları büyük bir açlıkla okumaya başlamıştım. Tam o sıralar bir köşede Tekirdağ'dan aldığım Sesler Zinciri adlı kitap geçti elime. Nasıl kolay okunduğuna şaşırmış ve kitabı ilk elime aldığım zamanlardaki çektiğim kabir azabına nasıl da gülmüştüm. Her şeye rağmen evliliğimizin ilk yıllarında eşimle yaptığım sohbetler okumuş-cahil arasındaki kadar aykırı değildi. Eşim, hiç kitap okumayan birinde var olan bu bilginin kaynağını merak ediyordu. Bunu ben arkadaş seçimime bağlıyordum. Bütün arkadaşlarımı bana bir şeyler öğreten kişilerden seçiyor, onlarla uzun uzun tartışıyordum. 

Yukarıda anlattığım nedenlerle sevgili Makbule Abalı'nın bazı sorularına cevabım yok ne yazık ki. Yine beni tam can evimde vurarak Köy Enstitülerinden bahsetmiş yazısında. Madem yola çıktık, onun sorularıyla kör topal düşünelim bakalım neler çıkacak? 

Okuma yazma öğrendikten sonra okuduğum ilk kitabı hatırlıyor muyum? Eğer bu öykü, roman türünden bir eserse, evet yukarıda bahsettiğim Sesler Zinciri, 19 yıl gecikmeyle! Fakat ilginçtir, ilkokuldan beri her gün evimize giren Demokrat İzmir gazetesinin pazar ekindeki Muzaffer İzgü'nün öykülerini büyük bir keyifle okurdum.

Uykuya geçmeden önce kimse masal okumadı bana. Kitap okuyan da olmadı, ben de çocuklarıma okumadım maalesef. Kızım babası gibi okumaya geç merak sardı ama oğlum tam bir kitap ve film canavarı.

Beni en çok etkileyen çocuk ya da gençlik kitabı yok Hakim Bey! Henüz konulara uzaktım o yaşlarda.

Çocukken doğum günlerimde kitap hediye edilmiştir ama okuyan kim? O zamanların en pratik hediyesi olduğu için ben de hediye etmişimdir. Bir de lisede teşekküre geçtiğimde hediye edilen kitaplar vardı kapağını kaldırmadığım. İkisini hatırlıyorum, biri Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Mektupları, diğeri Nietzsche'ydi sanırım. O günlere, o kitapları, o yaşlarda okuyabilmek için dönmek isterdim.

İlkokulda bir sürü eğitsel kolumuz vardı. Büyük saçmalıktı! Öğrencilerin her birinin koluna bir pazı bandı ya da göğsüne bir rozet takmaktan ileri gitmezdi bu görevler. Belki o yılların birinde KK, yani Kitaplık Kolu başkanı bendim, ne kadar komik!

Kütüphane, Halk Evleri...? What are these? Üniversite yıllarında kütüphaneye sessiz bir ortamda ders çalışmak için giderdim. Bir de Bahçelievler'de Milli Kütüphane yeni açılmıştı o yıllarda. Sadece bir kez, binayı gezmek, merakımı gidermek amacıyla ziyaret ettiğimi hatırlıyorum.  

Ah Hocam beni çok sıkıştırdınız, İnşallah çocukluk ve gençlik yıllarından çıkıp bugünlere geliriz bir an önce. Evet, şu ana kadar toplu taşım araçlarında kaç kişiye rastladığımı saymadım işin doğrusu. Tek tük de olsa vardır karşılaştıklarım, Avrupalı değiliz neticede. Fakat bana bazen okuma krizinin geldiği olur, elimden kitap düşürmem. Sadece toplu taşım araçlarında değil, eşimin alışverişini beklerken, asansörde, hatta tuvalette bile. En zevklisi de sonuncusu! Umarım öyle krizler gelir yine, bu aralar yine okumaya ara verdim, bu yüzden sıkkın canım... Tatile çıkarken her zaman yanıma kitaplarımı alırım elbette.

Bu haftaki yazım epeyce uzadı, aslında konuya yeni girmiş gibiyim. Mesela bir sürü kitap okuduğu halde beyni bomboş olanlardan bahsetmek isterdim. Sadece okumuş olmanın değil, okuduklarımızı akıl süzgecimizden geçirmenin ve okuduklarımızdan gereken bilgileri almanın önemine değinmek ne güzel olurdu. Okudukça düşünmenin, düşündükçe dünyanın ne kadar yaşanılmaz bir yer olduğunu anlamanın, ya da gece gündüz TV de eğlence programı seyretmek yerine varoluş nedenimize kafayı takmanın dayanılmaz hafifliğinden dem vururdum biraz. Neyse, bu kadar yetsin. 

7 Şubat 2021 Pazar

SON DANS BÖLÜM 11

Esther, yanağından süzülen yaşları çantasından çıkardığı kağıt mendile sildikten sonra karşısındaki koltukta kendisini dikkatle dinleyen doktora içini dökmeye devam etti.

- Kocam yeni işine başladıktan yaklaşık altı ay sonra şirketin icra kuruluna atandı. Uzun zamandan beri ilk kez eve erken gelmiş, boynuma sarılmıştı. Sevinçten havalara uçuyordu. Elinde kocaman bir gül buketini bana uzatarak, "Sana müthiş bir haberim var sevgilim. Şirketin icra kurulundayım artık. Hadi hemen hazırlan, bunu kutlamamız lazım, Hasan’ı aradım, Selma’yla birlikte onlar da gelecek." dedi. Fakat biliyordum, yeni pozisyonu onu daha çok yoracaktı. Sorumluluğu daha artacak, daha çok çalışacak ve bana ayıracak zamanı kalmayacaktı. O gece, sahildeki en güzel lokantalarından birine gittik. Hiç bu kadar coşkulu görmemiştim Kemal’i. Bu hızlı yükseliş ona, beş kat fazla maaş, yıl sonu primi, kapsamlı bir aile sağlık sigortası, son model bir araba, her şeyden önemlisi müthiş bir kariyer ve özgüveni beraberinde getirmişti. Bu duruma sevinmeli mi üzülmeli mi, gerçekten bilmiyordum. İşin doğrusu, kendi adıma pek sevindiğim söylenemezdi. Çünkü, mesleğinde yükseldikçe Kemal'in benden uzaklaşacağından adım kadar emindim. Sabahın erken saatlerine kadar süren toplantılar, iş yemekleri, iş seyahatleri, uzun mesai saatleri derken artık ne bir tatil hayalimiz kalmıştı ne de kendimize ayıracak tek bir günümüz. Her gece eve yorgun argın geliyor, duşunu alır almaz sırtını dönüp horlamaya başlıyordu. İşinden başka hiçbir şeye yer yoktu artık hayatında. Zoraki birkaç arkadaş ziyareti, ayda yılda bir yemek davetinden başka birbirimizin yüzünü görmez olmuştuk. Dün akşam olduğu gibi davetli konuklarımıza aldırmadan yaptığı telefon görüşmeleri, işinin gereği acilen evden çıkmalar… Yani, o hayallerimi süsleyen erkek gitmiş, yerine varlığımdan bile habersiz yabancı bir adam girmişti hayatıma. Bana kötü davranmıyordu, bilakis son derece nazikti ama onca işinin arasında bir figüran, bir aksesuar bile değildim. Yok sayılmak kadar kötü bir şey yoktur, Hocam. Daha önce bahsettiğim gibi onunla konuşmaya çok çalıştım, ama olmadı. Bunu defalarca denedim, her seferinde ya bir telefonu, ya da bir işi çıkıyordu.

