En iyisi kaçıp kurtulmaktı buralardan, en azından bir süreliğine. Bilgisayarının başına geçip internet sayfalarını karıştırırken gözüne taştan bir şato ilişti. Tam aradığı gibi, şehir dışında, yemyeşil çimle kaplı geniş bahçesi, sekiz yatak odası olan, arkadaş grupları ya da aile fertleriyle baş başa güzel vakit geçirmek için düşünülmüş şirin bir tatil köşesiydi. Binaya bitişik Ortaçağdakilere benzeyen üzeri konik şapkalı silindirik kuleler, yapıya olağanüstü bir ihtişam veriyordu. İç mekân resimlerine baktı dikkatlice. Süslemeli tavandan sarkan göz kamaştırıcı avizelerle bezenmiş büyük salonu dolduran geniş yemek masası ile oturma gruplarının yanında davetkâr bir şömine ve ona bitişik duvarın üstünde ise yağlı boya bir prenses portresi. Bu sıkıntılı dönemde kendisini yalnız bırakmayan dostlarıyla birlikte, işi gücü unutup şehrin karmaşasından bir hafta olsun uzaklaşabilmek, Esther’e de iyi gelecekti şüphesiz. Yer durumuna baktı, evet müsait görünüyordu. Hiç zaman kaybetmeden, Feridun Bey’den bile izin almaya tenezzül etmeden yaptı rezervasyonu. Eşleriyle birlikte Doktor, Martin, Hasan, Ayhan'ı, bir de emektar Selmin Hanım’ı eklemişti listeye. Kendisi, karısı ve çocuklar dâhil toplam on üç kişi olduklarını hesapladı. Esther ile aynı odayı paylaşamayacağı aklına gelince içi biraz burkuldu ama doktorun dediği gibi sabretmesi gerektiğini düşündü. Bu durumda sekiz odanın neredeyse tamamı doluyordu. Kendisinin asla kabul etmeyeceği böyle bir oldu bittiyi, Cevdet Bey dışında diğerlerinin reddetmeyeceğinden neredeyse emindi. Bu müthiş sürprizi bir an önce duyurmak için sabırsızlanıyordu. Belki Cevdet Bey'i bile ikna edebilirdi ancak ilk önce Feridun Bey'le konuşması gerekiyordu.
Yatmadan önce Esther’in açık bıraktığı sayfanın hâlâ aynı şekilde durduğunu görünce şaşırdı. Oysa dün sayfayı kapatmış olduğundan emindi. Demek ki yanlış hatırlıyordu. Indila’nın etkileyici sesiyle bir kez daha büyülenmek, dün gece yaptığı gibi şarkının sözlerinde Esther’i keşfetmek için kuvvetli bir istek duydu içinde. Kulaklığı aradı, bıraktığı yerden kaldırmış bir yerlere koymuş olmalıydı Selmin. Bu sefer kendini tutmak, defalarca dinlememek konusunda kesin kararlıydı. Son Dans’ı son kez dinlemek daha doğrusu içinde hissetmek için play düğmesine bastı.
Yüreğine bir ok gibi saplanan etkileyici melodinin ardından
Indila dokunaklı sesiyle şarkıya başladı. Sözler salonun duvarlarından sekip içine işliyordu.
Dün gece defalarca dinlediği şarkının Fransızca sözlerinin ne anlama geldiğini
ezberlemişti neredeyse.
Oh ma douce souffrance- "Ah benim uysal kederim"
….
- Ahh Indila,
Pour oublier ma peine immense – "Büyük acımı unutmak için,"
Je veux m'enfuir, que tout recommence – "Kaçmak istiyorum, her şey yeniden başlasın diye"
Tam bu esnada yatak odasının kapısı aralandı ve Esther beyaz geceliğiyle salona girdi. Masada oturan Kemal’in farkına varmadan, belki de onu görmezden gelip ayaklarını sürüyerek geçti oturdu karşı koltuğa. Gözyaşlarını içine akıtan Kemal, şaşkın gözlerle takip ediyordu karısını. Şarkının sona ermesiyle birlikte kendisini tutamayıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığını görünce kalkıp yanına gitti. Ne diyeceğini, nasıl davranması gerektiğini bilmiyordu. Güzel karısının bu halini görünce yüreği parçalandı. Uzattı ellerini karısına doğru. Yanağından inci tanelerinin süzüldüğü bir çift mavi göz üzerine çevrildi. Elleri havada, donmuş bir halde Esther'in yanı başında kalakaldı. İçinden onu kucaklamak, af dilemek, yalvarmak geçtiği halde ona daha fazla yaklaşmaktan çekiniyordu. Hiçbir şey söylemeden yaşlı gözlerle sessizce kalktı yerinden Esther, odasına geri dönüp kapattı kapıyı. Kemal arkasından izlerken onu, adeta bir heykel gibi çakılıp kalmıştı olduğu yerde. Şarkıyı bir kez daha dinleyim dese Esther’in yine odasından çıkıp geleceğinden kuşkusu yoktu ama onu yeniden ağlatmak istemedi.
