KATEGORİLER

17 Haziran 2021 Perşembe

SON DANS BÖLÜM 36

Koridorda ayaküstü konuşmanın konusu Esther’in hastaneden çıkış planıydı. Doktor Cevdet Bey, el kol hareketleriyle nasıl bir durumla karşılaşabileceklerini Kemal'e anlatıyordu.

- Şimdi şöyle düşünelim: Esther Hanım’ı şaşırtacak neler olabilir? Asansör, ilk göreceği şey; ama onu kısa süreliğine bekleme odası gibi algılayabilir. Gerekirse bir iki sandalye bırakırız asansör kabinine. Bu işin en kolay tarafı. Sen arabayı bodrum katındaki garaja, asansörün önüne getirirsin. Ancak trafikte onca arabayı birden görünce çok şaşıracak. Nasıl tepki verir, kestiremiyorum. Nasıl yapsak acaba, gözünü kapatsak yanlış anlayabilir. Kadın ilk kez arabaya binecek ve etrafında bir sürü motorlu araç görecek... 

- Aklıma bir şey geliyor ama işe yarar mı bilmiyorum dedi, Kemal. Şirketin havaalanından misafirleri getirdiğimiz bir minibüsü var, şoför mahalli ile arka koltuklar arasında bölme olduğundan ön tarafı göremez. Diğer bütün camlardaki kumaş perdeleri de çekersek aracın içi kapalı bir kutu haline gelir.

- Harika! Tamam öyleyse, sanırım o işimizi görecektir. Siz hemen isteyin aracı göndersinler. Martin'in yanımızda olması en büyük şansımız. Dışarıdan gelen seslerden falan huylanırsa o bir şeyler uydurur. 

Kemal şoförü aradıktan yarım saat sonra minibüs, garaj katına indirilmiş, özel konuğuna hazırlanıyordu.

Necdet, Vito marka siyah minibüsün sürgülü kapısını çekerken bütün perdelerin kapatılmak istenmesine anlam verememişti. Aracın yolcu mahallinde açılır kapanır masanın solundaki rahat koltuklardan sol tarafa Martin, onun yanına da Esther oturdu. Pencerenin perdesini aralayıp dışarı bakmasını önlemek için Martin'in onu sürekli lafa tutması plânın bir parçasıydı. Onların tam karşısındaki koltuklara oturan Cevdet Bey ve Kemal çaktırmadan Esther’i gözlerken ikisinin de gerginlikleri yüzlerinden okunuyordu.

Vito minibüs yolcularını alıp hareket eder etmez Esther irkilerek koltuğun kolçaklarını kavradı. Gözlerinde korkunun izleri belirdi. Martin ara vermeksizin konuşmaya ona bir şeyler anlatmaya devam ediyordu. Yol boyunca ikisi arasında kesintisiz devam eden sohbet, içinde bulundukları araç kırmızı ışıkta durunca kesiliyor, Esther’in şaşkın bakışları Martin’e dönüyor, Martin bir şeyler söyledikten sonra yine kaldığı yerden devam ediyordu. Kemal’in konuşmaları anlayabilmek için ağızlarından çıkacak tanıdık bir kelime arayışları hep sonuçsuz kalıyordu. Yine bir olay çıkmasın diye merakını bastırmaya, sessiz kalmaya çalışıyor, bir an önce kazasız belasız eve ulaşmanın hayalini kuruyordu.

Eve iyice yaklaşmış olmalıydılar. Esther, yanındaki genç adamı merakla dinlemeye devam ederken sonunda dayanamadı Kemal.

- Martin, nelerden bahsediyorsun sorabilir miyim?

Esther dik dik baktı, Kemal’e. Nereden çıktı bu görgüsüz adam dermişçesine bir türlü kabullenemediği adamın yaptığı kabalığı yüzüne vuran kibirli bir ifade seziliyordu yüz hatlarında.

Martin başını Kemal’e doğru çevirirken ağız dolusu bir kahkaha attı.

- Neden mi bahsediyorum? diye tekrarladı Kemal’in sorusunu. Beluga havyarlı buharda levreğin tarifini veriyordum Nora’ya.

Doktor gülmemek için kendini zor tutarken, Kemal onun gerçekten balık tarifi mi verdiğini yoksa kendisiyle dalga mı geçtiğini çözmekle meşgul olurken şoför mahallini ayıran ara bölmenin aralığından garaj kapısının kumandasını uzattı ön tarafa doğru.

- Necdet al bunu, doğrudan garaja sok arabayı.

Kimseyi beklemediği bir saatte çalan zilin sesini duyar duymaz merakla kapıya koştu Selmin. Göz deliğinden bakmaya çalışırken ışıkların sönmesiyle kimin geldiğini anlayamadı. Kim o demeye hazırlanırken bir kez daha uzun uzun zile basılınca ister istemez araladı kapıyı. Kemal Bey ve Esther Hanım dışında yanlarındaki iki adamı ilk kez görüyordu. Hemen toparlanıp açtı kapıyı sonuna kadar, neşeyle.

- Aa hanımım, hoş geldiniz, geçmiş olsun, sizi öyle merak ettim ki, şükürler olsun döndünüz.

Kemal, işaret parmağını dudaklarına götürdü.

- Sakin olun Selmin Hanım, hele bir içeri girelim.

Selmin mahcup bir şekilde öne eğdi başını. Koridorun salona açılan kapısından ürkek adımlarla içeri giren Esther, meraklı gözlerle etrafına bakınmaya başladı. Martin, işlemeli beyaz önlüğü ve firketeyle tutturduğu beyaz bir fiyonkla saçlarını süsleyen Selmin'i kapının yanına sinmiş halde görünce, yanına yaklaşıp yanağından bir makas aldı ve neşeyle ellerini havaya kaldırdı.

- Sıkma canını, bugün büyük bir gün, eveeet, Prenses Nora’nın dönüşü! diyerek bağırdı. Bütün komşulara rezil edecek bu adam bizi diye geçirdi aklından Selmin. Martin'in yaptığı harekete fena halde bozulmuştu ama sesini çıkarmadı, arkasını dönüp sertçe kapattı kapıyı.   

- Neyse, dedi Doktor, salonda Kemal’in gösterdiği koltuğa otururken. Şansımız varmış yine kolay atlattık sayılır bugünü. Selmin, Martin’in yardımıyla yatak odasını ve ebeveyn banyosundaki muslukların sıcak, soğuk ayarlarını, havlu ve çamaşırların yerlerini gösterdi Esther’e.

Salonda ne yapacağını bilmez halde dolanan Kemal’e bir şeyler söyleme ihtiyacını hisseden Cevdet Bey,

- Biraz sabırlı olmamız gerekecek Kemal Bey dedi. Bundan sonra yapılacak tek şey beklemek, sabırla beklemek… Bir süre duraksadıktan sonra devam etti. Bu arada, dediğim gibi onu yalnız bırakmamak... İsteklerini mümkün mertebe yerine getirebilirseniz adaptasyon süreci hızlanacaktır.

- Bundan hiç kuşkunuz olmasın Doktor Bey, elimizden geleni yapacağız dedi, Kemal. Üzerine aldığı görev her ne kadar basit gibi görünse de karısının kendisine karşı tavırları hâlâ gözünü korkutmaya devam ediyordu.

Saatine bakıp birden hareketlendi Doktor. 

- O zaman ben müsaadenizi istiyorum. Herhangi bir bir şey olursa ararsınız.

Doktoru yolcu etmeye hazırlanan Kemal, lâf olsun diye Selmin size bir kahve yapsaydı bari derken Esther'le bu geceyi nasıl geçireceğini kara kara düşünüyordu.

- Yok, çok sağ olun, şuradan hemen bir taksi çevirip kliniğe dönmem lâzım dedi Doktor, kararlılıkla kapıya doğru ilerledi.

Cesaretini toplayıp giremediği kendi yatak odasında Martin’in serbestçe dolaşması içini acıtıyordu Kemal’in. Diğer taraftan Selmin’e Esther’in durumunu nasıl izah edeceğine bir türlü karar veremiyordu. Karısının başına gelen bu olayı gizli tutmaya çalışırken Selmin'den bunu saklamanın mümkün olmadığının bilincindeydi. Şimdiye kadar açıkça onunla konuşmadığına pişman olmuştu. Gözleri masaya fırlattığı klasörü aradı. Selmin'in salonu toplarken bir yerlere koymuş olabileceğini düşündü. Etrafına baktı, evet, büfenin altındaki konsolun üst rafındaydı. Bugünkü toplantıya katılmamıştı. Feridun Bey bu tür önemli toplantıları kaçırmazdı. Kemal'in gelmediğini öğrenince çıldırmış olmalıydı. Kendine hiç yakıştıramadığı bir şey yapmış, gelemeyeceğini bile haber vermemişti. En azından sekreteri arayıp toplantıya katılamayacağını söyleseydi keşke. Kim bilir kaç kez aramışlardı? Telefonu sessize aldığı için kimin kaç kez aradığını bilmiyordu. Cebinden telefonu çıkarıp arayanlara bakmak üzereydi ki, Esther ve Martin’i yatak odasında yalnız bırakan Selmin dışarı çıkıp yanına geldi.

- Kemal Bey, neyi var Esther hanımın, bana daha önce hiç görmemiş gibi bakıyor. Dediklerimi de anlamıyor, sadece o tuhaf adamla konuşuyor.

Neler olduğuna anlam veremiyor, meraktan çatlıyordu Selmin. Başını öne eğip tereddütle kekeledi.

- Beni affedin Kemal Bey ama Esther Hanım'dan şey, yani kor..korkmaya başladım. Şu halime bakın dedi, titreyen ellerini gösterdi.