Doktor, anlıyorum dercesine başını salladı. Mesleğinin gereği her türlü ihtimali değerlendirmesi gerekiyordu.

- Yoğun iş temposu nedeniyle eşinizin size karşı ilgisinin azaldığını söylüyorsunuz, peki tek neden bu muydu sizce?

Derin bir iç geçirdi, Esther. 

- Aslında kendimi sorguladığım anlar olmuyor değil. Acaba eşimin ilgisizliğinin nedeni ben miyim? Çok şey mi bekliyorum kocamdan? İçine düştüğüm yalnızlık, gördüğüm düşler, hayal âlemlerinde yaptığım yolculukların nedeni sadece karanlık geçmişim mi? Yoksa kocamın ilgisizliği mi yeniden depreşen rahatsızlığıma sebep.  Son zamanlarda sürekli sorduğum bu sorularla kendimi tartıyordum. Sağlığım yerinde olsaydı, yeniden düzene sokabilirdim belki hayatımı. Baştan itibaren kocamla geçmişimi paylaşmamak bir hataydı, biliyorum. İlk zamanlar ilişkimizin yara almaması için beni derinden etkileyen konuları konuşmak cesaretini bulamamıştım kendimde. Daha önceki doktorlarımın söylediğine göre gördüğüm kâbusların, tuhaf hayal ve rüyaların nedeni o feci kazadan sonra geçirdiğim kafa travmasıydı. Yaşadığım ruhsal sorunları, uzun süreli tedavi sürecimi öğrendiğinde eşimin delirdiğimi düşünebileceğini ve haklı olarak beni terk etmek isteyeceği korkusuna kapılmıştım. İlaçlarımı düzenli olarak kullandıktan sonra uyku düzenim yerine oturmuştu, halüsinasyonlarım ortadan kalkmış, kabus görmez olmuştum. Dikkat etmem gereken tek şey kullandığım ilaçları Kemal'in öğrenmemesiydi. Çocuk yapmayı düşünmediğimiz için rahatlıkla ilaçlarımı alabilecektim. Evliliğimizin ilk yıllarında mutlu bir çifttik. Ancak yeni işine başladıktan sonra bütün düzenimiz değişti, koca evde yalnızlığa mahkum oldum. Onsuz geçen bir dakikam bile bana uzun gelirken sadece birkaç dakikalığına görüyordum yüzünü. Kendi eksikliklerimi düşünerek yalnız kalmaktansa eşim tarafından ihmal edilmek kabulümdü. Bu yüzden ihtiyacım olan ilgiyi göstermemesinden dolayı eşimi hiçbir zaman suçlamadım, yine de suçlamıyorum. İşin doğrusu, Hocam, hem kendine, hem de benim gibi eksikli bir kadına dünyayı zindan eden bir adama nasıl davranacağımı, ne yapmam gerektiğini bilemiyordum. Onun akıl sağlığı yerinde, üzerine aldığı işin sorumluluğunu yerine getiriyor, gereğini yapıyor diyordum çoğu zaman kendime. Bana gelince; akıl hastası olarak yaftalanmak, o gözle bakılmak, yalnızlığa mahkum edilmek istemiyordum. Eşimin bu nedenle benden uzaklaşma ihtimali çıldırtıyordu beni. Uzun bir aradan sonra ilaçlarımı düzenli olarak aldığım halde yeniden kabuslar, hayaller görmeye başladım ve bu durum artık dayanılmaz bir hal almaya başladı. O kahrolası kabusları görmemek için geceleri uyuyamıyorum. İşte size gelmemin nedeni bu, Hocam.

Sözlerini bitirirken farkında olmadan, sesini yükseltmiş, yüzü ağlamaklı bir hal almıştı Esther'in. Büyük çaresizlik içinde çaldığı son kapıydı bu. Doktor, oturduğu yerden kalktı. Gözlerinin içine baktı genç kadının.

- Seni çok iyi anlıyorum Esther. Söz veriyorum, o mutlu günlerine geri döneceksin. Sadece biraz sabırlı olmanı ve bana güvenmeni istiyorum.

- Size güveniyorum Hocam, dedi Esther, gözünde biriken yaşları mendiliyle silerken.

- Peki, o halde anlaştık, bugünlük burada bırakalım. Şimdi sana yeni bir ilaç yazacağım, akşamdan itibaren kullanmaya başla. Bu, uykunu bir miktar düzene sokacaktır. Mümkünse gece erken yatmaya çalış. Uykusuzluk, halüsinasyon ve kabus görmeye zemin hazırlar. Senin için de uygunsa sekreterimle konuşup önümüzdeki hafta için sana bir randevu vermesini isteyeceğim.   

Esther, oturduğu koltuktan yavaşça ayağa kalktı ve doktorun elini sıktı. Kendini biraz olsun rahatlamış hissediyordu. Odadan çıkmak için kapı kolunu çevirmeden geri dönüp aralarında doğan güveni teyit edercesine, belli belirsiz gülümsedi Doktor'a.

- Teşekkür ederim, Hocam. Haftaya istediğiniz saatte gelebilirim, hoş çakalın.  

Tuvalete gidip akan makyajını temizledikten sonra salona geri döndü ve çantasından cüzdanını çıkardı. Cep telefonunu açtığında, Selmin’in aradığını gördü. Ama önce Selma vardı aklında. Salondaki beyaz zambağa bir kez daha baktı. Binadan çıkıp arabasına doğru yürürken arkadaşını aradı, doktorun muayenehanesine yakın, yeni açılan bir kafede buluşmak üzere sözleştiler.

Evin temizliğini bitiren Selmin, kirli çamaşırları makineye attı. Akşam yemeği için Esther'in bir şey isteyip istemediğini sormayı unutmuştu. Birkaç kez telefonla hanımını aramış ama her seferinde "aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor" mesajıyla karşılaşmıştı. Gerçi istediği bir şey olsaydı mutlaka ona söylerdi ama yine de içi rahat etmemişti. Tam evden çıkıyordu ki, telefonu çaldı. Arayan Esther’di.

- Hayırdır Selmin, beni aramışsın. 

- Kusuruma bakmayın Hanımefendi, rahatsız ettim. Akşam yemeği için benden istediğiniz bir şey var mı diye soracaktım.

- Hayır, benim için bir şey yapmana gerek yok. Acıktıysan sen kendine bir şeyler hazırla.

