Shakespeare adı, bildim bileli hep ürkütmüştür beni. Onu anlayabilecek kıvama gelmek için derin bir edebi bilgi gerektiğini düşünürdüm. Bu düşüncem hâlâ geçerli elbette. Üniversitenin ilk yıllarında, Ankara'da, Cüneyt Gökçer'in Kral Lear'i canlandırdığı oyunu izledikten sonra hiçbir şey anlamamış, sadece abartılı kostümler ve sahne dekoru kalmıştı aklımda.
Bugüne kadar yüzden fazla dile çevrilen 38 oyun, 154 sone ve şiirleriyle haklı bir üne sahip yazar, yaklaşık dört yüz yıldır kendisinden söz ettirmeyi başarıyor. 23 Nisan 1564 tarihinde Stratford'da doğan Shakespeare, yine bir 23 Nisan günü 52 yaşında hayatını kaybetmiş.
Okuduğum kitap bir derleme, yazarı yok. on dört kitaptan yapılan alıntılardan ibaret. Özellikle son sayfalara doğru yazım hataları göze çarpıyor. Kaynakça olarak gösterilen kitaplar da muhtemelen birbirinden alıntı olduğu için sık sık tekrara düşülmüş. Bu olumsuzluklarına rağmen Shakespeare ve yaşadığı dönem hakkında doyurucu bilgiler içeriyor. Dolayısıyla kitabı ilgiyle okuduğumu belirtmek isterim.
Öncelikle Shakespeare'in hayat hikayesine ilişkin kesin bilgilerin olmadığını, zamanla onunla ilgili bir sürü hikaye üretildiğini görüyoruz. Öyle ki, aslında Shakespeare diye birinin hiç yaşamadığı ve adının Kraliçe I. Elizabeth dahil olmak üzere o dönemde 80 kadar yazar ve düşünür tarafından kullanıldığı yönünde kanıtlanmamış iddialar var. Yapılan detaylı araştırmalar, ünlü yazarın hırslı, pinti, hırsız, tefeci, zampara, kokainman biri olduğunu çıkarıyor ortaya. 18 yaşına geldiğinde, kendisinden yedi yaş büyük bir kadınla evleniyor. Daha sonra yazdığı şiir ve oyunlarla dikkatleri üzerine çeken yazar, izinsiz olarak girdiği, soylu bir zata ait arazide geyik avlarken yakalanıyor ve sahibi tarafından iyice hırpalanıyor. Hırsızlıkla suçlanan yazar, karısını Stratford'da bırakıp Londra'ya kaçmak zorunda kalıyor ve bu sayede geniş kitlelere sanatını aktarma imkanı yakalıyor.
Shakespeare'in sanat çevrelerince özel kılınmasının, değerinin gün geçtikçe daha çok anlaşılmasının birçok sebebi var. Tarihi olaylardan esinlenen oyunlarında yer alan karakterler insani özelliklerin tümünü kapsıyor. Söz sanatlarında yeri doldurulamayan sanatçının mirası kabul edilen ilk toplu basım eserleri 800.000 kelime içeriyor ve bunların 1.700 adeti kendisi tarafından çıkarılmış.
Kitaptan edindiğim kısa bilgiler bile sanatçıya olan hayranlığımın artmasına yetti. Rönesans döneminin İngiltere'sinde refah seviyesi yüksek. Bu dönemde sosyal hayatın geliştiğini ve sanatsal faaliyetlerin arttığını öğreniyoruz kitaptaki bilgilerden. Yazarın başlıca eserlerine, trajedi, komedi ve tarihsel oyunlarına, sonelerine, dillerden düşmeyen karakterlerine ait değerlendirmelere, kadına bakış açısına, Osmanlı, Türk ve Müslümanlar hakkındaki düşüncelerine, cinsel mizah öğelerine, eserlerinin müzik ve sinema dalına yansımalarına detaylı bir şekilde yer veriliyor kitapta. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa'ya yayıldığı dönemde batı toplumunun Türk ve Müslümanlara bakış açısı hiç hoş değil. Rönesans etkisiyle Katolik Kilisesinin baskısından kurtulup kendi Anglikan Kilisesini kuran İngilizler Müslüman Türkleri yalancı, baş düşman, cahil, sahte peygambere inanan kişiler olarak görürlerken onları en ağır hakaret sözcükleriyle anıyor. Shakespeare'in eserlerinde de yer yer bu nefreti görmek mümkün. Ancak kitabın hemen savunmaya geçerek Shakespeare'in bu yargıya varmasındaki sebebin onun İslamiyet hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığını defalarca tekrarlamasını, Kur'an'dan ayetleri delil göstermek suretiyle İslam dininin yalancılığa karşı durduğunu belirtmesini gereksiz buldum.
William Shakespeare, geç de olsa senin ve eserlerin hakkında bir parça bilgi sahibi oldum, biliyorum bu son derece yetersiz ama umarım bu, geniş dünyana girmem için hoş bir vesile olur.
Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 86. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone belirledi. Arkadaşımız bizi çocukluğumuza götürüyor bu kez. Konumuz şöyle;
"Çocukken size aile ve akrabalar tarafından yalanlar söylendi mi, kandırıldınız mı, inandırıldınız mı? Veya, siz yalanlar söyler miydiniz, hayali olaylar uydurur muydunuz? Masum yalanlar tabii ki, seni leylekler getirdi gibi"
Çocukken ailemin bana pek yalan söylediğini hatırlamıyorum. Bildiğimiz tek bir gerçek (!) vardı o zamanlar. Bütün bebekleri leylekler getirirdi. Tam hatırlayamıyorum ama sanırım yedi sekiz yaşlarında falan olmalıyım. Hürriyet gazetesinin yeni doğan ilânlarındaki, leylek gagalarında taşınan kundakta bebek resimleri çok hoşuma giderdi o zamanlar. Benden sonra doğan iki kardeşimi getiren leylekleri görememiştim. Gece vaktiydi doğumları, uykuda olduğum saatlerdi. Yanılmıyorsam en küçük kardeşimin doğumundan sonra uyandırmışlardı beni, sana bir kardeş daha geldi diyerek. Evde herkesin yüzü gülüyordu, bana bebeği gösterirlerken leyleği sormayı unutmuştum heyecandan.
