Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 94. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Uçun Kuşlar / Makbule Abalı belirledi. Konumuz belki de çağımızın en büyük problemi stresle ilgili. Tartışma konumuz şöyle:
"Kişisel olarak bir değerlendirme yaptığınızda çevrenizde ya da kendinizde gördüğünüz stres kaynaklı rahatsızlıklar nelerdi, bunların nasıl üstesinden geldiniz?"
Evet, stres toplumun en büyük sorunlarından biri. Türlü nedenlerle kişileri intihara kadar sürükleyen bir problem. Gün geçtikçe ağırlaşan geçim sıkıntısı, güven duygusunun azalması ve geleceğe yönelik karamsar bakış başlıca stres kaynakları. Sevgili Makbule Abalı'nın yazısında belirttiği gibi zorlu ya da rahatsız edici bir durum karşısında kişinin hissettiği duygusal ve fiziksel gerilim hali olarak tanımlanıyor stres. Ve bu durumun yol açtığı şiddet, fiziksel ve ruhsal rahatsızlıklar söz konusu.
İnsanların eskiye oranla birbirlerine daha az güvenmesi ya da hiç güvenememesi, sevgi ve saygıda azalma yine yaşanılan stres kaynaklı sonuçlar. İş hayatı ve sağlık sorunları diğer önemli stres kaynakları. Emekli olduktan sonra stres kaynaklı rahatsızlık çekmeyen şanslı insanlardan biriyim. Elbette stres durumunun kişisel özelliğe bağlı yansımaları olabilir. Hayattan çok fazla beklentisi olmayan, ununu eleyip eleğini askıya asan, kendi yağıyla kavrulmaya çalışan, en önemlisi karşılaşılan zorlu ya da rahatsızlık verici durumların zaman içinde düzeleceğine inanan biri olarak stresle mücadele etme konusunda şanslı olduğumu düşünüyorum. Ancak toplumun geniş kesimi büyük stres altında olduğu için bu durumun beni etkilemediğini söylemek zor. Dün yaşadığım bir olayı anlatayım:
Yeni taşındığımız evin komple doğramalarını değiştiriyoruz. Adamlar merdivenlerden çıkarılması mümkün olmayan büyük çerçeveleri iple bulunduğumuz beşinci kata çekecekler. Alt komşu hayır buna müsaade etmiyorum diye itiraz etti. Sebebi yok, kendisine herhangi bir zarar verilmesi de söz konusu değil. Yaparım, yapmam ağız dalaşına döndü iş. İşçilere, aldırmayın, siz işinize bakın dedim. Beş dakika sürmedi iş bitti. Kadın hâlâ söyleniyor ve haddini aşmaya başlıyor. Git dedim, yanlış bir şey yapmıyorum, polis çağır. Nerede o eski komşuluk ilişkileri. İnsanlar işte bu hale geldi stresten. Kim bilir ne sorunu var kadının? Neyse, on dakika sonra iki polis geldi. Durumu anlattık. Gelin dedi polislerden biri, iş mahkemeye intikal etmesin, sizi uzlaştıralım. Uzlaşacak ne var ki, bu tıynette bir kadınla uzlaşmak ne mümkün, gitsin dedim, dava açsın.
Bu olay bende stres yaratır mı? Yaratmaz, otursun kendi düşünsün. Yani bu tür insanlarla yolda, durakta, markette karşılaşabilirsiniz. Acıyın onlara. İçinizde kalmasın haklıysanız cevabını verin, içinizde kalmasın, önleminizi alın, bildiğiniz gibi yapın. Ülkenin geldiği durum bu!
Memleketin durumu canımı sıkmıyor değil, olan bitenlere üzülüyorum, kahroluyorum. Niçin yaşadığımız bu topraklarda huzur, adalet, özgürlük yok diye içim içimi yiyor. Neden toplumun hakkı yenen en alt kesimi sanki hallerinden çok memnunlarmış gibi cellatlarını hâlâ destekliyorlar, onların saçma sapan ırkçı, dini söylemlerine kanıyorlar? Bende fiziki ya da ruhsal bir rahatsızlığa sebep olmadı memleketin bu hali (şimdilik) ama içimdeki ufacık ümit kırpıntısı da tükenince işin sonu nereye varır kestiremiyorum.
Kafası iyiden iyiye karışmıştı Kemal’in. Martin'in "İnsan ve hayvan
sevgisinin önüne başka bir şey geçemez" cümlesine takıldı. Zaman zaman sinirleri
bozulsa da yaptığı işi sevdiğini düşünüyordu. İnsan sevdiği işi yapmalıydı.
Başarısını işini severek yapmasına borçluydu. Başarı mutluluk getiriyor muydu
peki? Son bir yıldır yaşadıklarını hatırlamaya çalıştı. Evet, başarılıydı işinde. Oldukça genç yaşta iyi bir kariyer yapmıştı. Bunun karşılığında kendisini çok seven bir karısı olmasına rağmen geçmiş günlerine şöyle bir baktığında başarının mutluluk vermediğini ve onu yalnızlığa ittiğini fark etti. Oysa düne kadar kendini kandırıyor, mutlu olduğunu sanıyordu. Esther'le geçen ilk yıllarını özlemişti. Şimdi ise hayatında en çok sevdiği insanın derdine hastane köşelerinde çare arıyordu. Bu halde nasıl mutlu olsundu. Gözünün işten başka bir şey görmeyişi sevgili karısının bu duruma düşmesinin en önemli sebebiydi muhtemelen. Mutluluğa giden yolun Esther’i mutlu etmesinden geçtiğini anlamış ama geç kalmıştı. Martin’e hak verdi. "Hem körüm, hem de köle" diyerek hayıflandı. İşinden başka bir şey görmeyen, kör bir
köle… Esther'i düşündü. Ne kadar şanslı olduğunu geçirdi aklından. Zavallı kadın ağzını açıp
tek bir lâf etmemişti. Bütün
sıkıntılarını hep içine atmıştı demek, sırf kocası işinden kalmasın, başarılı olsun diye bütün dertlerini biriktirmişti içinde. Ve
sonunda delirmişti işte. Olanların tek sorumlusuydu kendisi. Canı yandı bunları düşünürken. Birden ağza
alınmayacak küfürler sıralamak, arabayı kenara çekip avazı çıktığı kadar bağırmak istedi. Martin gibi hayata eğlenceli
tarafından bakabilmek ne güzel bir şeydi. Aslında ilk gördüğünde onu yargılamış, kıyasıya
eleştirmiş, yanında bulunmaktan bile utanmış, hatta ona muhtaç bıraktığı için kaderine, Tanrıya isyan etmişti. Otele varmaya az bir yolları kalmıştı. Her ikisinin de ağızlarını bıçak açmıyordu. Sessizliği ilk bozan Kemal oldu. Gözünü yoldan ayırmaksızın yanında oturan adama sadece lâf olsun diye sordu.
- Evli misin?
- Evet, diye cevapladı Martin neşeyle. Lilla, birazdan ufaklıkla
birlikte otelde olur. Vaktin varsa tanıştırayım seni bizimkilerle.
- Maalesef benim şimdi hemen hastaneye dönmem gerekiyor, ama ailenle tanışmayı çok isterim.
Kemal, Martin’le senli benli konuştuğunu fark edip bundan rahatsızlık duymamasına şaşırmıştı. Karısı da onun gibi yaşamı seven biri olmalıydı.