Devam edecek



4 Şubat 2021 Perşembe

SON DANS BÖLÜM 10

- Eşimi seviyorum. Onun da beni sevdiğini düşünüyorum. Yani sorun başka biri değil. Bir yıldır işleri aşırı derecede yoğun. İşin doğrusu, bu durum canımı acıtmaya başladı artık. Aynı evin içinde birbirimizi göremez hale geldik. Gece gündüz aklı fikri hep işinde. Evliliği hiç böyle düşünmemiştim, başından beri sevdiğim insanla yaşamımı doyasıya paylaşmanın hayalini kurmuştum hep. Oysa şimdi her şey tersine döndü, eski günleri ne kadar özlediğimi size anlatamam. İlk zamanlar bencilce davrandığımı düşünüp eşime haksızlık yaptığıma inanıyordum. Sadece onun çektiği sıkıntıları, bunalımları içimde hissediyor, benimle ilgilenmediği için ona asla kızmıyor, onu hiç suçlamıyordum.  Bu kadar yoğun bir çalışma temposuna, her şeyin sorumluluğunu üzerine alma takıntısına hiçbir insan dayanamazdı, bir gün hastalanıp elden ayaktan kesilecek diye ödüm patlıyordu. O ağır iş yükünün altında ezilirken bir de benim dertlerimle uğraşmasına gönlüm razı olamazdı. Birbirimizi o kadar çok seviyorduk ki, mutluluğumuzu doyasıya yaşamak için çocuk yapmayı bile sürekli erteliyorduk. Çocuğumuz olduğunda sevgimizi yeni bir kişiyle paylaşmak zorunda kalacakmışız, birbirimize olan sevgimiz azalacakmış gibi geliyordu her ikimize de. Anlayacağınız, doğmamış çocuğumuzu kıskanıyor, onu sevgimizi çalacak bir hasım gibi görüyorduk adeta. Hal böyleyken hiç beklemediğimiz bir yerden vurdu bizi kader. Doğduğum topraklardan uzak bir kültür içinde günden güne yalnızlık hissetmeye, içime kapanmaya başladım. Uzun bir süredir birbirimize hiç zaman ayıramıyoruz. İşinden başka hiçbir şey görmüyor gözü. Aslında kendisi de farkında değil bunun. Adeta büyülenmiş gibi, bütün hayatını işine adamış bir adamla evin içinde iki yabancı gibi dolaşıyoruz. İnanmayacaksınız ama evimiz dahi ofisinin bir parçası haline geldi, akşamları eve adımını attığı andan itibaren ya birbiri ardına telefon görüşmeleri yapıyor, ya da bilgisayarının başına geçip bir şeyler yetiştirmeye çalışıyor. Ne bir masaya oturup karşılıklı yemek yiyebiliyoruz, ne de kahvaltı edebilecek zaman bulabiliyoruz. Biraz sohbet edebilmek için bir köşeye sinip sabırla sıramın gelmesini bekliyorum. Zor bela araya girip biraz nefes almasını, karşılıklı bir kahve içmeyi teklif etsem bana ya yorgun olduğunu ya da acil işinin çıktığını söyleyip "sonra hallederiz." deyip lafı ağzıma tıkıyor.

Kemal'le üç yıl kadar önce Berlin’de tanışmıştık. O zamanlar özel bir eğitim kurumunda Almanca dersi veriyordum. Kemal işletme konusunda ihtisas yapmak üzere gelmiş ve yabancı dilini ilerletmek için şirketimize kayıt yaptırmıştı. İlk karşılaştığımız andan itibaren çarpılmıştık birbirimize. Öğretmen öğrenci ilişkisi kısa süre içinde güzel bir arkadaşlığa dönüştü. Boş zamanlarımızda beraber olmaya başladık. İçim içime sığmıyordu, ne kadar mutluydum, anlatamam. Böyle bir hayatı hayal bile edemezdim, hele yaşadığım o felaketten sonra… 

Esther'in yüzü kızarmış, elleri titremeye başlamıştı. Buraya kadar anlattıklarını daha önce sadece Selma'yla paylaşmıştı ama daha ileriye götürmeyi aklından bile geçirmemişti.

Doktor, yanındaki etajerin üzerindeki cam sürahiye uzanıp kristal bardağa su boşalttıktan sonra yerinden kalktı. Esther’in karşısındaki koltuğa yerleşmeden bardağı genç kadına uzattı. Sakinleştirici bir sesle,

- Felaket derken?

Bir yudum suyla ağzının kuruluğunu alan genç kadın devam etti. 

- Teşekkür ederim, kusura bakmayın. Evet, Doktor Bey, yani hocam, dedi, kendini gülümsemeye zorlayarak. İnanın bu felaketi aklımdan çıkarmak için yıllarca mücadele ettim. Aslında çok güzel bir çocukluk geçirmiştim. Tuna Nehri'nin kıyısında, bahçesinde rengârenk çiçeklerin olduğu iki katlı bir evimiz vardı. Dışarıda, bekleme salonunuzun bir köşesinde az önce gördüğüm zambak çiçeği, bana yine o çocukluk yıllarımı hatırlattı. Benim en sevdiğim çiçektir, beyaz zambak. Lise son sınıfa geçmemi kutlamak üzere arabamıza binip Budapeşte’ye doğru yola çıkmıştık. Eşim dâhil beni tanıyan herkes beni Alman sanıyor. Oysa bütün ailem gibi ben de Macaristan’ın şirin kasabası Szentendre’de doğmuştum. Babam kasabanın tanınmış avukatlarından biriydi. İşi gereği haftada bir (bazen iki) sefer kasabamıza yirmi kilometre uzaklıktaki Budapeşte’ye gidip gelirdi. O gün evden çıktığımızda hava kapalıydı fakat henüz yağmur başlamamıştı. On dakika sonra aniden patlayan yağmur bir anda bütün yolları dereye çevirdi. Göz gözü görmüyordu, paniğe kapılan annem Arpad Köprüsü kavşağına varmadan önce, arabamızı kenara çekip yağmurun biraz dinmesini bekleyelim diye ikaz etmişti babamı. Tam köprünün başına varmıştık ki, aniden bir süt kamyonunun üzerimize doğru geldiğini fark ettim. Korna sesleri, fren seslerine çığlıklarımız metal seslerine karışmıştı. Hem annem hem de babam oracıkta can vermişler. O elim kazadan sonra hurda haline gelen arabadan çıkarıp beni bilincimi kaybetmiş bir halde Budapeşte’de bir hastaneye kaldırmışlar. Bir ay boyunca kendime gelememiş, o arada bir dizi operasyon geçirmişim. Daha sonra, babamın yakın bir arkadaşı beni Budapeşte'den alıp Berlin’e götürmüş. İki ay da orada, özel bir hastanede yatmışım. Kazadan üç ay geçtikten sonra, ümitlerin yavaş yavaş tükendiği bir sırada, yeniden açmışım gözlerimi hayata. O an geçmişe dair acı bir klakson sesinden başka hiçbir şey kalmamıştı aklımda. Sonra...”

Doktor, gözlerini yere dikip seneler öncesinin acılarını bir kez daha yaşayan kadınının titreyen ellerini tuttu. Bardağı uzatıp birkaç yudum su içmesine yardım etti. Kadının yüzünde boncuk boncuk ter birikmişti. Onu biraz sakinleştirmek için konuyu değiştirmeyi düşündü.    

- Tamam, Esther, daha fazla yormak istemiyorum seni. İstersen bu konuya daha sonra devam edebiliriz. 

- Kusura bakmayın, hiç iyi hissetmiyorum kendimi. Biraz daha su alabilir miyim?

- Elbette, dedi Doktor. Yanında hastası varken telefonla rahatsız edilmesi pek hoşuna gitmediği gibi olur olmaz sekreterin içeri girmesine de asla müsaade etmezdi. Yerinden kalktı, masasının yanındaki sürahiden doldurduğu su bardağını bir kez daha Esther’e uzattı. Esther, suyun yarısını içti, çantasından çıkardığı kağıt mendille ağzını silerken,

- Teşekkür ederim Hocam, şimdi biraz daha iyiyim, dedi.

