Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin ikinci yılını doldurarak 104. Haftaya girmiş bulunuyoruz. Önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesiniburadabulabilirsiniz.Bu haftanın konusunu sevgili Manxcat - Kuyruksuz Kedi belirledi.Haftanın konusu şöyle:
"Hayattaki en büyük korkunuz nedir? Başınıza gelince uykularınızı kaçıran bir şey var mı?"
Sevgili Mrs. Kedi, düşüncelerini detaylı olarak anlatmış. Geçmişte yanlış anlaşılma nedeniyle karşılaştığı bir olayın benzerini bir kez daha yaşama endişesi, uykusunu kaçırtacak derecede korkmasına sebep oluyormuş. Bazen yakın dostlar arasında yanlış anlamalar beklenmedik tepkilere yol açabilir. Eğer taraflar birbirine sınırsız güven duymuyorsa, dostluklar ne kadar eskiye dayanırsa dayansın ilişki zarar görür. Kontrolümüz dışında oluşan bu durumlar karşısında üzülsek de kahrolsak da yapabileceğimiz fazla bir şey yok. Dostlar arasında olası yanlış anlamalar konuşarak çözülemiyorsa eğer, ciddi bir güven sorunundan bahsetmek mümkün. Bu durumda ilişkinin yürütülmesinde fayda görmüyorum. Dolayısıyla bu konuda bir korku ya da endişe duyduğumu söyleyemem şahsen.
Bayılıyorum bu Ağaç Ev Sohbetlerine. Ekseriya düşüncelerimi yazıya dökmeden önce konuyla ilgili ön araştırma yaparım. Bu iş, bazen kısa bazen çok uzun zamanımı alır. Daha sonra kendimi dinleyerek içtenlikle soruları cevaplandırmaya başlarım. Bu konuda ilk söyleyeceğim şey, ölüm dahil hiçbir şeyden korkmadığım olacaktır. Oysa her insanın muhtelif korkuları olduğunu biliyorum. Bazen bu korkular hastalık derecesine yükselir, fobiler ortaya çıkar. Allaha şükür herhangi bir fobim de yok! Haftanın konusu sayesinde yeni öğrendiğim bir şey beni hayli şaşırttı. Bilim adamlarına göre doğuştan gelen sadece iki korku varmış! Birincisi düşme korkusu, ikincisi yüksek ses korkusu. Bunun dışında, ölüm dahil her türlü korku, çevre etkisiyle ve yaşanan olaylar vasıtasıyla sonradan edinilen korkularmış.
Korkunun temel nedeni çaresizlik diyor bazıları. Ölüme çare olmadığına göre benim de ölümden korkmam lâzım onlara kalırsa. Ama benim için geçerli değil bu. Çünkü herkes gibi öleceğimden eminim. Emin olduğum şeyden korkmam. Ancak ölüm türlü şekilde geliyor insana. Doğal felâketler, yangın, kaza, ıstırap veren hastalık, savaş, açlık vs. şeklinde karşılaşılacak bir ölüm herkes için korkutucu. Ama benim esas korkum, belirsizlik sanırım!
Diyeceksiniz ki, ormanda vahşi bir hayvan çıksa karşına, korkmayacak mısın? Vahşi hayvanların olduğu ormanda işim ne? Gecenin üçünde elektrikler kesildi, her yer karanlık. Sanki içeride biri var. Yere düşen bir cam eşyanın kırılma sesi. Acaba eve hırsız mı girdi? Elinde bıçak ya da silah olabilir mi? Ses versem kaçar mı, yoksa gelip üzerime mi çullanır? Korkar mısın? Elbette korkarım. Çünkü belirsiz bir sürü şey var. Ancak eve hırsız girebileceğini düşünüp gece uykularım kaçmaz.
Uçağa binmekten korkar bazı insanlar. Uçağın düşme olasılığı son derece düşük ama her zaman bu ihtimal var. Küçük düşme olasılığını göz önüne alıp uçağa biner, yolculuk esnasında horul horul uyurum. Binlerce metre yukarıda süzülürken, kaza durumunda kurtulma ihtimali çok az. Nasıl olsa bir gün öleceğiz. Niye korkayım ki!
