Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 95. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu da sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi. Bu hafta sevgili Deep bizi ülke ülke dolaştıracağa benzer. Konumuz şöyle:
"Hangi ülkeleri kendinize yakın hissediyorsunuz veya seviyorsunuz? Hangi ülkelerin filmlerini, müziklerini, dizilerini, kitaplarını kendinize yakın hissediyorsunuz veya seviyorsunuz?"
İnsanın köklerinin olduğu yerle duygusal bir bağ oluşuyor sanırım. En azından benim açımdan durum böyle. Politik sorunlar, ülkeler arasındaki husumet, dini bakımdan farklılıklar bir tarafa kendimi en yakın hissettiğim ve sevgi beslediğim ülke Yunanistan. Tek nedeni atalarımın orada yaşamış olmaları değil elbette. Her ülke insanı arasında iyisi kötüsü vardır mutlaka. Ama genel olarak Akdeniz insanını kendime yakın hissederim. Müziği, tarihi, misafirperverliği, dilinin kulağımda oluşturduğu hoş tınıyı severim. Ne var ki, her sene niyet edip göremedim bu sevdiğim ülkenin topraklarını, orada yaşayan insanları, tavernalarını, uzosunu, müziğinin coşturan ezgilerini. Ölmeden önce görmek istediğim ülkelerin başında geliyor Yunanistan.
Yönetim bakımından elbette insani gelişme endeksi ve gelirde adalet bakımından ilk sıralarda yer alan İskandinav ülkelerini, İzlanda ve Benelüks ülkelerini severim. Başta Avusturya olmak üzere Orta Avrupa ve Balkan ülkeleri, özellikle tarihi zenginlikleri olmak üzere hoşlandıklarım arasında. Bana hitap etmeyen ülkeler genel olarak Asya ve Afrika kıtasında. ABD de bana cazip gelmiyor, Kanada da. Gerek kültür gerekse tarih bakımından ilginç bulsam da kendime yakın bulmam. Amerika kıtasında sadece Küba'yı severim. Orta Doğu ve Arap ülkelerindeki yaşam biçimi hiç hoşuma gitmez. Belki kültürel açıdan İran'ı ayrı tutabilirim.
Dizi ve Film konusunda çok fazla birikime sahip değilim. Kaliteli film hangi ülkeden olursa olsun izleyebilirim. Sıradan Hint ve İran filmlerinden hoşlanmam, Uzak Doğu filmleri de ilgi alanıma girmez. Müzik konusunda yine Yunan müziğini de içine alan Balkan müziklerini severim. Klasik batı müziğinin ana vatanı Avrupa ülkelerini kendime yakın hissederim. Ülkelerini sevmesem de Arap müziğini severim. Bir de tangonun ana vatanı Arjantin, Latin Amerika ve İtalyan müziklerinin kalbimde yeri ayrıdır. Elbette dilinden ötürü Fransa, müzik bakımından yine gönül telimi titretenler arasında. Amerika'nın folk ve blues müziğini de severim.
Kitap konusunda Rus klasikleri, İngiliz ve Fransız edebiyatı hoşlandıklarım arasında başı çeker. Amerikalı yazarların kitaplarını da severek okurum. Aslında kitap konusunda şu ülke yazarını tercih ederim diye bir şey söylemem zor. Yazarın ülkesi okuyacağım kitap konusunda tercih nedenim olmaz pek.
Bilgisayarına dokunur dokunmaz ekranın aydınlanmasına
şaşırdı. Hiç açık bırakmazdı bilgisayarını. Karşısında kendisine ait olmayan
bir sayfa açılmıştı. Selmin evdeki özel eşyalara hayatta dokunmazdı. O zaman Esther’in
işi olmalıydı bu. Ekrandaki Youtube videosunun altında Indila -
Derniére Danse yazıyordu. Kulaklığını takıp play düğmesine bastı. Muhteşem bir
müziğin eşliğinde dinlediği şarkının Fransızca sözlerini anlamasa da büyülenmesine yetmişti. Esther’in evden çıkmadan önce dinlemiş olduğu son şarkıydı. Birkaç kez birbiri ardına dinledi Esther’i düşünürken. Fransızca sözlükten şarkının
adının ne anlama geldiğine baktı. Derniére Danse, evet Son Dans’tı bu güzel
şarkının adı. Sözlerini merak etti.
“Oh ma douce souffrance”
diye başlayan şarkının ilk sözlerine kendince en yakın Türkçe karşılık aradı. “Ah
benim uysal kederim”
Pourquoi s'acharner tu
r'commence – “Neden
yine benimle uğraşıyorsun?”
Je ne suis qu'un être
sans importance – “Onsuz,
ben bir hiçim”
Şarkının bütün sözlerinin anlamını öğrendikten sonra sesi
sonuna kadar açıp dinledi bir kez daha.
Pour oublier ma peine immense – “Büyük acımı unutmak için,”
Je veux m'enfuir, que
tout recommence –
“Kaçmak istiyorum, her şey yeniden başlasın diye”
Defalarca dinledi ve şarkının her satırına her sözüne bir
anlam yükledi. Dinledikçe Esther’i düşündü. Belki de özellikle açık bırakmıştı Esther,
görmeyen gözleri görsün, duymayan kulakları işitsin diye. Ama yine anlamazdı
eğer Martin çizmeseydi arabasını, çıkartmasaydı at gözlüklerini gözünden.
Sans toi ma vie n'est
qu'un décor qui brille, vide de sens – “Sensiz hayat benim için anlamsız, parıltılı bir dekordan
başka bir şey değil”
“Gece gündüz gökyüzünde dolaşıyor, rüzgâr ve yağmurla dans
ediyorum”
“İstediğim tek şey biraz aşk, tatlı bir dokunuş”
“Ve son bir dans …”
Gözlerinden yağmur gibi yaşlar boşalıyordu. Onca zaman geçmişti dans etmeyeli. Ne kitap
okuyacak zaman, ne tiyatro, ne konser, ne sergi… Hem kendine yazık etmişti hem
de Esther’i bu duruma getirmişti. Kalktı bilgisayarın başından. Ne maillerine
bakacak hal kalmıştı, ne de içinden gelen en ufak bir istek. Salonun ortasına doğru yürüdü, ellerini kaldırdı havaya, kaderine isyan edercesine, gözlerini yumdu, avazı
çıktığı kadar haykırarak tekrarladı şarkının dizelerini:
“Oh ma douce souffrance”
“Ah benim uysal kederim” Benim sessiz acılarım. Esther geldi gözlerinin
önüne, acılar gecenin sessizliğini yırtıyordu, çığlık çığlığa bağırıyor, çektiği ıstırabı
hırçın bir volkan gibi gökyüzüne kusuyordu. “Ah benim kör gözlerim” diye
bağırdı komşuların duymasına hiç aldırmadan.
***
Ayhan eve adımını atar atmaz Jale’nin çenesi düşmüştü. Sabah
Selma’ya uğradığından başlayarak Kemal’in onları alıp hep birlikte önce doktora, oradan Esther’in yattığı hastaneye gittiklerinden, Esther Ablasının el ve
ayaklarındaki bantların çıkarıldığından bahsetmiş, Martin’in komikliklerini
ballandıra ballandıra anlatmıştı. Yemekleri bitene dek bütün olan biteni en ince ayrıntısına varıncaya kadar heyecan içinde paylaşmıştı kocasıyla.
Salonda televizyonun karşısına geçip çaylarını yudumlamaya
başladıkları esnada Jale'nin gergin hali gözünden kaçmamıştı Ayhan'ın.
- Eline sağlık hayatım, yemekler nefisti.
- Afiyet olsun. Benimle dalga mı geçiyorsun, yemek yapacak zamanım mı vardı sanki? Kemal Bey, sen gelmeden bir saat önce bıraktı eve beni. Yemeklerin hepsini dışarıdan söyledim dedi Jale, umursamaz bir tavır içinde. Kafasında henüz anlatamadığı bir şeyler dolaşıyordu sanki.
- Canını sıkan bir şey mi oldu? diye sordu Ayhan.
- Esther Abla’nın durumunu düşünüyorum dedi, Jale. Çayını tazelemek için Ayhan’ın boş bardağını aldı elinden.
- Eee, bak yarın taburcu oluyormuş, bu sevindirici değil mi?
Mutfaktan çıkıp çay bardağını koltukta oturan Kemal'in eline verdi.
- Esther Abla için sevindim tabii ama Doktor Cevdet Bey’in söyledikleri canımı sıktı. Güya reenkarnasyon
diye bir şey söz konusu değilmiş, efendim o sadece bir inanç meselesiymiş, bilimsel
açıklaması yokmuş. Peki, bilimi ikna etmek için daha ne yapmak lâzım? Kadın
çatır çatır Macarca konuşuyor, dün Prenses Nora olduğunu söyledi Sophia’ya.
Aynı şeyi bugün Martin’e tekrarladı. Üstelik ne ana dili olan Almanca konuşuyor ne de Türkçe olarak tek kelime çıkıyor ağzından. Tam Doktor Cevdet Beye rüyamdan bahsedip önceki hayatımda Vatikan’da rahibe olduğum ve senin de buna şahitlik ettiğin önceki hayatımı anlatacaktım, sert bir dirsek darbesiyle susturdu
beni Selma.
Üstünü sıyırıp karnını gösterdi Ayhan’a.
- Bak hala acısı
geçmedi.
Ayhan yerinden kalkıp karısının yanına geldi. Yüzünde
beliren muzip bir gülümsemeyle,
- Aç, aç biraz daha, öpeyim de geçsin bir tanem.
Jale kocasının kafasına eliyle vurdu hafifçe.
- Ya git, sen de dalga geçiyorsun benimle.
- Hiç yapar mıyım hayatım. Bence de Esther Hanım reenkarnasyon
denilen olayın gerçek kanıtı. Fakat önemli olan onun bir an önce şimdiki hayatına dönmesi.
