Çocuklara ve Gençlere Kitap Okuma Alışkanlığının Kazandırılması
Çocukluğundan itibaren okuma aşkıyla yanan blog yazarlarının arasında okumanın önemini oldukça geç kavrayan bir kişi olarak hayli sırıtacağımı biliyorum. İyi ki, bu alemde kimse birbirini yargılamıyor, duygu ve düşüncelerimizi bütün çıplaklığıyla açığa vurabiliyoruz. Bu bakımdan büyük bir konforun içinde hissediyorum kendimi. Daha önceki yazılarımda değindiğim üzere öğrencilik yıllarımda, Kur'an ve Teksas, Tommiks gibi çizgi romanları saymazsak, ders kitabı dışında hiçbir kitap okumadım. Bunda en çok öğretmenlerimi ve o zamanki mevcut eğitim sistemini suçluyorum. Okumanın ne kadar önemli bir gereksinim olduğunu anlamam ta üniversitenin ilk yıllarına rastlar...
Liseyi bitirip Ankara'ya ilk adımımı attığım yıllar, öğrenciler arasında felsefenin, siyasetin en çok rağbet gördüğü ve bu uğurda büyük acıların yaşandığı bir döneme denk gelir. Dedem yaşlarındaki adamların cami avlularında anlattıkları kıssalar sayesinde engin bir din bilgisine ulaştığımı sandığım yıllardı. Zor bela çalışma salonlarının koğuşa çevrildiği okul yurduna kapağı atmış, dar bütçemle abilerimizin "bilinçlenmek" adına okumamızı önerdiği Marks ve Engels'in kitaplarını almaya başlamıştım. Merakla hangi kitabı elime alıp okumaya başladığımda sanki başka bir lisanda yazılmış gibi geliyordu bana. Cuma geceleri çalışma salonumuzda çetin tartışmalar yapılırdı. Orada en sorulmayacak sorular abilerimiz tarafından son derece ikna edici bir şekilde cevaplandırılırdı. Tartışma bir şekilde din meselesine geldiğinde tamam diyordum, sosyalist felsefeden anlamam ama artık bu konuda tek söz sahibi benim. Oysa Kur'an'ı on kez Arapçasından hatmetmiş ben, o zamana dek bir kez olsun Türkçesini okumamıştım. Doğal olarak kutsal kitabın içinde yer alan baş ağrıtıcı bazı konulara cevap bulamıyordum bu yüzden. Söylenenlere her ne kadar inansam da yok olamaz, böyle şeyler Kur'an'da yoktur, diyor inancıma en ufak bir halel gelsin istemiyordum. İşte tam da sırada Ramazan ayı münasebetiyle gazete eki olarak verilen Kur'an-ı Kerim ve Türkçe mealleri, ders kitapları dışında okuduğum ilk eser oldu diyebilirim. Gerçekler, bir şamar gibi yüzüme çarpmıştı. Evet, abilerin her söylediği harfi harfine yazıyordu okuduğum Kitap'ın Türkçesinde. Sadece Kur'an değildi bildikleri, bizi ikna etmeye, gerçekleri anlatmaya çaba sarf edenler, komünizm, sosyalizm, faşizm üzerine onlarca kitabı yutmuşlar, Said-i Nursi dahil bütün İslami külliyatı ezberlemişlerdi adeta. O zaman ilk kez anladım, okumanın ne büyük bir güç olduğunu, ve benim ne kadar cahil kaldığımı...
Yoğun ders yüküyle birlikte bir türlü okuyamadığım sosyalizm konulu kitapları küçük kitaplığımda bir süs gibi sergilemekle geçti sonraki yıllar. Lakin o esnada Kur'an-ı Kerim'in Türkçesini birkaç kez okumuş ve düşüncelerim iyice bulanmıştı. Ve 1980 darbesi olduğu sıralar, eğitim ve öğretim yılının açılmasına kısa bir süre kala, İzmir'deki evimde bir sürü yasaklanmış kitapla birlikteydim. Cunta beni yanlış anlamasın diye ilk iş olarak, bir tanesini bile okuyamadığım onlarca kitabın sobada yanışını seyrettim.
Üniversiteden mezun olduktan sonra kitap okumak için bazı teşebbüslerim olduğu doğrudur. Hatta askerlik hizmetini yaptığım Tekirdağ'daki bir kitapçıdan özene bezene aldığım ilk kitabı hayatım boyunca unutmam. Andre Brink'in Sesler Zinciri... Tam 455 sayfalık bir kitaptı. Yahu sen henüz Kırmızı Başlıklı Kız'ı okumamışken nasıl kalkarsın böylesine kalın kitapları okumaya! Okuyamadım tabii. Pek çok kez mücadele ettim. Bu anlatacağım gerçekten komik. Okumasını bilenler için daha da komik gelecektir. Ordu Evi'nde kalıyorum, zamanım var. Yatağıma uzanıp, kitabın başından itibaren tekrar tekrar satırları okuyorum. Yirmi sayfa okumuşum, iyi Allah bereket versin. Ertesi gece, kitabımı açıyorum, kaldığım yerden devam edeyim diyorum, ilk okuduğum bölüm aklımdan uçup gitmiş! Hadi sil baştan! Bu şekilde kitabın üçte birine bile gelemiyorum. Oysa okunması o kadar kolay bir kitap ki, Sesler Zinciri...