Bak, yıldırım ve gök gürültüsünden harbi korkarım. Bu konuda aslan yüreğim teslim bayrağını çeker. Ama fotoğraf makinesinin flaşı, karın gurultusu gibi olanlardan değil. Öyle geceyi gündüze çeviren, gök yarılırcasına ortalığı inleten cinsten olacak! Böyle anlarda kalbim küt küt atar. Yıldırımın kafama düşme olasılığı uçağın düşme olasılığından binlerce kat daha az olduğu halde bu korkumun nedenini henüz çözemedim.
Bir de her medeni erkek gibi eşim hanımefendiden korkarım. Öyle ki, höt dediğinde yıldırım ve gök gürültüsü onun yanında sinek vızıltısı kalır.
Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 103. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesiniburadabulabilirsiniz. Son zamanlarda blog dünyasına biraz uzak kaldığımın farkındayım. Ağaç Ev Sohbetleri beni bloga bağlayan tek etkinlik bu aralar. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone belirledi. Her zaman olduğu gibi popülist bir yazı olmayacak. Elbette farklı düşünebilir herkes, fakat burada ben kendi bakış açımı ortaya koydum. Haftanın konusu şöyle:
"Ülkemizin durumundan şikayet ediyoruz. Düzeltmek için ne yapıyoruz, okumak, izlemek, düşünmek, konuşmak, yazmak dışında, aktif eylem olarak?"
Bu soruya şahsi cevabım net! Hiçbir şey. Zira ülkemizin durumunu düzeltmek benim görevim olmadığı gibi yetkimde ve sorumluluğumda olan bir konu da değil. Sorumlu değilim, çünkü ülkemizi bu hallere düşüren partili başkanı ve onun atadığı memurlara ben seçmedim. Eğer oyumla onu tercih etmiş olsaydım, sorumluluğu üzerime alıp "Allah'ım beni affetsin" der miydim? Sanmıyorum. Çektiğim vicdan azabı yeterince yakardı beni.
Bütün ormanlarımız yandı, ciğerlerimiz yandı, ağaçlarla beraber, canlı hayat, arıcılık bitti, geleceğimiz yok oldu. Envanterimizde yangına müdahale edecek tek uçak yokmuş! Siyasal İslâm'ı ayakta tutan yardım kültürüdür. Doğal afetler ve milli felâketlere karşı gerekli önlemleri almak seçilmiş iktidarın ve yöneticilerin görevi. Konu yardım etmek ise, şimdiye kadar yaptığım gibi bundan sonra da sadece tanıdığım ve gerçekten ihtiyacı olduğuna inandığım kişilere aracı kullanmaksızın yaparım yardımımı. Çünkü insanlara ve kurumlara inancım kalmadı artık.
Aktif eylem mi? Yapanları takdir ediyorum. Ancak hukukun olmadığı ülkemizde, bırakın eylemi, yazdığı twitter mesajı sebebiyle hapsi boyluyor insanlar. Ağaçlarını koruyan köylünün üzerine jandarmayı süren bir diktatörlük yönetiminde aktif eylem yapmak için yürek ister.
Pandemi dünyayı alt üst etti. Avrupa ülkelerinde hükümetler ellerindeki kaynakları sonuna kadar kullanarak geçim sıkıntısı çeken vatandaşlarına yardım elini uzattı. Bizim halkımız karnını doyurmak için yiyeceklerini çöpten topladı.