- Biliyor musun Ayhan? Jale, kocasına önemli bir
sır verecekmiş gibi sesini alçalttı. Esther Abla’nın zaten psikolojik sorunları
varmış daha önceden. Başına gelen bu durumu ona bağlıyor doktorlar.
- Nasıl yani? Halbuki dışarıdan gayet mutlu bir çift gibi
görünüyorlardı. Parasal yönden ya da başka bir şeyden yana sıkıntıları olduğunu
sanmıyorum.
- Belki de vardır, kim bilir?
Jale, gözlerini indirip
bir şeylerden şüphelendiğini hissettirdi.
- Ne olabilir ki? Sen bir şeyler biliyorsun galiba dedi
Ayhan, merakla.
- Geçenlerde evlerindeki yemeği hatırla, hani Kemal’e yüklenmişti Hasan o
akşam. Gerçi kafası iyi olmasa cüret edemezdi buna ama. İçkiyle beraber şakaya
vurup ağabeyinin işkolikliğinden dem vurmuştu.
- Evet, hatırladım şimdi. Hatta lâfın arasında “Ağabeyim
gibi olma, eşine zaman ayır” deyip bana da nasihat vermeye kalkmıştı. Ellerini açıp Jale’ye baktı, Ayhan. Eee, ne var şimdi bunda?
Jale kocasının tepkisine şaşırmıştı.
- İşte olay bu, sen hâlâ bir şey anlamadıysan Hasan’ın söylediği gibi Kemal’in yolundasın demek dedi, suratını asarak.
Anlam veremedi karısının bu tepkisine Ayhan. Bütün kadınlar
böyleydi işte. Bir şeye kafayı takarlar, sonra adama bulmaca çözdürürler.
- Ya ne oluyor, niye suratını astın şimdi, ben bir şey anlamadım.
Ayhan’ın anlama kabiliyetinden yoksun olmasına kızmıştı, Jale. Sesini yükseltti,
- Ayhan ne var bunda anlaşılmayacak. Esther Abla yalnız, yalnııız! Kemal Bey işinden başka bir şey düşünmüyor, tamam bok gibi paraları var, her şeye güçleri yeter ama birlikte paylaştıkları hiçbir şey kalmamış aralarında.
Kadını sonunda ruh hastası etti şimdi ne yapacağım diye çırpınıyor. Ah şu erkek
milleti, hepiniz aynısınız.
- Tamam, tamam, şimdi anladım. Ama ben o dediğin
erkeklerden değilim değil mi? Karısının boynuna dolanıp gönlünü almaya çalıştı.
Jale kocası tarafından şımartılmasından hoşlanmıştı. Kocasının kedi gibi sırnaşması onu memnun ediyordu.
- Evet, değilsin. Sonra birden itti kocasını üzerinden. Şimdilik değilsin ama şunu bil ki ben Esther Abla gibi sakin biri değilim ona
göre ayağını denk al.
Tatsızlık olmasın diye sesini çıkarmadı Ayhan. Ancak karısının şimdiye
kadar devamlı kendi yaptıklarından, düşüncelerinden bahsederken bir kere olsun
kendisine “Peki, ya senin nasıl geçti günün?” diye sormayı akıl etmediğini de düşünmeden
edemedi.
***
Martin’le odaya girdiklerinde gördüğü manzara şaşırtmıştı
Kemal’i. Cevdet Bey, Esther’in yanına gideceğinden hiç bahsetmemişti kendisine. Karşılıklı
oturmuş derin bir sohbete dalmışlardı. Karşısında Kemal'i görünce toparlandı birden
Doktor.
- Doktor Bey, sizin Macarca konuştuğunuzu bilmiyordum
doğrusu.
Doktor gülümseyerek,
- Haklısınız yanılmakta dedi. Macarca konuştuğumuzu
sandınız tabii. Oysa ben Almanca bir şeyler anlatmaya çalışıyordum. Esther'in yüzündeki
ifadeden sanki söylediklerimi biraz anlıyormuş gibi geldi. Sanırım Macar
diliydi, evet Macarca birkaç cevap da verdi ama tabii ki ben anlamadım
hiçbirini.
Martin hemen Esther’in yanına gidip meşhur reveransını
yaptıktan sonra nazikçe elinden öptü.
- Matmazel... Saygıyla bir kez daha eğildi önünde.
Kendisine gösterilen bu saygıdan son derece memnun görünen Esther,
başını kaldırdığında Kemal’le göz göze geldi ve o anda yüzündeki gülümseme bıçak gibi
kesildi ama sesini çıkarmadı. Martin’le tanıştırılmayı bekleyen Doktor daha
fazla dayanamadı. Uzattı elini Martin’e,
- Doktor Cevdet Saran, Esther Hanım’ın doktoruyum, dedi.
Martin doktorun elini sıkıca kavradıktan sonra,
- Sizi tanıdığıma memnun oldum Doktor, ben de Şef Martin
Sándors, Prenses Nora’nın dadısıyım dedi. Esther dahil hepsi güldüler
Martin’in cevabına.
- Şimdi, dedi Doktor. Martin hastayı biraz hazırlasın. Yani biliyorsunuz
yeni göreceği şeyler onda şok yaratmamalı. Dışarı çıkınca nasıl bir tepki vereceğini bilemeyiz. Sanırım bu işin üstesinden gelir kendisi. Martin’e döndü.
- Ne dersin Martin?
- Ayıp ettin doktor, ben şimdi Prensesle konuşur, onu en
uygun şekilde dış dünyaya hazırlarım. Değil eve, Marsa götürseniz bile gıkını çıkarmaz. Ama onunla konuşmam için için bana bir saat kadar zaman vermeniz lâzım.
- Hadi biz de çıkıp neyi nasıl yapacağımıza karar verelim
Kemal Bey dedi, Doktor.
Martin’i içeride Esther’le birlikte yalnız bıraktılar.
Bankadan parayı çekip eşimle birlikte tapunun yolunu tuttuk. İnternet bağlantısı mı yokmuş, bilgi işlem merkezinde hatadan mı kaynaklanmış bilmiyorum, satış gerçekleşmedi. Çantaya doldurduğumuz 30 deste iki yüzlükle evimize dönmek zorunda kaldık. Bizim için büyük para tabii. Tam o sırada kızım yemeğe çağırdı. O günün telaşıyla eşim yemek hazırlamamıştı. Yanımızda taşımanın daha büyük risk olduğunu düşünüp çantayı yatağın altına sakladık ve kapıyı iki kez kilitleyip evden ayrıldık.
İki saat olmamıştı eve döndüğümüzde. Kapı açıktı, yüreğim ağzıma geldi. Hemen koşup yatağın altına baktım. Çantanın yerinde yeller esiyor. Eyvah dedim eşime, para gitmiş. Eşim çığlığı bastı, "Aman Allah'ım mahvolduk, iyice baktın mı?" diye sordu. Yatağın altındaki eşyaları telaşla yere attık ama çanta ortada yoktu. Karşı komşu sesleri duyunca kapıya çıktı. "Hırsız girmiş eve, zararımız büyük" dedim çaresizlik içinde. Yaşlı bir teyzeydi, şaşkın gözlerle acıyarak baktı yüzüme. "Polise haber verdiniz mi?" diye sordu. "Ne polisi dedim, daha yeni geldik eve."
"Gelsin polis, parmak izine falan bakar, belki bulurlar izini." dedi Neriman Teyze. Karakol iki sokak ötedeydi. Hemen koşup yanlarına gittim. Danışmadaki polis beni birkaç polisin oturduğu geniş bir odaya gönderdi. Olayı anlattım, bir kağıda yaz bunları altını imzala dedi polisin biri. Dediğini yaptım. "Bitti mi, hepsi bu kadar mı?" diye sordum. "Evet, şimdi bekleyeceğiz bakalım, belki ortaya çıkar." derken müstehzi gülümsemesi beni çılgına çevirdi. Bekleyince nasıl ortaya çıkabilir diyecek oldum ama devlet memuruna hakaret gerekçesiyle haklı pozisyonumu aleyhime çevirmemek için susmamın doğru olacağına karar verdim. Eve döndüğümde eşim kriz geçiriyordu.
Bir saat sonra üç polis geldi. Evde keşif yaptılar. "Kapıyı açık bulduğunuza göre kapıdan girmiş olmalılar." dedi genç olanı. Zekasına hayran kaldığımı söylemek çok isterdim ama yanlış anlaşılmaktan korktum. Kuruma benzer kara bir tozla kapı kollarını buladılar, fırçalayarak güya parmak izi aradılar.
Ertesi sabah emlakçıya durumu bildirdik. Dedik durum böyle böyle, para gitti. Eşim durup beklemekle olmaz git şu karakola takip et, ne yapmışlar ne etmişler bir ilgilen diye söyleniyordu. Atı alan Üsküdar'ı geçmişti. Polisin hırsızı bulacağına dair en ufak bir ümit kırıntısı yoktu bende. Ama yine eşimin dediğini yapıp çıkıp gittim arka sokaktaki karakola. Danışmaya selam çakıp doğruca önceden ifade verdiğim odaya yöneldim. İfademi alan genç polis masanın önündeki iki sandalyeden birine oturmamı işaret etti. Merakla "Bir gelişme var mı?" diye sordum. "Çay içer misin?" dedi. Baktım ki adam bir şeyler anlatacak, çay sevmediğim halde peki dedim. "Bak dostum" dedi. "Bunlar çete, hepsinin kaydı var bizde. Bu ne bir ilk ne de son olacak. Sana tavsiyem anlaşmaya bak. Yoksa bizim sana pek yardımımız dokunmaz. Adamı yakalar, savcılığa teslim ederiz, iki saat sonra arka kapıdan çıkarlar." Şaşırmıştım. Bir polis yanındaki arkadaşlarının önünde bir hırsız çetesiyle anlaşmamı öneriyordu!