- Tamam, tamam, dedi Kemal. Gel otur şuraya. Çalışma masasının önündeki sandalyelerden birini gösterdi. Sana anlatmam gereken bazı şeyler var fakat bunlar aramızda kalacak, anlaştık mı? Esther Hanım, ciddi bir rahatsızlık geçiriyor, geçmişini hatırlamakta zorluk çekiyor, tabii bu geçici bir durum. Duraksadı bir süre. Problemin anlattığı gibi olmadığını düşündü. Belki de geçmişinden başka bir şey hatırlamıyor demesi daha doğruydu. Hangi geçmişi? Jale'ye göre önceki hayatına ait geçmişini gayet iyi hatırlıyordu. Ağzından çıkacak sözcükler zihninde birbirinin içine girmişti. Düzelterek daha fazla kafasını karıştırmak istemedi kadının. Kaldığı yerden devam etmesi daha iyi olacaktı. Bir süreliğine ona Esther Hanım diye hitap etmemeye çalış, dedi. Kendisine Matmazel Nora ya da Prenses Nora denilmesini istiyor. Sıra en zor yere gelmişti. Yutkundu, bunu nasıl anlatacaktı şimdi, öksürdü, tıksırdı, zaman kazanmaya çalıştı fazla zamanı olmadığını bildiği halde. Evet, maalesef dedi, durum bu. Esasen kendini orta çağda yaşayan bir prenses zannediyor!

Selmin şaşırarak gözlerini açtı.

- Ne diyorsunuz siz Kemal Bey? Hiç böyle bir şey mümkün olabilir mi?

- Bilmiyorum, işte dedi, içini çekerek. Az önce ayrılan yaşlı adam Esther Hanım’ın doktoru Profesör Cevdet Bey bile bu işin içinden çıkamıyor. Söylediği, sadece sabır etmemiz ve hanımının dediklerini mümkün olduğu kadar yerine getirmemiz.

- İyileşecek değil mi Kemal Bey, hep böyle kalmayacak Esther Hanım değil mi? diye sordu heyecanla.

Kemal’in yüzüne yansıyan sıkıntılı halinden durumun vahameti okunuyordu. Ne var ki ümitsizliğe kapılmak işleri daha da zora sokacaktı. Moral, Esther’e kavuşmanın tek yoluydu ve bunda en büyük rolü Martin üstlenmişti.

- Elbette iyileşecek dedi, Kemal, ciddi görünmeye çalışarak. Sadece seni değil, beni bile tanımıyor, tanımamasından geçtim, ilk gördüğünde onu kaçırdığımı sanıp üzerime bile yürümüştü. Ama şimdi o tepkileri vermiyor. Artık bu duruma bile seviniyorum.

- Peki, yabancı bir dille konuşuyor benim anlamadığım, nasıl anlaşacağız, siz yine Almanca biliyorsunuz ama ben… derken sözünü kesti Kemal.

- O da ayrı bir sorun. Ben de anlamıyorum söylediklerini. Çünkü konuştuğu dil Almanca değil. Esther’in yanındaki adamın adı Martin, kendisi Macar. Esther onun dilini konuşuyor sadece. Ha, bir de Doktor Cevdet Beyin Almanca konuşmasını da biraz anlıyormuş her nasıl oluyorsa. Onu da bugün gelmeden önce söyledi doktor. Şimdiden söyleyeyim, Martin, Esther iyileşene kadar bir süreliğine bize yardımcı olacak. Durdu, başını kaşıdı suratını asarak. Bir an aklı başka taraflara kaydı. Dediğim gibi antika bir adam Martin, dedi. Arabasına attığı çiziği düşündü, canı yanmıyordu artık, hatta komik buluyordu, gülümsedi. Ayrıca, dedi. Çok komik. Bu yüzden özellikle söylüyorum sana, ciddiye alınacak biri değil bu adam. Gülüp geçeceksin lâflarına, yaptıklarına. Selmin gibi ciddi bir kadının, Martin’in en ufak kabalığını affetmeyeceğini, çekip gideceğini iyi biliyordu Kemal ve asla onu kaybetmek istemiyordu.

- Burada mı kalacak o bahsettiğiniz kişi? diye sordu Selmin. Esther’in korkusundan sonra Martin’in korkusu sarmıştı şimdi de.

- Hayır, seninle aynı saatte gelip aynı saatte gidecek. Aslında büyük bir otelin şefi kendisi, evli ve bir de çocuğu var.

Selmin, Martin’in Esther’le geceyi geçirmeyecek olmasına sevinirken evli olduğunu duyunca daha da rahatlamış oldu. Kemal ise tam aksine Esther'in bu haliyle yalnız başına kalacağı geceleri düşündükçe geriliyordu.

Devam edecek



16 Haziran 2021 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ 95

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 95. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu da sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi. Bu hafta sevgili Deep bizi ülke ülke dolaştıracağa benzer. Konumuz şöyle: 

"Hangi ülkeleri kendinize yakın hissediyorsunuz veya seviyorsunuz? Hangi ülkelerin filmlerini, müziklerini, dizilerini, kitaplarını kendinize yakın hissediyorsunuz veya seviyorsunuz?"

İnsanın köklerinin olduğu yerle duygusal bir bağ oluşuyor sanırım. En azından benim açımdan durum böyle. Politik sorunlar, ülkeler arasındaki husumet, dini bakımdan farklılıklar bir tarafa kendimi en yakın hissettiğim ve sevgi beslediğim ülke Yunanistan. Tek nedeni atalarımın orada yaşamış olmaları değil elbette. Her ülke insanı arasında iyisi kötüsü vardır mutlaka. Ama genel olarak Akdeniz insanını kendime yakın hissederim. Müziği, tarihi, misafirperverliği, dilinin kulağımda oluşturduğu hoş tınıyı severim. Ne var ki, her sene niyet edip göremedim bu sevdiğim ülkenin topraklarını, orada yaşayan insanları, tavernalarını, uzosunu, müziğinin coşturan ezgilerini. Ölmeden önce görmek istediğim ülkelerin başında geliyor Yunanistan. 

Yönetim bakımından elbette insani gelişme endeksi ve gelirde adalet bakımından ilk sıralarda yer alan İskandinav ülkelerini, İzlanda ve Benelüks ülkelerini severim. Başta Avusturya olmak üzere Orta Avrupa ve Balkan ülkeleri, özellikle tarihi zenginlikleri olmak üzere hoşlandıklarım arasında. Bana hitap etmeyen ülkeler genel olarak Asya ve Afrika kıtasında. ABD de bana cazip gelmiyor, Kanada da. Gerek kültür gerekse tarih bakımından ilginç bulsam da kendime yakın bulmam. Amerika kıtasında sadece Küba'yı severim. Orta Doğu ve Arap ülkelerindeki yaşam biçimi hiç hoşuma gitmez. Belki kültürel açıdan İran'ı ayrı tutabilirim. 

Dizi ve Film konusunda çok fazla birikime sahip değilim. Kaliteli film hangi ülkeden olursa olsun izleyebilirim. Sıradan Hint ve İran filmlerinden hoşlanmam, Uzak Doğu filmleri de ilgi alanıma girmez. Müzik konusunda yine Yunan müziğini de içine alan Balkan müziklerini severim. Klasik batı müziğinin ana vatanı Avrupa ülkelerini kendime yakın hissederim. Ülkelerini sevmesem de Arap müziğini severim. Bir de tangonun ana vatanı Arjantin, Latin Amerika ve İtalyan müziklerinin kalbimde yeri ayrıdır. Elbette dilinden ötürü Fransa, müzik bakımından yine gönül telimi titretenler arasında. Amerika'nın folk ve blues müziğini de severim.  

Kitap konusunda Rus klasikleri, İngiliz ve Fransız edebiyatı hoşlandıklarım arasında başı çeker. Amerikalı yazarların kitaplarını da severek okurum. Aslında kitap konusunda şu ülke yazarını tercih ederim diye bir şey söylemem zor. Yazarın ülkesi okuyacağım kitap konusunda tercih nedenim olmaz pek. 

11 Haziran 2021 Cuma

SON DANS BÖLÜM 35

Bilgisayarına dokunur dokunmaz ekranın aydınlanmasına şaşırdı. Hiç açık bırakmazdı bilgisayarını. Karşısında kendisine ait olmayan bir sayfa açılmıştı. Selmin evdeki özel eşyalara hayatta dokunmazdı. O zaman Esther’in işi olmalıydı bu. Ekrandaki Youtube videosunun altında Indila - Derniére Danse yazıyordu. Kulaklığını takıp play düğmesine bastı. Muhteşem bir müziğin eşliğinde dinlediği şarkının Fransızca sözlerini anlamasa da büyülenmesine yetmişti. Esther’in evden çıkmadan önce dinlemiş olduğu son şarkıydı. Birkaç kez birbiri ardına dinledi Esther’i düşünürken. Fransızca sözlükten şarkının adının ne anlama geldiğine baktı. Derniére Danse, evet Son Dans’tı bu güzel şarkının adı. Sözlerini merak etti.                  

Oh ma douce souffrance” diye başlayan şarkının ilk sözlerine kendince en yakın Türkçe karşılık aradı. “Ah benim uysal kederim”

Pourquoi s'acharner tu r'commence – “Neden yine benimle uğraşıyorsun?”

Je ne suis qu'un être sans importance – “Onsuz, ben bir hiçim”

Şarkının bütün sözlerinin anlamını öğrendikten sonra sesi sonuna kadar açıp dinledi bir kez daha.

Pour oublier ma peine immense – “Büyük acımı unutmak için,”

Je veux m'enfuir, que tout recommence – “Kaçmak istiyorum, her şey yeniden başlasın diye”

Defalarca dinledi ve şarkının her satırına her sözüne bir anlam yükledi. Dinledikçe Esther’i düşündü. Belki de özellikle açık bırakmıştı Esther, görmeyen gözleri görsün, duymayan kulakları işitsin diye. Ama yine anlamazdı eğer Martin çizmeseydi arabasını, çıkartmasaydı at gözlüklerini gözünden.