- Emin misin? İstersen eşinden söz et biraz. Ama konuşabilecek durumdaysan devam edelim, yoksa…

Doktor lafını bitirmeden toplamıştı kendini, Esther. Anlattıkça sırtındaki yük azalıyor, bedeni hafifliyordu sanki. 

- Evet, ne'den bahsediyordum? Ha, evet eşimi sormuştunuz değil mi? Evet, eşim işletme ihtisasını bitirdikten sonra Berlin’den ayrıldı. Fakat onunla ilişkimiz devam etti. Birbirimizden hiç kopmadık. Birkaç ay sonra beni Türkiye'ye davet edip ailesiyle tanıştırdı. Ondan üç ay sonra da evlendik. Bir ithalat-ihracat şirketinde muhasebe müdürü olarak çalışıyordu. İlk zamanlar çok mutluydum. Ailesiyle, arkadaşlarıyla iyi vakit geçiriyorduk. Sık sık konserlere, tiyatroya, arkadaş ve aile toplantılarına katılıyor, eğleniyorduk. Cumartesi öğleden sonraları ve pazar günleri çalışmıyordu. Hafta sonlarını iple çekiyordum. Yıllık izinlerinde ve uzun tatil günlerinde birlikte uzun gezilere çıkıyorduk. Bazen Kemal’in kardeşi Hasan ve eşi Selma da katılırdı bize. Samimi görüştüğümüz birkaç arkadaşımız daha vardı. Onlarla olan dostluğumuz halen devam ediyor zaten. Ama eskiden çok daha sıkı fıkıydık, şimdi en fazla ayda yılda bir kez birbirimize yemeğe gideriz, o kadar. Selma benim en yakın dostum, arkadaşım. Kafalarımız birbirine iyi uyar. Pek çok şeyi paylaşırız aramızda. Geceleri kâbuslarıma giren, ne kadar unutmaya çalışsam da bir türlü peşimi bırakmayan o feci kaza ve geçmişim dışında tabii. Sırdaşım, dert ortağım benim. Başı sıkıştığında her zaman ben de onun yanında olurum elbette. İşte, az önce söz ettiğim gibi, geçen yıl Kemal'in aldığı yeni iş teklifinden sonra bütün hayatımız alt üst olmuştu. Aslında alacağı yüksek maaş umurunda değildi ama böyle büyük bir şirkette böylesine prestijli bir pozisyonda görev almak hayallerinin bile ötesindeydi. Ülkenin en büyük, en ünlü şirketlerinden birinin genel müdürü olacaktı.

Bardağında yarım kalan sudan bir yudum aldıktan sonra anlatmaya devam etti, Esther

- İlk zamanlar onun adına sevindim tabii. Benim için de gurur verici bir şeydi bu. Onun gibi bir eşe sahip olmak her kadının hayaliydi. Ertesi gün eski çalıştığı şirkete istifa dilekçesini verdi. Görevini yerine gelecek kişiye devretmesi için iki hafta daha eski işine devam etmesi gerekiyordu. Bu süre zarfında her akşam yeni şirketine uğramasına anlam veremiyordum. Hatta dayanamayıp sormuştum niye bunu yaptığını. Bana, "Şirketin işleyişini en kısa zamanda öğrenmem lazım, bu görevlerde adaptasyon süresi diye bir şeye bakmazlar. İşe başladığın gün büyük bir sorumluluk biner insanın sırtına." dediğinde içime bir kurt düşmüştü. Anladığım kadarıyla eskiden olduğu gibi birbirimize dilediğimiz kadar zaman ayırmamız mümkün olamayacaktı artık. İşe henüz resmen başlamadan sezmiştim hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını. Yine de eğer onu daha mutlu edecekse, her şeye katlanabileceğimi inanıyordum.

Devam edecek

2 Şubat 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 76

Ağaç Ev Sohbetlerinin 76. Haftasındayız. Sevgili DeepTone tarafından organize edilen etkinliğimizin bu haftaki konusu da geleceğe yönelik. Bu haftanın konusunu yine Sevgili Kavanozdaki Beyin / Sessiz Gemi belirledi. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada  bulabilirsiniz. Haftanın konusu şöyle: 

"Pandemi bir gün bitecek ve bütün olanlardan sonra hayata dikkatli şekilde karışacağız. Belki sosyal mesafe kuralları artık hep geçerli olacak belki maske de Uzak Doğu ülkelerinde olduğu gibi kalabalık alanlarda yoldaşımız olmaya devam edecek tedbir için... Peki evlerde hapsolduğumuz bu sürecin ardından nasıl bir tatil hayaliniz var? Nereye gitmek ve ne yapmak istiyorsunuz? Gerçekçi düşünerek ve size uygun şartlar altında gerçek planlarınızdan söz edin bakalım:)"

Dünyayı kasıp kavuran pandeminin yılın ikinci yarısından itibaren yavaş yavaş gündemden düşeceğine inanıyorum. Muhtemelen daha da önce, restaurantlar, kafeler, eğlence yerleri bazı önlemlerle faaliyete geçecekler. Ben şahsen turistik seyahatlerime start vermek için sabırla, bu önlemlerin tamamen kalkmasını bekliyorum. Zira maskeli, mesafeli bir ortamda her an virüs bulaşır korkusuyla ne gezdiğim yerden zevk alırım ne de yediklerimden, içtiklerimden. Amma velakin, küresel güçler plânladıkları ilâç ve aşı satışını gerçekleştirip hedefledikleri kâra eriştiklerinde ve bunun akabinde bizleri evlerimize hapseden kâbus sona erdiğinde, bütün hayallerim fora!

Yeni evimize taşındık, daha önce oturduğumuz yere oldukça yakın. Güzelyalı sahil şeridi boyunca uzanan meyhane tarzı restaurantlar, kafe ve barlar yeni evimize artık otuz kırk metre mesafede. Her zaman yoğun talep gören bu işletmeler pandemi nedeniyle kapatılmadan önce vur patlasın çal oynasın, davetkar eğlencelere ev sahipliği yapıyorlardı. Şimdi maalesef hepsi kapalı. Pandemiden sonra ilk olarak ailemle birlikte onlardan birine gidip eğlencenin dibine vuracağım. Bunu gerçekten özledim, Yeni Rakı'nın İstanbul'u ön plana çıkaran nostaljik reklam filmini izledikten sonra o günlerin gelmesini daha da çok arzu ediyorum. 

Her sene yaz aylarında, ama yurt içinde ama yurt dışında bir aylığına denize kıyısı olan farklı yerlere gidiyorduk. Bu sene pandemi nedeniyle bunu gerçekleştirme imkanımız olmadı. Muhtemelen Eylül ayından sonra Yunanistan'ı özel arabamızla karış karış gezmek istiyorum. Elbette en az bir ay öncesinden hangi rotayı takip edeceğiz, nerelerde konaklayacağız, nerelerde yemek yiyeceğiz gibi konularda detaylı bir plan yapacağım. Eşimin dedeleri, Selanik'e 76 km mesafede, Veria (eski adı Karaferye) adlı bir şehir özellikle görmek istediğimiz bir yer. Eğer imkan bulabilirsem arabamızı Yunanistan'da bırakıp deniz ya da hava yoluyla atalarımın geldiği Girit'e geçmeyi de düşünüyorum. Her gezdiğim yerde hiç de yabancısı olmadığım Akdeniz mezelerinin, uzonun, deniz ürünlerinin hakkını vermenin, Rum tavernalarında pandeminin şerefine tabak kırmanın hayalini kuruyorum. Bu planımı gerçekleştirebilirsem bütün yaşadıklarımı gezi ve anı yazılarıma dökmek isterim. 