Peki ne yapmak lâzım? Osmanlı İmparatorluğu'nun son günlerinde İstanbul, İtilâf devletleri tarafından işgal edilmişti. Bu duruma karşı halk arasında üç farklı görüş belirdi. Birinci görüş sahipleri, kaderlerine razı olup başa gelen çekilir diyor, yabancı askerlerin eziyetlerini, hakaretlerini, onlar tarafından aşağılanmayı seyrediyorlardı. İkinci görüştekiler "Biraz bekleyelim, zamanı gelince harekete geçer, İstanbul'u kurtarmak için mücadeleye başlarız." şeklinde düşünüyorlardı. Üçüncü görüşe sahip olanlar ise son derece sabırsızdı. İşgal altındaki toprakları kurtarmak için Mustafa Kemal Paşa'nın yanında onun başlattığı kurtuluş mücadelesine zaman kaybetmeden katılmanın doğru olacağına inanıyorlardı. Bugünkü durumumuzu o günlerden daha vahim görüyorum. Halihazırda Atatürk gibi bir kurtarıcımız da yok ne yazık ki. Yapmamız gereken tek şey gerçek demokrasinin diktatörlük olmadığı hususunda vatandaşı ikna etmek! Adaletin tam olarak tesis edildiği bir ülkede, iktidar görevini yapar, hiçbir denetlemeden rahatsız olmaz, Sayıştay yapılan devlet harcamalarını çekinmeden sorgular, üniversiteler özgürce bilim üretir, sivil toplum ve diğer yardım örgütleri üzerine düşen görevi yaparlar. İşte o zaman bu tür örgütlere korkmadan, seve seve katılımcı olurum.
Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 102. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesiniburadabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Kavanozdaki Beyin / Sessiz Gemi belirledi. Gündemdeki orman yangınları konusuna girmeye haklı olarak gücünün yetmediğini belirten arkadaşımız farklı bir konu seçerek bu hafta için pandemi boyunca kişisel gelişim ve eğitim adına uyguladığımız şeylerden bahsetmemizi uygun görmüş. Haftanın konusu şöyle:
"Kişisel gelişim adına ve eğitim için pandemi sürecinde bir şeyler yaptığınız oldu mu, yaptıysanız neler yaptınız ve gelecekte bu türden plânlarınız, düşünceleriniz varsa bizimle paylaşabilir misiniz? Böylece hepimiz birbirimizden faydalı bilgiler ve uygulamalar öğrenebiliriz. Örneğin online seminerler, eğitimler olabileceği gibi kişisel arınma için meditasyon teknikleri vs. olabilir."
Kişisel gelişimi, rutin yaşantının dışına çıkıp insanların bilinçli olarak, kendi bilgi ve becerilerini geliştirmek amacıyla yaptıkları psikolojik bir mücadele olarak görüyorum. Bu yolda ilerleyebilmek için birçok eğitici, yol gösterici kitaplar ve kendilerini kemâle ermiş! gösteren sayısız abiler, ablalar var. İşin doğrusu bu dalda yapılan çalışmalar ticari kaygının ötesinde bazıları için pozitif etki sağlamış olsa da bana çok fazla hitap etmediğini söylemek isterim. Kişisel gelişimime bir fayda sağladığına inanmadığım halde fırsat buldukça TEDx türünden konuşmaları takip eder ve izlerken büyük keyif alırım. Ancak dikkat ettim, bu tür yayınlar sabun köpüğü gibi kısa süre sonra zihnimden uçup gidiyor. Konuşmacılar, kendi alanlarına giren konularda, nasıl başarılı olduklarını, başarısızlıklarını ve hayatlarından ilginç buldukları kesitleri anlatıyorlar. Kişisel gelişim üzerine kaç konuşma, kaç film izlersek izleyelim sonunda yine kendimizle baş başa kalıp hayatımızı kendimiz plânlarız. İşte bu videolardan biri de yönetmen İlker Canikli'nin TEDx konuşması (Bkz). Canikli ile düşüncelerimiz birbirine o kadar yakın ki! Doğal olarak hoşuma gidiyor söyledikleri. Onun kadar hitabeti kuvvetli biri olmadığımdan kendimi böylesine başarılı ve esprili bir şekilde anlatamam.