Evleniyorum, şansa bak, eşim edebiyat öğretmeni! Eşyadan daha fazla kitap getiriyor çeyiz olarak. Karakaya Barajında memuriyet gibi bir işim var, cumartesi ve pazar tatil. Akşam erkenden evimdeyim. Eşim antrenörlüğe başlıyor. Al şu kitabı okumakla başla, sonra şunu oku vs. Ağaç Ev Sohbetimizin konusu olan kitap okuma alışkanlığını ben çocukken değil, tam 26 yaşında kazandım, ne yalan söyleyeyim Memur Bey! Sonraki dört yıl boyunca bütün Rus klasikleri ve bir sürü yerli yazarların kitaplarını, şantiyeye bir gün gecikmeli gelen Cumhuriyet gazetesi ve eklerindeki bütün yazıları büyük bir açlıkla okumaya başlamıştım. Tam o sıralar bir köşede Tekirdağ'dan aldığım Sesler Zinciri adlı kitap geçti elime. Nasıl kolay okunduğuna şaşırmış ve kitabı ilk elime aldığım zamanlardaki çektiğim kabir azabına nasıl da gülmüştüm. Her şeye rağmen evliliğimizin ilk yıllarında eşimle yaptığım sohbetler okumuş-cahil arasındaki kadar aykırı değildi. Eşim, hiç kitap okumayan birinde var olan bu bilginin kaynağını merak ediyordu. Bunu ben arkadaş seçimime bağlıyordum. Bütün arkadaşlarımı bana bir şeyler öğreten kişilerden seçiyor, onlarla uzun uzun tartışıyordum.
Yukarıda anlattığım nedenlerle sevgili Makbule Abalı'nın bazı sorularına cevabım yok ne yazık ki. Yine beni tam can evimde vurarak Köy Enstitülerinden bahsetmiş yazısında. Madem yola çıktık, onun sorularıyla kör topal düşünelim bakalım neler çıkacak?
Okuma yazma öğrendikten sonra okuduğum ilk kitabı hatırlıyor muyum? Eğer bu öykü, roman türünden bir eserse, evet yukarıda bahsettiğim Sesler Zinciri, 19 yıl gecikmeyle! Fakat ilginçtir, ilkokuldan beri her gün evimize giren Demokrat İzmir gazetesinin pazar ekindeki Muzaffer İzgü'nün öykülerini büyük bir keyifle okurdum.
Uykuya geçmeden önce kimse masal okumadı bana. Kitap okuyan da olmadı, ben de çocuklarıma okumadım maalesef. Kızım babası gibi okumaya geç merak sardı ama oğlum tam bir kitap ve film canavarı.
Beni en çok etkileyen çocuk ya da gençlik kitabı yok Hakim Bey! Henüz konulara uzaktım o yaşlarda.
Çocukken doğum günlerimde kitap hediye edilmiştir ama okuyan kim? O zamanların en pratik hediyesi olduğu için ben de hediye etmişimdir. Bir de lisede teşekküre geçtiğimde hediye edilen kitaplar vardı kapağını kaldırmadığım. İkisini hatırlıyorum, biri Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Mektupları, diğeri Nietzsche'ydi sanırım. O günlere, o kitapları, o yaşlarda okuyabilmek için dönmek isterdim.
İlkokulda bir sürü eğitsel kolumuz vardı. Büyük saçmalıktı! Öğrencilerin her birinin koluna bir pazı bandı ya da göğsüne bir rozet takmaktan ileri gitmezdi bu görevler. Belki o yılların birinde KK, yani Kitaplık Kolu başkanı bendim, ne kadar komik!
Kütüphane, Halk Evleri...? What are these? Üniversite yıllarında kütüphaneye sessiz bir ortamda ders çalışmak için giderdim. Bir de Bahçelievler'de Milli Kütüphane yeni açılmıştı o yıllarda. Sadece bir kez, binayı gezmek, merakımı gidermek amacıyla ziyaret ettiğimi hatırlıyorum.
Ah Hocam beni çok sıkıştırdınız, İnşallah çocukluk ve gençlik yıllarından çıkıp bugünlere geliriz bir an önce. Evet, şu ana kadar toplu taşım araçlarında kaç kişiye rastladığımı saymadım işin doğrusu. Tek tük de olsa vardır karşılaştıklarım, Avrupalı değiliz neticede. Fakat bana bazen okuma krizinin geldiği olur, elimden kitap düşürmem. Sadece toplu taşım araçlarında değil, eşimin alışverişini beklerken, asansörde, hatta tuvalette bile. En zevklisi de sonuncusu! Umarım öyle krizler gelir yine, bu aralar yine okumaya ara verdim, bu yüzden sıkkın canım... Tatile çıkarken her zaman yanıma kitaplarımı alırım elbette.
Bu haftaki yazım epeyce uzadı, aslında konuya yeni girmiş gibiyim. Mesela bir sürü kitap okuduğu halde beyni bomboş olanlardan bahsetmek isterdim. Sadece okumuş olmanın değil, okuduklarımızı akıl süzgecimizden geçirmenin ve okuduklarımızdan gereken bilgileri almanın önemine değinmek ne güzel olurdu. Okudukça düşünmenin, düşündükçe dünyanın ne kadar yaşanılmaz bir yer olduğunu anlamanın, ya da gece gündüz TV de eğlence programı seyretmek yerine varoluş nedenimize kafayı takmanın dayanılmaz hafifliğinden dem vururdum biraz. Neyse, bu kadar yetsin.