İsyan ettim tabii. "Ya olur mu böyle şey, bunu bana nasıl teklif edersiniz." diyecek oldum. Hatta daha ileri gidip "Bu sizin göreviniz, bunun için vergilerimizle sizin maaşınız ödeniyor." diyecektim ki hemen kendimi toparladım. Zaman kötüydü, bir tatsızlık çıkması işime gelmeyecekti, ne de olsa ellerine düşmüştüm. Niyetli olduğumdan değil ama sadece meraktan "Peki nasıl anlaşacağız bu çeteyle?" diye sordum. "Sana numarasını veririm arkadaşın, genelde paranın yarısını alırlar ama ben sana yüzde otuza getiririm. E, bizim buradaki arkadaşlara da bir çorbalık atarsın artık." dedi. Kulaklarıma inanamıyordum. Çayımı bitirip yardımları için teşekkür ettim polislere. Eve dönüp eşime anlattım durumu. Eşim yine sinir krizi geçirmeye başladı, "Gitti bütün paramız gitti." diyerek gözyaşı döküyor. "Git" dedi, "Git en tepedekine Valiye anlat durumu. "Burası muz cumhuriyeti mi?"
"Ya," dedim. "Şimdi koca Vali bu iş için benimle görüşmeyi kabul eder mi?" Eşim kızdı bana. "Senin elinden de bir iş gelmez zaten." dedi. "Git, parti il başkanına, durumu anlat, o senin için Vali'den randevu alır." Hayatımda bir parti binasına adım atmayan ben, mecburen parti il başkanlığının yolunu tuttum. Doğrusu çok güzel karşıladılar, çay falan ikram ettiler. Ayıp olmasın diye içtim çaylarını. Kırk kırk beş yaşlarında ablak yüzlü bir adamı gösterdiler. "Memduh Bey size yardımcı olacak." dediler. Adama baktım bir şeye benzetemedim. Boşa zaman harcadığımı düşünerek içten içe beni buraya gönderen eşime kızıyordum. Memduh Bey, telefonla birine talimat verircesine konuşurken beni görünce işaret parmağını kaldırıp bir dakika müsaade istedi benden. Süt dökmüş kedi gibi usulca, biraz da çekinerek masasının önündeki sandalyeye çöktüm. En azından bir çeyrek saat konuşmasını bitirmesini beklerken önümdeki sehpaya bir çay daha bıraktılar. İl binası iş takipçileriyle hınca hınç doluydu. Herkes işini görmek için telaşla parti görevlilerine dertlerini anlatıyordu. Sonunda telefon konuşması bitti Memduh Bey'in. "Hah, tamam çayın gelmiş, evet söyle bakalım, nasıl yardımcı olalım sana?" diye sordu. Adamın özgüveni karşısında hayli şaşırmıştım. Sanki halledemeyeceği bir iş yokmuş gibi konuşuyordu. Karşısında ezildim desem yeridir. "Valiyle görüşmek istiyorum, bir maruzatımı ileteceğim."
"Peki," dedi. "Recep Bey bizden, hemen arayıp görüşmeni sağlarım." Bir kez daha şaşırmıştım. Derdim nedir, Valiyle ne işim olabilir diye sormamıştı bile. Telefonda numarayı tuşlarken bana boş bir kağıt uzatıp adını soyadını yaz buraya." dedi. "Sayın Valim, yanına bir partilimizi gönderiyorum, seninle ufak bir işi varmış, yardımcı oluver." dedi ve adımı, soyadımı verdikten sonra dönüp "Şimdi hemen git Vali Beyin yanına, toplantıya girmeden önce seninle görüşecek." dedi. Gözlerimi açtım, sormak, emin olmak istedim. "Hemen, şimdi mi?"
"Tabi tabi hemen git adamı bekletme, selamımı söylersin, işini halledecek senin." Eşime zekasından dolayı hayranlığım bir kat daha artmıştı. Doğru ya, her işin bir yolu yordamı vardı. Lâkin konuştuğum adamın adını unutmuştum. Yeniden sormaya utanıyordum ama beni bu utançtan yine kendisi kurtardı. "Memduh Bey, sizi aramış dersin." dedi. Rahat bir nefes aldım. İl binasından çıkıp bir taksiye atladım. Trafik berbat, hava cehennem gibi yanıyordu. Şoföre Valiyle randevum olduğunu söyledim biraz acele etsin diye. Ne var ki adamcağızın yapacağı pek bir şey yoktu.
Kan ter içinde merdivenleri tırmanıp makama geldim. Vali beni kapıda karşıladı ve içeri aldı. Bir kez daha şaşırmıştım. Gel dedi, masasına değil de geniş odasının ortasındaki koltuklardan birine oturmamı istedi. Kapıda beliren odacıya bize iki çay getir dedi. Karşıma oturup söyle bakalım evlâdım, nedir sıkıntın dedi, babacan tavrıyla. Gördüğüm ilgiden ne diyeceğimi unutmuştum. Derin bir nefes alıp kendime geldim. "Efendim soyulduk, evimize hırsız girdi." dedim. "Sahi mi, geçmiş olsun." dedi, kaşlarını kaldırıp gözlerini açarak. "Ancak efendim daha önemlisi, karakola gittiğimde polisler bunu bir çetenin yaptığını ve onlarla anlaşırsak çaldıkları paranın bir kısmını kurtarabileceğimi söyledi." dedim. Bunu nasıl söyleyebildiğime inanamıyordum. Ama söylemesem basit bir hırsızlık olayını Vali'ye niye getiriyorsun diye kızacağını düşünmüştüm. Vali kaşlarını çattı. "Olamaz böyle bir şey, ben göreve geldiğim tarihten bu yana il sınırları içinde hiçbir hırsızlık vakasıyla karşılaşılmadı. Herkes huzur ve güven içinde. Avrupa'nın en refah vilayetiyiz. Eskiden her taraf çöplüktü. Bak şimdi her yer yüksek korumalı gökdelen." dedi. Bozulmuştum. Odacı çayları getirip önümüze koydu. Ne diyeceğimi bilemiyordum. "Ne yani yalan mı söylüyorum?" diyemedim. Koca Vali yalan mı söyleyecekti. Ama benim param çalınmıştı. "İyice aradınız mı evi, bir yerlere koymayasınız, evden biri almış olmasın yanlışlıkla," dedi. "Yok efendim, iyice aradık, para mara yok evde." dedim. "Neyse," dedi, "Hiç kuşkun olmasın, eğer bir hırsızlık olayı varsa güvenlik güçlerimiz gerekeni yapacaktır." dedi. Çayımızdan birer yudum çektik birlikte. "Ben şimdi Süleyman Bey'i arıyorum, sen hemen git onun yanına, işini halletsin, hani sanmıyorum ama eğer yine de dediğin gibi bir hırsızlık olayı varsa o ortaya çıkarır." dedi. "Süleyman Bey?" dedim, kim o dercesine. "Yahu nasıl tanımazsın, İl Emniyet Müdürümüz Süleyman Bey'i. Onun uçan kuştan haberi vardır. Şıp diye bulur paranı kimin çaldığını." Çayından bir yudum daha aldı. Ben aptallaşmış bir halde, çayı unutmuş onu dinliyordum. Dudaklarım titreyerek "Gerçekten mi?" diye bir soru çıktı ağzımdan. Vali birden ayağa kalktı. "Ne demek gerçekten mi, ben bu ilin Valisiyim, yalan mı söyleyeceğim sana. Hadi hemen git Süleyman Beyin yanına." dedi. Beni kovuyor mu, yardımcı mı oluyor anlamadım ama bayağı sarsılmış, moralim bozulmuştu. Bu arada polislerin çetelerle birlikte çalıştığı konusunun nasıl olduysa lâfın arasında kaynadığını fark ettim.
Bu işten bir şey çıkacağı yok, işin ucunu bırakıp eve dönmeliyim diye geçirdim aklımdan. Eşim geldi gözümün önüne, vazgeçtim. Başladığım işi bitirmeliydim. Valiliğin önünden bir taksi çevirdim. "Emniyet Müdürlüğüne" dedim. Yarım saat sonra İl Emniyet Müdürlüğünün basamaklarını çıkıyordum. Kapıdaki polis memurlarına Süleyman Bey'le randevum var dedim. Asık suratlı polis memuru kimliğimi istedi. Çıkarıp verdim. Polis bir yere telefon etti ve ismimi verdikten sonra "Peki, geçin ikinci kata çıkacaksınız." dedi. Emniyet Müdürünün özel kaleminin odasına vardım, görevli, Müdürün toplantıda olduğunu ve oturup beklememi istedi. Makamın bulunduğu oda kapısı açılıp kapanıyor, odacılar ellerinde bir sürü dosyalarla içeri girip çıkıyorlardı. Beklerken siyah gözlüklü, takım elbiseli mafya reisi kılıklı bir adam ve yanında iki koruması çıktı. Televizyonda buna benzer adamları görüyordum izlediğim dizilerden. Beklemekten uykum gelmişti. Bir saattir içeriye kabul edilmemi bekliyordum. Sonunda sekreter olduğunu düşündüğüm hoş bir hanım, "Buyurun, Süleyman Bey sizi bekliyor ama fazla meşgul etmeyin beyefendiyi." dedi. "Peki, teşekkür ederim." deyip kılık kıyafetime çeki düzen verdim ve kapıyı vurdum. İçimi yine bir heyecan dalgası sarmıştı. Müdür, makamında oturmuş, önündeki evrakları imzalıyordu. Muhtemelen içeri girdiğimin farkında bile değildi. Hafifçe öksürüp kendimi belli ettim. Başını kaldırdı. "Ha, geç otur." dedi. Karşısındaki koltuklardan birine oturdum. "Efendim, Recep Bey..." demeye kalmadı, sözümü kesti. "Evet, evet biliyorum, söyle nedir derdin?" dedi. Geldiğime geleceğime pişman olmuştum. Buradan sağ salim çıkabilirsem kendimi şanslı sayacaktım. "Efendim, sağlığınız." dedim farkında olmadan, nezaket gösterdiğimi sanarak.