Realist karakterim o yaşlarda harekete geçmiş olmalı. Düşünmeye başlamıştım, leylek, o incecik gagasıyla koca bebeği nasıl taşıyabilirdi? Havada uçarlarken ya da bacaların tepesinde tüneyen leylekleri görmüştüm ama hepsinin gagaları boştu. Gagasının ucunda kundak taşıyan bir leylek görsem, bütün şüphelerim ortadan kalkacak, bu asil kuşlara sonsuz saygı duyacaktım. Bu işte bir bit yeniği olmalıydı, ısrarla anneme, anneanneme biz nasıl doğduk nev'inden bilimsel sualler sormaya başladığımı hatırlıyorum. Her ikisi birden mahcup bir gülümseme eşliğinde "Seni de kardeşlerini de leylek getirdi." demeye devam ediyorlardı. İnanmıyordum artık onlara ama işin içinden de çıkamıyordum bir türlü. Bana gerçeği söylemiyorlar, benden bir şeyler gizliyorlardı.
Günlerden bir gün aile dostumuz Kübra Teyze misafirliğe geldi bizim eve. Anneannem yaşlarında kısa boylu, kırmızı suratlı tombul esprili bir kadındı, rahmetli. Baharın sonlarına doğruydu sanırım. Açık sokak kapısının arkasında hayat dediğimiz dar ve uzun salondaki kanepeye oturmuş, ilgimi çekmeyen konularda sohbet ediyordu bizimkilerle birlikte. O gün bugündü. Kafaya koymuştum, şu leylek meselesini masaya yatıracak, gerçeği öğrenmek için elimden geleni ardıma koymayacaktım. Amacım Kübra Teyze'nin önünde annemi ve anneannemi sıkıştırmak, küçük düşürmek, işin iç yüzünü öğrenmekti. "Bebekler nasıl doğar?" diye sordum ortaya. Annemin yüzü kızardı hemen, sesini çıkarmadı. Kübra teyze gülerek "Leylek getirir bebekleri, seni de o getirdi." dedi. Birbirleriyle muzipçe bakıp gülüşmeye başladılar. Konuyu kapatmak istiyorlar, araya laf karıştırmaya çalışıyorlardı. Bu durum beni daha da hırslandırmıştı, edepsizce "Hayır, leylek falan getiremez, bana yalan söylüyorsunuz." diyerek huysuzluk çıkartmaya başladım. Kararlılığımı göstermiştim onlara, onlar için kaçış yolu yoktu artık. Annem, "Yeter ama bak rahatsız oluyor Kübra Teyzen, ayıp uzatma artık" dedikçe ben Nuh diyor peygamber demiyordum. Sonunda Kübra Teyze gözlerini kocaman açıp eliyle işaret ederek "buradan çıktın işte" deyiverdi. Sesim kesilmişti birden. Utanmıştım, söylediğine anlam veremiyordum yine. Acaba ağzımı kapamak için son noktayı mı koymuştu yoksa gerçekten bebekler oradan mı çıkıyordu, hâlâ dediğine inanamıyordum. Beni mahcup etmek, utandırmak için mi böyle söylemişti? Yüzüne baktım Kübra Teyze'nin, şaka falan yapmıyordu, tepkimi ölçüyordu sadece. Annemle anneannem yüzleri kızarmış, mahcup bir halde, bizim konuşmamızı izliyordu. "Yalan söylüyorsunuz," dedim. "Bebek oradan çıkamaz, o kadar küçük yerden nasıl çıksın ki?" diye direttim. "İster inan, ister inanma, nereden çıktığını öğrendin işte, hadi şimdi git dışarıda oyna." diye karşılık verdi Kübra Teyze, artık onun da sabrının taştığını görüyordum. Ama benim kafam iyice karışmıştı. "Bana ne, bana ne, beni kandırıyorsunuz, bana doğruyu söyleyin. Bebek çıkamaz oradan." diye mızmızlanmaya devam ettim. "Yetti artık, daha ne söyleyeyim sana, orası lastik gibi açılır, bebeği çeker, çıkarırsın içinden işte, tamam mı?" dedi, "Lastik gibi ha," dedim. Şaşırmıştım ama biraz ikna olmuştum. Dediği doğru olabilirdi. En azından leylek hikayesinden daha gerçekçi görünüyordu. Kübra Teyze doğruyu söylemişti. O gün, benim için unutulmaz bir gündü, mütevazı varoluş sorunsalıma nihayet rasyonel bir yanıt bulmuştum.
Kemal, kliniğin bulunduğu adrese geldiğinde binanın girişine yanaşan ambulans dikkatini çekmişti. Arabasını hemen arkasına
yanaştırıp kapının önünde bekleyen valeye anahtarı uzattı. Tekerlekli hasta sedyesini taşıyan iki sağlık personelinin peşine takıldı, almaya geldikleri hastanın eşi olduğunu söyledikten sonra onlarla birlikte hasta asansörüne binip ikinci kata çıktı. Üzerinde “Özel Saygın Hipnoterapi Kliniği” yazılı sürgülü cam kapıdan içeri
girerken olanlara inanamıyordu. Hasan, Esther’in kaza geçirmediğini söylemişti ama içini saran kötümser duygulardan bir türlü kurtaramıyordu kendini. Hipnoterapi kliniğinde ne işi vardı karısının. Niye ambulans çağırmışlardı? Kalbi mi durmuştu yoksa? Durumun acil olduğu su götürmez bir gerçekti. Tekerlekli sedyeyi taşıyan görevlilerin arkasında koşarken bir an önce sevgili Esther'ini görmek istiyordu. Selma'yla birlikte danışmanın önünde bekleyen Hasan, kendini kaybetmiş bir halde kliniğe dalan ağabeyini görür görmez hareketlendi hemen.