Sans toi ma vie n'est qu'un décor qui brille, vide de sens – “Sensiz hayat benim için anlamsız, parıltılı bir dekordan başka bir şey değil”

“Gece gündüz gökyüzünde dolaşıyor, rüzgâr ve yağmurla dans ediyorum”

“İstediğim tek şey biraz aşk, tatlı bir dokunuş”

“Ve son bir dans …”

Gözlerinden yağmur gibi yaşlar boşalıyordu. Onca zaman geçmişti dans etmeyeli. Ne kitap okuyacak zaman, ne tiyatro, ne konser, ne sergi… Hem kendine yazık etmişti hem de Esther’i bu duruma getirmişti. Kalktı bilgisayarın başından. Ne maillerine bakacak hal kalmıştı, ne de içinden gelen en ufak bir istek. Salonun ortasına doğru yürüdü, ellerini kaldırdı havaya, kaderine isyan edercesine, gözlerini yumdu, avazı çıktığı kadar haykırarak tekrarladı şarkının dizelerini:

Oh ma douce souffrance

“Ah benim uysal kederim”  Benim sessiz acılarım. Esther geldi gözlerinin önüne, acılar gecenin sessizliğini yırtıyordu, çığlık çığlığa bağırıyor, çektiği ıstırabı hırçın bir volkan gibi gökyüzüne kusuyordu. “Ah benim kör gözlerim” diye bağırdı komşuların duymasına hiç aldırmadan.

***

Ayhan eve adımını atar atmaz Jale’nin çenesi düşmüştü. Sabah Selma’ya uğradığından başlayarak Kemal’in onları alıp hep birlikte önce doktora, oradan Esther’in yattığı hastaneye gittiklerinden, Esther Ablasının el ve ayaklarındaki bantların çıkarıldığından bahsetmiş, Martin’in komikliklerini ballandıra ballandıra anlatmıştı. Yemekleri bitene dek bütün olan biteni en ince ayrıntısına varıncaya kadar heyecan içinde paylaşmıştı kocasıyla.

Salonda televizyonun karşısına geçip çaylarını yudumlamaya başladıkları esnada Jale'nin gergin hali gözünden kaçmamıştı Ayhan'ın.

- Eline sağlık hayatım, yemekler nefisti.

- Afiyet olsun. Benimle dalga mı geçiyorsun, yemek yapacak zamanım mı vardı sanki? Kemal Bey, sen gelmeden bir saat önce bıraktı eve beni. Yemeklerin hepsini dışarıdan söyledim dedi Jale, umursamaz bir tavır içinde. Kafasında henüz anlatamadığı bir şeyler dolaşıyordu sanki.

- Canını sıkan bir şey mi oldu? diye sordu Ayhan.

- Esther Abla’nın durumunu düşünüyorum dedi, Jale. Çayını tazelemek için Ayhan’ın boş bardağını aldı elinden.       

- Eee, bak yarın taburcu oluyormuş, bu sevindirici değil mi?

Mutfaktan çıkıp çay bardağını koltukta oturan Kemal'in eline verdi.

- Esther Abla için sevindim tabii ama Doktor Cevdet Bey’in söyledikleri canımı sıktı. Güya reenkarnasyon diye bir şey söz konusu değilmiş, efendim o sadece bir inanç meselesiymiş, bilimsel açıklaması yokmuş. Peki, bilimi ikna etmek için daha ne yapmak lâzım? Kadın çatır çatır Macarca konuşuyor, dün Prenses Nora olduğunu söyledi Sophia’ya. Aynı şeyi bugün Martin’e tekrarladı. Üstelik ne ana dili olan Almanca konuşuyor ne de Türkçe olarak tek kelime çıkıyor ağzından. Tam Doktor Cevdet Beye rüyamdan bahsedip önceki hayatımda Vatikan’da rahibe olduğum ve senin de buna şahitlik ettiğin önceki hayatımı anlatacaktım, sert bir dirsek darbesiyle susturdu beni Selma.

Üstünü sıyırıp karnını gösterdi Ayhan’a.

- Bak hala acısı geçmedi.

Ayhan yerinden kalkıp karısının yanına geldi. Yüzünde beliren muzip bir gülümsemeyle,

- Aç, aç biraz daha, öpeyim de geçsin bir tanem. 

Jale kocasının kafasına eliyle vurdu hafifçe.

- Ya git, sen de dalga geçiyorsun benimle.

- Hiç yapar mıyım hayatım. Bence de Esther Hanım reenkarnasyon denilen olayın gerçek kanıtı. Fakat önemli olan onun bir an önce şimdiki hayatına dönmesi.

- Biliyor musun Ayhan? Jale, kocasına önemli bir sır verecekmiş gibi sesini alçalttı. Esther Abla’nın zaten psikolojik sorunları varmış daha önceden. Başına gelen bu durumu ona bağlıyor doktorlar.

- Nasıl yani? Halbuki dışarıdan gayet mutlu bir çift gibi görünüyorlardı. Parasal yönden ya da başka bir şeyden yana sıkıntıları olduğunu sanmıyorum.

- Belki de vardır, kim bilir?

Jale, gözlerini indirip bir şeylerden şüphelendiğini hissettirdi.

- Ne olabilir ki? Sen bir şeyler biliyorsun galiba dedi Ayhan, merakla.

- Geçenlerde evlerindeki yemeği hatırla, hani Kemal’e yüklenmişti Hasan o akşam. Gerçi kafası iyi olmasa cüret edemezdi buna ama. İçkiyle beraber şakaya vurup ağabeyinin işkolikliğinden dem vurmuştu.

- Evet, hatırladım şimdi. Hatta lâfın arasında “Ağabeyim gibi olma, eşine zaman ayır” deyip bana da nasihat vermeye kalkmıştı. Ellerini açıp Jale’ye baktı, Ayhan. Eee, ne var şimdi bunda?

Jale kocasının tepkisine şaşırmıştı.

- İşte olay bu, sen hâlâ bir şey anlamadıysan Hasan’ın söylediği gibi Kemal’in yolundasın demek dedi, suratını asarak.

Anlam veremedi karısının bu tepkisine Ayhan. Bütün kadınlar böyleydi işte. Bir şeye kafayı takarlar, sonra adama bulmaca çözdürürler.

- Ya ne oluyor, niye suratını astın şimdi, ben bir şey anlamadım.

Ayhan’ın anlama kabiliyetinden yoksun olmasına kızmıştı, Jale. Sesini yükseltti, 

- Ayhan ne var bunda anlaşılmayacak. Esther Abla yalnız, yalnııız! Kemal Bey işinden başka bir şey düşünmüyor, tamam bok gibi paraları var, her şeye güçleri yeter ama birlikte paylaştıkları hiçbir şey kalmamış aralarında. Kadını sonunda ruh hastası etti şimdi ne yapacağım diye çırpınıyor. Ah şu erkek milleti, hepiniz aynısınız.

- Tamam, tamam, şimdi anladım. Ama ben o dediğin erkeklerden değilim değil mi? Karısının boynuna dolanıp gönlünü almaya çalıştı.

Jale kocası tarafından şımartılmasından hoşlanmıştı. Kocasının kedi gibi sırnaşması onu memnun ediyordu.

- Evet, değilsin. Sonra birden itti kocasını üzerinden. Şimdilik değilsin ama şunu bil ki ben Esther Abla gibi sakin biri değilim ona göre ayağını denk al.

Tatsızlık olmasın diye sesini çıkarmadı Ayhan. Ancak karısının şimdiye kadar devamlı kendi yaptıklarından, düşüncelerinden bahsederken bir kere olsun kendisine “Peki, ya senin nasıl geçti günün?” diye sormayı akıl etmediğini de düşünmeden edemedi.

 ***

Martin’le odaya girdiklerinde gördüğü manzara şaşırtmıştı Kemal’i. Cevdet Bey, Esther’in yanına gideceğinden hiç bahsetmemişti kendisine. Karşılıklı oturmuş derin bir sohbete dalmışlardı. Karşısında Kemal'i görünce toparlandı birden Doktor.

- Doktor Bey, sizin Macarca konuştuğunuzu bilmiyordum doğrusu.

Doktor gülümseyerek,

- Haklısınız yanılmakta dedi. Macarca konuştuğumuzu sandınız tabii. Oysa ben Almanca bir şeyler anlatmaya çalışıyordum. Esther'in yüzündeki ifadeden sanki söylediklerimi biraz anlıyormuş gibi geldi. Sanırım Macar diliydi, evet Macarca birkaç cevap da verdi ama tabii ki ben anlamadım hiçbirini.

Martin hemen Esther’in yanına gidip meşhur reveransını yaptıktan sonra nazikçe elinden öptü.

- Matmazel... Saygıyla bir kez daha eğildi önünde.

Kendisine gösterilen bu saygıdan son derece memnun görünen Esther, başını kaldırdığında Kemal’le göz göze geldi ve o anda yüzündeki gülümseme bıçak gibi kesildi ama sesini çıkarmadı. Martin’le tanıştırılmayı bekleyen Doktor daha fazla dayanamadı. Uzattı elini Martin’e,

- Doktor Cevdet Saran, Esther Hanım’ın doktoruyum, dedi. Martin doktorun elini sıkıca kavradıktan sonra,

- Sizi tanıdığıma memnun oldum Doktor, ben de Şef Martin Sándors, Prenses Nora’nın dadısıyım dedi. Esther dahil hepsi güldüler Martin’in cevabına.

- Şimdi, dedi Doktor. Martin hastayı biraz hazırlasın. Yani biliyorsunuz yeni göreceği şeyler onda şok yaratmamalı. Dışarı çıkınca nasıl bir tepki vereceğini bilemeyiz. Sanırım bu işin üstesinden gelir kendisi. Martin’e döndü.

- Ne dersin Martin?