Yazıma başlamadan önce sevgili Sessiz Gemi ve DeepTone'nun yazılarını okudum. Pandemi sürecinde neler neler yapmışlar. Kıskanmadım desem yalan olur. Hayatta yapılacak o kadar çok ve o kadar güzel şey var ki! Bununla birlikte ben bir şey yapmadan önce uzun uzun düşünürüm. Onca şeyin arasında hangisini yapmalıyım? Bu bana ne yarar sağlayacak? Sonunu getirecek gücü ve zamanı bulabilecek miyim? Bazı özelliklerimi beğeniyorum, söz gelimi bir şeye karar verip başlayınca mutlaka sonunu getiririm. DeepTone proz.com'dan bahsetmiş. Daha önce bu siteyi keşfetmiştim. Yabancı dil ve çeviri konusuna ilgi duyuyorum. Deep bu konuda çok iyi, özellikle de hız bakımından özel bir arkadaşımız. Ben bu hıza ayak uyduramam diye düşünüyorum. Konuşmak yerine yazarak kendimi daha iyi ifade ettiğime inanıyorum. Pandemi öncesinden başlayarak iki roman çevirisi yapıp bir roman yazma deneyimim oldu. Yazarak, okuyarak son zamanlarda kaliteli film izleyerek insanın bilgi ve kişisel gelişimini kendi kendine sağlayabileceğini düşünüyorum. Okumaktan kastım insanı hayal alemine götüren kişisel gelişim kitapları değil elbette. "Her şey sevgiyle başlar. Yeter ki isteyin, siz isterseniz dünya dünya değişir." türünden saçmalıklar yerine realist düşüncelere çok daha yakınım.
Bu bakımdan arkadaşlarıma ne yazık ki kişisel gelişim adına yardımcı olacağım bir aktivite, eğitim ya da yine kendini kandırma yolu olarak gördüğüm yoga, meditasyon gibi aktivitelerim yok. Biliyorum, bazıları bu tür etkinliklerden büyük fayda gördüklerini ve hayatlarının düze çıktığını anlatacaklar. Onlara diyeceğim hiçbir sözüm olamaz. Ama ben şahsen kendi kendimin eğitmeniyim. Bu herşeyi bildiğim manasına gelmesin, tam aksine hiçbir şey bilmiyorum ve bilgiye açım. Sadece kendimi tanıyorum, bu inanılmaz bir kuvvet, sabır ve huzur veriyor bana.
Pandemi sürecinde bir ara varoluşa taktım kafayı. Uzun uzun araştırdım, okudum, yazdım. Cesarete bakar mısınız, binlerce yıl onca filozofun anlayamadığı bir konuyu ben keşfedeceğim! Sonra yavaş yavaş sıyrıldım bu düşüncelerden ama ara sıra yine aklıma takılmıyor değil. Felsefe, psikoloji, siyaset (ülkemizde olan siyaset değil elbette) ilgimi çekiyor. Son yaptığım roman çevirisi, "Anadolu'nun Hayaletleri" kalitesinde bir eser bulmaya çalışıyorum. Zamanı geldiğinde (sanırım henüz toplum buna hazır değil) "Anadolu'nun Hayaletleri" ni yayınlayıp topluma kazandırmak en büyük hayalim.
Veba Geceleri, basılmadan yıllar önce kitapseverler tarafından ilgi, merak ve özlemle beklenen piyasaya arz edildiği tarihten itibaren de hakkında nice değerlendirmeler yapılan farklı bir roman. Nobel Edebiyat ödüllü yazarımız Orhan Pamuk'un son kitabı Veba Geceleri, kendi ifadesiyle otuz beş yıldır yazmayı düşündüğü ve son beş yıldır büyük emek harcayıp birçok kitap, resim ve muhtelif kaynaklardan yararlanmak suretiyle ortaya koyduğu bir eser. Ünlü yazar ve kitabı Veba Geceleri hakkında olumlu ya da olumsuz pek çok eleştiri yapılmış ancak ben bunlar hakkında bilgi sahibi olmadan önce ve önyargısız kitabı okuyup bitirdim. Daha sonra kitabın tanıtımlarıyla ilgili röportajlara, film ve eleştiri yazılarına yoğunlaştım. Romanın tamamını okumamla birlikte hafızamda yer eden düşünceleri, başkalarının kitap hakkındaki değerlendirmeleriyle mukayese etme konusunda şaşırtıcı bir isteğe kapıldım. Epey zaman harcadığım bu yolculuğum esnasında Veba Geceleri hakkındaki incelemelerin, olumlu ve olumsuz eleştirilerin bazılarına katılırken aralarında katılmadıklarım da az değildi.