Oteline bırakıp hastaneye döndüğünde, çalışma koşullarına dair Martin'le aralarında
hiçbir şey konuşmadıklarını hatırladı. Kavga etmekten fırsat bulup adama kaç para isteyeceğini soramamıştı. Ayrılmadan önce, Martin'e, ertesi sabah saat on buçukta kendisini evinden alacağını
söylemişti sadece. Büyük olasılıkla Esther'i de evine getirmiş olurlardı o zamana kadar.
Aniden kafasına dank etti. Saat on buçuk, tam da yarınki iş toplantısının saatiydi ve
Feridun Bey bu toplantıda bulunmasını özellikle kendisinden istemişti. Yanında Martin olsaydı ona karını bu şekilde bırakıp nereye gidiyorsun derdi muhtemelen. Kafası o kadar karışıktı ki neyi nasıl yapacağı konusunda hiçbir şey düşünemiyordu. Belki de Martin, daha nahif davranır, hangisi senin için daha önemliyse onu yap, diğerini salla diyecekti. Fakat şu anda
yapması gereken en önemli şey Esther’in çıkış işlemlerini başlatmadan önce son durumu
Cevdet Bey’e aktarmak ve onun fikrini öğrenmekti.
Odasına girdiğinde Esther’i uyur vaziyette buldu. Sessizce
yanına yaklaştı. Uzun bir süre başında bekledi. Gözleri karısının üzerinde
gezinirken derin düşüncelere daldı. Affet beni sevgilim, seni ihmal ettim, biliyorum.
Yalnızlığın ıssız koridorlarında, hep beni aradın. Çaresizlik içinde
kıvrandığın uzun gecelerde sana sırtımı döndüm. Geç saatlere kadar uyku nedir
bilmedin, sabırla bekledin gelişimi. İşim olduğunda sen yoktun aklımda. Her
zaman işim vardı zihnimi kurcalayan. İşte o zamanlarda farkında bile olmadan hep yok saydım seni ben. Nasıl geldim bu hale
bilmiyorum. İçinde kaybolduğum, bakarken türlü hayaller kurduğum okyanus mavisi
gözlerini, dokunmaya kıyamadığım ipeksi tenini, ruhumu titreten güzel sesini,
içimi ferahlatan, vazgeçemediğim o yasemin kokunu hangi güç uzaklaştırdı
benden? Asaletinle bu gafil halimi hiçbir zaman vurmadın yüzüme. Üzgünüm bir
tanem, hem de çok üzgünüm. Artık aç gözlerini, konuş benimle. Söz veriyorum
sana. Artık ben o eski ben olmayacağım. Yeter ki bir an önce iyileş, göreceksin
bunu.
Esther’i kontrol etmek için içeri giren Selma’dan gözyaşlarını saklamaya
çalıştıysa da pek başaralı olamadı. Eliyle gözlerinin ıslaklığını alırken sırtını
sıvazladı, Selma.
- Sıkılma dedi, sessizce. Her şey eskisi gibi olacak. Onun
da kederliydi sesi.
- Hayır, Selma. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak...
Selma anlam veremedi bu sözlere. Hasan ve Jale’nin bekleme
salonunda olduğunu, Hasan’ın ona da yiyecek bir şeyler aldığını, gidip orada
karnını doyurabileceğini söyledi.
Kemal bu bitkin haliyle onlara görünmek istemedi. Merdivenlerden
inerek binanın dışına çıktı. Serin bir rüzgâr yaladı yüzünü. Sessize aldığı
telefonunu çıkardı cebinden. On iki cevapsız arama göründü ekranda. Arayanlar
listesine göz gezdirdi. İki tanesi hariç diğerleri işle ilgiliydi. Ne
kadar kaçarsa kaçsın yakasını bir türlü bırakmayan işlerinden kurtulmalıydı bir an önce.
Diğerleriyle ilgilendi. İş dışındaki numaralardan ilki Cevdet Bey’e aitti. İki saat kadar olmuştu arayalı.
Bir diğer arayan ise Selmin’di. Aslında bugün görüşüp merakını gidermişti onun. Muhtemelen kendisine cep telefonundan ulaşamayan Feridun Bey
aratmış olmalıydı. Bu yüzden Cevdet Bey’in numarasını tuşladı hemen.
İkinci çalışında açılmıştı telefon. Martin’le yaptığı görüşmenin sonucunu merak eden Doktor’a fazla
detaya girmeden üç cümlede özetlemişti Martin'i Kemal. "Değişik bir tip" dedi önce. Sonra, "Ama zararsız biri..." dedi, arabasının ön konsoluna verdiği zararı
yok sayarak. Son cümlesi ise "Belki de işimize yarayabilir" oldu, bundan artık neredeyse emindi.
Doktor da bu arada Zsofia’nın kendisini telefonla aradığını ve onun Martin’in
karısı Lilla ile birlikte üç yıldır konsoloslukta çalıştıklarını söyledi Kemal'e. Zsofia'nın Martin hakkındaki görüşlerini de eklemeyi ihmal etmedi. Biraz çatlak görünmesine rağmen özünde çok iyi bir insanmış dedi.
Bunları konuşurken Esther’i eve getirme konusunda görüşünü sormak silinip
gitmişti aklından. Şu dalgınlığı iyice canını sıkmaya başlamıştı. Esas sorup öğrenmesi gereken buydu oysa. Telefon kapanmıştı.
Bir kez daha aynı numarayı aradı. Telefonu açan Doktor, Esther'in evine dönmesinde bir mahsur olmayacağını ancak hastaneden
çıkarken yanında Martin’in bulunmasının isabetli olacağını söyledi Kemal'e. Klinikteki ilk karşılaşmalarında, karısının kendisine gösterdiği o korkunç tepkiyi
düşününce son derece mantıklı gelmişti bu öneri. Hayal dünyasında yeri olmayan
bir sürü şeyle bir anda karşılaştığında Esther'in nasıl bir tepki vereceğini kimse bilemezdi. Evet, çıkış işlemlerini biraz ağırdan alıp Martin’in yanlarında bulunmasını sağlamak iyi olacaktı.
Sabahtan beri Esther’i yalnız bırakmayan dostlarını evlerine
bıraktığında iyice karanlık basmıştı. Selmin’i aramayı unuttuğunu hatırladı.
Önemli bir şey olsaydı yine arardı diyerek rahatlattı kendini.
Eve dönüp salonun ışıklarını açtı. Masanın köşesinde kalın bir
klasör duruyordu. Eline aldığı klasörün mavi kapağının üzerinde
bir şey göremeyince klasörün sırtını çevirdi, büyük puntolarla "REYNOLDS Machinery" yazıyordu.
Yarınki toplantıya hazırlık yapması için hangi işgüzar göndermiş olabilirdi bunu. Klasörün kapağını kaldırdığında küçük bir kâğıda elle yazılmış not gözüne takıldı. "Yarınki toplantıdan önce göz atmanız için Feridun Bey bunu size göndermemi istedi. Selamlar,
Ümit"
Elinde klasör olduğu halde attı kendini koltuğa. Sayfaları
karıştırmaya başladı. Yazışmalar, değişik makine parçalarının resimleri, teknik özellikleri, teknik şartnameler, firmanın katıldığı fuarları gösteren bir yığın
doküman… Sabaha kadar oturup incelemeye kalksa yine de zamanın yetmeyeceğini
düşündü. İki günden beri e-mail’lerine bakmıyordu. Kim bilir kaç mail gönderilmişti okunup cevaplaması gereken.