- Ayıp ettin doktor, ben şimdi Prensesle konuşur, onu en uygun şekilde dış dünyaya hazırlarım. Değil eve, Marsa götürseniz bile gıkını çıkarmaz. Ama onunla konuşmam için için bana bir saat kadar zaman vermeniz lâzım.

- Hadi biz de çıkıp neyi nasıl yapacağımıza karar verelim Kemal Bey dedi, Doktor.

Martin’i içeride Esther’le birlikte yalnız bıraktılar.

Devam edecek.



10 Haziran 2021 Perşembe

SEDAT ABİ

Bankadan parayı çekip eşimle birlikte tapunun yolunu tuttuk. İnternet bağlantısı mı yokmuş, bilgi işlem merkezinde hatadan mı kaynaklanmış bilmiyorum, satış gerçekleşmedi. Çantaya doldurduğumuz 30 deste iki yüzlükle evimize dönmek zorunda kaldık. Bizim için büyük para tabii. Tam o sırada kızım yemeğe çağırdı. O günün telaşıyla eşim yemek hazırlamamıştı. Yanımızda taşımanın daha büyük risk olduğunu düşünüp çantayı yatağın altına sakladık ve kapıyı iki kez kilitleyip evden ayrıldık.

İki saat olmamıştı eve döndüğümüzde. Kapı açıktı, yüreğim ağzıma geldi. Hemen koşup yatağın altına baktım. Çantanın yerinde yeller esiyor. Eyvah dedim eşime, para gitmiş. Eşim çığlığı bastı, "Aman Allah'ım mahvolduk, iyice baktın mı?" diye sordu. Yatağın altındaki eşyaları telaşla yere attık ama çanta ortada yoktu. Karşı komşu sesleri duyunca kapıya çıktı. "Hırsız girmiş eve, zararımız büyük" dedim çaresizlik içinde. Yaşlı bir teyzeydi, şaşkın gözlerle acıyarak baktı yüzüme. "Polise haber verdiniz mi?" diye sordu. "Ne polisi dedim, daha yeni geldik eve." 

"Gelsin polis, parmak izine falan bakar, belki bulurlar izini." dedi Neriman Teyze. Karakol iki sokak ötedeydi. Hemen koşup yanlarına gittim. Danışmadaki polis beni birkaç polisin oturduğu geniş bir odaya gönderdi. Olayı anlattım, bir kağıda yaz bunları altını imzala dedi polisin biri. Dediğini yaptım. "Bitti mi, hepsi bu kadar mı?" diye sordum. "Evet, şimdi bekleyeceğiz bakalım, belki ortaya çıkar." derken müstehzi gülümsemesi beni çılgına çevirdi. Bekleyince nasıl ortaya çıkabilir diyecek oldum ama devlet memuruna hakaret gerekçesiyle haklı pozisyonumu aleyhime çevirmemek için susmamın doğru olacağına karar verdim. Eve döndüğümde eşim kriz geçiriyordu.

Bir saat sonra üç polis geldi. Evde keşif yaptılar. "Kapıyı açık bulduğunuza göre kapıdan girmiş olmalılar." dedi genç olanı. Zekasına hayran kaldığımı söylemek çok isterdim ama yanlış anlaşılmaktan korktum. Kuruma benzer kara bir tozla kapı kollarını buladılar, fırçalayarak güya parmak izi aradılar. 

Ertesi sabah emlakçıya durumu bildirdik. Dedik durum böyle böyle, para gitti. Eşim durup beklemekle olmaz git şu karakola takip et, ne yapmışlar ne etmişler bir ilgilen diye söyleniyordu. Atı alan Üsküdar'ı geçmişti. Polisin hırsızı bulacağına dair en ufak bir ümit kırıntısı yoktu bende. Ama yine eşimin dediğini yapıp çıkıp gittim arka sokaktaki karakola. Danışmaya selam çakıp doğruca önceden ifade verdiğim odaya yöneldim. İfademi alan genç polis masanın önündeki iki sandalyeden birine oturmamı işaret etti. Merakla "Bir gelişme var mı?" diye sordum. "Çay içer misin?" dedi. Baktım ki adam bir şeyler anlatacak, çay sevmediğim halde peki dedim. "Bak dostum" dedi. "Bunlar çete, hepsinin kaydı var bizde. Bu ne bir ilk ne de son olacak. Sana tavsiyem anlaşmaya bak. Yoksa bizim sana pek yardımımız dokunmaz. Adamı yakalar, savcılığa teslim ederiz, iki saat sonra arka kapıdan çıkarlar." Şaşırmıştım. Bir polis yanındaki arkadaşlarının önünde bir hırsız çetesiyle anlaşmamı öneriyordu! 

İsyan ettim tabii. "Ya olur mu böyle şey, bunu bana nasıl teklif edersiniz." diyecek oldum. Hatta daha ileri gidip "Bu sizin göreviniz, bunun için vergilerimizle sizin maaşınız ödeniyor." diyecektim ki hemen kendimi toparladım. Zaman kötüydü, bir tatsızlık çıkması işime gelmeyecekti, ne de olsa ellerine düşmüştüm. Niyetli olduğumdan değil ama sadece meraktan "Peki nasıl anlaşacağız bu çeteyle?" diye sordum. "Sana numarasını veririm arkadaşın, genelde paranın yarısını alırlar ama ben sana yüzde otuza getiririm. E, bizim buradaki arkadaşlara da bir çorbalık atarsın artık." dedi. Kulaklarıma inanamıyordum. Çayımı bitirip yardımları için teşekkür ettim polislere. Eve dönüp eşime anlattım durumu. Eşim yine sinir krizi geçirmeye başladı, "Gitti bütün paramız gitti." diyerek gözyaşı döküyor. "Git" dedi, "Git en tepedekine Valiye anlat durumu. "Burası muz cumhuriyeti mi?"

"Ya," dedim. "Şimdi koca Vali bu iş için benimle görüşmeyi kabul eder mi?" Eşim kızdı bana. "Senin elinden de bir iş gelmez zaten." dedi. "Git, parti il başkanına, durumu anlat, o senin için Vali'den randevu alır." Hayatımda bir parti binasına adım atmayan ben, mecburen parti il başkanlığının yolunu tuttum. Doğrusu çok güzel karşıladılar, çay falan ikram ettiler. Ayıp olmasın diye içtim çaylarını. Kırk kırk beş yaşlarında ablak yüzlü bir adamı gösterdiler. "Memduh Bey size yardımcı olacak." dediler. Adama baktım bir şeye benzetemedim. Boşa zaman harcadığımı düşünerek içten içe beni buraya gönderen eşime kızıyordum. Memduh Bey, telefonla birine talimat verircesine konuşurken beni görünce işaret parmağını kaldırıp bir dakika müsaade istedi benden. Süt dökmüş kedi gibi usulca, biraz da çekinerek masasının önündeki sandalyeye çöktüm. En azından bir çeyrek saat konuşmasını bitirmesini beklerken önümdeki sehpaya bir çay daha bıraktılar. İl binası iş takipçileriyle hınca hınç doluydu. Herkes işini görmek için telaşla parti görevlilerine dertlerini anlatıyordu. Sonunda telefon konuşması bitti Memduh Bey'in. "Hah, tamam çayın gelmiş, evet söyle bakalım, nasıl yardımcı olalım sana?" diye sordu. Adamın özgüveni karşısında hayli şaşırmıştım. Sanki halledemeyeceği bir iş yokmuş gibi konuşuyordu. Karşısında ezildim desem yeridir. "Valiyle görüşmek istiyorum, bir maruzatımı ileteceğim." 

"Peki," dedi. "Recep Bey bizden, hemen arayıp görüşmeni sağlarım." Bir kez daha şaşırmıştım. Derdim nedir, Valiyle ne işim olabilir diye sormamıştı bile. Telefonda numarayı tuşlarken bana boş bir kağıt uzatıp adını soyadını yaz buraya." dedi. "Sayın Valim, yanına bir partilimizi gönderiyorum, seninle ufak bir işi varmış, yardımcı oluver." dedi ve adımı, soyadımı verdikten sonra dönüp "Şimdi hemen git Vali Beyin yanına, toplantıya girmeden önce seninle görüşecek." dedi. Gözlerimi açtım, sormak, emin olmak istedim. "Hemen, şimdi mi?" 

"Tabi tabi hemen git adamı bekletme, selamımı söylersin, işini halledecek senin." Eşime zekasından dolayı hayranlığım bir kat daha artmıştı. Doğru ya, her işin bir yolu yordamı vardı. Lâkin konuştuğum adamın adını unutmuştum. Yeniden sormaya utanıyordum ama beni bu utançtan yine kendisi kurtardı. "Memduh Bey, sizi aramış dersin." dedi. Rahat bir nefes aldım. İl binasından çıkıp bir taksiye atladım. Trafik berbat, hava cehennem gibi yanıyordu. Şoföre Valiyle randevum olduğunu söyledim biraz acele etsin diye. Ne var ki adamcağızın yapacağı pek bir şey yoktu. 