Öncelikle romanda diğer önemli yazarların da eserlerinde tercih ettiği üzere yenilik ve üslûp arayışı adına birtakım sıra dışı özellikler görüyoruz. Belki de bu, onları önemli yapan bir özellik. Dikkatimi çeken ilk husus, tarihsel gerçeklerle kurguyu mekân ve karakter ayırt etmeksizin harmanlamış olması sebebiyle okuduğum her cümleye gerçek mi yoksa kurgu mu diye bakmam ve bunun sonucunda romana kendimi yeterince adapte edemeyişim oldu. Evet, tarihi romanlar bir takım olaylar yazıldığı dönemin sosyoekonomik ve kültürel öğelerine bağlı kalarak kurgulanabilir ancak Orhan Pamuk Minger Adası gibi var olmayan bir adaya sokakları, dükkânları ve insanlarıyla hayat veriyor ve bu ada Osmanlı İmparatorluğunun çöküş döneminde bağımsızlığını yedi düvele ilan ediyor! Resme olan ilgisi sayesinde yazar, önce hayalindeki Minger Adasını sokak sokak plânını çizmiş, çizdiği bu plan üzerinde cami ve kiliseleri, resmi kurumları, kaleyi, limanı ve saat kulesini göstermiş. Bu tarz bir çalışma, sonuçta, yazarın romanı yazarken ayağını yere basarak yol almasına, adanın doğru bir şekilde tasvir ve betimlemesine yardımcı olmuş.
Romanın anlatım bozukluklarını Nobel ödüllü bir yazara yakıştıramadım. Onu da geçtim, kitabın editörü ve YKY Orhan Pamuk'tan çekindikleri için midir bilinmez bu konuda yeterince hassas davranmamışlar. Bu hataların aşağıda açıklayacağım Tarih profesörü Mina Mingerli'ye yapışacağını düşünmek mi gerek yoksa yazarın "bu benim tarzım" deyip çevresindekileri susturma ihtimali üzerinde durmak mı lâzım bilemiyorum. Daha da önemlisi akıcı bir özelliği yok romanın, aynı yer ve karakter tasvirlerini bezdirecek seviyede tekrar etmesi okuru sıkıp bunaltıyor, kitabın bir an önce bitirmek için aşırı çaba göstermek zorunda kalıyor insan. Bir yandan tekrarlar lüzumsuz yere (ticari kaygıların etkisi altında) kitabın sayfa sayısını arttırırken diğer yandan bazı olayları ve karakterleri derinlemesine işlemediği için bir türlü romanın içine giremiyor, duyguları alamıyor, adeta tarihi bir belgesel izlermiş hissine kapılıyor okur.
Spoiler *** 1901 yılında Osmanlı İmparatorluğuna bağlı Minger Adasında ortaya çıkan veba salgınında padişah II. Abdülhamit tarafından adaya gönderilen Sağlık Müfettişi Bonkowski Paşa esrarengiz bir şekilde cinayete kurban gider. Bunun üzerine padişahın yeğeni Pakize Sultanın eşi Dr. Nuri Minger Adasındaki salgını kontrol altına almak ve cinayeti aydınlatmak amacıyla padişahın emriyle görevlendirilir. Minger Adasını yöneten Vali Sami Paşa ve Pakize Sultanın koruması, Kolağası Kamil, romandaki diğer önemli figürler. Adanın yarısı Müslüman Türkler, diğer yarısı, ağırlığını Rumların oluşturduğu Ortodoks Hristiyanlardan oluşmakta. Salgınla mücadele genellikle din eksenli hurafeleri savunan tekke şeyhleri ve bilimsel yollardan karantina kurallarını benimseyen Dr. Nuri arasında geçer. Romanda yüzeysel olarak konu edilen Mingerli Zeynep ile Kolağası Kamil'in aşkından ve Vali Sami Paşa'nın metresi Marika'dan bahsetmemek olmaz. Kısa süre içinde akıl almaz bir şekilde Minger Adasının yönetimi kanlı kansız darbelerle elden ele dolaşır ve sonunda Minger Adası milliyetçilik