Feridun Bey’in ofisine doğru yaklaşırken Ümit’ten almıştı haberi. "Gelmeyeceğinizi
bilseydim daha iyi hazırlanırdım toplantıya." demişti telefonda.
Beş kişilik Reynolds heyetini gönderdikten hemen sonra Feridun Bey’in öfkeyle "Hepinizi koyacağım kapının önüne." deyip söylene söylene şirketten ayrıldığını öğrendiğinde Kemal’in sinirleri iyice gerilmişti. İçindeki heyecanı bastırmakta zorlanarak sekreterin önündeki koltuklardan birine oturdu.
"Hoş geldiniz Kemal Bey," dedi Yasemin gülümseyerek. Ayağa
kalkıp elini sıktıktan sonra Feridun Bey’in kapısına yöneldi. "Geldiğinizi
haber vereyim."
Az sonra dışarı çıktı. İçeri girdiği zamanki neşesi kaybolmuştu.
- Biraz bekleteceğim sizi, Kemal Bey, bu arada içecek bir şey söyleyeyim size.
Bekletme işini üzerine alarak kendisine gizli bir üstünlük sağlama
çabalarını ukalaca bulmuştu sekreterin. Bal gibi Feridun Bey söylemişti
beklesin diye. Dünkü toplantıya gelmemesine bozulduğu için kapısında bekleterek
aklı sıra ondan intikam alıyordu.
- Hayır, bir şey istemiyorum.
Huzursuzluğunu gizleyemiyor, bir an önce ne olacaksa olmasını istiyordu. Eskiden içeride bir başkası olsa bile rahatlıkla kimseye sormadan odasına dalabiliyordu patronun. Ama şimdi bunu yapabilecek cesareti bulamıyordu kendinde. Yasemin'e sıkıntısını, bekletilmekten hoşlanmadığını hissettirecek bir tavır içinde sordu.
- İçeride kimse var mı?
- Hayır, efendim.
Verdiği cevabı kısa bulmuş, zoraki bir izahat vermek durumunda kalmıştı Yasemin. Eliyle kulağına işaret edip sesini alçalttı.
- Telefon görüşmesi yapıyor.
Sekreterin bu açıklamasını hiç inandırıcı bulmadı. Yalan söylediğini adı gibi bilmesine rağmen sesini çıkarmadı. Sekreter sıfatını küçümseyip kendilerini yönetici asistanı diye tanıtan bu süslü tazeleri iyi tanırdı. Bu takım çoğu zaman hizmet ettikleri insandan daha üstün görürler kendilerini. Kimlerle ne zaman görüşüleceğini, kimlerin kabul edilip edilmeyeceğini emir aldıkları kişiden daha iyi bilirlerdi. Dilediklerini dost ya da düşman yapmak onların elindeydi. İşin dışında aile ilişkilerine bulaşmaktan kendilerini alamazlar, canları isterse hizmet ettiği yönetici eşlerini, kocaları adına sürpriz hediyelerle onurlandırır, özel günlerinde evlerine çiçek gönderirler, aralarını yaparlardı. Patroniçeler onlarla her koşulda iyi geçinmek zorundaydılar. Hele bir ukalalık yapmaya görsünler, kocalarına bütün cazibelerini gösterip onları kıskançlık krizine sokmaları işten değildi. Bu yüzden kendi sekreteri Nalân’a hep mesafeli yaklaşmış, onun yönetici asistanı sıfatını kullanmasını engellemişti.
Ensesini ancak kapatan kısa kesimli siyah saçları, renkli
gözleriyle değme mankenlere taş çıkartıyordu. Parlak koyu gri
renkli gömleğinin altına beyaz bir pantolon giymiş kulaklarından sarkan altın
sarısı halka küpelerine uyumlu bir kolye takmıştı. İlk kez bu kadar dikkatli
bakıyordu otuz yaşlarındaki genç kadına.