Canı sıkılarak kalktı ve üzerinde dizüstü bilgisayarının bulunduğu
çalışma masasına doğru yürüdü. "Yarınki toplantıya katılmam mümkün değil" diye
mırıldandı. Keşke, arayıp gelmesinin mümkün olamadığını söylemiş olsaydı Feridun Bey’e. Yahut en
azından sekretere bir not bırakabilirdi. Bir ara Feridun Bey'i aramak aklına gelmişti ama Martin
kafasını allak bullak etmişti. Arabanın konsolundaki derin çizik canlandı gözünde. Olacak şey değildi. Aklı başında bir insan bilerek, isteyerek nasıl kalkışabilirdi böyle bir şeye.
Sonra tuhaf adamın söyledikleri geldi aklına. Fakat o kadar lâfın arasında kendisine en çok dokunanı, "Çok
sevdiğin karını kafandan atmış, yerine bir deri parçası koymuşsun." cümlesi
olmuştu. Elleri farkında olmadan bilgisayarın üzerine dokundu. Zihnini
kurcalayan türlü konuların arasında ne yapacağını unutmuştu yine. Unutkanlığı iyice sinirini bozmaya başladı. Bir süre duraksadı. Sakin olması gerekiyordu. Sonra hatırladı, evet, gelen e-maillerine
bakacaktı.
Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 93. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu uzun bir aradan sonra sevgili Kedi Mırıltısı/ Kayıp Fısıltı belirledi. Sevgili arkadaşımız yazısını kısa bir süre sonra yazıp fikirlerini bizlerle paylaşacak. Konumuz yine kitaplarla ilgili. Cevaplandırmamız istenen sorular şöyle:
"Hayatınızı değiştiren kitap ya da kitaplar oldu mu? Neden sizi bu kadar etkiledi? Başkalarına da önerir misiniz, başkalarını etkileyeceğini düşünüyor musunuz?"
İtiraf etmem gerekirse böyle bir soruyu bugüne kadar hiç aklımdan geçirmedim. Hayatımı değiştirecek bir kitap! Düşünüyorum, öyle bir kitap olmalı ki şu an yaşadığım hayatı, yaşama bakış açımı ona borçlu olayım. Ha, evet şimdi hatırladım. Hayatımı değiştiren bir kitap var tabii.
Beni tanıyan bilir, kitap okumaya oldukça geç yaşlarda başladım. İlkokuldan beri kitap okuyan insanlara gıpta ediyorum. Ders kitaplarını saymazsak üniversitenin ilk yıllarına kadar bir kitap haricinde neredeyse hiç kitap okumamıştım. O zamana kadar okuduğum tek kitap kutsal kitaptı. On yaşından itibaren okumaya başladım, birçok kez baştan sona okudum hem de Arapçasından. Durmadan hatim indiriyordum ama okuduğumu anlamıyordum Arapça bilmediğimden. Bu yetmezmiş gibi çocuk aklımla hafız olmaya yani 600 sayfalık kutsal kitabı ezberden okumaya kalkmıştım. Kitabın ilk suresini zaten biliyordum. İkinci sure en uzunu olan Bakara (Sığır) suresiydi. Sanırım bir buçuk sayfasını da ezberlemiştim. Bugün aradan elli yıl geçmesine rağmen hala aklımda kalan "İnnellezine keferu sevaün aleyhim eenzertehum em lem tünzirhum la yu'minun. Hatemallahü ala gulubihim ve ala sem'ıhim ve ala ebsarihim gışaveh ve lehum azabun azim." altıncı ve yedinci ayetler bir işarettir diye anlamını merak ettim bu vesileyle.
Neymiş; "Şu muhakkak ki inkar edenleri uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir. Onlar inanmazlar. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde bir perde vardır. Ve büyük azap onlaradır." Elmalılı Hamdi Yazar.
Büyük azaptan kurtulmak için kalbimin, kulaklarımın ve gözlerimin açılması gerekiyordu. Ancak bilmediğim bir dilde kalbimin açılması, kulaklarım ve gözlerimin duyduğunu ve gördüğünü anlamak bana pek mümkün gözükmüyordu. Eğer buna aldırmasaydım (ve pek sevdiğim dedem sağ olsaydı) muhtemelen imam hatip lisesine, oradan da iyi bir devlet dairesine geçerdim. Sonra bir darbe senaryosunun kurbanı olarak (eğer şansım varsa) yurt dışına kaçar, belki de kalan ömrümü bir örgüt üyesi olarak demir parmaklıklar arasında geçirebilirdim. Ama ben gözümün açılmasını istedim. Bu arada şansımın da yaver gittiğini ve özgür düşüncenin hakim olduğu bir üniversiteye başladığımı kabul ediyorum. Daha önceki yazılarımda da belirttiğim üzere yazılanları anlayabilmem için kutsal kitabın farklı kişilerden Türkçe tercümelerini okumaya başladım.
İyi ki bu yolu seçmişim. Kalbim, kulaklarım ve gözlerimin yanı sıra aklım, zihnim de açıldı ve gerçekleri gördüm. Bu kez kutsal kitabı satır satır, ayet ayet inceden inceye, farklı tercümelerden okudum. Ve hayatım değişti. Arapçası değil ama kutsal kitabın Türkçe tercümesi benim hayatımı değiştirdi. Nedenini sormayın, aklınız başınızda okuduğu takdirde siz de anlarsınız. Amacım dini övmek ya da yermek değil. Fakat gerçekten bu haftaki sorunun tarafımdan verilecek tek cevabı bu. Kutsal kitabı en iyi anlayacağınız dilde okumayı elbette başkalarına öneririm. Bırakın alimin ulemanın söylediklerini. Kutsal kitapları kendi dilinizde okuyun, eminim sizin hayatınız da hayata bakış açınız da değişecektir. Öbür dünya bir muamma ama gözlerinizi örten perdeyi kaldırdığınızda bu dünyadaki azabı göreceksiniz.
Çamaşır odasında Kemal Bey’in son gömleğini de ütüleyip
askıya özenle yerleştirdi Selmin. Sabahtan beri ortalığı silip süpürmüş,
camları parlatmış, mobilyaların tozunu almıştı. Hanımının başına ne geldiğini merak
ediyordu etmesine ama Kemal’i arayıp öğrenmek için kendinde o cesareti bulamıyordu. Önceki akşam Kemal’in ağzından "Esther Hanım, biraz rahatsızlandı,
bugün gelmeyecek" cümlesi dışında hiçbir şey çıkmayınca senaryolar üretmeye
başladı kafasında. Biraz düşününce "Umarım ciddi bir durum değildir."
dedikten sonra Kemal’in ona verdiği "Umarım" şeklindeki tek kelimelik cevabı
hatırladı. "Bugün gelmeyecek" demesinden yarın gelecek anlamını çıkartmakta zorlandı. Muhtemelen hanımının ne zaman eve dönebileceğini Kemal Bey de tahmin edemiyordu. Ciddi bir
durum yok diyeceği yerde ciddi bir durumun olmadığını ümit etmek, Esther
Hanım’ın rahatsızlığının büyük olması demekti. Sabah Kemal Bey’in yaptığı telefon
konuşmalarına kulak kabartınca Esther’in hastanede yattığını öğrenmişti. Şimdiye
kadar hiç kimsenin telefonunu merak edip dinlemek gibi bir huyu yoktu oysa. Birden ateş bastı
yüzüne. Nasıl anlamadım ki durumun bu kadar ciddi olduğunu ben diyerek
sorgulamaya başladı kendini. Henüz kalp krizi geçirecek yaşta olmadığını düşündü
hanımının. Trafik kazası mı geçirmişti yoksa? İçin için kızıyordu Kemal Bey’e. Pes yani,
insan bu kadar da ketum olmaz yani. Belki acil kana ihtiyacı olacak, tesadüfen kan
grupları da tutacaktı. Seve seve koşar, verirdi kanını hanımına. Dayanamadı,
bastı cep telefonunun tuşlarına. Birkaç kez çaldıktan sonra karşıdan telefonun açıldığını anladı.