- Dur bir dakika nereye gidiyorsun? diyerek önünü kesti Kemal'in.
- Ne olmuş, nerede Esther? Girişe ambulans getirmişler, neler oluyor söyleyin bana? diyerek öfkeyle bağırıyordu Kemal.
- Uyuttular, şimdi odasında dinleniyor, dedi Selma, endişeyle. Gözleri şişmişti, son derece üzgün görünüyordu. Aslında ne diyeceğini, olayı nasıl anlatacağını, nereden başlayacağını bilmiyordu. Ellerinin titrediğini fark etti. "Merak etme, korkulacak bir şey yok." demeyi çok isterdi ama arkadaşının başına gelenler en çok kendisini korkutuyordu. İyisi mi gerçeği doktorlardan öğrensin, diye geçirdi aklından. Hep birlikte
Esther’in odasına doğru yürümeye başladılar.
Kol ve bacaklarından bantlarla bağlanmış vaziyette yatağında baygın yatan Esther’in göz kapakları hafifçe aralandı. Hemen koştu yanına Kemal, dizini yatağa dayayıp, Esther'in başına koydu elini.
- Geçmiş olsun bir tanem, ne oldu sanaböyle? diyerek şefkatle okşadı saçlarını karısının.
Esther, yavaşça araladı gözlerini, nerede olduğunu anlamaya çalışıyor gibiydi, çevresine bakındı bir süre. Sonra gözlerini fal taşı gibi açarak öfkeyle avazı çıktığı kadar
bağırmaya başladı. Başını sert bir şekilde sağa sola çevirip saçlarını okşamaya devam eden Kemal’in ellerinden kurtarmaya çalıştı kendini. Aklını yitirmiş gibiydi. Beyaz örtünün altında çılgınca tepinip ayaklarını kelepçelerinden kurtarmaya çalışırken, fırtınaya tutulmuş bir sandal gibi çalkalanıyordu yatağı. Doktor Kenan Bey, ambulans ekibine sedyeyi odaya almalarını
söyledi. Cevdet Bey, iki hemşire ve diğer sağlık görevlileri çaresizlik içinde olanları izliyordu. Karısının bu hali korkutmuştu Kemal'i, arkasını dönüp yatağın yanından uzaklaştı, elleriyleyüzünü kapatırken kapıya doğru ilerledi. Hasan ve Selma ne yapacaklarını bilmez halde bakışlarını bir Esther'e bir Kemal'den tarafa çeviriyor, yerlerinde duramıyorlardı. Birkaç dakika sonra iyice yorgun düşen Esther'in çırpınmaları azaldı, çığlıkları iniltiye dönüştü. Boş gözlerini çevresindeki insan kalabalığının üzerinde gezdiriyordu. Yanına yaklaşan ve onu içi acıyarak süzen Selma'ya dik dik baktı bir süre. Diğerleri gibi onu da ilk kez görüyor gibiydi. Seslerin kesildiğini gören Kemal, geri dönüp tedirgin halde yatağa doğru yanaştı. Onu görür görmez Esther'in yüzü değişti. Korku ve kızgınlık bürümüştü gözlerini yeniden. Genç kadının nefret dolu, delici bakışları altında kanının donduğunu hissetti, Kemal. Birkaç dakika bu şekilde bakıştıktan sonra Esther, yeniden çırpınmaya, çığlık atarak bağırmaya başladı. Odadaki herkes bir şeyin farkına varmıştı. Esther'in tepkisi Kemal'in üzerinde yoğunlaşıyordu. Kemal yanına yaklaştığında, canavar görmüşçesine korkuyor, tuhaf sesler çıkararak bütün gücüyle bağlarından kurtulmaya çalışıyordu. Sonunda Kemal de bu durumun farkına varmış, acısı bir kat daha artmıştı. Çaresizce arkasını dönüp odadan dışarı çıkarken hemşirelerden birinin Esther’e sakinleştirici iğne yaptığını fark etti. Kısa bir süre sonratekerlekli sedyeye alınan Esther, Kemal'in şaşkın bakışları altında asansöre doğru yol alıyordu.Cevdet Bey, Esther’i yalnız bırakmamıştı, o da sedyenin peşine takılmıştı. Kemal'in tahmini doğru çıkmış, ambulans Esther için hazırlanmıştı. Koridor boyunca hızla yol alan sedyenin yanındaki sağlıkçılardan biri,baygın haldeki kadının koluna ince hortumlarla bağlanmış bir serum torbası tutuyordu.
Kemal, sedyenin götürüldüğü yöne bir hamle yaptı. Kendisine sorup danışmadan nereye götürüyorlardı karısını, bütün bu yaşadıkları kâbustan başka bir şey olamazdı. Başını geri çevirdi, Doktor Kenan Bey ve beyaz önlük giyen birkaç sağlık görevlisinin yanında Hasan ve Selma'nın beklediğini gördü. Hepsi donmuş film karesi gibi hareketsizdiler. Adeta gurbete yolcu uğurlarmış gibi kederli yüzleriyle asansöre doğru hızla ilerleyen sedyenin peşine takılmıştı bakışları. Hayır, bu asla gerçek olamazdı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Öfkeden çıldırmak üzereydi Kemal, sanki görünmez bir el boğazını sıkıyordu. Hırsla kravatını gevşetti, sedyenin peşinden gitmekten vazgeçip doktorların yanına döndü, koridorda avazı çıktığı kadar bağırmaya, kliniği birbirine katmaya başladı.
- Söyleyin, ne yaptınız karıma? Hepinizi pişman edeceğim.