Aradan on dakika geçmiş ama içerden bir ses çıkmamıştı. Kendini
yönetici asistanı olarak tanıtan ve işinin gerektiği gibi davranan Yasemin, önündeki bilgisayarla meşgul olmayı bırakıp kalktı yerinden. Elindeki ince dosyayı göğsüne dayayıp salına salına
Feridun Bey’in bulunduğu odanın kapısının önünde birkaç saniye duraksadı. İçerdeki havayı bir tazı gibi kokladıktan sonra kolu çevirip içeri girdi. Kapıyı çalmaya gerek
bile duymaması şaşırtmıştı Kemal’i. Birkaç dakika sonra odadan sessizce çıkıp Kemal'in yüzüne bile bakmadan dönüp masasına oturdu. Hiçbir neden yokken kalkıp
Feridun Bey’in odasına girmesine anlam veremedi Kemal. Bir an sekreterin bu hareketiyle
kendine nispet yaptığını dahi düşündü. Öyle ya, kendisi patronun gönlünün
olmasını beklerken, o kırıta kırıta çat kapı girebiliyordu patronun odasına. En azından telefon
görüşmesinin bittiğini, birazdan onu içeri alacağını söyleyebilirdi. Sekreterin
bu ilgisizliği iyice canını sıkmaya başlamış, Feridun Bey’den yiyeceği lâfları bile unutturmuştu.
Artık buradan çıkıp kurtulmaktan başka hiçbir şey düşünmüyordu. Güçlükle duyulan telefonun
bip sesiyle ahizeyi kulağına götüren Yasemin nihayet başını kaldırıp zoraki
bir gülümsemeyle,
- Feridun Bey, sizi bekliyor efendim, dedi.
Ayağa kalkıp kendine çeki düzen verdi, kravatını düzeltti. Sağ
elini yumruk yaptıktan sonra ileri çıkardığı orta parmağıyla kapıyı tıklatırken Yasemin'e heyecanını gizlemeye çalıştı.
Geniş makam odasının en uzak köşesinde, fazla büyük olmayan masanın arkasından ayağa kalkan Feridun Bey, ortada büyük bir sehpanın bulunduğu açık sarı renkte deri kaplı dört koltuğu işaret etti.
- Geç şöyle otur. dedi.
Yüzündeki yorgunluğun
dışında ne öfke, ne neşe, ne de hislerini ele verecek başka bir ifade
vardı. Karşılıklı oturur oturmaz kapı açıldı, sekreter ne almak istediklerini
sordu. Birer çay söylediler.
Feridun Bey, "Evet," diyerek konuşmaya başladığında nefesini
tutmuş onun ağzından çıkacak sitem, tehdit, hakaret sözcüklerini
bekliyordu, Kemal.
- Esther Hanım nasıl? diye sordu. Hiç beklemediği bu soru
karşısında şaşırmıştı Kemal.
- Daha iyi, Feridun Bey, sağ olun.
- Aman, aman her şeyin başı sağlık.
Nezaketinden mi yoksa az
sonra sarf edeceği kötü sözlere altlık olsun diye mi söylemişti bunları Feridun
Bey, anlayamadı. Konuya patronundan önce girerse gergin ortamın biraz yumuşayacağını düşündü.
- Dünkü toplantı için sizden özür dilemeye geldim. Bunu derken
yüzünün kızardığını hissetti.
Beklediğinin aksine ne hazırlanması için ona gönderdiği klasörden bahsetti, ne de arayıp gelemeyeceğini bildirmemesinden. Telefonlarına cevap vermediğini bile yüzüne vurmadı Feridun Bey.