- Kemal Bey, ben Selmin. Kusura bakmayın rahatsız ediyorum.
Ama Esther Hanım’ı çok merak ettim, bu yüzden arıyorum sizi.
Heyecandan elleri titriyordu Selmin'in. Yanlarında çalışmaya başlayalı beri ilk kez Kemal'i telefonla rahatsız ediyordu. Mesai saatlerinde Esther Hanım bile cesaret edemezdi buna. Yine de sesini titretmeden arayabilmişti işte.
Kemal emektar kadına hak verdi. Öyle ya, o da merak
ediyordu hanımının başına ne geldiğini. Fakat telefonda ona ne anlatacaktı ki şimdi. Bir iki kez tıksırıp söyleyeceklerini tasarlayacak zaman buldu kendine.
- Selmin Hanım, şu anda yoldayım. Hastaneye Esther Hanım’ın
yanına gidiyorum.
- Kaza falan mı geçirdi sakın? diye heyecanla sordu, Selmin.
Kaza geçirmesinden de kötüydü belki karısının durumu ama neyi nasıl söyleyeceğini kestiremiyordu Kemal.
- Yok, kaza falan değil ama değişik bir durum, doktorlar
anlamaya çalışıyorlar. Hadi merak etme, geç kalırsam sen çık, beni bekleme.
- Peki, Kemal Bey deyip telefonu kapattığında yine bir şey
anlamamıştı Selmin.
***
İkinci katın bekleme salonu boştu geldiklerinde. Hasan odanın kapısını açtığında
gözlerine inanamadı Kemal. Selma ile Jale, sandalyeleriniEsther’in yatağının yanına çekmişti. Esther yatağında, sırtını arkasındaki yastıklara dayamış kendi başına önündeki tabaktan bir
şeyler atıştırıyordu. Üçü birlikte sohbet ediyorlardı sanki. Hasan ve Martin’in
arkasına gizlenip ürkek adımlarla yanlarına yaklaşan Kemal, Esther’in
dikkatinden kaçmadı. Onu görür görmez birden asıldı suratı ama bağırıp çağırmadı bu kez.
- Merhaba kızlar! dedi, neşeyle. Martin kendine özgü bir tavırla
selamlamıştı odadaki hanımları.
Önce Selma, hemen arkasından Jale toparlanıp
kalktı ayağa. Boşalan sandalyeleri aynı anda seri bir hareketle kenara çeken Martin,
boşalan alanda kollarını açıp ahenkli bir hareketle kendi ekseni etrafında
döndükten sonra yatağın yanına eğildi ve sağ diziyle yere çöküp nazik bir şekilde elini Esther’e
doğru uzattı. Esther, önüne uzanan açık elin üzerine bıraktı elini kuğu
zarafetiyle.
- Matmazel! diyerek seslendi saygıyla Martin, Esther’in
gözlerinin içine bakarken yumuşak hareketlerle üç parmağı arasına aldığı elinin üzerine küçük bir
buse kondurdu.
Hastalandığından beri ilk kez Esther’in gülümsediğini fark eden Kemal
gibi odadaki herkes gördükleri manzara karşısında şok olmuşlardı.
- Prenses Nora! dedikten sonra bir adım geri çekildiği esnada sağ elini
kalbinin üzerine götürüp saygıyla eğilerek takdim etti kendini.
- Martin Sándors, Matmazel. Gülümseyen suratına yayılan ağzı
neredeyse küçük burnunu yutacaktı.
Odadakiler donup kalmış, şaşkın gözlerle birbirlerine bakıyorlardı.
Gerilerden bir adım atıp Selma’nın kulağına fısıldadı Kemal.
- Konuştu mu sizinle?
- Evet, bir sürü şey söyledi ama hiçbir şey anlamadık dediklerinden.
Yüzü aydınlanan Esther, birden dağıttı odanın kasvetli
havasını. Yatağın yanına çektiği sandalyeye oturup karısıyla samimi bir sohbete
dalan komik adamı kıskanacağı hiç gelmemişti aklına Kemal’in. Zsofia bile bu
kadarını yapamazdı diye geçti bir an aklından. Jale, tek başına ayakta dikilmiş, merakla Esther
ablası ile anlamadıkları bir dille konuşan tuhaf adamı izliyordu. Hasan, gidip
Martin’in omzuna elini koyup arkasına döndü.
- Bu kabiliyetli genç arkadaş büyük şef Martin Sándors. Yanındaki kadınları teker teker eliyle işaret ederek Martin'e takdim etti. Eşim Selma ve aile dostumuz Jale.
Kemal’e artık eskisi gibi nefretle bakmıyordu Esther. Derin bir
sohbete dalmış görünen Martin’i gösteren Kemal, Hasan'a seslendi.
- Neler anlatıyor ki bu herif yine?
Sesi duyan Martin, başını geri çevirdi. Yüzünden eksilmeyen gevrek gülüşüyle dalga geçercesine ukala bir tavır içinde,
- Prenses hazretleri sıkılmış buradan, artık evine dönmek
istiyor.
Martin, yeniden Esther’e dönüp ona bir şeyler söyledikten sonra
kalktı ayağa. Kemal’e yaklaştı. Sol ayağını yarım adım ileri uzatırken her iki elinin
başparmaklarını pantolon kemerinin içine sokup saçlarını savurdu geriye.
- E, Patron, dedi Kemal’e muzipçe. Karınıza beni kabul edip
etmediğini sormayacak mısınız?
Esther’e kaydı gözleri Kemal’in. Karısına nasıl sorabilirdi
ki bunu? Eli mahkum Martin’i kabul etmek zorunda olduğunu anlamıştı. Cevdet
Bey’in söyledikleri geldi aklına. Yapılacak ilk iş karısıyla iletişim kurmaktı.
Bu tipsiz soytarının oyuncağı olmak her ne kadar zoruna gitse de onu kabul etmek
dışında yapılacak bir şey görünmüyordu. Çaresizlik içinde derin bir iç
geçirdi. Bakalım bu zibidi daha ne çoraplar örecekti başına.
- Tamam, dedi. Sormaya lüzum yok. Görünen köy kılavuz istemez. Hadi seni otele
bırakayım, yolda neyi nasıl yapacağımızı konuşuruz. Hasan’a döndü.
- Sen yanlarında kal, ben Martin’i
bırakıp döneceğim.
Çekingen tavırlarla Esther’in yanına yaklaştı Hasan. Diğerleri de altlarına birer
sandalye çekip genç kadının hareketlerini takip etmeye başladılar. Hasan daha
fazla tutamadı kendini. Esther'in gözlerinin içine bakıp gülümsedi.