Birden yerinden fırladı, Süleyman Bey. "Ne diyorsun be adam, sağlığım senin niye derdin olsun?" Altıma yapıyordum çıplak kafalı müdürün hiddetli tavrından. Kekeleyerek "Estağfurullah efendim, sağlığınıza duacıyım demek istedim." dedim. Koltuğuna oturup ellerini havaya kaldırdı. "Sinirlerim tepemde zaten, bir de seninle uğraşmayayım şimdi" dedi. Yüzüm kıpkırmızı olmuş, şakaklarımdan boncuk boncuk terler süzülüyordu. Çok yanlış bir zaman seçmiştim. Emniyet Müdürü, "Gördün mü?" diye sordu, burnundan soluyarak. "Neyi efendim?" dedim. "Az önce odamdan çıkanı. Sedat denen o şerefsiz mafya bozuntusu" dedi. Hiçbir şey anlamamıştım. Cevap vermezsem hırsını benden alacaktı. "Gördüm, efendim." dedim, sinerek. "Kalkmış beni tehdit ediyor." dedi. "Sedat Bey mi?" diye sordum. Bana bir bağırdı ki, pencerenin camları titredi. "Ne beyi, ne beyi dedi. Artistlik yapıyor bana, bacaklarını kıracağım deyyusun." dedi. "Efendim, haddim olmayarak, mahkemeye verseniz şu Sedat deyyusunu. Size bu saygısızlığı nasıl yapar?" Elini masaya vurdu. Gözlerimin içine bakarak, "Sen neden bahsediyorsun, mahkemeye versen ne olacak, memlekette adalet mi var? Adalet olsa ne işimiz var bu mafya bozuntularıyla." dedi. Çay söylememişti, çayı sevmediğim için bu durum hoşuma gitmişti aslında ama benim meseleye de henüz sıra gelmemişti. Hatta baktım ki Süleyman Beyin derdi benimkini katlamış bir anlığına teşekkür edip yanından ayrılmayı dahi düşündüm. Neyse ki konuyu o açtı. "Beni Valiye şikayet etmişsin." dedi. Elim ayağıma dolaştı, ne söyleyeceğimi bilemedim bir an. "Estağfurullah efendim," dedim. "Hiç öyle şey yapar mıyım? Şikayetim, bizim karakolun polisleriyle ilgili." Yerinden sıçradı yine. Saçı olsa başını yolacaktı. Elini başına götürürken bir saç teli aradı yolmak için ama bulamadı. Bu durum onun daha çok sinirlenmesine yol açtı. "Sen beni aptal mı sanıyorsun? O polisler kime bağlı? Ha onları şikayet etmişsin ha beni." Tamam oğlum, dedim kendi kendime şimdi hapı yuttun. Buradan zor çıkarsın. Adam yerinde duramıyor. "Yok efendim, hiç olur mu öyle şey, beni yanlış anladınız." Eliyle kapıyı işaret etti. "Git dışarıda durumunu anlatan bir dilekçe yaz. Adını soyadını, hangi evi alacağınızı, hangi bankadan parayı çektiğinizi, hangi gün parayı kaptırdığınızı, ananın kızlık soyadını vs. hepsini belirt."
Saygıyla geri geri çekilerek selâmladım Müdürü. Kapıyı sessizce açıp dışarı çıktım. Bu günü kazasız belasız atlatmama sevinmiştim. Beyaz bir kağıda Süleyman Beyin dediklerini eksiksiz yazdım. Sekreter "Telefon numaranı da yaz, bir gelişme olursa sizi ararız." dedi.
Savaştan çıkmış gibiydim. Eve geldiğimde eşim ne oldu diye merak içinde önümü kesti. Gel dedim, oturalım, sana her şeyi anlatacağım. "Annem aradı, geçmiş olsun dileklerini iletti. Gerekirse ben size borç vereyim, o evi kaçırmayın, para bulunursa bana geri ödersiniz dedi." dedi. "Bırak şimdi, zaten canım sıkkın" dedim. "Ama emlakçı arayınca, ben ona evi alacağımızı söyledim." dedi. "Bana bir şey bırakmamışsın zaten, niye soruyorsun o zaman." dedim. "Sormuyorum, söylüyorum." dedi. "Peki" dedim. Başka ne diyebilirdim ki.
İki gün sonra yine tapudan randevu alınmıştı. Dairenin rayiç değeri 125.000 TL imiş. Buna göre tapu harcını yatırdım. 125.000 TL yi satıcının banka hesabına kalan 475.000 TL yi de elden verdim. Bize iki katına mal olsa da istediğimiz evi almıştık. Eşim çalınan paranın bir kısmını kurtarmak için Sedat Bey'le konuşmayı önerdi. "Yok," dedim, ona ulaşamam ben. "Valiye, Emniyet Müdürüne ulaştın ama." dedi. "O iş başka, hem parti sayesinde kabul ettiler beni zaten." dedim. "Yine partiye git, rica et." dedi. Aklıma karakoldaki polis geldi. "Tamam dedim, bu işi karakoldaki polisle kestirmeden halledebilirim." Biraz düşündü, sonra dönüp bana, "Yok, en iyisi dava açalım şu karakoldaki polislere. Bulsunlar paramızı, madem bunlar kimin çaldığını biliyor, getirsinler o zaman." Eşime katılmadığımı söyledim. "Bir şey çıkmaz bu yoldan. Vali bile adalete güvenmiyor, biz nasıl güvenelim?" dedim. Eşim sözlerime aldırmadı, dava açalım diye tutturdu.
Önceden tanıdığımız bir avukata durumu anlatarak anlaştık. Adam cin gibi zeki, gençten biri. Bize akıl verdi. "Gidin," dedi. "O karakoldaki polisle anlaşırmış gibi yapın." Ertesi günü evimizin arka sokağındaki karakola gidip o polisi buldum. "Tamam, size paranın yarısını vereceğim, hiç olmazsa dediğiniz gibi diğer yarısını kurtarmış olurum." Adam koltuğuna yaslandı. "Baştan söylemiştim sana, aklın yolu bir." dedi. "Ama ben parayı peşin alırım." "Bu imkansız dedim, bende o kadar para yok siz paranın yarısını alın geri kalanı verirsiniz." Hiç oralı olmadı polis. "En azından kaparo vereceksiniz, yoksa bu iş yaş." dedi, kendinden emin. "Ne kadar?" diye sordum. "En az elli bin" dedi, gerisini parayı aldıktan sonra tamamlarız." Çaresizlik içinde "Peki" dedim. Karakoldan çıkar çıkmaz avukatı aradım. "Elli bini hazırla, git notere seri numaralarını kaydetsinler" dedi. Bir arkadaşımdan borç aldım. Avukat çetin cevize benziyordu. "Gerisini ben ayarlarım, suç üstü yaparız." demişti. İlk kez bu kadar ümitlenmiştim. Sabah bir çantaya koyduğum seri numaraları alınmış elli bin TL'yi yanıma alıp karakolun yolunu tuttum. Karakola varmadan avukatı aradım. Polis beni bekliyordu. "Al işte söz verdiğim gibi." dedim ve "Parayı ne zaman alırım?" diye sordum. "Yarına varmaz alırsın." derken desteleri saymaya başladı. Tam o sırada avukat ve onun ayarladığı polisler baskın yaptı, avukatımın hazırladığı plan tutmuştu. Polisi alıp götürdüler.
Aradan haftalar geçti bizim paradan haber yok. Sadece seri numaraları alınmış elli bin lirayı geri almış ve borç aldığım arkadaşıma iade etmiştim. Avukat davayı açmıştı. İlk duruşma günü ifadeler alındı. Duruşma kanıtların toplanması için iki ay sonraya ertelendi. Öğrendim ki bizim polis üç gün sonra serbest bırakılmış. Canım sıkılmıştı.
İki ay sonra davanın seyrinin değiştiğini görünce çılgına döndüm. Davayı derinleştiren hakim 600.000 TL lik evi 125.000 TL gösterip vergi kaçırdığım iddiasıyla bizi suçluyordu. Eşime dönüp "Gördün mü işte, sana bu ülkede adalet yok demiştim." diye çıkıştım. Üç ay sonraki duruşmada 50.000 TL cezaya çarptırıldım. Avukata baktım, "Ne yapabilirim, bana bunu söylemedin." dedi. Haklıydı, söylememiştim. "Peki diğer konu ne oldu?" diye sordum. "Hakim polis hakkında delil yetersizliğinden dolayı beraat kararı verdi." dedi. "Hani dedim, suçüstü yaptırmıştın?" Avukat, başını kaşıdı. "Haklısın, yani haklıydık," dedi. "Ama haklı olmak davayı kazanmaya yetmiyor." Adliye'den başımız önde ayrılırken birden karşıma Sedat Bey, yani Sedat çıktı, hani şu mafya reisi olan. Eşime biraz beklemesini söyleyip hemen koştum yanına.
"Sedat Abi, dedim" Bunu neden yaptığımı bilmiyordum ama nedense yapmıştım işte. Tanımıyordum kendisini ama bir şeyler çekmişti onu bana. "Eşini de al gel şu kafede oturalım bir çay içelim." dedi. Eşime işaret edip yanımıza gelmesini istedim. "Bu Sedat Bey, bu da eşim." diyerek tanıştırdım. Sedat, yanındaki adamlara eliyle işaret edip uzaklaşmalarını söyledi. Gittik kafede kendimize köşede bir yer bulduk. "Hayırdır Sedat Abi," dedim. "Canını sıkan bir şey yok inşallah." Sedat etrafına bakıp garsona seslendi. "Oğlum bize üç çay getir, şöyle demi yerinde olsun." Eşime döndü, "Yenge karnın aç mı bir şey söyleyeyim mi sana?" Eşim neler olduğunu anlamamıştı. "Teşekkür ederim, çay kâfi." dedi. Derin bir nefes aldı Sedat. "Her şeyi biliyorum." dedi. Şaşırmıştım. "Ağır Ceza Hakiminin yanından geliyorum." dedi. "Kendisine hem ifade hem de ufak bir hediye verdim." Telefonuna davrandı. "Oğlum, dedi bana 610 getirin hemen." Kuşkulanmaya başlamıştım. Silah mı istiyor nedir bu 610 dedim kendi kendime.