Kan ter içinde merdivenleri tırmanıp makama geldim. Vali beni kapıda karşıladı ve içeri aldı. Bir kez daha şaşırmıştım. Gel dedi, masasına değil de geniş odasının ortasındaki koltuklardan birine oturmamı istedi. Kapıda beliren odacıya bize iki çay getir dedi. Karşıma oturup söyle bakalım evlâdım, nedir sıkıntın dedi, babacan tavrıyla. Gördüğüm ilgiden ne diyeceğimi unutmuştum. Derin bir nefes alıp kendime geldim. "Efendim soyulduk, evimize hırsız girdi." dedim. "Sahi mi, geçmiş olsun." dedi, kaşlarını kaldırıp gözlerini açarak. "Ancak efendim daha önemlisi, karakola gittiğimde polisler bunu bir çetenin yaptığını ve onlarla anlaşırsak çaldıkları paranın bir kısmını kurtarabileceğimi söyledi." dedim. Bunu nasıl söyleyebildiğime inanamıyordum. Ama söylemesem basit bir hırsızlık olayını Vali'ye niye getiriyorsun diye kızacağını düşünmüştüm. Vali kaşlarını çattı. "Olamaz böyle bir şey, ben göreve geldiğim tarihten bu yana il sınırları içinde hiçbir hırsızlık vakasıyla karşılaşılmadı. Herkes huzur ve güven içinde. Avrupa'nın en refah vilayetiyiz. Eskiden her taraf çöplüktü. Bak şimdi her yer yüksek korumalı gökdelen." dedi. Bozulmuştum. Odacı çayları getirip önümüze koydu. Ne diyeceğimi bilemiyordum. "Ne yani yalan mı söylüyorum?" diyemedim. Koca Vali yalan mı söyleyecekti. Ama benim param çalınmıştı. "İyice aradınız mı evi, bir yerlere koymayasınız, evden biri almış olmasın yanlışlıkla," dedi. "Yok efendim, iyice aradık, para mara yok evde." dedim. "Neyse," dedi, "Hiç kuşkun olmasın, eğer bir hırsızlık olayı varsa güvenlik güçlerimiz gerekeni yapacaktır." dedi. Çayımızdan birer yudum çektik birlikte. "Ben şimdi Süleyman Bey'i arıyorum, sen hemen git onun yanına, işini halletsin, hani sanmıyorum ama eğer yine de dediğin gibi bir hırsızlık olayı varsa o ortaya çıkarır." dedi. "Süleyman Bey?" dedim, kim o dercesine. "Yahu nasıl tanımazsın, İl Emniyet Müdürümüz Süleyman Bey'i. Onun uçan kuştan haberi vardır. Şıp diye bulur paranı kimin çaldığını." Çayından bir yudum daha aldı. Ben aptallaşmış bir halde, çayı unutmuş onu dinliyordum. Dudaklarım titreyerek "Gerçekten mi?" diye bir soru çıktı ağzımdan. Vali birden ayağa kalktı. "Ne demek gerçekten mi, ben bu ilin Valisiyim, yalan mı söyleyeceğim sana. Hadi hemen git Süleyman Beyin yanına." dedi. Beni kovuyor mu, yardımcı mı oluyor anlamadım ama bayağı sarsılmış, moralim bozulmuştu. Bu arada polislerin çetelerle birlikte çalıştığı konusunun nasıl olduysa lâfın arasında kaynadığını fark ettim. 

Bu işten bir şey çıkacağı yok, işin ucunu bırakıp eve dönmeliyim diye geçirdim aklımdan. Eşim geldi gözümün önüne, vazgeçtim. Başladığım işi bitirmeliydim. Valiliğin önünden bir taksi çevirdim. "Emniyet Müdürlüğüne" dedim. Yarım saat sonra İl Emniyet Müdürlüğünün basamaklarını çıkıyordum. Kapıdaki polis memurlarına Süleyman Bey'le randevum var dedim. Asık suratlı polis memuru kimliğimi istedi. Çıkarıp verdim. Polis bir yere telefon etti ve ismimi verdikten sonra "Peki, geçin ikinci kata çıkacaksınız." dedi. Emniyet Müdürünün özel kaleminin odasına vardım, görevli, Müdürün toplantıda olduğunu ve oturup beklememi istedi. Makamın bulunduğu oda kapısı açılıp kapanıyor, odacılar ellerinde bir sürü dosyalarla içeri girip çıkıyorlardı. Beklerken siyah gözlüklü, takım elbiseli mafya reisi kılıklı bir adam ve yanında iki koruması çıktı. Televizyonda buna benzer adamları görüyordum izlediğim dizilerden. Beklemekten uykum gelmişti. Bir saattir içeriye kabul edilmemi bekliyordum. Sonunda sekreter olduğunu düşündüğüm hoş bir hanım, "Buyurun, Süleyman Bey sizi bekliyor ama fazla meşgul etmeyin beyefendiyi." dedi. "Peki, teşekkür ederim." deyip kılık kıyafetime çeki düzen verdim ve kapıyı vurdum. İçimi yine bir heyecan dalgası sarmıştı. Müdür, makamında oturmuş, önündeki evrakları imzalıyordu. Muhtemelen içeri girdiğimin farkında bile değildi. Hafifçe öksürüp kendimi belli ettim. Başını kaldırdı. "Ha, geç otur." dedi. Karşısındaki koltuklardan birine oturdum. "Efendim, Recep Bey..." demeye kalmadı, sözümü kesti. "Evet, evet biliyorum, söyle nedir derdin?" dedi. Geldiğime geleceğime pişman olmuştum. Buradan sağ salim çıkabilirsem kendimi şanslı sayacaktım. "Efendim, sağlığınız." dedim farkında olmadan, nezaket gösterdiğimi sanarak. 

Birden yerinden fırladı, Süleyman Bey. "Ne diyorsun be adam, sağlığım senin niye derdin olsun?" Altıma yapıyordum çıplak kafalı müdürün hiddetli tavrından. Kekeleyerek "Estağfurullah efendim, sağlığınıza duacıyım demek istedim." dedim. Koltuğuna oturup ellerini havaya kaldırdı. "Sinirlerim tepemde zaten, bir de seninle uğraşmayayım şimdi" dedi. Yüzüm kıpkırmızı olmuş, şakaklarımdan boncuk boncuk terler süzülüyordu. Çok yanlış bir zaman seçmiştim. Emniyet Müdürü, "Gördün mü?" diye sordu, burnundan soluyarak. "Neyi efendim?" dedim. "Az önce odamdan çıkanı. Sedat denen o şerefsiz mafya bozuntusu" dedi. Hiçbir şey anlamamıştım. Cevap vermezsem hırsını benden alacaktı. "Gördüm, efendim." dedim, sinerek. "Kalkmış beni tehdit ediyor." dedi. "Sedat Bey mi?" diye sordum. Bana bir bağırdı ki, pencerenin camları titredi. "Ne beyi, ne beyi dedi. Artistlik yapıyor bana, bacaklarını kıracağım deyyusun." dedi. "Efendim, haddim olmayarak, mahkemeye verseniz şu Sedat deyyusunu. Size bu saygısızlığı nasıl yapar?" Elini masaya vurdu. Gözlerimin içine bakarak, "Sen neden bahsediyorsun, mahkemeye versen ne olacak, memlekette adalet mi var? Adalet olsa ne işimiz var bu mafya bozuntularıyla." dedi. Çay söylememişti, çayı sevmediğim için bu durum hoşuma gitmişti aslında ama benim meseleye de henüz sıra gelmemişti. Hatta baktım ki Süleyman Beyin derdi benimkini katlamış bir anlığına teşekkür edip yanından ayrılmayı dahi düşündüm. Neyse ki konuyu o açtı. "Beni Valiye şikayet etmişsin." dedi. Elim ayağıma dolaştı, ne söyleyeceğimi bilemedim bir an. "Estağfurullah efendim," dedim. "Hiç öyle şey yapar mıyım? Şikayetim, bizim karakolun polisleriyle ilgili." Yerinden sıçradı yine. Saçı olsa başını yolacaktı. Elini başına götürürken bir saç teli aradı yolmak için ama bulamadı. Bu durum onun daha çok sinirlenmesine yol açtı. "Sen beni aptal mı sanıyorsun? O polisler kime bağlı? Ha onları şikayet etmişsin ha beni." Tamam oğlum, dedim kendi kendime şimdi hapı yuttun. Buradan zor çıkarsın. Adam yerinde duramıyor. "Yok efendim, hiç olur mu öyle şey, beni yanlış anladınız." Eliyle kapıyı işaret etti. "Git dışarıda durumunu anlatan bir dilekçe yaz. Adını soyadını, hangi evi alacağınızı, hangi bankadan parayı çektiğinizi, hangi gün parayı kaptırdığınızı, ananın kızlık soyadını vs. hepsini belirt."

Saygıyla geri geri çekilerek selâmladım Müdürü. Kapıyı sessizce açıp dışarı çıktım. Bu günü kazasız belasız atlatmama sevinmiştim. Beyaz bir kağıda Süleyman Beyin dediklerini eksiksiz yazdım. Sekreter "Telefon numaranı da yaz, bir gelişme olursa sizi ararız." dedi.            

Savaştan çıkmış gibiydim. Eve geldiğimde eşim ne oldu diye merak içinde önümü kesti. Gel dedim, oturalım, sana her şeyi anlatacağım. "Annem aradı, geçmiş olsun dileklerini iletti. Gerekirse ben size borç vereyim, o evi kaçırmayın, para bulunursa bana geri ödersiniz dedi." dedi. "Bırak şimdi, zaten canım sıkkın" dedim. "Ama emlakçı arayınca, ben ona evi alacağımızı söyledim." dedi. "Bana bir şey bırakmamışsın zaten, niye soruyorsun o zaman." dedim. "Sormuyorum, söylüyorum." dedi. "Peki" dedim. Başka ne diyebilirdim ki.

İki gün sonra yine tapudan randevu alınmıştı. Dairenin rayiç değeri 125.000 TL imiş. Buna göre tapu harcını yatırdım. 125.000 TL yi satıcının banka hesabına kalan 475.000 TL yi de elden verdim. Bize iki katına mal olsa da istediğimiz evi almıştık. Eşim çalınan paranın bir kısmını kurtarmak için Sedat Bey'le konuşmayı önerdi. "Yok," dedim, ona ulaşamam ben. "Valiye, Emniyet Müdürüne ulaştın ama." dedi. "O iş başka, hem parti sayesinde kabul ettiler beni zaten." dedim. "Yine partiye git, rica et." dedi. Aklıma karakoldaki polis geldi. "Tamam dedim, bu işi karakoldaki polisle kestirmeden halledebilirim." Biraz düşündü, sonra dönüp bana, "Yok, en iyisi dava açalım şu karakoldaki polislere. Bulsunlar paramızı, madem bunlar kimin çaldığını biliyor, getirsinler o zaman." Eşime katılmadığımı söyledim. "Bir şey çıkmaz bu yoldan. Vali bile adalete güvenmiyor, biz nasıl güvenelim?" dedim. Eşim sözlerime aldırmadı, dava açalım diye tutturdu. 