- Yenge nasılsın?
- Esther, hafifçe başını sallayıp anlamadıkları dilden bir şeyler söyledi.
- Bakın dedi, Hasan sevinçle. Gördünüz mü, dediğimi anladı. Öğlen yediği bir parça
langos dışında ağzına bir şey koymamıştı. Selma’ya döndü.
- Bir şeyler yediniz mi siz?
- Birkaç bisküvi attık ağzımıza, işte hepsi o kadar dedi,
Selma
- Durun o zaman size bir şeyler hazırlatıp geleyim.
Hasan kadınlara göz atıp dışarı sıvıştı hemen. Hastanenin önüne indiğinde Kemal'in arabası hareket etmek üzereydi. Onlara görünmeden caddenin karşısındaki kafeye doğru yürüdü.
***
- Öyle asma suratını be patron dedi, Martin arabaya bindiğinde. Bak ben senin gibilerini iyi bilirim, işten başını kaldırmazsınız siz. Şimdi beni iyi dinle. Ne bu
güzel araban, ne yakışıklılığın, ne başarıların ne de kariyerin yeter mutlu
olmana bu hayatta.
Sözünü bitirir bitirmez yandan bir bakış attı Kemal'e. Ani bir hareketle elindeki anahtarlığın sivri ucuyla torpido kapağının üzerindeki deri kaplamaya derin bir çentik attı.
Kemal şaşırmış, ikinci bir çiziğe hazırlanan Martin’e sağ eliyle mani olmaya çalışırken, az kalsın yolun
kenarındaki içi simit dolu camekânlı dolaba bindiriyordu.
- Ne yapıyorsun sen, manyak mısın, kafayı mı yedin be adam? diyerek öfkeyle bağırdı. Arabayı hemen sağa çekti. İpek gibi yumuşak derinin üzerinde gezdirdi
elini. Berbat olmuştu canım araba.
- Beğendin mi bu yaptığını? Ne yapmaya çalışıyorsun, deli misin nesin sen? diyerek vurdu
hırsla torpidoya elini.
Martin’in hiçbir şey olmamış gibi sakince gülümsemesi daha da
çıldırtmıştı Kemal’i. Ağzına geleni söylemiş, daha geride söylenecek laf
bırakmamıştı. Hani eline düşmüş olmasa, hemen dışarı atacaktı arabadan.
- Bitti mi? diye sordu Martin, bu kez gülmeyi kesmiş, ciddi bir havaya bürünmüştü.
- Hayır dedi, Kemal. Ancak yeni bir söz çıkmadı ağzından. Arabayı hareket ettirdi ya sabır çekerek. Bir süre sonra,
- Hadi, şimdi sıra sende dedi, Martin. Ben sana bir zarar verdim, şimdi sıra sende. Sen de bana
bir zarar ver!
Kan beynine sıçramıştı Kemal’in. Ani bir manevrayla yolun
sağındaki benzinliğin önündeki boş alana kırdı direksiyonu. Arabayı durdurup
aşağı indi. Arabanın önünden dolaşıp sağ tarafa geçerken Martin de sakince
kapıyı açıp çıktı dışarı. Yakın mesafeden birbirlerinin yüzüne bakıyorlardı. Kemal’in
gözlerinden kıvılcımlar çıkarken Martin tam aksine son derece sakin
görünüyordu.
- Aklından geçeni biliyorum, fakat onu bile yapamıyorsun dedi, Martin. Şimdi suratıma yumruğunu yapıştırsan bile bu seni rahatlatmayacak. Arabanın çizilen derisi eski haline dönmeyecek. Bunun yanı sıra yakıştıramayacaksın
kendine bana vurmayı. Esther’i düşüneceksin, itibarını düşüneceksin. Kuvvetli
birisin. Atacağın yumruk rahatlıkla çenemi dağıtabilir elbette. Muhtemelen canım
yanacaktır bir süre. Ama sonra unutacağım bu acıyı. Ama senin biraz gözünün
açılmasına sebep olma ihtimalim dahi beni mutlu etmeye yetecektir. Fakat sen kendine hakim olamayıp aklından geçeni yaptığın takdirde yıllarca vicdan azabı çekeceksin.
Martin konuştukça sıkılmış yumruğu yavaş yavaş gevşiyor, elleri
çözülüyordu Kemal’in. Martin, sözlerine devam etti.
- Eminim ki, şu an tek düşündüğün arabandaki ufak bir çizik! Ona kaç
para masraf edeceğini düşünüyorsun. Çok sevdiğin karını kafandan atmış onun yerine bir deri parçasını koymuşsun. Senin adına üzülüyorum dostum. Gerçekten de senin bu halin Esther Hanım’dan da vahim. Allah yardımcın olsun!
Şaşırmıştı Kemal. Uzun bir süre kendine gelemedi. Düşüncelere
dalıp dolaştı arabanın önünden, kapıyı açıp boş bir çuval gibi bıraktı kendini koltuğa. Nasıl bir adam bu? Söyledikleri hiç de yabana atılır şeyler
değil.
Kontağı çevirip çalıştırdı arabayı.
- Bak dedi, Martin. Gerçek mutluluk sevgidir. Ondan başka hiçbir şey mutlu etmez
insanı. İnsan ve hayvan sevgisinin önüne başka bir şey geçemez. Sevdiğini
göstereceksin her fırsatta. Sevginin önüne hiçbir engel koymayacaksın mutlu
olabilmen için. Sevdiğin ölçüde güçlüsün. Ne para, ne kariyer ne de lüks
arabalar, yatlar… Bunların hepsi düşündüğünün aksine zayıflatır insanı.
Kölesi olursun paranın, başarının. Gözün görmez artık bir şeyi. Çalışır, çalışırsın daha çoğuna
ulaşmak için. Öyle çalışırsın ki başka bir şey görmez gözün. Kariyer desen, o
da paranın kardeşi gibidir. Öyle bir hırs kaplar ki içini yükselmek için. Ne
kendini ne çevrendeki dostlarını fark edersin. Arabana ufak bir çizik atılması
dahi bak ne kadar üzdü seni. Hiçbir şeye değer vermemeli insan sevgiden öte. Hayat güzel, dalganı geçecek, tiye alacaksın hayatı. Ve seveceksin, her şeyi...
İngiliz edebiyatının önemli yazarlarından biri olan H.G. Wells, (1846-1946) 1896 yılında kaleme aldığı bilim kurgu romanıyla bu türün öncüsü kabul edilmektedir. Doktor Moreau'nun Adası romanı bir kaza sonucunda şans eseri kurtularak kapağı okyanusun ortasındaki küçük, volkanik bir adaya atan Edward Prendick'in karşılaştığı sıra dışı olayları konu ediyor. On bir yıldır adada yaşayan Dr. Moreau etik açıdan tartışmaya açık bir takım bilimsel araştırmalar için eline geçirdiği hayvanları dirikesim (viviseksiyon) yöntemiyle organ ve dokularını değiştirip garip yaratıklar meydana getirmekte. Bu şekilde ortaya çıkan ve konuşma yetisini kazanıp yarı insan-yarı hayvan haline gelen canlılar Doktor Moreau'yu kendilerinin yaratıcısı, yani Tanrıları olarak görüyor. Montgomery adındaki tıp doktoru yardımcısıyla birlikte adadaki altmış kadar tuhaf yaratığın her birine bazı yasalara uymaları gerektiğini aksi takdirde acı odası dedikleri yerde işkence altında acı çekeceklerini öğretmişler. Prendick bu acayip adaya çıktığı andan itibaren olayların seyri değişiyor.