Tazminat davası açacağım size, diyerek ortalığı inletiyordu. Kenan Bey, Kemal'i sakinleştirmenin imkânsızlığını anlamıştı. Onun bu sakinliği daha da çıldırtmıştı Kemal’i. Oda kapısının önünde var gücüyle salladığı yumruk, neredeyse yüzünde patlıyordu doktorun. Hasan tam zamanında önüne geçip bu tatsızlığa engellemişti. Yaşanan arbedede araya giren klinik çalışanları Kemal’in elinden zor kurtarmışlardı doktoru.
- Abi ne yapıyorsun Allah aşkına, sakin ol, öfkene hakim ol biraz, doktor bir anlatsın ne olduğunu. Bu şekilde davranırsan hiçbir şey öğrenemeyiz. Sen şimdi bekleburada beni, yengemi nereye götürdüklerini öğreneyim.
Hasan korkudan kendiniodaya kapatan doktorun yanında bir süre kaldıktan sonra dışarı çıktı. Sakin görünmeye çalışıyordu, ağabeyi ile birlikte kendisini merakla bekleyen Selma'yla göz göze geldi. Ambulansın Esther’i
nereye götürdüğünü doktora sorup öğrenmişti.
- Hadi, dedi, ağabeyinin kolundan çekiştirerek. Bunun
hesabını daha sonra sorar, ne olduğunu öğreniriz ama şimdi yengemi yalnız
bırakmayalım. Üçü birlikte merdiven basamaklarından hızla inerlerken Kemal, Selma’ya döndü bu kez.
- Neler oluyor Selma, benden sakladığınız bir şeyler olmalı. Söyler misin Esther’le bu klinikte ne işiniz var? Neden bana karşı bu kadar tepkili, ne yaptım ben ona? Sana hiç bahsetmedi mi
hastalığından?
Selma’nın en çok korktuğu sorulardı bunlar. Ne diyeceğini
bilemiyordu. Adımları karıştı birbirine, son basamağı inerken tökezler gibi oldu. Hasan atik davranarak koluna girmiş, düşmesini önlemişti. Sıkı sıkıya tembihlemişti Esther, ağzından bir şey
kaçırmamalıydı. Esther’le yakın dostluğunu bilenlere bir şey bilmediğini söylemesi ne ölçüde ikna edici olurdu. Ne Hasan, ne Kemal
yutardı bu numarayı. Bir taraftan Esther’e verdiği sözleri düşünürken, Kemal’in bir şeyler öğrenmek için ısrarla üzerine gelmesi çift yönlü huzursuzluk yaşatıyordu Selma'ya. Esther’le aralarındaki sırrı sonsuza kadar taşıyabilecek miydi? Telefonda Hasan’a anlattıkları geldi aklına. Esther’in ruhsal problemleri
olduğunu söylemişti kocasına fakat doktorunun onu hipnoterapi merkezine yönlendirdiğini anlatmamıştı. Bunları Hasan’la paylaşmak konusunda o kadar zorlanmamıştı ancak aynı şeyleri Kemal’e anlatmak hiç kolay değildi. Belki her şeyi göze alıp bütün bildiklerini dökmeliydi ortaya. Kendisinin baştan beri Esther'in yanında bulunduğunu Hasan’dan öğrenecekti. Hasan, ağabeyine telefonla haber verdiğinde onun klinikte olduğunu söylemiş olmalıydı. “Bir şey bilmiyorum.”
demesi hiç inandırıcı gelmeyecekti Kemal'e, üstüne üstlük bir de yalancı durumuna düşecekti. Evet, derhal anlatmalıydı bildiklerini. Ama yine de, Cevdet Bey’le önceden karşılaştığını, Esther'in onu muayenehanesine götürdüğünü, doktorun bütün sorumluluğu üzerine alıp sanki hasta yakınıymış gibi tedavi onay belgelerini imzaladığından söz etmeyecekti. Bunları bilse, Kemal'in "İki
kafadar bir olmuş, boyunuzdan büyük işlere kalkmışsınız" diyerek onu suçlayacağından adı gibi emindi. Valenin arabayı getirmesini beklerlerken Selma, mahcup bir şekilde Kemal'in yanına yanaştı.
- Biliyorum ağabey, ilk sana söylemesi gerekirdi Esther'in, dedi. Can sıkıntısıyla içini çekti. Esther hasta, psikolojik rahatsızlığı varmış. Birkaç hafta önce benden bir doktor ismi istemişti. Ben de ona yakın bir arkadaşımın tavsiye ettiği Cevdet Bey'in adını verdim, şu anda Esther'in yanında olduğunu sanıyorum onun. Ama Hipnoterapi Merkezindeki Doktor Kenan Bey'i tanımıyorum. Esther bugün için ondan randevu almış, sabah beni telefonla arayarak kendisine eşlik etmemi rica etmişti. Onu kıramazdım, burada olmamın sebebi bu. İnan bana, bütün bildiğim bundan ibaret.
- Peki, neden gizledi bütün bunları benden. Ya sen, sen niye söylemedin bana Esther'in hasta olduğunu.
- Haklısın ağabey, işlerin bu hale geleceğini bilseydim saklar mıydım hiç? Çok söyledim Esther'e, durumunu sana anlatsın istedim. Ama bilmiyorum niye, yaşadığı sıkıntıları kimseyle paylaşmak istemiyordu. Kemal'in işi yeterince sıkıyor onu, bir de benimle nasıl uğraşsın diyordu bana sürekli. Sıkı sıkıya tembihlemişti beni, kimseye hastalığından bahsetmeyeyim diye. İstersen sor, Hasan'ın bile haberi yok Esther'in durumundan.