Yurt içinde ise, epey uzaklara Şanlı Urfa'ya gidip bir sıra gecesine katılmak istiyorum. Daha önce Urfa'yı görmüştüm ama yeterince gezememiştim o zamanlar. Yine arabayla tabii. Yol üstünde henüz belirlemediğim bir kaç yerde mola verebiliriz. 

2021 yılına şanslı bir giriş yaptığımı söyleyebilirim. Pandemi sonrası yukarıdaki gezi planlarımı gerçekleştirir, yöresel mutfakların tadına bakar, bol bol fotoğraf çeker ve anılarımı blog sayfamda kayda geçirebilirsem 2020 yılının acısını çıkarmış olacağım kendi adıma.      

30 Ocak 2021 Cumartesi

SON DANS BÖLÜM 9

- Nereden başlasam bilmiyorum. Uzun zamandan beri tuhaf düşler, hayâller, kâbuslar görüyorum. Gece gündüz peşimi bırakmayan halüsinasyonlara artık tahammülüm kalmadı. Bazen gece uykumun arasında, bazen evde yalnız başıma oturduğum bir sırada, bazen de tanıdık biriyle sohbet ederken başka alemlere dalıyor, farklı zaman ve mekânlarda buluyorum kendimi. Şimdiye kadar bana en yakın insanlardan gizlediğim bu durumu tek başına taşıyacak gücüm kalmadı artık.

Doktor sükûnetle dinledi karşısındaki zarif, biçare kadının samimi yakarışlarını. Çoğu şizofreni tanısıyla sonuçlanan buna benzer nice vakalarla karşılaşmıştı. İlk bakışta zararsız, basit gibi görünen bu tür rahatsızlıkların tedavisinde istenen sonuca ulaşabilmek için öncelikle hastanın güvenini kazanmak, geçmişte neler yaşadığını öğrenmek ve yaşadığı travmatik olaylarla hastayı yüzleştirmek gerekiyordu. Hastalığın ortaya çıkmasına sebep olan olayları tespit etmek hem zor hem de zaman alıcıydı. Bu safhada yaptıkları, doktorluk mesleğinden ziyade dedektifliği andırırdı. Karşısına oturttuğu zanlıyı çapraz sorgularla bunaltarak suçunu itiraf ettirmeye çalışan işini bilir bir polis şefi ya da mesleğine aşık bir savcı gibi görürdü kendisini. Aradaki tek fark, zanlıyla maktulün aynı kişi olmasıydı ki bu, durumu daha da zorlaştırıyordu. En mahrem konuları başkalarıyla paylaşmak zorunda kalan hastaların, sosyal, kültürel ya da ekonomik nedenlerle geçmiş yaşamlarındaki bazı önemli detayları gizleyebileceklerini çok iyi biliyordu. Bu yüzden hastanın güvenini sağlamak, kısa sürede sağlıklı bir sonuca varmak için atılması gereken ilk adımdı. Uzun bir koşuya başlamak üzere son hazırlıklarını tamamlayıp start işareti bekleyen maraton atleti gibi derin bir nefes aldıktan sonra bir iki tıksırıp boğazını temizledi.

- Evet, anlıyorum. Peki, daha önce başka birinden destek aldınız mı?

Bunun da diğerlerinden hiçbir farkı yok, dedi içinden. Başka biri? Ne biçim soruydu bu böyle? Derdini paylaştığı bir arkadaşı olup olmadığını sormuyordu herhalde. Daha önce başka bir doktora gidip gitmediğini öğrenmek istiyor olmalıydı. İyi de, bunun ne faydası olacaktı ki? Tedavi olumlu sonuçlandığı takdirde, bilmem kaç meslektaşının beceremediği bir işin üstesinden geldiğini düşünüp böbürlenmekten başka... Evet, niyeti buysa tam da onun aradığı kişiydi kendisi. Kaç doktor eskitmişti bu dertten kurtulmak için, kaç seans tedavi görmüştü... Almanya’da başlayan tedavi süreci evlendikten sonra da devam etmiş, doktorlara bir servet harcamasına rağmen hiçbirisi derdine derman olamamıştı.

- Evet. Yaklaşık en az on yıldır tıbbi destek alıyorum. Yanlış hatırlamıyorsam siz kapısını çaldığım beşinci doktorsunuz. Eğer yine bir şey değişmezse…

Doktor, kadının ağzından çıkacak sözlere dikkat kesildi. Esther, bakışlarını kucağında kenetlediği ellerine indirirken umudunu büyük ölçüde yitirmiş bir ses tonuyla cümlesini tamamladı.   

- Yine bir şey değişmezse, tıp biliminin bana çare bulamayacağına inanıp kaderime razı olacağım.

Esther'in hali doktorun hiç hoşuna gitmemişti. Profesör, ne yaparsa yapsın bu şekilde hayata küsmüş, bütün inancını yitirmiş ve tüm umutlarını tüketmiş bir insana hiçbir şeyin fayda etmeyeceğini yılların kendisine verdiği tecrübeyle gayet iyi biliyordu.

- Öncelikle Esther Hanım, bana tamamen güvenmeniz şart. Size yardımcı olabilmem için yaşam öykünüzü benimle paylaşmalısınız. İçinizdeki bütün kuşkuları atıp rahatlamanız, geçmişinizde sizi etkileyen ne varsa hepsini anlatıp aynı duyguları mümkün olduğu kadar bana yansıtmanız gerekiyor. Size bir kez daha söylüyorum, bana anlattıklarınız aramızda kalacak. Eğer siz bana güvenir, yardımcı olursanız, yaşadığınız bütün sıkıntılardan kurtulacağınıza inanıyorum.

Bu sözleri kendisini dikkatle dinleyen Esther’in gözlerinin içine bakarak, teskin edici, babacan bir tavırla söylemişti Doktor. Aynı ses tonunu muhafaza ederek devam etti.

- Gözünüzü korkutmak istemem ama tedaviniz uzun sürebilir. Dediklerimi yaptığınız takdirde bu süreci kısaltmak tamamen sizin elinizde fakat birbirimize güven duymazsak boşa kürek çekmiş oluruz. Şimdiye kadar sağlığına kavuşturamadığım hiçbir hastam olmadı. Bunu sadece mesleki başarıma bağlayamam, hastalarımın hepsi ne istediysem yaptılar ve bana sınırsız güven duydular. Karar sizin.

- Size güvenmek zorunda olduğumu biliyorum hocam, dedi Esther. Başımdaki dertten kurtulmak için son çarem sizsiniz. Bunu biliyor ve size güvenerek söz veriyorum, evet, dediklerinizin hepsini yapacağım. 

- Anlaştık o zaman.