Doktor Moreau'nun Adası yazıldığı tarihe göre iddialı, ileriyi gören ve ses getiren bir kitap. Daha sonra etik, bilimsel ve felsefi kaygılara neden olan eserin filmleri çekilmiş, müzik, tiyatro ve edebi sanatlar üzerinde etkili olmuş. Elbette Moreau'nun bilgisi o döneme göre yeterli değil ve genetik biliminden hayli uzak, tamamen hayali. Zaten kesip biçmek lafından başka bir detayı kitapta bulmak mümkün değil. Moreau, söz gelimi, sırtlanla domuzu ya da atla gergedanı kesip birleştiriyor, nasıl oluyorsa ürettiği bu hibrit yaratıklar konuşabiliyor!
Günümüzde buna benzer bilim kurgu bir roman yazılsa kimse dönüp bakmaz. Fakat söz konusu kitap üzerinde inanılmaz ölçekte felsefi yorumlar yapılmış. Eseri İngilizceden dilimize çeviren Celâl Üster yazarı tanıtan bir önsözle birlikte kitabın arkasına bolca dipnot bırakmış. Toplam 52 adet dipnotun yer aldığı bölümde yapılan açıklamaların bazılarını gereksiz bazı yorumları ise ilgisiz gördüm. Zira atıfta bulunulan sözcüklerin evrim kuramını ortaya koyan Darwin'le veya kutsal kitaplarla ilişkilendirilmesi bana göre aşırı zorlama olduğunu söyleyebilirim. Şöyle ki, kitabın giriş kısmında romanda geçen Noble's adasına 1891 yılında uğradığı belirtilen majestelerine ait Scorpion (Akrep) gemisinin, Darwin'in evrim kuramının en önemli savunucularından T.H Huxley'in 1846-1850 yılları arasında yardımcı cerrah olarak bulunduğu majestelerine ait Rattlesnake (Çıngıraklı Yılan) adlı keşif gemisini çağrıştırdığını söylemek için kanaatimce hayal gücü sınırlarının epey zorlanması gerekir. Keza hibrit yaratıkların gözlerini korkutan acı odasının cehennemi çağrıştırdığı ve buna benzer konularda sıklıkla kutsal kitapların referans gösterilmesi, eğer sağ olsaydı en başta kitabın yazarını şaşırtırdı sanırım.
Celal Üster, J.L Borges'tan, P. Cohelco'ya kadar pek çok yazarın kitabını dilimize çevirmiş, George Orwell'in 1984 ve Hayvan Çiftliği de dahil bunlara. Ancak dürüst olmam gerekirse, çevirmenin müthiş kariyerine ve yapılan onca övgüye rağmen Doktor Moreau'nun Adası kitabı çevrisinde kendisini (haddim olmayarak) çok başarılı bulmadığımı söylemek zorundayım. Belki yanılıyorum ama bazen gereksiz, zaman zaman da yersiz kelimelerin kullanılması, sanki kitabın daha güzel bir çevirisi yapılabilirmiş hissi uyandırdı bende.
Özetle bilim kurgu türünün ilk örneklerinden biri olması sebebiyle klasikler arasında geçen Doktor Moreau'nun Adası, bana bilim kurgudan ziyade bir masal havasında geldi. Sürükleyici, çeviride kulağı tırmalayan bazı cümlelere rağmen okunması kolay bir kitap. Diğer taraftan edebi çevreler tarafından gereğinden fazla abartıldığı kanaatindeyim.
Mutfaktan gelen kokular Hasan’ın iştahını kabartmıştı.
Dayanamayıp sordu Kemal’e.
- Bir şeyler mi atıştırsak adam dönene kadar?
Kemal, kardeşinin bu teklifi karşısında şaşkına döndü. Aklı fikri yemekte bu adamın diye geçirdi içinden. Bu tuhaf adamı nasıl kandıracağımıza kafa yorması gerekirken kalkmış boğazını düşünüyor.
- Şimdi sırası değil, önce işimizi halledelim dedi,
kızgınlığını belli etmeden. Nasıl, yengeni görebildin mi bugün?
Ne klinikte ne de yol boyunca Esther’in durumunu sormak aklına gelmemişti Kemal'in.
- Evet, gördüm. İçeri girdiğimde yemeğini yiyordu. Selma'yla beni görünce
gülümsedi, o kızgın halinden eser yok, oldukça sakin görünüyordu.
- Konuştu mu sizinle?
- Hayır. Merhaba dediğimde bir an karşılık vereceğini düşündüm ama dediğim gibi gülümsedi sadece. Tabii tanımadı yine bizi.
Bir çeyrek saat geçmesine rağmen Martin ortalarda gözükmüyordu. Yanlarına gelen garson gülümseyerek masaya servis açıp birer tabak bıraktı.
- Şefimizin ikramı. Afiyet olsun.
- Nedir bu? diye sordu Hasan.
- Langos, Macarların meşhur pizzası. Yağda kızarmış mayalı
ince hamurun üzerine krema ve rendelenmiş kaşar peyniri ile servis ediyoruz. Kocaman tabağın içindeki minik bir lahmacun parçasına benzeyen şeyi ballandıra ballandıra anlatıyordu garson. İçecek bir şey alır mısınız?
- Birer çay alabiliriz dedi, Kemal. Hasan dumanı
tüten tabağa dikmişti gözlerini. Önündeki parçanın en az on adedini rahatlıkla
yiyebileceğini düşündü. Yine de hayli hora geçmişti Martin’in bu ikramı.
Martin yanlarına döndüğünde, tabağını çoktan silip süpüren Hasan, birer tabak daha teklif edeceği ümidiyle genç adama hararetle teşekkür etmiş langosu çok beğendiğini söylemişti ama o güzel hayalleri boşa çıkınca istemsiz olarak suratı asıldı.
- Evet, dedi Martin ellerini ovuşturarak, Kemal’in yanına
çektiği sandalyeye oturdu. Şimdi sizi dinliyorum.
Kemal, Esther’in durumunu kısaca anlatıp kendisine bu konuda
yardımcı olup olamayacağını sordu. Kemal’i dikkatle dinledikten sonra Martin bir
süre sessiz kaldı.
- Evet, dedi. Sizi anlıyorum, ilginç bir durum. Parmaklarını saçlarının arasına geçirdi. Size yardımcı olmak isterdim ama biliyorsunuz benim sevdiğim
bir işim var, onu kaybetmek istemem.
Martin’in söylediklerine pek şaşırmadığı halde fena
halde canısıkılmıştı Kemal’in.
- Hiç olmazsa bir hafta olsun izin alamaz mısınız? diye sordu
Hasan, ağabeyine destek olmak için.
Martin birden gülmeye başladı.
- Bu size çok pahalıya patlar ama...
Kemal, vereceği parayı zerre kadar düşünmüyordu fakat adamın saçma
sapan tavırlarına iyice sinir olmuştu. Bir an vazgeçmeyi düşündü. Ancak Hasan’ın herkese para konusunda anlaşamadılar diyeceğini az çok tahmin edebiliyordu.
- Tamam, dedi Kemal. Ne istersen veririm, yeter ki karım bu
illetten kurtulsun.
Alaycı bir sırıtmayla sevincini saklamadı Martin.