"Banka müdüründen sizin bankadan 600.000 çektiğiniz haberini aldım ve takibe aldım. Tapudaki arkadaşlardan rica ettim, işinizi yarına sarkıtsın diye. Evden çıktığınızda parayı evde bıraktığınızı tahmin etmek zor olmadı. Adamlarım evden paranızı aldı. Ama size şerefim üzerine yemin ederim bu paranın tek kuruşu bana bulaşmadı. Yüzde yirmisi Recep Abinin, yüzde yirmisi Temiz Süleyman'ın, geri kalanı da bankadaki, tapudaki, adliyedeki, emniyetteki arkadaşların, bir kısmı benim ekipteki dostlarımın ve bir kısmı da parti il başkanlığının. Ama bana yamuk yaptılar, mafya dediler, pislik dediler. Kendileri temiz, ben pislik öyle mi? Görecekler bundan sonra. İpliklerini nasıl pazara çıkaracağım. Biz aile değil miydik Recep Abi dedim. Beni dışladılar, hafife aldılar. Göstereceğim onlara.." Benim ve eşimin gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Dayanamayıp sordum. "Yani paramıza siz mi çöktünüz?" dedim. "Anlatıyorum ya, hepsi paylarını aldılar, benim payıma düşene de göz diktiler. Ama helâlleşeceğiz. Vallahi helâlleşeceğiz. Billahi helâlleşeceğiz. Hem onlarla hem sizinle."
Sizinle? Bir anda ürperdim. Başımdan aşağı kaynar sular boşaldı. Nutkum tutulmuştu. Yanımıza adamlarından biri geldi ve Sedat'a büyükçe bir paket getirdikten sonra sessizce ayrıldı. Paketi bana uzattı. Kesin bombadır bu dedim kendi kendime. Her an patlayacak bir bomba! Adam hem kendini yakacak hem de bizi. "Burada 610.000 TL var, alın bu sizin, hakkınızı helâl edin." dedi. "600.000'i anladım ama bu 10.000 neyin nesi" dedim. "Bu avukatınıza verdiğiniz para" dedi. "Peki bunu siz nereden biliyorsunuz?" diye sordum. Acı acı gülümsedi. "Benim bildiğimi yerli ve milli istihbarat bile bilemez dedi ve ekledi. "Sizin avukat arkadaşınız da benim adamlarımdan biri. Hikâyenizi o anlattı bana, oradan biliyorum." Eşimle birbirimizin yüzüne baktık şaşkın bir halde. Otuz yıldır tanıdığımız avukat arkadaşımız Erkan, Sedat'ın adamıymış? Pes doğrusu. "Çok teşekkür ederiz, Sedat Abi." dedim. "Ne demek." dedi, gülümsedi. Ayağa kalktı ve garsona seslendi, "Hesaplar benden." Garson çocuk, "Peki Reis" dedi. Arkasını dönüp gitti. Şaşkınlığımızı üzerimizden atmak uzun sürdü. Eşim "Sedat polis mi?" diye sordu. "Hayır, kendisi mafya reisi, ama polisin ne farkı var ki." dedim.
İlk işimiz eşimin annesinden aldığımız borcu ödemek oldu. Eşim, "Sedat bir şey unuttu." dedi. "Neymiş?" diye sordum. "Şu bizim dava sonucunda ödediğimiz 50.000 TL vergi cezası." Başımı sağa sola salladım. "Hayır, dedim. "Onun bunu unuttuğunu hiç sanmıyorum." Hak yerini bulmuştu.
Önemli Not: Bu tamamen kurgu bir öyküdür. Olay ve kişi isimlerinin gerçek olay ve kişilerle denk gelmesi sadece tesadüften ibarettir.
Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 94. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Uçun Kuşlar / Makbule Abalı belirledi. Konumuz belki de çağımızın en büyük problemi stresle ilgili. Tartışma konumuz şöyle:
"Kişisel olarak bir değerlendirme yaptığınızda çevrenizde ya da kendinizde gördüğünüz stres kaynaklı rahatsızlıklar nelerdi, bunların nasıl üstesinden geldiniz?"
Evet, stres toplumun en büyük sorunlarından biri. Türlü nedenlerle kişileri intihara kadar sürükleyen bir problem. Gün geçtikçe ağırlaşan geçim sıkıntısı, güven duygusunun azalması ve geleceğe yönelik karamsar bakış başlıca stres kaynakları. Sevgili Makbule Abalı'nın yazısında belirttiği gibi zorlu ya da rahatsız edici bir durum karşısında kişinin hissettiği duygusal ve fiziksel gerilim hali olarak tanımlanıyor stres. Ve bu durumun yol açtığı şiddet, fiziksel ve ruhsal rahatsızlıklar söz konusu.
İnsanların eskiye oranla birbirlerine daha az güvenmesi ya da hiç güvenememesi, sevgi ve saygıda azalma yine yaşanılan stres kaynaklı sonuçlar. İş hayatı ve sağlık sorunları diğer önemli stres kaynakları. Emekli olduktan sonra stres kaynaklı rahatsızlık çekmeyen şanslı insanlardan biriyim. Elbette stres durumunun kişisel özelliğe bağlı yansımaları olabilir. Hayattan çok fazla beklentisi olmayan, ununu eleyip eleğini askıya asan, kendi yağıyla kavrulmaya çalışan, en önemlisi karşılaşılan zorlu ya da rahatsızlık verici durumların zaman içinde düzeleceğine inanan biri olarak stresle mücadele etme konusunda şanslı olduğumu düşünüyorum. Ancak toplumun geniş kesimi büyük stres altında olduğu için bu durumun beni etkilemediğini söylemek zor. Dün yaşadığım bir olayı anlatayım:
Yeni taşındığımız evin komple doğramalarını değiştiriyoruz. Adamlar merdivenlerden çıkarılması mümkün olmayan büyük çerçeveleri iple bulunduğumuz beşinci kata çekecekler. Alt komşu hayır buna müsaade etmiyorum diye itiraz etti. Sebebi yok, kendisine herhangi bir zarar verilmesi de söz konusu değil. Yaparım, yapmam ağız dalaşına döndü iş. İşçilere, aldırmayın, siz işinize bakın dedim. Beş dakika sürmedi iş bitti. Kadın hâlâ söyleniyor ve haddini aşmaya başlıyor. Git dedim, yanlış bir şey yapmıyorum, polis çağır. Nerede o eski komşuluk ilişkileri. İnsanlar işte bu hale geldi stresten. Kim bilir ne sorunu var kadının? Neyse, on dakika sonra iki polis geldi. Durumu anlattık. Gelin dedi polislerden biri, iş mahkemeye intikal etmesin, sizi uzlaştıralım. Uzlaşacak ne var ki, bu tıynette bir kadınla uzlaşmak ne mümkün, gitsin dedim, dava açsın.
Bu olay bende stres yaratır mı? Yaratmaz, otursun kendi düşünsün. Yani bu tür insanlarla yolda, durakta, markette karşılaşabilirsiniz. Acıyın onlara. İçinizde kalmasın haklıysanız cevabını verin, içinizde kalmasın, önleminizi alın, bildiğiniz gibi yapın. Ülkenin geldiği durum bu!
Memleketin durumu canımı sıkmıyor değil, olan bitenlere üzülüyorum, kahroluyorum. Niçin yaşadığımız bu topraklarda huzur, adalet, özgürlük yok diye içim içimi yiyor. Neden toplumun hakkı yenen en alt kesimi sanki hallerinden çok memnunlarmış gibi cellatlarını hâlâ destekliyorlar, onların saçma sapan ırkçı, dini söylemlerine kanıyorlar? Bende fiziki ya da ruhsal bir rahatsızlığa sebep olmadı memleketin bu hali (şimdilik) ama içimdeki ufacık ümit kırpıntısı da tükenince işin sonu nereye varır kestiremiyorum.
Kafası iyiden iyiye karışmıştı Kemal’in. Martin'in "İnsan ve hayvan
sevgisinin önüne başka bir şey geçemez" cümlesine takıldı. Zaman zaman sinirleri
bozulsa da yaptığı işi sevdiğini düşünüyordu. İnsan sevdiği işi yapmalıydı.
Başarısını işini severek yapmasına borçluydu. Başarı mutluluk getiriyor muydu
peki? Son bir yıldır yaşadıklarını hatırlamaya çalıştı. Evet, başarılıydı işinde. Oldukça genç yaşta iyi bir kariyer yapmıştı. Bunun karşılığında kendisini çok seven bir karısı olmasına rağmen geçmiş günlerine şöyle bir baktığında başarının mutluluk vermediğini ve onu yalnızlığa ittiğini fark etti. Oysa düne kadar kendini kandırıyor, mutlu olduğunu sanıyordu. Esther'le geçen ilk yıllarını özlemişti. Şimdi ise hayatında en çok sevdiği insanın derdine hastane köşelerinde çare arıyordu. Bu halde nasıl mutlu olsundu. Gözünün işten başka bir şey görmeyişi sevgili karısının bu duruma düşmesinin en önemli sebebiydi muhtemelen. Mutluluğa giden yolun Esther’i mutlu etmesinden geçtiğini anlamış ama geç kalmıştı. Martin’e hak verdi. "Hem körüm, hem de köle" diyerek hayıflandı. İşinden başka bir şey görmeyen, kör bir
köle… Esther'i düşündü. Ne kadar şanslı olduğunu geçirdi aklından. Zavallı kadın ağzını açıp
tek bir lâf etmemişti. Bütün
sıkıntılarını hep içine atmıştı demek, sırf kocası işinden kalmasın, başarılı olsun diye bütün dertlerini biriktirmişti içinde. Ve
sonunda delirmişti işte. Olanların tek sorumlusuydu kendisi. Canı yandı bunları düşünürken. Birden ağza
alınmayacak küfürler sıralamak, arabayı kenara çekip avazı çıktığı kadar bağırmak istedi. Martin gibi hayata eğlenceli
tarafından bakabilmek ne güzel bir şeydi. Aslında ilk gördüğünde onu yargılamış, kıyasıya
eleştirmiş, yanında bulunmaktan bile utanmış, hatta ona muhtaç bıraktığı için kaderine, Tanrıya isyan etmişti. Otele varmaya az bir yolları kalmıştı. Her ikisinin de ağızlarını bıçak açmıyordu. Sessizliği ilk bozan Kemal oldu. Gözünü yoldan ayırmaksızın yanında oturan adama sadece lâf olsun diye sordu.