Cevdet Bey'in sorduğu soruları dikkatle dinleyip cevaplamaya başladı Esther. Geçen seneye kadar durumunun her geçen gün iyiye doğru gittiğini, tam iyileştim derken yeniden o eski kâbus ve hayalleri görmeye başladığını anlattı Doktor’a.

- İlk günden sizi fazla yormak istemiyorum Esther Hanım ama bana sizi rahatsız eden son olaydan biraz bahseder misiniz?

- Dün akşam eşimin doğum gününü kutlamak üzere yakın birkaç dostumuzu yemeğe davet etmiştik. Kemal, yani eşim, eve erken gelmişti. Çok geçmeden eşimin kardeşi Hasan'ı ve yakın dostlarımızdan Ayhan'ı, eşleriyle birlikte karşıladıktan sonra yardımcımız Selmin Hanım'ın hazırladığı güzel bir masanın etrafında yerlerimizi aldık. Eşimin yoğun işlerinden dolayı uzun zamandır bir araya gelemiyorduk. Hep birlikte neşe içinde sohbet ederken, bir yandan yemeklerimizi yiyor, içkilerimizi yudumluyorduk. Uzun zamandır böylesine mutlu olmamıştım. Şarabımız bitince yeni bir şişe almak üzere yerimden kalktım. Salondaki içki dolabına uzandığım sırada önüme gözlerimi kamaştıran bir ışık perdesi indi. Görünmeyen bir el beni perdenin arkasına çekti ve kendimi bambaşka bir dünyanın içinde buldum...

O gece olanları en ince ayrıntısına kadar bir bir anlattı Esther. Yaşadığı görsel halüsinasyonları, Kemal'in sık sık çalan telefonlarını, Hasan'ın güzel başlayan gecede yaşadığı hayal kırıklığını, Jale'nin reenkarnasyon öykülerini, Ayhan'ın patavatsızlıklarını ve nihayet Kemal'in misafirleri umursamadan evi terk edişini...

- Peki, dedi doktor. Sağ kaşını kaldırdı, sağ elinin baş parmağını çenesinin altına, işaret parmağını yanağına dayarken yumak haline getirdiği diğer parmaklarıyla ağzını çevreleyen top sakalını örttü. Bulmaca çözermiş gibi düşünceli bir hal aldı yüzü. Kısa bir süre sonra elini serbestçe masaya bırakırken kaldığı yerden devam etti.

- Kendinizi kaybettiğinizde gördükleriniz hep dün akşamkine benzer şeyler mi?

- Hayır, farklı mekânlar, farklı kişiler de oluyor. Fakat genellikle gündüz gördüğüm halüsinasyonlarda, geceleri düşlerimde, sıçrayarak uyandığım kâbuslardaki karakterlerin giydiği kıyafetler hep bana Orta Çağı çağrıştırıyor. Ama beni asıl korkutan uykumu bölen o kâbuslar...

Gözlerini odada sabit bir noktaya dikti, kenetlenmiş elleri titriyordu. Doktor genç kadını biraz olsun rahatlatmak için araya girdi.

- Size Esther dememde bir sakınca yok sanırım, kızım olabilecek yaştasınız. Siz de bana Hocam diyebilirsiniz, öğrencim olsun ya da olmasın herkes bana böyle hitap eder. Bu yüzden neredeyse kendi adımı unutacağım. 

- Elbette, diyerek karşılık verdi Esther. Farkında olmadan çıkmıştı bu söz ağzından. Hocam yerine Cevdet Bey ya da Doktor Bey demeyi tercih ederdi aslında. Fakat doktorun kendisine ismiyle hitap etmek istemesi hoşuna gitmişti.

- Bana biraz ailenden bahset, Esther?

Devam edecek



28 Ocak 2021 Perşembe

CEP TELEFONU

Kalabalık bir çarşının içinde cep telefonumu elime almış, amaçsızca dolaşıyorum. Sanki bulunduğum yere Korona'nın girmesi yasak! Hiç kimsenin yüzünde maske göremiyorum, bende de yok! Tuhaf kıyafetli insanlar, bir yerlere yetişmeye çalışır bir halde birbirlerine çarparak bir oraya bir buraya koşturup duruyorlar. Ege köylülerinin sıcak yaz günlerinde tarla başında kullandıkları türden turuncu, işlemeli poşuyu başına bağlamış bir köylü hızla yanımdan geçiyor. Sıcak hava bunaltıyor, güneş tam tepede. Yanımdan geçerken koluma çarpan esmer bir çocukla göz göze geliyoruz. Çocuğun yanında yaşça daha büyük başka bir çocuk var, arkadaşı olmalı... Küçük çocuk geldiği yönün ters istikametine doğru birden koşmaya başlayınca huylanıyorum. Elimdeki telefona bakıyorum. Hayır, bu bana ait değil. iPhone telefonumun yerinde yeller esiyor. Onun yerine elime basit bir telefon tutuşturulmuş. Bunu anlamaya çalışırken bir anda çığlığı basıyorum. "Hırsııız, telefonumu çaldılar..." Aslında telefonumu çalan tek kişi, neden "çaldılar" diye bağırdığımı bilmiyorum. Çocuğun arkadaşı yerinden kıpırdamıyor. Hırsız olan onun ufağı, yani tek kişi!

Etrafımı meraklı bir kalabalık çeviriyor. İçlerinden biri "Kim, kim çaldı telefonunu?" diye soruyor. "Bir çingene çocuğu" diyorum. Adam elimdeki telefonu göstererek, "Eline bir baksana, telefonun elinde." diyor. "Hayır, bu telefon bana ait değil, benim telefonumu alıp yerine adi bir telefon bırakmış!" diyorum. Kalabalık söylediklerimi pek inandırıcı bulmuyor. Homurdanarak yanımdan teker teker ayrılıyorlar. Sadece bir kişi kalıyor yanımda. Telefonumu çalan çocuğun yanındaki büyük esmer çocuk! Daha önce Napoli'de ilk iPhone'numu kaptırdığım zenci kapkaççı geliyor aklıma. Yanımdaki herkes çil yavrusu gibi dağılırken çingene çocuğun benim başımda beklemesi tuhaf bir durum, ancak benim bu türden ayrıntıları kafaya takmaya hiç niyetim yok. Çünkü o, karşılaştığım talihsiz olayın tek görgü tanığı... Zira bir telefon kapkaççısının kaptığı telefonun yerine başka bir telefon bıraktığını kimselere inandıramam.  Kendimden şüphe etmemem için olaya tanıklık eden bu çingene çocuğu, şu an en az telefonum kadar değerli. 

Çocuk dostça yanaşıyor yanıma. "Geçmiş olsun abi" diyor. Başımı sallıyorum. "Merak etme sen, telefonunu çalan çocuğu tanıyorum ve onun nerede olduğunu biliyorum." diyerek içime su serpiyor. "Sağ ol" diyorum, üzüntümü dışa yansıtarak. Kendimi biraz daha acındırmak için "Yenisini alacak param yok, şimdi çok pahalandı iPhone'lar." diyorum. "Biliyorum." derken sırtımı sıvazlıyor. "Hadi gidelim." diyor. "Nereye?" diye soruyorum. "Telefonunu almaya." diyor. Birlikte çarşı içinde yukarı doğru yürümeye başlıyoruz.