Önlerine gelen Kemal’in arabasına bindiler üçü birlikte. Hasan doktordan aldığı adresi cep telefonunda bulmuş ve navigasyonun gösterdiği yöne göre tarif ediyordu yolu ağabeyine. Arka koltukta ellerini kenetleyip oturan Selmabaşını öne eğmiş derin düşüncelere dalmıştı. Susmak belki tek çıkar yoldu onun için. Kemal kendi kendine söyleniyordu, karısının kendisine niye bu şekilde davrandığını bulmaya çalışıyordu kafasında. Bazen düşüncelere dalıp Hasan'ı duymuyor, yanlış yöne sapmak üzereyken son anda durumu fark edip direksiyonu sert bir şekilde aksi yöne kırıyordu. Esther'den başka bir şey yoktu aklında.
- Nasıl olur, neden, neden söylemedi hasta olduğunu bana? Biliyorum. Benim suçum, son zamanlarda çok ihmal ettim. Gözleri doldu. Anlamalıydım, dinlemeliydim onu. Aklına geldikçe daha önce yapmış olduğu hatalar birer birer geçiyordu gözlerinin önünden. Allah kahretsin, diye bağırdı. Lanet olası işler, çevremde hiç kimseyi görecek hal bırakmadı bende. Gecemi gündüzümü, bütün hayatımı işle doldurdum, Esther'i dinleyecek, ona bana derdini anlatacak zaman bırakmadım. Gözlerinden yaşlar boşalırken başını direksiyona dayadı. Hasan, tedirgin olmuştu.
- İyi görünmüyorsun ağabey, istersen yer değiştirelim. Sıkma canını. İş dünyası
böyle işte, adamın ciğerini sökerler. Biz de farkındaydık, işlerine bu
kadar kendini kaptırdığını. Doğrusunu istersen asıl senin başına bir şey
gelmesinden korkuyorduk hepimiz. Yengem hiç hesapta yoktu. O da kendini yalnız hissetmiş olmalı, epey acı çekmiş, belli.İnşallah kısa zamanda
atlatır, birlikte oturur konuşursunuz bu konuları.
Hasan'ın bu kadar açık konuşması rahatlatmıştı Selma'yı. Kemal'i yaralayacağını bilse de çekinmeden kendi fikrilerini söyleyebilecek cesareti bulmuştu kendinde.
- Evet, her fırsatta işlerin seni ne kadar yıprattığını dile getiriyordu. Her an bir şey olacak endişesiyle seni takip etmek onun için bir işkenceydi adeta. Çektiği yalnızlığının yanı sıra diğer bir konu da içine düştüğün durum karşısında bir şey yapamamanın çaresizliğiydi. Bu yüzden kendini, işe yaramaz, zavallı biri olarak görüyordu.
Ne diyeyim bilmem ki! Onca ülkenin diline çevrilmiş, yüzlerce baskısı yapılan, herkesin dilindeki kitap bu mu? Seven sevmeye devam etsin, kitaptan aldığı değerli! bilgileri kendisine rehber eylesin. Yaşını başını almış, iyisiyle kötüsüyle hayatı bir parça tanıyabilmiş, düşünebilen bir insana ne faydası olur böyle bir kitabın. İnsan gerçekleri değil hep iyi şeyleri, güzel şeyleri okumak, hayal etmek istiyor sanırım. Oysa gerçeklere gözümüzü kapadığımız bir dünya ne büyük bir kandırmacadır. Çevirisinden mi bahsetsem, yoksa bu kadar söylemekle mi yetinsem bilemedim. Nedir yahu kişisel menkıbe? Elin Brezilyalısı bana nelerden bahsediyor. Yok evrenin ruhuymuş, yok evrenin diliymiş, kadermiş. Bildiğimiz tasavvufi öğelerle doldurulmuş, kişisel gelişim kitabı bile diyemeyeceğim sıradan bir kitap. Benim için tam anlamıyla zaman kaybı. İnsan bir şeyi istediği zaman olurmuş! Evrenin ruhu ona kapılarını açarmış. Felsefe taşıymış, bir varmış, bir yokmuş... Tezer Özlü'nün Yaşamın Ucuna Yolculuk'undan sonra hiç çekilmedi. Yarım bırakmamak için sonuna kadar okudum. Anlaşılan evren ruhunu sadece Paulo'ya üflemiş. Çocuğumun okumasını bile istemem, yaşam yazarın anlattığı gibi değil çünkü. Bir daha Coelho'nun kitabını almam elime. Elif Şafak'ın "Aşk" ı her yönüyle yüz kat daha iyi Simyacı'dan.
Nedir zaman? Olayların oluş ve akış sıralamasını belirleyen bir kavram mı? Bazı şeyleri tersinden değerlendirmek farklı kapılar açıyor zihnimde. Zamanın hareketli, akan özelliğe sahip, ölçülebilen bir varlık olduğuna dair bir algıya sahibiz. Geçmiş, şimdiki ve gelecek olarak üç evreye ayırdığımız zamanın aslında sonsuz uzunluğa sahip sabit bir çizgi olduğunu ve yaşamların bu çizginin belli yerlerinde görünüp kaybolduklarını düşünemez miyiz? Zamanı podyuma, yaşamları ise podyumda boy gösteren mankenlere benzetiyorum. Elbette, bu defilenin bir ya da birden fazla izleyicisinin olması olasılık dahilinde ama şimdi o konuya girmeyeyim.
Sonsuzluk... İnsanoğlunun algılayamadığı bir ölçü. Sonsuzluk gibi zaman da izafi bir kavram olarak, akıp akmadığı, hangi yönde aktığı fiziğin en tartışmalı konularından biri. Kuantum fiziğine dalıp kafamı karıştırmaksızın algılarımı tersine çevirip zamanı sabitlediğim takdirde yaşamın nasıl şekilleneceğini merak ediyorum.