- Evli misin?
- Evet, diye cevapladı Martin neşeyle. Lilla, birazdan ufaklıkla
birlikte otelde olur. Vaktin varsa tanıştırayım seni bizimkilerle.
- Maalesef benim şimdi hemen hastaneye dönmem gerekiyor, ama ailenle tanışmayı çok isterim.
Kemal, Martin’le senli benli konuştuğunu fark edip bundan rahatsızlık duymamasına şaşırmıştı. Karısı da onun gibi yaşamı seven biri olmalıydı.
Oteline bırakıp hastaneye döndüğünde, çalışma koşullarına dair Martin'le aralarında
hiçbir şey konuşmadıklarını hatırladı. Kavga etmekten fırsat bulup adama kaç para isteyeceğini soramamıştı. Ayrılmadan önce, Martin'e, ertesi sabah saat on buçukta kendisini evinden alacağını
söylemişti sadece. Büyük olasılıkla Esther'i de evine getirmiş olurlardı o zamana kadar.
Aniden kafasına dank etti. Saat on buçuk, tam da yarınki iş toplantısının saatiydi ve
Feridun Bey bu toplantıda bulunmasını özellikle kendisinden istemişti. Yanında Martin olsaydı ona karını bu şekilde bırakıp nereye gidiyorsun derdi muhtemelen. Kafası o kadar karışıktı ki neyi nasıl yapacağı konusunda hiçbir şey düşünemiyordu. Belki de Martin, daha nahif davranır, hangisi senin için daha önemliyse onu yap, diğerini salla diyecekti. Fakat şu anda
yapması gereken en önemli şey Esther’in çıkış işlemlerini başlatmadan önce son durumu
Cevdet Bey’e aktarmak ve onun fikrini öğrenmekti.
Odasına girdiğinde Esther’i uyur vaziyette buldu. Sessizce
yanına yaklaştı. Uzun bir süre başında bekledi. Gözleri karısının üzerinde
gezinirken derin düşüncelere daldı. Affet beni sevgilim, seni ihmal ettim, biliyorum.
Yalnızlığın ıssız koridorlarında, hep beni aradın. Çaresizlik içinde
kıvrandığın uzun gecelerde sana sırtımı döndüm. Geç saatlere kadar uyku nedir
bilmedin, sabırla bekledin gelişimi. İşim olduğunda sen yoktun aklımda. Her
zaman işim vardı zihnimi kurcalayan. İşte o zamanlarda farkında bile olmadan hep yok saydım seni ben. Nasıl geldim bu hale
bilmiyorum. İçinde kaybolduğum, bakarken türlü hayaller kurduğum okyanus mavisi
gözlerini, dokunmaya kıyamadığım ipeksi tenini, ruhumu titreten güzel sesini,
içimi ferahlatan, vazgeçemediğim o yasemin kokunu hangi güç uzaklaştırdı
benden? Asaletinle bu gafil halimi hiçbir zaman vurmadın yüzüme. Üzgünüm bir
tanem, hem de çok üzgünüm. Artık aç gözlerini, konuş benimle. Söz veriyorum
sana. Artık ben o eski ben olmayacağım. Yeter ki bir an önce iyileş, göreceksin
bunu.
Esther’i kontrol etmek için içeri giren Selma’dan gözyaşlarını saklamaya
çalıştıysa da pek başaralı olamadı. Eliyle gözlerinin ıslaklığını alırken sırtını
sıvazladı, Selma.
- Sıkılma dedi, sessizce. Her şey eskisi gibi olacak. Onun
da kederliydi sesi.
- Hayır, Selma. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak...
Selma anlam veremedi bu sözlere. Hasan ve Jale’nin bekleme
salonunda olduğunu, Hasan’ın ona da yiyecek bir şeyler aldığını, gidip orada
karnını doyurabileceğini söyledi.
Kemal bu bitkin haliyle onlara görünmek istemedi. Merdivenlerden
inerek binanın dışına çıktı. Serin bir rüzgâr yaladı yüzünü. Sessize aldığı
telefonunu çıkardı cebinden. On iki cevapsız arama göründü ekranda. Arayanlar
listesine göz gezdirdi. İki tanesi hariç diğerleri işle ilgiliydi. Ne
kadar kaçarsa kaçsın yakasını bir türlü bırakmayan işlerinden kurtulmalıydı bir an önce.
Diğerleriyle ilgilendi. İş dışındaki numaralardan ilki Cevdet Bey’e aitti. İki saat kadar olmuştu arayalı.
Bir diğer arayan ise Selmin’di. Aslında bugün görüşüp merakını gidermişti onun. Muhtemelen kendisine cep telefonundan ulaşamayan Feridun Bey
aratmış olmalıydı. Bu yüzden Cevdet Bey’in numarasını tuşladı hemen.
İkinci çalışında açılmıştı telefon. Martin’le yaptığı görüşmenin sonucunu merak eden Doktor’a fazla
detaya girmeden üç cümlede özetlemişti Martin'i Kemal. "Değişik bir tip" dedi önce. Sonra, "Ama zararsız biri..." dedi, arabasının ön konsoluna verdiği zararı
yok sayarak. Son cümlesi ise "Belki de işimize yarayabilir" oldu, bundan artık neredeyse emindi.
Doktor da bu arada Zsofia’nın kendisini telefonla aradığını ve onun Martin’in
karısı Lilla ile birlikte üç yıldır konsoloslukta çalıştıklarını söyledi Kemal'e. Zsofia'nın Martin hakkındaki görüşlerini de eklemeyi ihmal etmedi. Biraz çatlak görünmesine rağmen özünde çok iyi bir insanmış dedi.
Bunları konuşurken Esther’i eve getirme konusunda görüşünü sormak silinip
gitmişti aklından. Şu dalgınlığı iyice canını sıkmaya başlamıştı. Esas sorup öğrenmesi gereken buydu oysa. Telefon kapanmıştı.
Bir kez daha aynı numarayı aradı. Telefonu açan Doktor, Esther'in evine dönmesinde bir mahsur olmayacağını ancak hastaneden
çıkarken yanında Martin’in bulunmasının isabetli olacağını söyledi Kemal'e. Klinikteki ilk karşılaşmalarında, karısının kendisine gösterdiği o korkunç tepkiyi
düşününce son derece mantıklı gelmişti bu öneri. Hayal dünyasında yeri olmayan
bir sürü şeyle bir anda karşılaştığında Esther'in nasıl bir tepki vereceğini kimse bilemezdi. Evet, çıkış işlemlerini biraz ağırdan alıp Martin’in yanlarında bulunmasını sağlamak iyi olacaktı.
Sabahtan beri Esther’i yalnız bırakmayan dostlarını evlerine
bıraktığında iyice karanlık basmıştı. Selmin’i aramayı unuttuğunu hatırladı.
Önemli bir şey olsaydı yine arardı diyerek rahatlattı kendini.
Eve dönüp salonun ışıklarını açtı. Masanın köşesinde kalın bir
klasör duruyordu. Eline aldığı klasörün mavi kapağının üzerinde
bir şey göremeyince klasörün sırtını çevirdi, büyük puntolarla "REYNOLDS Machinery" yazıyordu.
Yarınki toplantıya hazırlık yapması için hangi işgüzar göndermiş olabilirdi bunu. Klasörün kapağını kaldırdığında küçük bir kâğıda elle yazılmış not gözüne takıldı. "Yarınki toplantıdan önce göz atmanız için Feridun Bey bunu size göndermemi istedi. Selamlar,
Ümit"
Elinde klasör olduğu halde attı kendini koltuğa. Sayfaları
karıştırmaya başladı. Yazışmalar, değişik makine parçalarının resimleri, teknik özellikleri, teknik şartnameler, firmanın katıldığı fuarları gösteren bir yığın
doküman… Sabaha kadar oturup incelemeye kalksa yine de zamanın yetmeyeceğini
düşündü. İki günden beri e-mail’lerine bakmıyordu. Kim bilir kaç mail gönderilmişti okunup cevaplaması gereken.
Canı sıkılarak kalktı ve üzerinde dizüstü bilgisayarının bulunduğu
çalışma masasına doğru yürüdü. "Yarınki toplantıya katılmam mümkün değil" diye
mırıldandı. Keşke, arayıp gelmesinin mümkün olamadığını söylemiş olsaydı Feridun Bey’e. Yahut en
azından sekretere bir not bırakabilirdi. Bir ara Feridun Bey'i aramak aklına gelmişti ama Martin
kafasını allak bullak etmişti. Arabanın konsolundaki derin çizik canlandı gözünde. Olacak şey değildi. Aklı başında bir insan bilerek, isteyerek nasıl kalkışabilirdi böyle bir şeye.