- Boş ver şimdi, olan oldu artık, dedi. Yapacak bir şey yok. Ama gelmiş olsaydın eminim temsilciliği kaptırmazdık. Şu senin Ümit ne tür makineler imal ettiklerini sordu adamlara. Kardeşim onca yazışma yapmışsın, makinelerin teknik özelliklerini sorgulamışsın, belgelerinden referanslarına kadar araştırmışsın, sonra kalkıp ne tür makineler imal ediyorsunuz diye saçma sapan bir soru sorabilir mi insan? İnan bana adamlar şoka girip acaba doğru yere mi geldik diye birbirlerinin yüzüne baktılar. O an yer yarılsaydı da içine girseydim dedim. Yahu adam bir kere olsun açıp bakar, bu heriflerle neler konuşulmuş, ne yapmaya gelmişler, hani bilmiyorsa da açıp sorar. Sadece o da değil, toplantıya katılan bir Allah’ın kulu Reynolds adını duymamış, sorsan adamların çiklet sattığını söyleyecekler. Bu kadar ciddiyetsizlik, bu kadar kepazelik olur mu yahu? Adamların yerinde ben de olsam gider doğru dürüst bir firmaya verirdim temsilciliği. Yani senin anlayacağın Kemal’ciğim, sen olmasan var ya, batar bu şirket batar. Bak bir gün gelmedin, gör işte halimizi.
Feridun Bey’in yumuşak tonda başlayan konuşması gittikçe sertleşiyor, öfkesi artıyordu. Ancak sonradan söyledikleri Kemal’in içine su serpti. Öyle ya onun gibisini nereden bulacaklardı. Bir taraftan Feridun Bey'in kendisi hakkında söyledikleri gururunu okşarken diğer taraftan enayi yerine koyuyordu kendini. Bu işin orta yolu olmadığını biliyordu; ya işi bu denli ciddiye almayacak, kendine ve ailesine zaman ayıracak buna karşılık patronun ağır laflarını sineye çekmek zorunda kalacak, ya da it gibi çalışıp yaşadığını unutacak, bunlara karşılık ayda yılda bir patronundan iki güzel lâf işitecekti.
Esther’in durumunu bahane edip patrondan izin istemenin zamanı değildi. Aslında bunun "bahane" olmadığını gayet iyi biliyordu. Her zaman olduğu gibi yine patron gözüyle bakmıştı olaya. Hep böyle yapardı zaten. Bu yüzden işten başka bir şey düşmüyordu aklına.
Feridun Bey’e bakarsan, karısı hastaneden çıkıp eve döndüğüne
göre Kemal de artık işinin başına geçebilirdi. Ama durum hiç de onun düşündüğü
kadar basit değildi.
Sekreter çayları bırakıp dışarı çıktıktan sonra, söylemekte
zorlandığı fakat illâ söylemek zorunda olduğu izin meselesini açmak istedi.
- Feridun Bey, dedi. Ben sizden izin isteyecektim. Büyük bir suç işlemiş gibi bakışlarını kaçırırken Feridun Bey’in öfkeyle karışık söylediği "Sen olmasan batar bu şirket" sözleri çınlıyordu kulaklarında. Bir bakıma
meydan okurcasına "Ben yokum, şirket batarsa batsın." demekti bu.
Kendisinden beklenmeyen bu umursamaz tavrından yine kendi rahatsız olmuştu.
- Esther’in durumu iyi değil, yanında olmak zorundayım.
Feridun Bey’in hoşuna gitmedi bu haber,
- Neyi var, kötü bir hastalık mı? diye sordu, merakla gözlerinin
içine bakarken. Esther'in kansere ya da ölümcül bir hastalığa yakalandığını düşünüyordu. Kemal ise daha fazla
açık etmek istemiyordu karısının durumunu. Kestirme yollu cevap vermeyi yeğledi.
- Hayır, o kadar kötü değil çok şükür, dedi. Başka bir
şey söylemeden sessiz kaldı. Feridun Bey, ciddileşti birden,
- Kemal, dedi, net bir ses tonuyla. Şu sıralar izin
kullanman çok zor. Bunu aklından çıkar. Arada gider karınla ilgilenirsin, onun
dışında başka bir şey kabul edemem. Ümit’le falan yürümez bu işler,
biliyorsun.
Çok fazla şaşırmamıştı patronunun bu tavrına. İşten başka her
şey teferruattı onun için. Ama gelirken hazırlamıştı kendini.
- Gitmek zorundayım Feridun Bey, biliyorum sizi zor durumda
bırakacağım ama gitmek zorundayım.
- Kesin kararını vermişsin anlaşılan. O zaman, sen bilirsin deyip kalktı ayağa. Bunun ne anlama geldiğini biliyordu, Kemal. Dönüp masasına yürüyen Feridun Bey’in arkasından o da kalktı. Elini sıkmaya lüzum kalmadığını düşündü, kapıya yöneldi. Söylenen söylenmiş, yapılması gereken yapılmıştı…
Devam edecek