Önceden tanıdığımız bir avukata durumu anlatarak anlaştık. Adam cin gibi zeki, gençten biri. Bize akıl verdi. "Gidin," dedi. "O karakoldaki polisle anlaşırmış gibi yapın." Ertesi günü evimizin arka sokağındaki karakola gidip o polisi buldum. "Tamam, size paranın yarısını vereceğim, hiç olmazsa dediğiniz gibi diğer yarısını kurtarmış olurum." Adam koltuğuna yaslandı. "Baştan söylemiştim sana, aklın yolu bir." dedi. "Ama ben parayı peşin alırım." "Bu imkansız dedim, bende o kadar para yok siz paranın yarısını alın geri kalanı verirsiniz." Hiç oralı olmadı polis. "En azından kaparo vereceksiniz, yoksa bu iş yaş." dedi, kendinden emin. "Ne kadar?" diye sordum. "En az elli bin" dedi, gerisini parayı aldıktan sonra tamamlarız." Çaresizlik içinde "Peki" dedim. Karakoldan çıkar çıkmaz avukatı aradım. "Elli bini hazırla, git notere seri numaralarını kaydetsinler" dedi. Bir arkadaşımdan borç aldım. Avukat çetin cevize benziyordu. "Gerisini ben ayarlarım, suç üstü yaparız." demişti. İlk kez bu kadar ümitlenmiştim. Sabah bir çantaya koyduğum seri numaraları alınmış elli bin TL'yi yanıma alıp karakolun yolunu tuttum. Karakola varmadan avukatı aradım. Polis beni bekliyordu. "Al işte söz verdiğim gibi." dedim ve "Parayı ne zaman alırım?" diye sordum. "Yarına varmaz alırsın." derken desteleri saymaya başladı. Tam o sırada avukat ve onun ayarladığı polisler baskın yaptı, avukatımın hazırladığı plan tutmuştu. Polisi alıp götürdüler. 

Aradan haftalar geçti bizim paradan haber yok. Sadece seri numaraları alınmış elli bin lirayı geri almış ve borç aldığım arkadaşıma iade etmiştim. Avukat davayı açmıştı. İlk duruşma günü ifadeler alındı. Duruşma kanıtların toplanması için iki ay sonraya ertelendi. Öğrendim ki bizim polis üç gün sonra serbest bırakılmış. Canım sıkılmıştı. 

İki ay sonra davanın seyrinin değiştiğini görünce çılgına döndüm. Davayı derinleştiren hakim 600.000 TL lik evi 125.000 TL gösterip vergi kaçırdığım iddiasıyla bizi suçluyordu. Eşime dönüp "Gördün mü işte, sana bu ülkede adalet yok demiştim." diye çıkıştım. Üç ay sonraki duruşmada 50.000 TL cezaya çarptırıldım. Avukata baktım, "Ne yapabilirim, bana bunu söylemedin." dedi. Haklıydı, söylememiştim. "Peki diğer konu ne oldu?" diye sordum. "Hakim polis hakkında delil yetersizliğinden dolayı beraat kararı verdi." dedi. "Hani dedim, suçüstü yaptırmıştın?" Avukat, başını kaşıdı. "Haklısın, yani haklıydık," dedi. "Ama haklı olmak davayı kazanmaya yetmiyor." Adliye'den başımız önde ayrılırken birden karşıma Sedat Bey, yani Sedat çıktı, hani şu mafya reisi olan. Eşime biraz beklemesini söyleyip hemen koştum yanına.

"Sedat Abi, dedim" Bunu neden yaptığımı bilmiyordum ama nedense yapmıştım işte. Tanımıyordum kendisini ama bir şeyler çekmişti onu bana. "Eşini de al gel şu kafede oturalım bir çay içelim." dedi. Eşime işaret edip yanımıza gelmesini istedim. "Bu Sedat Bey, bu da eşim." diyerek tanıştırdım. Sedat, yanındaki adamlara eliyle işaret edip uzaklaşmalarını söyledi. Gittik kafede kendimize köşede bir yer bulduk. "Hayırdır Sedat Abi," dedim. "Canını sıkan bir şey yok inşallah." Sedat etrafına bakıp garsona seslendi. "Oğlum bize üç çay getir, şöyle demi yerinde olsun." Eşime döndü, "Yenge karnın aç mı bir şey söyleyeyim mi sana?" Eşim neler olduğunu anlamamıştı. "Teşekkür ederim, çay kâfi." dedi. Derin bir nefes aldı Sedat. "Her şeyi biliyorum." dedi. Şaşırmıştım. "Ağır Ceza Hakiminin yanından geliyorum." dedi. "Kendisine hem ifade hem de ufak bir hediye verdim." Telefonuna davrandı. "Oğlum, dedi bana 610 getirin hemen." Kuşkulanmaya başlamıştım. Silah mı istiyor nedir bu 610 dedim kendi kendime. 

"Banka müdüründen sizin bankadan 600.000 çektiğiniz haberini aldım ve takibe aldım. Tapudaki arkadaşlardan rica ettim, işinizi yarına sarkıtsın diye. Evden çıktığınızda parayı evde bıraktığınızı tahmin etmek zor olmadı. Adamlarım evden paranızı aldı. Ama size şerefim üzerine yemin ederim bu paranın tek kuruşu bana bulaşmadı. Yüzde yirmisi Recep Abinin, yüzde yirmisi Temiz Süleyman'ın, geri kalanı da bankadaki, tapudaki, adliyedeki, emniyetteki arkadaşların, bir kısmı benim ekipteki dostlarımın ve bir kısmı da parti il başkanlığının. Ama bana yamuk yaptılar, mafya dediler, pislik dediler. Kendileri temiz, ben pislik öyle mi? Görecekler bundan sonra. İpliklerini nasıl pazara çıkaracağım. Biz aile değil miydik Recep Abi dedim. Beni dışladılar, hafife aldılar. Göstereceğim onlara.." Benim ve eşimin gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Dayanamayıp sordum. "Yani paramıza siz mi çöktünüz?" dedim. "Anlatıyorum ya, hepsi paylarını aldılar, benim payıma düşene de göz diktiler. Ama helâlleşeceğiz. Vallahi helâlleşeceğiz. Billahi helâlleşeceğiz. Hem onlarla hem sizinle." 

Sizinle? Bir anda ürperdim. Başımdan aşağı kaynar sular boşaldı. Nutkum tutulmuştu. Yanımıza adamlarından biri geldi ve Sedat'a büyükçe bir paket getirdikten sonra sessizce ayrıldı. Paketi bana uzattı. Kesin bombadır bu dedim kendi kendime. Her an patlayacak bir bomba! Adam hem kendini yakacak hem de bizi. "Burada 610.000 TL var, alın bu sizin, hakkınızı helâl edin." dedi. "600.000'i anladım ama bu 10.000 neyin nesi" dedim. "Bu avukatınıza verdiğiniz para" dedi. "Peki bunu siz nereden biliyorsunuz?" diye sordum. Acı acı gülümsedi. "Benim bildiğimi yerli ve milli istihbarat bile bilemez dedi ve ekledi. "Sizin avukat arkadaşınız da benim adamlarımdan biri. Hikâyenizi o anlattı bana, oradan biliyorum." Eşimle birbirimizin yüzüne baktık şaşkın bir halde. Otuz yıldır tanıdığımız avukat arkadaşımız Erkan, Sedat'ın adamıymış? Pes doğrusu. "Çok teşekkür ederiz, Sedat Abi." dedim. "Ne demek." dedi, gülümsedi. Ayağa kalktı ve garsona seslendi, "Hesaplar benden." Garson çocuk, "Peki Reis" dedi. Arkasını dönüp gitti. Şaşkınlığımızı üzerimizden atmak uzun sürdü. Eşim "Sedat polis mi?" diye sordu. "Hayır, kendisi mafya reisi, ama polisin ne farkı var ki." dedim.  

İlk işimiz eşimin annesinden aldığımız borcu ödemek oldu. Eşim, "Sedat bir şey unuttu." dedi. "Neymiş?" diye sordum. "Şu bizim dava sonucunda ödediğimiz 50.000 TL vergi cezası." Başımı sağa sola salladım. "Hayır, dedim. "Onun bunu unuttuğunu hiç sanmıyorum." Hak yerini bulmuştu.

Önemli Not: Bu tamamen kurgu bir öyküdür. Olay ve kişi isimlerinin gerçek olay ve kişilerle denk gelmesi sadece tesadüften ibarettir.    


 

9 Haziran 2021 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 94

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 94. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Uçun Kuşlar / Makbule Abalı belirledi. Konumuz belki de çağımızın en büyük problemi stresle ilgili. Tartışma konumuz şöyle: 

"Kişisel olarak bir değerlendirme yaptığınızda çevrenizde ya da kendinizde gördüğünüz stres kaynaklı rahatsızlıklar nelerdi, bunların nasıl üstesinden geldiniz?"

Evet, stres toplumun en büyük sorunlarından biri. Türlü nedenlerle kişileri intihara kadar sürükleyen bir problem. Gün geçtikçe ağırlaşan geçim sıkıntısı, güven duygusunun azalması ve geleceğe yönelik karamsar bakış başlıca stres kaynakları. Sevgili Makbule Abalı'nın yazısında belirttiği gibi zorlu ya da rahatsız edici bir durum karşısında kişinin hissettiği duygusal ve fiziksel gerilim hali olarak tanımlanıyor stres.  Ve bu durumun yol açtığı şiddet, fiziksel ve ruhsal rahatsızlıklar söz konusu.