Sonra tuhaf adamın söyledikleri geldi aklına. Fakat o kadar lâfın arasında kendisine en çok dokunanı, "Çok
sevdiğin karını kafandan atmış, yerine bir deri parçası koymuşsun." cümlesi
olmuştu. Elleri farkında olmadan bilgisayarın üzerine dokundu. Zihnini
kurcalayan türlü konuların arasında ne yapacağını unutmuştu yine. Unutkanlığı iyice sinirini bozmaya başladı. Bir süre duraksadı. Sakin olması gerekiyordu. Sonra hatırladı, evet, gelen e-maillerine
bakacaktı.
Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 93. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu uzun bir aradan sonra sevgili Kedi Mırıltısı/ Kayıp Fısıltı belirledi. Sevgili arkadaşımız yazısını kısa bir süre sonra yazıp fikirlerini bizlerle paylaşacak. Konumuz yine kitaplarla ilgili. Cevaplandırmamız istenen sorular şöyle:
"Hayatınızı değiştiren kitap ya da kitaplar oldu mu? Neden sizi bu kadar etkiledi? Başkalarına da önerir misiniz, başkalarını etkileyeceğini düşünüyor musunuz?"
İtiraf etmem gerekirse böyle bir soruyu bugüne kadar hiç aklımdan geçirmedim. Hayatımı değiştirecek bir kitap! Düşünüyorum, öyle bir kitap olmalı ki şu an yaşadığım hayatı, yaşama bakış açımı ona borçlu olayım. Ha, evet şimdi hatırladım. Hayatımı değiştiren bir kitap var tabii.
Beni tanıyan bilir, kitap okumaya oldukça geç yaşlarda başladım. İlkokuldan beri kitap okuyan insanlara gıpta ediyorum. Ders kitaplarını saymazsak üniversitenin ilk yıllarına kadar bir kitap haricinde neredeyse hiç kitap okumamıştım. O zamana kadar okuduğum tek kitap kutsal kitaptı. On yaşından itibaren okumaya başladım, birçok kez baştan sona okudum hem de Arapçasından. Durmadan hatim indiriyordum ama okuduğumu anlamıyordum Arapça bilmediğimden. Bu yetmezmiş gibi çocuk aklımla hafız olmaya yani 600 sayfalık kutsal kitabı ezberden okumaya kalkmıştım. Kitabın ilk suresini zaten biliyordum. İkinci sure en uzunu olan Bakara (Sığır) suresiydi. Sanırım bir buçuk sayfasını da ezberlemiştim. Bugün aradan elli yıl geçmesine rağmen hala aklımda kalan "İnnellezine keferu sevaün aleyhim eenzertehum em lem tünzirhum la yu'minun. Hatemallahü ala gulubihim ve ala sem'ıhim ve ala ebsarihim gışaveh ve lehum azabun azim." altıncı ve yedinci ayetler bir işarettir diye anlamını merak ettim bu vesileyle.
Neymiş; "Şu muhakkak ki inkar edenleri uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir. Onlar inanmazlar. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde bir perde vardır. Ve büyük azap onlaradır." Elmalılı Hamdi Yazar.
Büyük azaptan kurtulmak için kalbimin, kulaklarımın ve gözlerimin açılması gerekiyordu. Ancak bilmediğim bir dilde kalbimin açılması, kulaklarım ve gözlerimin duyduğunu ve gördüğünü anlamak bana pek mümkün gözükmüyordu. Eğer buna aldırmasaydım (ve pek sevdiğim dedem sağ olsaydı) muhtemelen imam hatip lisesine, oradan da iyi bir devlet dairesine geçerdim. Sonra bir darbe senaryosunun kurbanı olarak (eğer şansım varsa) yurt dışına kaçar, belki de kalan ömrümü bir örgüt üyesi olarak demir parmaklıklar arasında geçirebilirdim. Ama ben gözümün açılmasını istedim. Bu arada şansımın da yaver gittiğini ve özgür düşüncenin hakim olduğu bir üniversiteye başladığımı kabul ediyorum. Daha önceki yazılarımda da belirttiğim üzere yazılanları anlayabilmem için kutsal kitabın farklı kişilerden Türkçe tercümelerini okumaya başladım.
İyi ki bu yolu seçmişim. Kalbim, kulaklarım ve gözlerimin yanı sıra aklım, zihnim de açıldı ve gerçekleri gördüm. Bu kez kutsal kitabı satır satır, ayet ayet inceden inceye, farklı tercümelerden okudum. Ve hayatım değişti. Arapçası değil ama kutsal kitabın Türkçe tercümesi benim hayatımı değiştirdi. Nedenini sormayın, aklınız başınızda okuduğu takdirde siz de anlarsınız. Amacım dini övmek ya da yermek değil. Fakat gerçekten bu haftaki sorunun tarafımdan verilecek tek cevabı bu. Kutsal kitabı en iyi anlayacağınız dilde okumayı elbette başkalarına öneririm. Bırakın alimin ulemanın söylediklerini. Kutsal kitapları kendi dilinizde okuyun, eminim sizin hayatınız da hayata bakış açınız da değişecektir. Öbür dünya bir muamma ama gözlerinizi örten perdeyi kaldırdığınızda bu dünyadaki azabı göreceksiniz.
Çamaşır odasında Kemal Bey’in son gömleğini de ütüleyip
askıya özenle yerleştirdi Selmin. Sabahtan beri ortalığı silip süpürmüş,
camları parlatmış, mobilyaların tozunu almıştı. Hanımının başına ne geldiğini merak
ediyordu etmesine ama Kemal’i arayıp öğrenmek için kendinde o cesareti bulamıyordu. Önceki akşam Kemal’in ağzından "Esther Hanım, biraz rahatsızlandı,
bugün gelmeyecek" cümlesi dışında hiçbir şey çıkmayınca senaryolar üretmeye
başladı kafasında. Biraz düşününce "Umarım ciddi bir durum değildir."
dedikten sonra Kemal’in ona verdiği "Umarım" şeklindeki tek kelimelik cevabı
hatırladı. "Bugün gelmeyecek" demesinden yarın gelecek anlamını çıkartmakta zorlandı. Muhtemelen hanımının ne zaman eve dönebileceğini Kemal Bey de tahmin edemiyordu. Ciddi bir
durum yok diyeceği yerde ciddi bir durumun olmadığını ümit etmek, Esther
Hanım’ın rahatsızlığının büyük olması demekti. Sabah Kemal Bey’in yaptığı telefon
konuşmalarına kulak kabartınca Esther’in hastanede yattığını öğrenmişti. Şimdiye
kadar hiç kimsenin telefonunu merak edip dinlemek gibi bir huyu yoktu oysa. Birden ateş bastı
yüzüne. Nasıl anlamadım ki durumun bu kadar ciddi olduğunu ben diyerek
sorgulamaya başladı kendini. Henüz kalp krizi geçirecek yaşta olmadığını düşündü
hanımının. Trafik kazası mı geçirmişti yoksa? İçin için kızıyordu Kemal Bey’e. Pes yani,
insan bu kadar da ketum olmaz yani. Belki acil kana ihtiyacı olacak, tesadüfen kan
grupları da tutacaktı. Seve seve koşar, verirdi kanını hanımına. Dayanamadı,
bastı cep telefonunun tuşlarına. Birkaç kez çaldıktan sonra karşıdan telefonun açıldığını anladı.
- Kemal Bey, ben Selmin. Kusura bakmayın rahatsız ediyorum.
Ama Esther Hanım’ı çok merak ettim, bu yüzden arıyorum sizi.
Heyecandan elleri titriyordu Selmin'in. Yanlarında çalışmaya başlayalı beri ilk kez Kemal'i telefonla rahatsız ediyordu. Mesai saatlerinde Esther Hanım bile cesaret edemezdi buna. Yine de sesini titretmeden arayabilmişti işte.
Kemal emektar kadına hak verdi. Öyle ya, o da merak
ediyordu hanımının başına ne geldiğini. Fakat telefonda ona ne anlatacaktı ki şimdi. Bir iki kez tıksırıp söyleyeceklerini tasarlayacak zaman buldu kendine.
- Selmin Hanım, şu anda yoldayım. Hastaneye Esther Hanım’ın
yanına gidiyorum.
- Kaza falan mı geçirdi sakın? diye heyecanla sordu, Selmin.
Kaza geçirmesinden de kötüydü belki karısının durumu ama neyi nasıl söyleyeceğini kestiremiyordu Kemal.
- Yok, kaza falan değil ama değişik bir durum, doktorlar
anlamaya çalışıyorlar. Hadi merak etme, geç kalırsam sen çık, beni bekleme.
- Peki, Kemal Bey deyip telefonu kapattığında yine bir şey
anlamamıştı Selmin.
***
İkinci katın bekleme salonu boştu geldiklerinde. Hasan odanın kapısını açtığında
gözlerine inanamadı Kemal. Selma ile Jale, sandalyeleriniEsther’in yatağının yanına çekmişti. Esther yatağında, sırtını arkasındaki yastıklara dayamış kendi başına önündeki tabaktan bir
şeyler atıştırıyordu. Üçü birlikte sohbet ediyorlardı sanki. Hasan ve Martin’in
arkasına gizlenip ürkek adımlarla yanlarına yaklaşan Kemal, Esther’in
dikkatinden kaçmadı. Onu görür görmez birden asıldı suratı ama bağırıp çağırmadı bu kez.
- Merhaba kızlar! dedi, neşeyle. Martin kendine özgü bir tavırla
selamlamıştı odadaki hanımları.
Önce Selma, hemen arkasından Jale toparlanıp
kalktı ayağa. Boşalan sandalyeleri aynı anda seri bir hareketle kenara çeken Martin,
boşalan alanda kollarını açıp ahenkli bir hareketle kendi ekseni etrafında
döndükten sonra yatağın yanına eğildi ve sağ diziyle yere çöküp nazik bir şekilde elini Esther’e
doğru uzattı. Esther, önüne uzanan açık elin üzerine bıraktı elini kuğu
zarafetiyle.
- Matmazel! diyerek seslendi saygıyla Martin, Esther’in
gözlerinin içine bakarken yumuşak hareketlerle üç parmağı arasına aldığı elinin üzerine küçük bir
buse kondurdu.