İçime bir kurt düşüyor. Daha önce hiç görmediğim bu çingene çocuğuna ne kadar güvenebilirim? Lâkin telefonuma kavuşmak için başka hiçbir çarem olmadığını biliyorum. Bir süre yürüdükten sonra iki katlı ahşap bir evin açık kapısından içeri giriyoruz. "Burada oturuyorlar." diyor. Merdivenle üst kata çıkıyoruz. Açık kapının arkasındaki sofada, çarşıda gördüğüm sarı poşulu adam bağdaş kurmuş, oturuyor. O başını kaldırıp yüzüme baktığı sırada ben gözlerimi açıyorum.

Uzun zamandır bu kadar net hatırladığım bir rüya görmemiştim. Telefonumun aslında çalınmadığını, yaşadıklarımın sadece bir rüyadan ibaret olduğunu anlıyor ve inanılmaz ölçüde seviniyorum. Saat sabaha karşı üçü gösterirken uykum iyice açılmış durumda. Dönüp yatmaya kalksam, gördüğüm rüyayı unutacağım kesin. Bilgisayarın karşısına geçiyorum, böyle bir öykü çıkıyor. Görmemiş bir rüya görüyor, hemen tabirlere bakıp rüyası için yapılan bir yorumu yazısının altına ekliyor. Renkli rüyalar...  

RÜYADA TELEFON ÇALDIRMAK: Bir fikri başkasına kaptırmak, dikkatsiz davranarak üzerinde çalışılan projede problemler yaşamak demektir. Rüya sahibi için değerli olan bir eşya veya nesnenin gerçekte de kaybolmasıyla yaşanacak can sıkıntısına yorumlanan rüya, aynı zamanda kişinin bir külfetten veya kendisine sıkıntı veren angarya bir işten kurtulmasıyla alacağı rahat nefesi de işaret eder. Verilen bir sadakanın pek çok sıkıntıya karşılık geleceğini, ufak tefek aksilikler dışında kederlendirecek bir olayla karşılaşılmayacağını bildirir. İş hayatının düzene gireceğini, ilk zamanlar yaşanan sıkıntıların ilerleyen günlerde tamamen ortadan kalkacağını bildirirken, bir yanlış anlama nedeniyle tartışma yaşanan veya arada soğukluk oluşan bir dostla da tekrar görüşülmeye başlanacağını müjdeler. Hem iyi hem de kötü anlamları olan rüya görülen diğer unsurlarla beraber yorumlanmalıdır.



27 Ocak 2021 Çarşamba

SON DANS BÖLÜM 8

Kemal’in gözü Anna’nın bilgisayarına takıldı. Asistanın yapacağı tek şey, basit bir “Power Point” programı yardımıyla, GGC şirketinin kurumsal bilgilerini, referanslarını ve teklif ettikleri ürünlerin teknik özelliklerini gösteren sayfaları Mr. Knudsen'in direktifleri doğrultusunda, bilgisayardan karşılarındaki perdeye yansıtmaktan ibaretti. Şimdiye kadar bunun gibi nice sunumlar görmüştü. Sadece on dakikalık bir şov için onca yolu göze almaları akıl alır cinsten değildi. Sunum sırasında verecekleri bilgilerin neredeyse tamamı zaten didik didik incelediği teklif dosyasında mevcuttu. Hiçbir emek sarf etmeksizin kim bilir kaç firmaya aynı şeyleri robot gibi tekrarlamışlar, satacakları ürünleri allayıp pullamışlardı. Teklif dosyasındaki bu bilgileri bir kez daha anlatmak arzusunda olsalar bile bunu internet üzerinden yapmak yerine hem kendilerinin hem de bir sürü firma yöneticisinin kıymetli zamanlarını çalmakta bir sakınca görmüyorlardı. Ama yine içindeki dürtüye bir türlü set çekemiyor, sunumu dikkatli bir şekilde dinlemeyi, anlatılanlarla teklif dosyasındaki bilgiler arasında bir farklılık bulunup bulunmadığını bir detektif hassasiyetiyle takip etme fikrinden kendini alamıyordu. Ümit Bey ve toplantıda hazır bulunan diğer firma yetkililerinin Alman satış müdürünün anlattıklarını koyun kaval dinlercesine, büyük bir huşu içinde dinleyeceklerinden emindi. Oysa detaylara girip karşı tarafın açığını yakalamak, Mr. Knudsen'i köşeye sıkıştırmak gerekirdi. Zaman zaman gerginlik yaratan bu davranış biçimi satranç oyununa benzerdi, oyunun galibi sinsi bir keyfi hak ederdi. Kemal, her an bir açık verme ve aldatılma korkusu içindeydi, iş konularında hiç kimseye asla güven duymuyordu. 

Ancak bu sefer durum farklıydı. Hemen yanı başında bacak bacak üstüne atmış oturan sarışın afetin iç gıcıklayıcı parfüm kokusunun yanı sıra bilgisayar tuşlarında zarif bir şekilde dans eden ince, uzun, ojeli parmaklar bütün dikkatini dağıtmaya yetmişti. Ümit'e kızıp toplantıya katılmayacağını söylediğini anımsadı. Yine de kendini tutamayıp toplantıya girmesinden dolayı güçlü bir pişmanlık duygusu içini sıyırıp geçti. Çenesini tutup misafir gibi sessizce sunumu izlemek, yapılacakların en iyisiydi belki de.  Yine her zaman olduğu gibi, son sayfada "Teşekkür Ederiz" yazısı perdeye yansıyacak, adet olduğu üzere sunumu yapan kişi izleyicilere dönecek, sağ kaşını yukarı kaldırıp matah bir iş yapmış gibi gururla gülümsedikten sonra "Yes... Any questions?" diye seslenecek, başını şöyle bir geriye atıp masanın etrafını turladıktan sonra şovunu tamamlayacaktı. Muhtemelen, işe yaradığını göstermek için fırsat kollayan Ümit, sırf lâf olsun diye alâkasız bir soru soracak, konuşmacı, dönüp nezaketen teşekkür ettikten sonra ona alâkasız bir cevapla karşılık verecekti. Sunum dedikleri, tiyatro oyunundan başka bir şey değildi, dananın asıl kuyruğu perde kapandıktan sonra, fiyat pazarlığında kopacaktı. Sonunda kararını verdi, racon kesmekten vazgeçip bir an önce sunum faslının sona ermesini beklemeye koyuldu.

Anna son kontrollerini yaptı, Mr. Knudsen'e bakıp hazır olduğunun işaretini verdiği sırada Nalân hafifçe kapıyı tıklattı ve elinde geniş bir tepsinin içine özenle dizilmiş kahve fincanları ve aynı sayıda yarıya kadar su doldurulmuş küçük cam bardakları olduğu halde içeri girdi. 

***

Dairenin kapısında Esther'i karşılayan kısa boylu tombul sekreter, içten bir gülümsemeyle "Hoş geldiniz" diyerek genç kadını içeri aldı. Esther, sırtındaki açık mavi pardösüsünü çıkarıp kapının karşısındaki portmantoya astıktan sonra geniş bekleme salonundaki beyaz koltuklardan birine geçti ve hemen cep telefonunu kapattı. Kısa bir süre sonra yanına gelen sekreterin uzattığı kağıdı eline aldı.  