İnsanların eskiye oranla birbirlerine daha az güvenmesi ya da hiç güvenememesi, sevgi ve saygıda azalma yine yaşanılan stres kaynaklı sonuçlar. İş hayatı ve sağlık sorunları diğer önemli stres kaynakları. Emekli olduktan sonra stres kaynaklı rahatsızlık çekmeyen şanslı insanlardan biriyim. Elbette stres durumunun kişisel özelliğe bağlı yansımaları olabilir. Hayattan çok fazla beklentisi olmayan, ununu eleyip eleğini askıya asan, kendi yağıyla kavrulmaya çalışan, en önemlisi karşılaşılan zorlu ya da rahatsızlık verici durumların zaman içinde düzeleceğine inanan  biri olarak  stresle mücadele etme konusunda şanslı olduğumu düşünüyorum. Ancak toplumun geniş kesimi büyük stres altında olduğu için bu durumun beni etkilemediğini söylemek zor. Dün yaşadığım bir olayı anlatayım:

Yeni taşındığımız evin komple doğramalarını değiştiriyoruz. Adamlar merdivenlerden çıkarılması mümkün olmayan büyük çerçeveleri iple bulunduğumuz beşinci kata çekecekler. Alt komşu hayır buna müsaade etmiyorum diye itiraz etti. Sebebi yok, kendisine herhangi bir zarar verilmesi de söz konusu değil. Yaparım, yapmam ağız dalaşına döndü iş. İşçilere, aldırmayın, siz işinize bakın dedim. Beş dakika sürmedi iş bitti. Kadın hâlâ söyleniyor ve haddini aşmaya başlıyor. Git dedim, yanlış bir şey yapmıyorum, polis çağır. Nerede o eski komşuluk ilişkileri. İnsanlar işte bu hale geldi stresten. Kim bilir ne sorunu var kadının? Neyse, on dakika sonra iki polis geldi. Durumu anlattık. Gelin dedi polislerden biri, iş mahkemeye intikal etmesin, sizi uzlaştıralım. Uzlaşacak ne var ki, bu tıynette bir kadınla uzlaşmak ne mümkün, gitsin dedim, dava açsın. 

Bu olay bende stres yaratır mı? Yaratmaz, otursun kendi düşünsün. Yani bu tür insanlarla yolda, durakta, markette karşılaşabilirsiniz. Acıyın onlara. İçinizde kalmasın haklıysanız cevabını verin, içinizde kalmasın, önleminizi alın, bildiğiniz gibi yapın. Ülkenin geldiği durum bu!

Memleketin durumu canımı sıkmıyor değil, olan bitenlere üzülüyorum, kahroluyorum. Niçin yaşadığımız bu topraklarda huzur, adalet, özgürlük yok diye içim içimi yiyor. Neden toplumun hakkı yenen en alt kesimi sanki hallerinden çok memnunlarmış gibi cellatlarını hâlâ destekliyorlar, onların saçma sapan ırkçı, dini söylemlerine kanıyorlar? Bende fiziki ya da ruhsal bir rahatsızlığa sebep olmadı memleketin bu hali (şimdilik) ama içimdeki ufacık ümit kırpıntısı da tükenince işin sonu nereye varır kestiremiyorum.

5 Haziran 2021 Cumartesi

SON DANS BÖLÜM 34

Kafası iyiden iyiye karışmıştı Kemal’in. Martin'in "İnsan ve hayvan sevgisinin önüne başka bir şey geçemez" cümlesine takıldı. Zaman zaman sinirleri bozulsa da yaptığı işi sevdiğini düşünüyordu. İnsan sevdiği işi yapmalıydı. Başarısını işini severek yapmasına borçluydu. Başarı mutluluk getiriyor muydu peki? Son bir yıldır yaşadıklarını hatırlamaya çalıştı. Evet, başarılıydı işinde. Oldukça genç yaşta iyi bir kariyer yapmıştı. Bunun karşılığında kendisini çok seven bir karısı olmasına rağmen geçmiş günlerine şöyle bir baktığında başarının mutluluk vermediğini ve onu yalnızlığa ittiğini fark etti. Oysa düne kadar kendini kandırıyor, mutlu olduğunu sanıyordu. Esther'le geçen ilk yıllarını özlemişti. Şimdi ise hayatında en çok sevdiği insanın derdine hastane köşelerinde çare arıyordu. Bu halde nasıl mutlu olsundu. Gözünün işten başka bir şey görmeyişi sevgili karısının bu duruma düşmesinin en önemli sebebiydi muhtemelen. Mutluluğa giden yolun Esther’i mutlu etmesinden geçtiğini anlamış ama geç kalmıştı. Martin’e hak verdi. "Hem körüm, hem de köle" diyerek hayıflandı. İşinden başka bir şey görmeyen, kör bir köle… Esther'i düşündü. Ne kadar şanslı olduğunu geçirdi aklından. Zavallı kadın ağzını açıp tek bir lâf etmemişti. Bütün sıkıntılarını hep içine atmıştı demek, sırf kocası işinden kalmasın, başarılı olsun diye bütün dertlerini biriktirmişti içinde. Ve sonunda delirmişti işte. Olanların tek sorumlusuydu kendisi. Canı yandı bunları düşünürken. Birden ağza alınmayacak küfürler sıralamak, arabayı kenara çekip avazı çıktığı kadar bağırmak istedi. Martin gibi hayata eğlenceli tarafından bakabilmek ne güzel bir şeydi. Aslında ilk gördüğünde onu yargılamış, kıyasıya eleştirmiş, yanında bulunmaktan bile utanmış, hatta ona muhtaç bıraktığı için kaderine, Tanrıya isyan etmişti. Otele varmaya az bir yolları kalmıştı. Her ikisinin de ağızlarını bıçak açmıyordu. Sessizliği ilk bozan Kemal oldu. Gözünü yoldan ayırmaksızın yanında oturan adama sadece lâf olsun diye sordu.

- Evli misin? 

- Evet, diye cevapladı Martin neşeyle. Lilla, birazdan ufaklıkla birlikte otelde olur. Vaktin varsa tanıştırayım seni bizimkilerle.

- Maalesef benim şimdi hemen hastaneye dönmem gerekiyor, ama ailenle tanışmayı çok isterim.

Kemal, Martin’le senli benli konuştuğunu fark edip bundan rahatsızlık duymamasına  şaşırmıştı. Karısı da onun gibi yaşamı seven biri olmalıydı.

Oteline bırakıp hastaneye döndüğünde, çalışma koşullarına dair Martin'le aralarında hiçbir şey konuşmadıklarını hatırladı. Kavga etmekten fırsat bulup adama kaç para isteyeceğini soramamıştı. Ayrılmadan önce, Martin'e, ertesi sabah saat on buçukta kendisini evinden alacağını söylemişti sadece. Büyük olasılıkla Esther'i de evine getirmiş olurlardı o zamana kadar. Aniden kafasına dank etti. Saat on buçuk, tam da yarınki iş toplantısının saatiydi ve Feridun Bey bu toplantıda bulunmasını özellikle kendisinden istemişti. Yanında Martin olsaydı ona karını bu şekilde bırakıp nereye gidiyorsun derdi muhtemelen. Kafası o kadar karışıktı ki neyi nasıl yapacağı konusunda hiçbir şey düşünemiyordu. Belki de Martin, daha nahif davranır, hangisi senin için daha önemliyse onu yap, diğerini salla diyecekti. Fakat şu anda yapması gereken en önemli şey Esther’in çıkış işlemlerini başlatmadan önce son durumu Cevdet Bey’e aktarmak ve onun fikrini öğrenmekti.  

Odasına girdiğinde Esther’i uyur vaziyette buldu. Sessizce yanına yaklaştı. Uzun bir süre başında bekledi. Gözleri karısının üzerinde gezinirken derin düşüncelere daldı. Affet beni sevgilim, seni ihmal ettim, biliyorum. Yalnızlığın ıssız koridorlarında, hep beni aradın. Çaresizlik içinde kıvrandığın uzun gecelerde sana sırtımı döndüm. Geç saatlere kadar uyku nedir bilmedin, sabırla bekledin gelişimi. İşim olduğunda sen yoktun aklımda. Her zaman işim vardı zihnimi kurcalayan. İşte o zamanlarda farkında bile olmadan hep yok saydım seni ben. Nasıl geldim bu hale bilmiyorum. İçinde kaybolduğum, bakarken türlü hayaller kurduğum okyanus mavisi gözlerini, dokunmaya kıyamadığım ipeksi tenini, ruhumu titreten güzel sesini, içimi ferahlatan, vazgeçemediğim o yasemin kokunu hangi güç uzaklaştırdı benden? Asaletinle bu gafil halimi hiçbir zaman vurmadın yüzüme. Üzgünüm bir tanem, hem de çok üzgünüm. Artık aç gözlerini, konuş benimle. Söz veriyorum sana. Artık ben o eski ben olmayacağım. Yeter ki bir an önce iyileş, göreceksin bunu.

Esther’i kontrol etmek için içeri giren Selma’dan gözyaşlarını saklamaya çalıştıysa da pek başaralı olamadı. Eliyle gözlerinin ıslaklığını alırken sırtını sıvazladı, Selma.

- Sıkılma dedi, sessizce. Her şey eskisi gibi olacak. Onun da kederliydi sesi.

- Hayır, Selma. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak...

Selma anlam veremedi bu sözlere. Hasan ve Jale’nin bekleme salonunda olduğunu, Hasan’ın ona da yiyecek bir şeyler aldığını, gidip orada karnını doyurabileceğini söyledi.