İngiliz idealist düşünür John Ellis Mc Taggart (1866-1925), zamansal bakımdan olayları iki farklı biçimde sınıflandırmış. Zamanın A serisi, yani Kipli Zaman Teorisi, geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman kiplerine dayanıyor. Zamanın bir yöne aktığını, değiştiğini, eğer değişim olmazsa zamanın var olamayacağını ileri süren bu görüş, dinamik yapısıyla sezgilerimizle bir hayli uyuşmakta. Mc Taggart'a göre kipler birbirini dışlayan uyumsuz nitelikler. Eğer olaylar zaman içinde geçmiş, şimdi ve gelecek arasında hareket ediyorsa zaman içerisindeki her şeyin bu kiplerde bulunması gerekir. Oysa bir olayın aynı anda iki kipte yer alması mümkün değildir. Bu yüzden hareket halinde olan "şimdi" nin varlığı çelişki doğurmakta ve zamanın gerçek dışı bir kavram olduğu sonucunu getirmektedir.
Ama benim üzerinde durduğum zamanın B serisi; Kipsiz Zaman Teorisi, kiplerin gerçek olmadığı, statik-durağan durum. Bu teoride kipler değil, öncelik, eş zamanlılık ve sonralık gibi sabit zamansal ilişkiler. Zaman kipleri dış dünyadaki gerçeklikte karşılığı olmayan, yalnızca insan zihninde yer alan yapılar. A teorisi sadece düşünebilen canlıların olduğu bir dünyada varken B teorisi, görelilik kuramına uyumlu ve bütün evren için geçerlidir.
Newton, iki olay arasındaki zaman aralığının nesnel bir şekilde (gözlemciden bağımsız olarak) ölçülebileceğini iddia etmişti zamanında. Einstein'ın görelilik kuramı ise, iki olay ya da iki nokta arasındaki zaman aralığının bir referans noktası ve koordinat sistemi seçilmeksizin ölçülemez olduğunu ortaya koymuştur. Bilindiği üzere görelilik kuramının öngördüğü gibi hız arttıkça zaman yavaşlamaktadır. Örneğin ışık hızına yakın hareket eden bir uzay gemisi içinde 25 yıl süreyle bir uzay yolculuğuna çıkmış mürettebat, dünyaya döndüğünde bütün tanıdıklarının öldüğünü, dünyada geçen zaman karşılığının 100 yıl olduğunu görecektir. Bu basit örnek zamanın nesnelliğini ortadan kaldırmakta. Mutlak bir zaman tanımı olmadığı için mürettebatın mı yoksa dünyadaki insanların mı saatlerinin doğruyu gösterdikleri sorgulanamamaktadır. Bu sonucun da zamanın B serisini desteklediği görülmekte. Böylece kipler nesnel bir gerçeklik değil, dilsel ifadelerde anlam bulan bir yapıya indirgenmektedir.
Zamanın gerçek olmadığı fikri sezgilerimize aykırı. Kibirli bir canlı olan insan, kainatın öznesi olduğu yanılgısı içinde. Bu yüzden zaman denilen kavramı yaşamının önünden geçiriyor. Zamanın sabit olabileceğini, evrendeki diğer varlıklarla birlikte zamanın önünden geçip gitme ihtimalini aklına getirmiyor.
Zamanı sabit ve sonsuz bir çizgi ya da yol olduğunu düşünelim. Mekan ve varlıklar o yolun herhangi bir yerinde ortaya çıkıyor, yol boyunca değişiyor ve ömrünü tamamladıktan sonra yolun bir yerinde yok oluyor. O yok oluş, ayrı bir doğuşa mı sebep oluyor bilinmez. Bu da ayrı bir konu. Fakat yolculuk yaptığımızın sürenin gerçekliği söz konusu değil. Önemli olan kat ettiğimiz yol. Görelilik kuralı gereği her canlının bu yolculuğu ne kadar bir süre içinde tamamladığı standart bir şekilde ölçülemez. Bir başka deyişle insanın yaşı ve kaç yıl yaşadığı sadece birer yanılsamadır. Gerçek olan zaman yolunda ne kadar süre zaman harcadığıdır. Bu süre herkes için ay ya da yıl bazında ölçülemez. Biri zaman yolculuğunu 35 yılda tamamlarken diğeri 80 yılda aynı noktaya gelebilir. Oysa gerçek zaman dilimi yani zaman yolunda kat edilen mesafe her iki durumda birbirinin aynı olabilir. Bazen zamanın ne kadar çabuk akıp gittiği ya da geçmek bilmediği hissine kapılırız. Bu sadece bir histir. Gerçek olan sadece yaşadığımız an ve zaman yolunda hızlanıp yavaşladığımızdır. Zaman yolunda daha önce yaşadıklarımızın bir kısmı birer anı olarak kalır hafızalarımızda. Yolda mola verip yemek yediğimiz bir lokantayı hatırladığımız bir "önce" liktir geçmiş. Gelecek ise bilemediğimiz acı ve tatlı sürprizlerle dolu. Yaşam yolculuğuna ilk kez çıkıyoruz muhtemelen, daha önce çıkmış olsak bile farklı mekanlardan geçiyoruz. Nerede viraj var, nerede bayır bilmiyoruz.
Zaman geçmiyor, akmıyor hayatımızdan. Biz geçiyoruz zamanın içinden.
Zaman öldürülecek ya da kazanılacak bir şey değil. Eğer dikkat etmezsek o bizi öldürür, bazen de kazanır bizi zaman.
Zamanım yok demek doğru değil. Çünkü zamanın sahibi değiliz, biz ona tabiyiz.
Hayatımızdaki en acımasız şey zaman değildir. Zamanın suçu yok, o olduğu yerde duruyor, acımasız olan kendimiz ve çevremiz. Zaman bir yere gitmez, biz gideriz hep ileri, geri dönmeyi henüz bilmiyoruz, şimdilik...
"Takvim düzeni herkes için aynı olsa da, zaman herkesin içinde başka türlü ilerler." (Murathan Mungan) Oysa gerçek, herkesin zamanın içinde başka türlü ilerlediğidir.