- Esther Hanım, bize bu ilk gelişiniz olduğu için elinizdeki formda sorulan soruları cevaplamanız gerekiyor. Daha sonraki gelişlerinizde söz veriyorum, sizi tekrar yormayacağız. Sehpanın üzerindeki kalemi kullanabilirsiniz.   

Kaleme uzanırken sorulara kısa bir göz attı. Adı, soyadı, adresi, telefon ve e-mail adresi gibi kişisel bilgilerin yanı sıra kendilerini kimin tavsiye ettiği merak ettikleri konular arasındaydı. Sıra oraya geldiğinde karşısına "Selma Sabuncu" yazdı. Düşük tınıda kulağa hoş gelen bir müzik sesi dışında çıt çıkmıyordu boş salonda. Sekreter randevulu hastasının geldiğini bildirmek için doktorun odasına girdiğinde büyük bir akvaryumun içinde elverdiği ölçüde özgürce dolaşan rengârenk süs balıklarıyla baş başa kalmıştı. Bir süre balıkların bezgin hareketlerini izledikten sonra çevresini daha dikkatli incelemeye başladı. Duvarlara asılmış birkaç pahalı tablonun dışında fazla bir eşya görünmüyordu. Geniş sokağa bakan pencerenin üzerinde patlayan güneşin cömert ışınlarından mümkün mertebe faydalanmak amacıyla açık gri duvarlarla aynı renge sahip, geniş enli metal jaluzi perdenin çubukları sonuna kadar aralanmıştı. Karşı köşede, gösterişli bir saksıdan yükselen pembe beyaz zambak, salona değişik bir hava veriyordu. Çocukluğu, evlerinin önündeki küçük bahçede annesiyle birlikte yetiştirdikleri rengârenk zambaklar geldi aklına. Oturduğu yerden kalkıp büyük saksının yanına yanaştı. Derin derin içine çekti çiçeğin güzel kokusunu. 

- Çiçekleri seviyor olmalısınız, dedi arkasındaki ses. O kadar dalmıştı ki doktorun odasından çıkan sekreteri fark edememişti. Başını geri çevirince gördü onu.

- Ah, evet. Çiçek sevilmez mi hiç? Bana çocukluk yıllarımı hatırlattı, dedi, gülümseyerek.

- Cevdet hocamız da çok meraklıdır çiçeklere. Önünde durduğunuz çiçeğin adı, Casa Blanca Orientale, yüzden fazla zambak türü arasında kokusu en güzel olanı buymuş!

- Haklısınız, zambakları iyi bilirim ama bu kadar güzel kokulusuna daha önce rastlamamıştım. Çocukken yirminin üzerinde zambak çeşidimiz vardı. Hatta babam bana bir keresinde Çinlilerin zambak soğanından yemek bile yaptıklarını söylemişti.

Sekreter, koltuğuna yönelen Esther’e kendinden emin bir tavırla cevap vermekte gecikmedi.

- Bu güzel kokuyu yemeğine tercih etmem ben şahsen. Hemen arkasından ekledi.

- Cevdet Bey odasında bekliyor sizi Esther Hanım, bir şeyler içmek ister misiniz, çay

 kahve?

- Teşekkür ederim, belki biraz sonra.

Koltuğun üzerine bıraktığı siyah çantasını alan Esther, sekreterin peşinden doktorun odasına girdi. Kapının iyice kapandığından emin olmak için geri dönüp kontrol etti. Elli yaşlarında hafif kırlaşmış top sakallı profesör, masasından doğrulup saygıyla selamladı genç kadını. Elini açıp masanın önündeki mavi renkli koltuğu işaret etti.

- Hoş geldiniz Esther Hanım, buyurun oturun lütfen.

Babacan tavırlı doktor, genç kadının tedirginliğini üzerinden atamadığını fark edip onu biraz rahatlatmak istedi.

- E, nasılsınız bakalım, bugün hava çok güzel değil mi?

- Evet, öyle gerçekten pırıl pırıl bir güneş var dışarıda, harika bir güz havası.

Doktora cevap verirken bir yandan ürkek bakışlarla gözlerini odadaki eşyalar üzerinde gezdirmeye başladı. Kapının sağında, kırışıksız beyaz bir örtüyle kaplanmış hasta yatağının bir metre kadar üstünde, duvara asılı bir tablo dikkatini çekti. Akşamki yemek sırasında yaşadıkları geldi aklına. Yemyeşil ağaçların arasında kıvrılarak akan derenin beslediği bir gölcük… İşte o akşam hayaline yansıyan tam da buna benzer bir yerdi.  Doktorun sesiyle irkildi.

- Evet, Esther Hanım, kıymetli ziyaretinizin sebebini öğrenebilir miyim?

Sempatik tavırlarıyla kendisine gülümseyen doktorun yönelttiği soruya hazırlıksız yakalanan Esther, şaşırıp ne diyeceğini bilemedi uzunca bir süre. Aslında bu kez sonucu ne olursa olsun bütün yaşadıklarını doktoruyla paylaşmak konusunda kesin kararını vermişti. Doktorun ismini en yakın arkadaşı Selma'dan aldığını söylemekle sözlerine başlayabileceğini düşündü. Selma’nın bir psikiyatr ile ne işi olabilir diye geçirdi aklından ilk kez. Acaba onun da kendisi gibi kimselere bahsetmek istemediği bir rahatsızlığı mı vardı? Odasında konuşmasını bekleyen bu profesör, belki de Selma'nın yakın bir arkadaşının tavsiyesiydi. Kim bilir? Selma’yla ilgili bir ipucu yakalayabilirim umuduyla konuya arkadaşından girmeyi düşündü.

- Adınızı Selma Hanım’dan aldım.

Durup bekledi bir süre, merak içinde doktorun tepkisini ölçtü. Doktor gülümseyerek "Anlıyorum" dercesine belli belirsiz salladı başını. Başka bir tepki alamayan Esther, sözünü yarım bıraktığını düşünerek devam etmeye mecbur hissetti kendini.

- Kendisi en iyi arkadaşlarımdan biri...

Her şeyi açık açık anlattığı takdirde kendini daha iyi hissedeceğini biliyordu artık. Yıllarca hayatını zehir eden bu sırrı ilk kez biriyle paylaşmak konusunda hiç bu kadar istekli olmamıştı. İçinde yıllarca hapsettiği zehri bir parça akıtsa hafifleyebileceğini, bir türlü yakasını bırakmayan kâbuslardan kurtulabileceğini düşünüyordu. Doktor, sabırla genç kadının konuşmasını bekliyordu.

- Size anlatacaklarımın önemli bir kısmını Selma Hanım ve eşim dâhil bugüne kadar hiç kimseyle paylaşmadım.

Profesör, masaya dayadığı iki elinden destek alarak öne doğru hafifçe eğildi. 

- Sizi anlıyorum, içiniz rahat olsun Esther Hanım, burada anlatacaklarınız asla bu odanın dışına çıkmaz. Bildiğiniz gibi bütün meslektaşlarımla birlikte en çok önem verdiğimiz etik bir kuraldır bu.

Doktorun konuya yaklaşımı had bildirmekten ziyade, hastasına güven vericiydi. Esther’i biraz olsun rahatlattı doktorun sözleri, Selma’yı ve Kemal’i bir süreliğine attı kafasından.

Devam edecek.