Kemal bu bitkin haliyle onlara görünmek istemedi. Merdivenlerden inerek binanın dışına çıktı. Serin bir rüzgâr yaladı yüzünü. Sessize aldığı telefonunu çıkardı cebinden. On iki cevapsız arama göründü ekranda. Arayanlar listesine göz gezdirdi. İki tanesi hariç diğerleri işle ilgiliydi. Ne kadar kaçarsa kaçsın yakasını bir türlü bırakmayan işlerinden kurtulmalıydı bir an önce. Diğerleriyle ilgilendi. İş dışındaki numaralardan ilki Cevdet Bey’e aitti. İki saat kadar olmuştu arayalı. Bir diğer arayan ise Selmin’di. Aslında bugün görüşüp merakını gidermişti onun. Muhtemelen kendisine cep telefonundan ulaşamayan Feridun Bey aratmış olmalıydı. Bu yüzden Cevdet Bey’in numarasını tuşladı hemen.

İkinci çalışında açılmıştı telefon. Martin’le yaptığı görüşmenin sonucunu merak eden Doktor’a fazla detaya girmeden üç cümlede özetlemişti Martin'i Kemal. "Değişik bir tip" dedi önce. Sonra, "Ama zararsız biri..." dedi, arabasının ön konsoluna verdiği zararı yok sayarak. Son cümlesi ise "Belki de işimize yarayabilir" oldu, bundan artık neredeyse emindi.

Doktor da bu arada Zsofia’nın kendisini telefonla aradığını ve onun Martin’in karısı Lilla ile birlikte üç yıldır konsoloslukta çalıştıklarını söyledi Kemal'e. Zsofia'nın Martin hakkındaki görüşlerini de eklemeyi ihmal etmedi. Biraz çatlak görünmesine rağmen özünde çok iyi bir insanmış dedi.

Bunları konuşurken Esther’i eve getirme konusunda görüşünü sormak silinip gitmişti aklından. Şu dalgınlığı iyice canını sıkmaya başlamıştı. Esas sorup öğrenmesi gereken buydu oysa. Telefon kapanmıştı.

Bir kez daha aynı numarayı aradı. Telefonu açan Doktor, Esther'in evine dönmesinde bir mahsur olmayacağını ancak hastaneden çıkarken yanında Martin’in bulunmasının isabetli olacağını söyledi Kemal'e. Klinikteki ilk karşılaşmalarında, karısının kendisine gösterdiği o korkunç tepkiyi düşününce son derece mantıklı gelmişti bu öneri. Hayal dünyasında yeri olmayan bir sürü şeyle bir anda karşılaştığında Esther'in nasıl bir tepki vereceğini kimse bilemezdi. Evet, çıkış işlemlerini biraz ağırdan alıp Martin’in yanlarında bulunmasını sağlamak iyi olacaktı.

Sabahtan beri Esther’i yalnız bırakmayan dostlarını evlerine bıraktığında iyice karanlık basmıştı. Selmin’i aramayı unuttuğunu hatırladı. Önemli bir şey olsaydı yine arardı diyerek rahatlattı kendini.

Eve dönüp salonun ışıklarını açtı. Masanın köşesinde kalın bir klasör duruyordu. Eline aldığı klasörün mavi kapağının üzerinde bir şey göremeyince klasörün sırtını çevirdi, büyük puntolarla "REYNOLDS Machinery" yazıyordu. Yarınki toplantıya hazırlık yapması için hangi işgüzar göndermiş olabilirdi bunu. Klasörün kapağını kaldırdığında küçük bir kâğıda elle yazılmış not gözüne takıldı. "Yarınki toplantıdan önce göz atmanız için Feridun Bey bunu size göndermemi istedi. Selamlar, Ümit"

Elinde klasör olduğu halde attı kendini koltuğa. Sayfaları karıştırmaya başladı. Yazışmalar, değişik makine parçalarının resimleri, teknik özellikleri, teknik şartnameler, firmanın katıldığı fuarları gösteren bir yığın doküman… Sabaha kadar oturup incelemeye kalksa yine de zamanın yetmeyeceğini düşündü. İki günden beri e-mail’lerine bakmıyordu. Kim bilir kaç mail gönderilmişti okunup cevaplaması gereken.

Canı sıkılarak kalktı ve üzerinde dizüstü bilgisayarının bulunduğu çalışma masasına doğru yürüdü. "Yarınki toplantıya katılmam mümkün değil" diye mırıldandı. Keşke, arayıp gelmesinin mümkün olamadığını söylemiş olsaydı Feridun Bey’e. Yahut en azından sekretere bir not bırakabilirdi. Bir ara Feridun Bey'i aramak aklına gelmişti ama Martin kafasını allak bullak etmişti. Arabanın konsolundaki derin çizik canlandı gözünde. Olacak şey değildi. Aklı başında bir insan bilerek, isteyerek nasıl kalkışabilirdi böyle bir şeye. Sonra tuhaf adamın söyledikleri geldi aklına. Fakat o kadar lâfın arasında kendisine en çok dokunanı, "Çok sevdiğin karını kafandan atmış, yerine bir deri parçası koymuşsun." cümlesi olmuştu. Elleri farkında olmadan bilgisayarın üzerine dokundu. Zihnini kurcalayan türlü konuların arasında ne yapacağını unutmuştu yine. Unutkanlığı iyice sinirini bozmaya başladı. Bir süre duraksadı. Sakin olması gerekiyordu. Sonra hatırladı, evet, gelen e-maillerine bakacaktı.

Devam edecek



1 Haziran 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 93

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 93. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu uzun bir aradan sonra sevgili Kedi Mırıltısı/ Kayıp Fısıltı belirledi. Sevgili arkadaşımız yazısını kısa bir süre sonra yazıp fikirlerini bizlerle paylaşacak. Konumuz yine kitaplarla ilgili. Cevaplandırmamız istenen sorular şöyle: 

"Hayatınızı değiştiren kitap ya da kitaplar oldu mu? Neden sizi bu kadar etkiledi? Başkalarına da önerir misiniz, başkalarını etkileyeceğini düşünüyor musunuz?"

İtiraf etmem gerekirse böyle bir soruyu bugüne kadar hiç aklımdan geçirmedim. Hayatımı değiştirecek bir kitap! Düşünüyorum, öyle bir kitap olmalı ki şu an yaşadığım hayatı, yaşama bakış açımı ona borçlu olayım. Ha, evet şimdi hatırladım. Hayatımı değiştiren bir kitap var tabii.

Beni tanıyan bilir, kitap okumaya oldukça geç yaşlarda başladım. İlkokuldan beri kitap okuyan insanlara gıpta ediyorum. Ders kitaplarını saymazsak üniversitenin ilk yıllarına kadar bir kitap haricinde neredeyse hiç kitap okumamıştım. O zamana kadar okuduğum tek kitap kutsal kitaptı. On yaşından itibaren okumaya başladım, birçok kez baştan sona okudum hem de Arapçasından. Durmadan hatim indiriyordum ama okuduğumu anlamıyordum Arapça bilmediğimden.  Bu yetmezmiş gibi çocuk aklımla hafız olmaya yani 600 sayfalık kutsal kitabı ezberden okumaya kalkmıştım. Kitabın ilk suresini zaten biliyordum. İkinci sure en uzunu olan Bakara (Sığır) suresiydi. Sanırım bir buçuk sayfasını da ezberlemiştim. Bugün aradan elli yıl geçmesine rağmen hala aklımda kalan "İnnellezine keferu sevaün aleyhim eenzertehum em lem tünzirhum la yu'minun. Hatemallahü ala gulubihim ve ala sem'ıhim ve ala ebsarihim gışaveh ve lehum azabun azim." altıncı ve yedinci ayetler bir işarettir diye anlamını merak ettim bu vesileyle.

Neymiş; "Şu muhakkak ki inkar edenleri uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir. Onlar inanmazlar. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde bir perde vardır. Ve büyük azap onlaradır." Elmalılı Hamdi Yazar.

Büyük azaptan kurtulmak için kalbimin, kulaklarımın ve gözlerimin açılması gerekiyordu. Ancak bilmediğim bir dilde kalbimin açılması, kulaklarım ve gözlerimin duyduğunu ve gördüğünü anlamak bana pek mümkün gözükmüyordu. Eğer buna aldırmasaydım (ve pek sevdiğim dedem sağ olsaydı) muhtemelen imam hatip lisesine, oradan da iyi bir devlet dairesine geçerdim. Sonra bir darbe senaryosunun kurbanı olarak (eğer şansım varsa) yurt dışına kaçar, belki de kalan ömrümü bir örgüt üyesi olarak demir parmaklıklar arasında geçirebilirdim. Ama ben gözümün açılmasını istedim. Bu arada şansımın da yaver gittiğini ve özgür düşüncenin hakim olduğu bir üniversiteye başladığımı kabul ediyorum. Daha önceki yazılarımda da belirttiğim üzere yazılanları anlayabilmem için kutsal kitabın farklı kişilerden Türkçe tercümelerini okumaya başladım.

İyi ki bu yolu seçmişim. Kalbim, kulaklarım ve gözlerimin yanı sıra aklım, zihnim de açıldı ve gerçekleri gördüm. Bu kez kutsal kitabı satır satır, ayet ayet inceden inceye, farklı tercümelerden okudum. Ve hayatım değişti. Arapçası değil ama kutsal kitabın Türkçe tercümesi benim hayatımı değiştirdi. Nedenini sormayın, aklınız başınızda okuduğu takdirde siz de anlarsınız. Amacım dini övmek ya da yermek değil. Fakat gerçekten bu haftaki sorunun tarafımdan verilecek tek cevabı bu. Kutsal kitabı en iyi anlayacağınız dilde okumayı elbette başkalarına öneririm. Bırakın alimin ulemanın söylediklerini. Kutsal kitapları kendi dilinizde okuyun, eminim sizin hayatınız da hayata bakış açınız da değişecektir. Öbür dünya bir muamma ama gözlerinizi örten perdeyi kaldırdığınızda bu dünyadaki azabı göreceksiniz.