"Geçmiş veya gelecek yoktur. Sonsuz bir "şimdi" vardır." (Cowley) Geçmişin ve geleceğin gerçek olmadığı aşikar ancak tek gerçek olan "şimdi" nin sonsuz olduğunu söylemek için zaman yolunda durmamız lâzım.
"Zamanın kime dost kime düşman olacağı bilinmez." (Shakespeare)
"Uzun yaşamışsın derler bana, bilmezler seni uzun beklediğimi." (Fazıl Hüsnü Dağlarca)
"Siz zamanınızı kaybetmiyorsunuz, zaman sizi kaybediyor." (Moliere)
"Zaman su gibi akıp gidiyor derler, halbuki zaman değil biz geçip gidiyoruz." (Weber)
"Dinleyin beni. Öncelikle, geçen şey zaman değil, biziz." (Geza Csath)
Son yıllarda okuduğum kitaplar arasında beni en fazla sarsan incecik bir kitap Yaşamın Ucuna Yolculuk... Türünden konusuna, üslubundan yazarına kadar tamamen farklı bir eser. Sarsıcı; çünkü hâlâ etkisi altındayım, iki gündür hem kitap, hem de yazarı hakkında araştırıp yeni şeyler öğrenmeye çalışıyorum. Önce türünden bahsedeyim. Hikaye türü bazen "anlatı" yerine kullanılabilse de, Yaşamın Ucuna Yolculuk kitabına hikaye tanımını yakıştıramıyorum. Anlatının her zaman bir anlatıcısı olur. Tasvir edilen olay, duygu ve düşünceler, anlatıcının anlatım tarzına göre şekillenir. Tezer Özlü, bütün çıplaklığıyla ruhunu yazıya döktüğü kitabında, "anlatı" türünün en güzel örneklerinden birini vermekte.
"İnsanın başkalarına söyledikleri kendi duymak istedikleridir. Yazdıkları, okumak istedikleridir. Sevmesi, sevilmeyi istediği biçimdedir."
Tezer Özlü, adını çok duyduğum, kısacık ömründe çok az sayıda eser veren bir yazar. Genç yaşlarından itibaren yaşamı ve varoluşu sorgulayan, sürekli intihar eğiliminde, mevcut düzene baş kaldıran kişilik. Okurken kurgusal tek bir cümleye yer vermediği hissine kapıldığım, daha da ötesi, buna yürekten inandığım, yaşamın iki ucuna sıkışmış isyankar bir kadın. Yazar, Berlin'de yaşadığı dönemde kaleme aldığı Yaşamın Ucuna Yolculuk'ta, hayranlık besleyip etkilendiği Franz Kafka, İtalyan yazarlar Italo Svevo ve Cesare Pavese'in izini sürerken bir bakıma onların ruhuyla bütünleşiyor. Özellikle intihar ederek hayatına son veren Pavese'in sözlerinden yola çıkarak yaşamın anlamsızlığı ve tekdüzeliği karşısında ölümü tek çıkar yol gördüğünü farklı bir bakış açısıyla gözler önüne seriyor. Önce Kafka'nın mezarının ve doğduğu evin bulunduğu Prag'a, ardından Svevo'nun hayatını geçirdiği Triste'ye ve nihayet Pavese'in memleketi Torino'ya gidip onların yaşadığı evleri, sokakları geziyor, soludukları havayı teneffüs ediyor. Bir yandan diş ağrıları ve migrenden kurtulamadığı seyahatleri boyunca her gün farklı otellerde kalıyor, tesadüfen karşılaştığı kişilerde sevgiyi yakalasa da, kendisine yer bulamadığı yaşamın içerisinde, yalnızlık, öfke ve benlik arayışları yazarı daha önce birkaç kez deneyimlediği yaşamına kendi eliyle son verme fikrine adım adım yaklaştırıyor. Torino'da Pavese'in intihar ettiği Roma Otel'inin 305 numaralı odasında kalıyor ve onun hissettiklerini anlamaya çalışıyor.
"Yaşamımda elde edebildiğim bir tek başka boyut var: kimsenin sahip olamadığı bir boyut, cesaretleri yetmediği için sahip olamadıkları bir boyut, kendi kendilerine kıyamadıkları için, yaşam boyunca sürüklenip çıkamadıkları aklın boyutları. Deliliğin derin boyutunu tanıyorum diyorum. Akıl ve delilik arasındaki o ince çizgiyi. Önümde açılan puslu Akdeniz'in gökyüzüyle birleştiği ufuk çizgisi gibi. Denizin nerede bittiği, gökyüzünün nerede başladığının belirlenmediği sınır çizgisi gibi. Artık kimse çıkıp, bana bencil olduğumu söylemesin. Her "ben" bencildir, her "kır" kırsal olduğu gibi."
Yazar Tezer Özlü, üçüncü evliliğini aşık olduğu Hans Peter Marti adında kendisinden on yaş küçük İsviçre'li bir fotoğraf sanatçısı ile yapıyor. Ne yazık ki bu ilişki fazla sürmüyor, yazar, iki yıl sonra yakalandığı göğüs kanserine karşı büyük mücadele vermesine rağmen hayata tutunamıyor ve 43 yaşında Zürih'te hayatını kaybediyor.
İlk olarak "Bir İntiharın İzinde" adıyla Almanca basılan kitap, Almanya'da 1983 Marburg Yazın Ödülünü almış. Bundan bir yıl sonra "Yaşamın Ucuna Yolculuk" adıyla yazar tarafından yeniden kaleme alınmış.
Depresif bir zamanda okunmaması gereken bir kitap bu, tehlikeli... Bu durumda bir kişinin yazarın ruhuna girememesi, onunla aynı duyguları paylaşmaması mümkün değil. Sakin ve normal bir zamanda cümlelerin teker teker, sindirerek okunması gerek. O zaman düşünüyor, Özlü'ye hak veriyorsunuz.
Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 85. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Kağıttan Dünyam belirledi. Konu benim için hayli zor. Çünkü olmayacak hayaller kurmakta zorlandığımı itiraf edeyim. Şu girizgâhı yaparken bile henüz hiçbir fikrimin olmadığını söyleyebilirim. Kağıttan Dünyam yazısında pek çok karakterden bahsetmiş, bütün ayrıntıları aklında tutmasını takdirle karşıladım. Bahsettiği filmler arasında Amelie, kurgu, karakter ve müziğiyle inanılmaz derecede beni etkileyen bir filmdi. Gelelim bu haftanın konusuna;
"Bir kitabın veya filmin içine dilediğiniz zaman girebileceğinizi düşünün. Kurguya yeni bir karakter olarak ekleneceksiniz. Hangi kurguya neden girmek ister ve girdiğiniz kurguda neler yapardınız?"
Gerçekten şimdiye kadar aklımın ucundan geçmeyen bir düşünce bu, bir filmin ya da bir kitabın içine girmek... Kişilerle empati kurmayı bilirim ama kurgusal kişilerle bunun nasıl yapıldığına dair hiçbir fikrim yok. Hem ben kitap ya da filmin içine dilediğim zaman girmeye kalksam acaba diğer karakterler buna ne derler? Yok, onlara söz düşmeyecekse kurguyu kökünden değiştirirdim muhtemelen. Öyle figüran roller bana göre değil. Madem böyle bir şans yakaladım hakkını vermem lâzım değil mi?
Kurguyu değiştirmek gibi kötü bir niyetim var madem, o zaman kitap ya da film tamamen başka bir mecraya akıp aslını kaybetmez mi, kontrolü elime geçirmiş olmaz mıyım? O vakit aynı kitap ya da filmden bahsedilebilir mi? Hayır, sanmıyorum, böyle bir durumda kendi kurgumun karakteri olurum. Yok bu iş bana göre değil. Kitaplar, filmler olduğu yerde dursun. İyisi mi ben kendi kurgumun içinde kalayım.
Bakın durum böyle olunca ufkumun açıldığını hissettim şimdi. Madem kurguyu belirlemek konusunda yetki verdim kendime, önce ülkenin kurgusunu değiştirmekle başlayım işe. Kurguyu değiştirmek ülkenin kaderini değiştirmektir. Darbeci bir general olmak isterdim bu kurgunun içinde. Bana demokrasiden bahsetmeyin sakın, demokrasi halkın iradesi olmaktan çıkalı çok oldu. Hem 1982 yılında yapılan halk oylamasında darbecilere % 91,37 evet oyunu veren aynı halk değil miydi? Gerekirse ben de bir referandum yapar kendimi demokrat bir general yaparım. Neyse konumuz bu değil.
Böyle bir rolü neden üstlenirim diye sorulmuş. İzah edeyim: İşler bildiğiniz gibi değil. Bütün bakanlıklar, yargıtay, danıştay ve yüksek mahkemeler, silahlı kuvvetler, emniyet teşkilatı tarikatların eline düşmüş. Amiral resmi kıyafetinin üzerine cübbeyi, kafasına sarığı geçirmiş, şeyhe tekmil veriyor. Uluslararası sözleşmeler tek kalemde feshediliyor, özgürlük diye bir şey kalmamış, yolsuzluklar almış başını gitmiş, yasama organı millet meclisi, sadece binadan ibaret, eğitim, adalet, eşitlik hak getire. Ülkenin yönetimi tamamen süper güçlerin kontrolüne geçmiş, dış politikada hata üstüne hata yapılıyor, bölgemizde sorunumuzun olmadığı devlet kalmamış, ekonomi çökmüş, insanlar çöpten karnını doyurmaya çalışıyor. Bir de üstüne pandemi gelmiş, bir yandan dalga geçer gibi lebaleb toplantılar yapılırken esnaf sıfırı tüketmiş durumda. Rusya, Ukrayna sınırına ha bire askeri yığınak yaparken ABD Karadeniz'e komşu ülkelerde ve Balkanlarda yeni üsler kurup tatbikatlar düzenliyor. Yakında savaş kaçınılmaz, bizim de bu pisliğe bulaştırılmamız an meselesi. Yoksa siz seçimle yönetimin değişebileceğini mi zannediyorsunuz? Bırakmazlar, iç savaş çıkar. ABD'de Trump'ın adamları seçimi kaybettiğini anlayınca nasıl meclisibastılarsa, bizde imamlar sela okuyarak halkı sokağa dökerler. Diyanet, cihat fetvası verir, eli satırlı güruh çıkar meydanlara, kan gövdeyi götürür. Süper güçlerin istediği de bu değil mi? Büyük Ortadoğu Projesi final sahnesini görmek istemiyorum.
Bu ahval ve şerait içinde ne mi yapardım? Darbeyle ülkenin yönetimini elime geçirir, bütün tarikatçı kadroları temizlerdim. Vatanını, milletini seven kadrolarla cumhuriyetin yüzüncü yılına kurtuluş savaşı ruhuyla girerdim. Garip mi geldi bu kurgum size? Demokrasiyle yönetildiğimizi mi sanıyorsunuz siz hâlâ?
Önemli Not: Muhterem Başkanım, arkadaşların oyununa geldim. Valla benim kötü bir niyetim yoktu, şaka yaptım yani, espri olsun diye. Nereden bileyim ciddiye alacağınızı. Yüce Rabbime and olsun ki, darbeyle falan işim olmaz benim. Silah değil yanımda çakı bile taşımam. Darbeye, darbeciler karşıyım. Allah sizi başımızdan eksik etmesin. Milletin iradesinin üzerinde hiçbir güç tanımıyorum. O bildiri yayınlayan darbeci amiraller var ya, onlara haddini bildirin, rütbelerini sökün, maaşlarını kesin, hücre hapsine atın, hatta aç susuz bırakın.