- Pardon, kendini ne zannettiğini söylemişti eşiniz? diye sordu, gülerek.
- Prenses dedi, Kemal yüzünü asarak, sessizce Prenses Nora diye mırıldandı.
- Voaw! Prenses Noraaa. Ağzını sonuna kadar açarken ikinci heceyi küstah bir tavırla uzatıp tekrarladı Martin. Şimdi siz bana Prenses Nora’nın dadılığını teklif
ediyorsunuz, öyle mi? diye sordu, alaycı bir ifadeyle. Kemal öfkelenip kalktı
yerinden,
- Hadi Hasan, kalk gidiyoruz, bu adam manyağın teki.
Hasan ne olduğunu anlamadan yerinden doğruluyordu ki, Martin önlerine geçti.
- Durun, durun şaka yaptım, tamam teklifinizi kabul ediyorum.
Kemal Martin'i dinlemeyip restoranın çıkış kapısına yöneldi. Hasan, peşinden koşarak yetiştiği ağabeyinin koluna girip kulağına fısıldadı.
- Ağabey, adam deli meli ama nereden bulacağız daha iyisini.
Hazır kabul etmişken… Hem ciddi, asık suratlı biri olsa yengemle iletişim kurması daha zor. Bu matrak adam yaptığı komikliklerle daha çok yarar işimize belki. Ağabeyini
ısrarla kararından döndürmeye çalışmasının asıl nedeni, Martin’in bu işi
kıvıracağına olan inancından ziyade az önce büyük iştahla bir çırpıda mideye
indirdiği "Lagos" tu aslında.
Koşup geldi yanlarına Martin, Kemal’in hâlâ sönmeyen öfkeli
bakışlarına aldırmaksızın sırıtmaya devam ediyordu.
- E, hadi ama patron, söyle ne zaman işbaşı yapıyorum?
Çakılıp kaldı yerinde Kemal, kardeşini itti üzerinden. İşimiz
bu deliye kaldıysa vay halimize deyip düşündü bir süre. Yine de ona bir şans
vermesini söylüyordu içindeki ses. Denemekle ne kaybederdi ki? Şirkete adam
alır gibi eğitim, tecrübe, liyakat gibi bir sürü nitelik aramasına ne gerek
vardı. Tamam, bu adam, tuhaf davranışları olan, normal şartlarda Esther’in hiç de haz
etmediği şımarık, saygısız, ukala, yılışık tiplerden biri. Ne var ki,
sevgili karısının içinde bulunduğu durum da normal sayılmaz. Kendisine
deliler gibi âşık kocasını bile düşman görmüyor mu? Ne kadar hoşlanmasa
da bu serseriyi Esther’in yanına götürüp ondan sonra karar vermek belki de yapılacaklar
arasında en iyisi olacaktı. Çaresiz bir şekilde çevirdi gözlerini Martin’e,
- Hemen çıkalım o zaman. Fakat, her şeyden önce karımın da kabul etmesi gerekiyor seni.
Sol eliyle Kemal’in koluna iki kez pat pat diye dokundu hafifçe, Martin.
Neşeli bir kahkaha attı.
- O iş bende patron diyerek göz kırptı. Kemal adamın aşırı samimiyetinden ziyadesiyle rahatsız olmuştu ama çıkartmadı bu kez sesini.
Şüphesiz görüşmenin olumlu sonuçlanması Hasan’ı mutlu ederken bir yandan da adamın ikna edilmesinde kendine pay çıkartıp gururlanmıştı. Öyle ya, eğer o
olmasaydı, ağabeyi arkasını dönüp çoktan bırakıp gitmişti. Durmaksızın kaşı gözü oynayan Martin’e döndü.
- Ya, sen hâlâ burada mısın? Fırla git hemen hazırlan, izin
alacaksan bir an önce git al iznini. Beş dakikan var. Seni lobide bekleyeceğiz. Öküzün trene baktığı
gibi yüzümüze bakmaya devam edersen her an cayabilir ağabeyim.
Şef
hatasını kabul etmiş görünerek iki elini havaya kaldırdıktan hemen sonra arkasını dönüp hızlı adımlarla mutfağa doğru koştu.
Merdivenden yukarı çıkarlarken Hasan, gülerek ağabeyinde yanaştı.
- Bunun gibi tipleri ciddiye almayacaksın, gördün
mü bak, adamı öküz yaptım, bana mısın demedi?
Ortada cam bir sehpanın bulunduğu bir çift alçak koltuğa
oturup Martin’i beklemeye koyuldular. Yan masalara çerez, kulüp sandviçin yanında
içki servisi yapan temiz giyimli garson kızlardan gözlerini ayıramayan Hasan,
bir türlü dinmek bilmeyen karnının gurultusunu bastırmaya çalışıyordu. Hani
ağabeyi yanında olmasa, yüzünü kızartıp hemen bir langos daha hazırlatmasını
isterdi Martin’den.
Yerdeki halının motifine gözleri takılan Kemal’e gelince: O
ne Esther’i ne de işini düşünüyordu şimdi. Aklı Martin’de takılı kalmıştı.
Adamda tip yok, saygı desen hiç yok, ne
durmasını biliyor ne de konuşmasını. Ama şehrin en iyi beş yıldızlı otelinin şef
garsonu… Üstelik çat kapı gelmemize rağmen işini bırakıp bize takılabilecek
kadar plansız, programsız, sorumsuz… Ya da tam tersi. İşlerini öyle ayarlamış
ki, arada bir görünse yeterli onun için. En hayati konuları bile dalgaya
vurmasına ne demeli? Hem kendi hem de başkalarının hayatını tiye alan böyle bir
insan nasıl başarılı olabilir? Ona ne kadar kızarsa kızsın, kendi karakter
yapısıyla taban tabana zıt bu adamdan öğreneceği çok şey olmalı. Genel bir
anlayışla başarı kriteri olarak kabul edilen çalışkanlık, dış görünüm, liyakat,
ikili ilişkiler ve bunun gibi özelliklerden hiçbiri yok bu adamda. Mesleğinde
ne kadar iyi olursa olsun onca olumsuzluk nasıl görmezdengelinebilir? Şimdiye
kadar yüzlerce kişi arasından en saygılı, en çalışkan, en liyakatli, fiziği en
düzgün ve ikili ilişkilerde en başarılı insanlara iş vermemiş miydi? Bu
özelliklere sahip kişiler mutlak surette mesleklerinde başarılı olur diye
düşünmemiş miydi? Martin’in mutlu ve aşırı derecede kendine güvenen haline
bakınca gerçekten şeytan tüyü taşıyan bu adamdan öğrenecek çok şeyi olmalıydı Kemal'in.
Arabayı parktan getiren adama bahşiş verdiği esnada ön koltuğa
oturmak için Hasan’dan önce davranan Martin bir kez daha şaşırtmıştı Kemal’i. Hasan bu duruma bozuldu bozulmasına ama ileride yiyebileceği langosların hatırına
sesini çıkarmadı. Arabanın ön kaputunu hafifçe okşayan Martin,
- Aboov, güzel araba, BMW 730 ha, helal olsun be patron, sana bu yakışır.
Kemal, alışmaya başlamıştı sankiyanında oturan zevzeğin
laflarına. Şimdiye kadar kimseden duymadığı bu sözlere gülümsediğini fark edince hayrete düştü.
Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk'un sıra dışı bir romanı "Benim Adım Kırmızı". Yazar uzun bir dönemi kapsayan araştırmanın ürünü olan eserinden "en renkli ve en iyimser romanım" diye bahsediyor. Toplam 59 bölümden oluşan romanın her birinde genellikle karakterler bazen de ölüm, köpek, at, şeytan, ağaç, para gibi figürler anlatıcı olarak olayların akışına girmekte. Roman, Sultan III. Murat döneminin İstanbul'unda, 1591 yılının karlı bir kış gününde işlenen bir nakkaş cinayeti ve bu olayın ardından yaşananları konu ediyor. Bununla birlikte kitap tam bir polisiye havasını vermekten uzak. Esasen İslamiyet'in yasakladığı resim ve heykel sanatı nedeniyle hattatlığa, nakkaşlığa ve minyatüre yönelen sanatkârların mükemmel eserler üreten batılı ressamlardan etkilenmesi sonucunda içine düştükleri durum ve birbirleri arasındaki husumet romanın ana eksenini oluşturuyor. Nakkaşlar arasındaki görüş farkları o kadar keskin bir hale dönüşüyor ki, sonunda bu durum, tarikatların da köpürtmesiyle çocukluk yıllarından beri bir arada yaşayan ve birbirlerini kardeş gören insanların canına mal oluyor.
Konunun derinliğine inemeyen okura sıkıcı gelebilecek bu eser betimlemeleriyle, sağlam cümle yapısı ve kurgusuyla övgüyü hak eden gerçek edebi bir eser. "My Name is Red" adıyla Erdağ M. Göknar tarafından İngilizceye çevrilen romanın aslından da daha güzel olduğu söyleniyor. Belki de bu yüzden 2003 yılındaki dünyanın en yüksek para ödüllü yarışmasında (IMPAC) Uluslararası Dublin Edebiyat Ödülünü kazanan esere layık görülen 100.000 Euro para ödülünün % 25'i çevirmene verilmiş. Böylesine ün kazanmış, üstelik yazarı Nobel Edebiyat ödüllü bir eserde bazı yazım hataları bulmak mümkün. Ancak böyle bir yazara toz kondurmak gelmiyor insanın içinden. Böyle bir durumla karşılaşınca yazarı suçlamak yerine onu anlayamamış olmanın ezikliğini hissediyor insan. Pamuk eserinde sanki bunu önceden tahmin etmişçesine olası eleştirilere kapıyı kapatmış, eserinin bir yerinde "kusur üslûbun anasıdır" diyerek cevap vermiş dikkatli okurlarına.
Romanın göze çarpan diğer bir özelliği de yazarın karakterlerine verdiği isimler. Romanın en renkli karakterlerinden birisi olan Şekure, kocasını dört yıl önce askere göndermiş iki çocuk sahibi genç bir kadın. Şekure, aynı zamanda yazar Orhan Pamuk'un annesinin ismi. Şekure'nin romanda geçen iki oğlundan küçüğünün adı Orhan, büyüğünün adı ise Şevket. Orhan Pamuk'un ağabeyinin adı da Şevket. Bu yüzden romanda Şekure'nin ağzından dökülen son cümleler oldukça ilginç bir hal almakta.
"... (Orhan) Her zaman asabi, huysuz ve mutsuzdur ve sevmediklerine haksızlık etmekten hiç korkmaz. Bu yüzden Kara'yı (Şekure'nin kuzeni) olduğundan şaşkın, hayatlarımızı olduğundan zor, Şevket'i kötü ve beni (Şekure) olduğumdan güzel ve edepsiz anlatmışsa sakın inanmayın Orhan'a. Çünkü hikayesi güzel olsun da inanalım diye kıvırmayacağı yalan yoktur."
Romanda adı geçen dört nakkaşın doğu hat ve minyatür sanatı üzerine sürekli kendini tekrarlayan detaylı değerlendirmelerini biraz sıkıcı bulsam da romanı sevdiğimi söyleyebilirim. Bazı bölümlerin sürükleyici ve eğlenceli olmasının yanı sıra kitabın içinde yer alan pek çok konu düşünmeye sevk ediyor insanı. Her bölümde sadece kahramanların konuşması ve yazara anlatıcı olarak iş düşmemesi yazarın kendisine ayrı bir özgürlük kazandırmış. Belki bu yüzden bazı edepsiz konuşmaları çekinmeden nakletme imkanı bulmuş yazar. Sadece bu da değil. Bu özgürlük bazen ölüleri bazen de şeytanı dile getirmek suretiyle hayal dünyasını aktarma konusunda kendisine sınır tanımamış yazar. En sevdiğim bölümlerden biri olan "Ben, Şeytan" dan bir alıntı.
"... Bu konuda son bir şey daha söylemek istiyorum, ama sözüm kafası kendini gösterme hevesleri, şehvet ve para düşkünlüğü ve abuk sabuk tutkuları yüzünden her zaman bulanık olan insanlara değil! Sınırsız aklıyla beni yüce Allah anlar ancak: Meleklerini insana secde ettirerek onlara mağrur olmayı sen öğretmedin mi? Şimdi de senin meleklerinden öğrendikleri şeyleri kendileri yapıyor, kendi kendilerine secde edip kendilerini alemin merkezine yerleştiriyorlar. Herkes, senin en sadık kulların bile, Frenk üstatlarının tarzında resmedilmek istiyor. Bu kendine hayranlığın sonucu, yakında seni unutmaları olacak. Bunu kendimi bilir gibi biliyorum. Üstelik seni unutmalarının bütün suçunu yine bana atacaklar."
Burada Şeytan, kafası bulanık insanları bırakıp Allah'a sitem ediyor.
Roman dönemin sosyal yaşamına ve tarihsel olaylara da ışık tutmakta. Saray ve saraya hizmet eden sanat çevresinde oğlancılığın son derece yaygın olduğuna şahit oluyoruz. Doğu ve batı arasındaki felsefe farkı eserin başından sonuna kadar bütün çıplaklığıyla gözler önüne serilmekte. Bugün hâlâ gündemden düşmeyen iki farklı anlayış üslup ve göz temeline dayandırılıyor. Akıl gözü ve kalp gözü, gerçek ve mana üzerine tarafsız yorumlara yer verilen eserde Frenk üstatların resim sanatı Osmanlı nakkaşları tarafından inanç temelinde yerilirken Padişahın talebi üzerine hazırlanan kitabın süslemelerinde ister istemez Batılı sanatçıların etkileri kendini gösteriyor. Şark sanatkarları resimde bütün detayların gösterilmesini Allah'a şirk koşmak olarak görürlerken işi öylesine aşırılığa götürüyorlar ki, gözlerini sorguç iğnesiyle kör edip Allah'ın gözüyle gördüklerini nakşetmeyi ustalığın zirvesi olduğuna inanıyorlar. Bir kaç çizgiden, basit bir ağaç ya da at resminden inanılmaz manalar çıkarıyor zamane nakkaşları. Oysa eleştirdikleri batılı ressamlar gözleriyle gördüklerini en ince ayrıntısına kadar kağıda dökmekte ve sanatlarını zirveye taşımakta o dönemde. Nakkaşlığın yani Osmanlı dönemindeki ressamlığın bugünün muhalif gazeteciliği kadar zor bir meslek olduğu aşikar.
Orhan Pamuk'un romanı, Benim Adım Kırmızı'yı okuduktan sonra yazara olan hayranlığımın bir kat daha arttığını söyleyebilirim.