Hastalandığından beri ilk kez Esther’in gülümsediğini fark eden Kemal
gibi odadaki herkes gördükleri manzara karşısında şok olmuşlardı.
- Prenses Nora! dedikten sonra bir adım geri çekildiği esnada sağ elini
kalbinin üzerine götürüp saygıyla eğilerek takdim etti kendini.
- Martin Sándors, Matmazel. Gülümseyen suratına yayılan ağzı
neredeyse küçük burnunu yutacaktı.
Odadakiler donup kalmış, şaşkın gözlerle birbirlerine bakıyorlardı.
Gerilerden bir adım atıp Selma’nın kulağına fısıldadı Kemal.
- Konuştu mu sizinle?
- Evet, bir sürü şey söyledi ama hiçbir şey anlamadık dediklerinden.
Yüzü aydınlanan Esther, birden dağıttı odanın kasvetli
havasını. Yatağın yanına çektiği sandalyeye oturup karısıyla samimi bir sohbete
dalan komik adamı kıskanacağı hiç gelmemişti aklına Kemal’in. Zsofia bile bu
kadarını yapamazdı diye geçti bir an aklından. Jale, tek başına ayakta dikilmiş, merakla Esther
ablası ile anlamadıkları bir dille konuşan tuhaf adamı izliyordu. Hasan, gidip
Martin’in omzuna elini koyup arkasına döndü.
- Bu kabiliyetli genç arkadaş büyük şef Martin Sándors. Yanındaki kadınları teker teker eliyle işaret ederek Martin'e takdim etti. Eşim Selma ve aile dostumuz Jale.
Kemal’e artık eskisi gibi nefretle bakmıyordu Esther. Derin bir
sohbete dalmış görünen Martin’i gösteren Kemal, Hasan'a seslendi.
- Neler anlatıyor ki bu herif yine?
Sesi duyan Martin, başını geri çevirdi. Yüzünden eksilmeyen gevrek gülüşüyle dalga geçercesine ukala bir tavır içinde,
- Prenses hazretleri sıkılmış buradan, artık evine dönmek
istiyor.
Martin, yeniden Esther’e dönüp ona bir şeyler söyledikten sonra
kalktı ayağa. Kemal’e yaklaştı. Sol ayağını yarım adım ileri uzatırken her iki elinin
başparmaklarını pantolon kemerinin içine sokup saçlarını savurdu geriye.
- E, Patron, dedi Kemal’e muzipçe. Karınıza beni kabul edip
etmediğini sormayacak mısınız?
Esther’e kaydı gözleri Kemal’in. Karısına nasıl sorabilirdi
ki bunu? Eli mahkum Martin’i kabul etmek zorunda olduğunu anlamıştı. Cevdet
Bey’in söyledikleri geldi aklına. Yapılacak ilk iş karısıyla iletişim kurmaktı.
Bu tipsiz soytarının oyuncağı olmak her ne kadar zoruna gitse de onu kabul etmek
dışında yapılacak bir şey görünmüyordu. Çaresizlik içinde derin bir iç
geçirdi. Bakalım bu zibidi daha ne çoraplar örecekti başına.
- Tamam, dedi. Sormaya lüzum yok. Görünen köy kılavuz istemez. Hadi seni otele
bırakayım, yolda neyi nasıl yapacağımızı konuşuruz. Hasan’a döndü.
- Sen yanlarında kal, ben Martin’i
bırakıp döneceğim.
Çekingen tavırlarla Esther’in yanına yaklaştı Hasan. Diğerleri de altlarına birer
sandalye çekip genç kadının hareketlerini takip etmeye başladılar. Hasan daha
fazla tutamadı kendini. Esther'in gözlerinin içine bakıp gülümsedi.
- Yenge nasılsın?
- Esther, hafifçe başını sallayıp anlamadıkları dilden bir şeyler söyledi.
- Bakın dedi, Hasan sevinçle. Gördünüz mü, dediğimi anladı. Öğlen yediği bir parça
langos dışında ağzına bir şey koymamıştı. Selma’ya döndü.
- Bir şeyler yediniz mi siz?
- Birkaç bisküvi attık ağzımıza, işte hepsi o kadar dedi,
Selma
- Durun o zaman size bir şeyler hazırlatıp geleyim.
Hasan kadınlara göz atıp dışarı sıvıştı hemen. Hastanenin önüne indiğinde Kemal'in arabası hareket etmek üzereydi. Onlara görünmeden caddenin karşısındaki kafeye doğru yürüdü.
***
- Öyle asma suratını be patron dedi, Martin arabaya bindiğinde. Bak ben senin gibilerini iyi bilirim, işten başını kaldırmazsınız siz. Şimdi beni iyi dinle. Ne bu
güzel araban, ne yakışıklılığın, ne başarıların ne de kariyerin yeter mutlu
olmana bu hayatta.
Sözünü bitirir bitirmez yandan bir bakış attı Kemal'e. Ani bir hareketle elindeki anahtarlığın sivri ucuyla torpido kapağının üzerindeki deri kaplamaya derin bir çentik attı.
Kemal şaşırmış, ikinci bir çiziğe hazırlanan Martin’e sağ eliyle mani olmaya çalışırken, az kalsın yolun
kenarındaki içi simit dolu camekânlı dolaba bindiriyordu.
- Ne yapıyorsun sen, manyak mısın, kafayı mı yedin be adam? diyerek öfkeyle bağırdı. Arabayı hemen sağa çekti. İpek gibi yumuşak derinin üzerinde gezdirdi
elini. Berbat olmuştu canım araba.
- Beğendin mi bu yaptığını? Ne yapmaya çalışıyorsun, deli misin nesin sen? diyerek vurdu
hırsla torpidoya elini.
Martin’in hiçbir şey olmamış gibi sakince gülümsemesi daha da
çıldırtmıştı Kemal’i. Ağzına geleni söylemiş, daha geride söylenecek laf
bırakmamıştı. Hani eline düşmüş olmasa, hemen dışarı atacaktı arabadan.
- Bitti mi? diye sordu Martin, bu kez gülmeyi kesmiş, ciddi bir havaya bürünmüştü.
- Hayır dedi, Kemal. Ancak yeni bir söz çıkmadı ağzından. Arabayı hareket ettirdi ya sabır çekerek. Bir süre sonra,
- Hadi, şimdi sıra sende dedi, Martin. Ben sana bir zarar verdim, şimdi sıra sende. Sen de bana
bir zarar ver!
Kan beynine sıçramıştı Kemal’in. Ani bir manevrayla yolun
sağındaki benzinliğin önündeki boş alana kırdı direksiyonu. Arabayı durdurup
aşağı indi. Arabanın önünden dolaşıp sağ tarafa geçerken Martin de sakince
kapıyı açıp çıktı dışarı. Yakın mesafeden birbirlerinin yüzüne bakıyorlardı. Kemal’in
gözlerinden kıvılcımlar çıkarken Martin tam aksine son derece sakin
görünüyordu.
- Aklından geçeni biliyorum, fakat onu bile yapamıyorsun dedi, Martin. Şimdi suratıma yumruğunu yapıştırsan bile bu seni rahatlatmayacak. Arabanın çizilen derisi eski haline dönmeyecek. Bunun yanı sıra yakıştıramayacaksın
kendine bana vurmayı. Esther’i düşüneceksin, itibarını düşüneceksin. Kuvvetli
birisin. Atacağın yumruk rahatlıkla çenemi dağıtabilir elbette. Muhtemelen canım
yanacaktır bir süre. Ama sonra unutacağım bu acıyı. Ama senin biraz gözünün
açılmasına sebep olma ihtimalim dahi beni mutlu etmeye yetecektir. Fakat sen kendine hakim olamayıp aklından geçeni yaptığın takdirde yıllarca vicdan azabı çekeceksin.
Martin konuştukça sıkılmış yumruğu yavaş yavaş gevşiyor, elleri
çözülüyordu Kemal’in. Martin, sözlerine devam etti.
- Eminim ki, şu an tek düşündüğün arabandaki ufak bir çizik! Ona kaç
para masraf edeceğini düşünüyorsun. Çok sevdiğin karını kafandan atmış onun yerine bir deri parçasını koymuşsun. Senin adına üzülüyorum dostum. Gerçekten de senin bu halin Esther Hanım’dan da vahim. Allah yardımcın olsun!
Şaşırmıştı Kemal. Uzun bir süre kendine gelemedi. Düşüncelere
dalıp dolaştı arabanın önünden, kapıyı açıp boş bir çuval gibi bıraktı kendini koltuğa. Nasıl bir adam bu? Söyledikleri hiç de yabana atılır şeyler
değil.
Kontağı çevirip çalıştırdı arabayı.
- Bak dedi, Martin. Gerçek mutluluk sevgidir. Ondan başka hiçbir şey mutlu etmez
insanı. İnsan ve hayvan sevgisinin önüne başka bir şey geçemez. Sevdiğini
göstereceksin her fırsatta. Sevginin önüne hiçbir engel koymayacaksın mutlu
olabilmen için. Sevdiğin ölçüde güçlüsün. Ne para, ne kariyer ne de lüks
arabalar, yatlar… Bunların hepsi düşündüğünün aksine zayıflatır insanı.
Kölesi olursun paranın, başarının. Gözün görmez artık bir şeyi. Çalışır, çalışırsın daha çoğuna
ulaşmak için. Öyle çalışırsın ki başka bir şey görmez gözün. Kariyer desen, o
da paranın kardeşi gibidir. Öyle bir hırs kaplar ki içini yükselmek için. Ne
kendini ne çevrendeki dostlarını fark edersin. Arabana ufak bir çizik atılması
dahi bak ne kadar üzdü seni. Hiçbir şeye değer vermemeli insan sevgiden öte. Hayat güzel, dalganı geçecek, tiye alacaksın hayatı. Ve seveceksin, her şeyi...