rüzgârını arkasına alıp bağımsızlığını ilân eder. Karantina nedeniyle etrafı yedi düvel ve Osmanlı savaş gemileriyle kuşatılmış adada "Minger Mingerlilerindir" sloganıyla başlatılan istiklâl mücadelesinin kime karşı yapıldığı belirsiz! Önce Kolağası Kamil cumhurbaşkanlığına, daha sonra Dr. Nuri başbakanlığa getirilir. İkisinin arasında yönetim kısa bir süre Şeyh Hamdullah ve taraftarlarının eline geçip Vali Sami Paşa darağacına gönderilse de Şeyhin vebaya yakalanması ve salgını kontrol etmedeki başarısızlığı sebebiyle yobaz takımı iktidarda fazla kalıcı olmaz. Kolağası Kâmil'in vebadan ölmesinden sonra Dr. Nuri'nin yönetiminde Pakize Sultan adanın kraliçesi olur ve ilerleyen zaman içerisinde kendi istekleriyle İngilizler tarafından sömürge ülkesi, Hindistan'a kaçırılır. Kitabın başından sonuna dek Abdülhamit'in acımasız idare tarzına, muhafazakarlığına ve iktidardan indirilip canına kastedileceği düşüncesiyle kapıldığı vehimlere değinilir. Çünkü kendisi de Pakize Sultan'ın babası, batı yanlısı ilerici düşüncelere sahip V. Murat'ı devirerek iktidara gelmiştir. Pakize Sultan ve Doktor Nuri'nin İstanbul'a dönme hayalleri iyice suya düşmüş olduğundan hayatlarını Avrupa kentlerinde sürdürürler. ***
Diğer bir husus da, Veba Geceleri romanının, Pakize Sultan'ın torunu tarih profesörü Mina Mingerli tarafından ve özellikle Pakize Sultan'ın büyük ablası Hatice Sultan'a göndermiş olduğu çok sayıda mektuptan faydalanmak suretiyle yazıldığına dikkat çekilmesidir. Orhan Pamuk bu şekilde yazarlıktan sıyrılarak kendini izleyici konumuna getirmiş ve belki de romanın yazımına ilişkin olumsuz eleştirileri savuşturacağını hayal etmiş olabilir. Ne var ki bu tür anlatım tarzı, yer yer anlatıcının devreye girip geleceğe dair bilgiler vermesi, falanca olayın diğer tarihi kaynaklar veya gazetelerden alındığının belirtilmesi, daha da önemlisi anlatıcının aşırıya kaçan yorumlarda bulunması okurun okuma zevkinin azalmasına sebep olmakta.
Sonuç olarak gerek pazarlama kampanyaları bakımından gerekse yazarının Nobel ödüllü olması sebebiyle büyük tartışmalara konu olan Veba Geceleri romanı bir başka yazarın kaleminden çıkmış olsa lâfı dahi edilmez, sıradan bir roman olarak rafları süslerdi. Fakat yazarı Orhan Pamuk olunca yok efendim, Kolağası Kamil bey Mustafa Kemal'le ilişkilendirilmiş (ismindeki sessiz harfleri bile aynı!), yok efendim Şeyh Hamdullah Fetö'yü çağrıştırıyormuş, Abdülhamit'i seven bir kesimi karşısına almış gibi bir sürü bağlantının peşine düşülüyor. Bu gözle bakıldığında gerçekten de hem tarihe hem de günümüze çok sayıda göndermelerde bulunulduğu doğru. Ama yine de ben Veba Gecelerini gerek kurgu gerekse yazarın denediği farklı anlatım tarzı olarak vasat bulduğumu söyleyebilirim. Edebiyat dünyasında bu kadar ses getirmesi bir yana, romanın sonunu gördüğüm için kendimi mutlu hissettiğimi söyleyebilirim. Tavsiye eder miyim? Herkesin farklı gözle baktığı bu eseri merak ediyor, bir de sonuna kadar okumaya çalışırken sıkılmayı göze alıyorsanız okuyun elbette ki sizin de bu konuda bir fikriniz olsun. Lâkin iyi bir edebi eser okumak istiyorum diyorsanız emin olun çok daha iyileri var.
Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 101. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesiniburadabulabilirsiniz. Sevgili Deep bu haftanın konusunu benim belirlememi istedi. Kafamda birkaç sohbet konusu vardı. Bunların arasından benim için belki de en zor olanını seçtim.
"LGBT hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce bu bir hastalık mıdır? Etik açıdan nasıl olması ya da olmaması gerektiği yönünü bir tarafa bırakıp bu konuda kişisel görüşlerinizi ve bakış açınızı paylaşır mısınız?"
Tam bir aydır bu konuda bir şeyler yazmak istiyordum. 28 Haziran günü İstanbul'da yapılan Onur Yürüyüşüne polisin şiddetle karşılık vermesi beni ziyadesiyle rahatsız etmiş ve konuya olan ilgimi arttırmıştı. Öğrendiğime göre ABD'nin Newyork şehrinde, genellikle eşcinsellerin takıldıkları Stonewall Inn adlı bir bara yapılan polis saldırısı ve bunun ardından başlayan direniş ve gösterilerin yapıldığı 1969 yılının 28 Haziran'ı LGBT bireylerin kendilerini polise ve topluma kabul ettirmeleri konusunda bir dönüm noktası olmuş ve bu tarih her yıl artan sayıda kişinin katılımıyla onur günü olarak kutlanmaya başlamış.
İşin doğrusu önceleri LGBT bireyleri bir sapkınlığın içinde görüyor ve onların yanımda bulunmasından rahatsızlık duyuyordum. Bu tür insanların çocuk yaşlarında maruz kaldıkları tecavüz ya da bir takım olumsuzlukların neticesinde geri dönüşü olmayan bir yola girdiklerine inanıyordum. Zaman içinde bu tür davranışların kişisel bir tercih olmadığını, nedeni ne olursa olsun, bir hastalık ya da doğuştan gelen bir anomali olduğunu düşünmeye başladım. LGBT bireyler beni her zaman ürkütmüş, onlarla sosyal ilişki kurmam halinde hem toplumda başka türlü değerlendirileceğim, hem de sanki bulaşıcı bir hastalık gibi benim de onlar gibi olacağım endişesine kapılıyordum.
İnsanın varoluşundan bu yana farklı cinsel davranış biçimlerine sahip olduğu, yaklaşık 1.500 hayvan türünde de aynı özelliklerin görüldüğü bugün bilimsel olarak kanıtlanmış durumda. Ancak hem bireysel hem de toplum olarak bu tür bireyleri kabullenmekte zorlandığımız açık. İlginç olan 1.800'lü yıllara kadar eşcinsellik, farklı cinsel davranışlar birçok toplumda normal karşılanırken daha sonraları bu özelliğe sahip insanların muhtelif nedenlerle şiddet ve ötekileştirmeye maruz kalmasıdır. Örneğin Osmanlı Yeniçeri Ocağında askerlerin cinsel yönden ihtiyacını gören ve parlak oğlan çocuklarından oluşan Civelek taburu gayet olağan kabul ediliyor, hiç de yadırganmıyormuş. Yine erkeklerin hem kadın hem de bıyıkları yeni terleyen oğlan çocuklarıyla ilişkisi, edebiyatımızda ve tarihimizde oldukça fazla yer tutar. Pek çok farklı yorum yapılsa da cennet tasvirlerinde güzeller güzeli hurilerin yanı sıra Kur'an'da erkeklerin hizmetine "gılman" vaat edilmesinin o zamanın erkekleri için cennetin cazibesini en az huriler kadar arttırdığını düşünüyorum.
LGBT bireyler seslerini duyurmaya başlayınca onlara karşı tepkiler de artmakta günümüzde. Özellikle din odaklı yönetimler bu davranışı sanki bir tercihmiş gibi değerlendirerek sapıklık olarak niteliyorlar. Bu konuda hakim devlet görüşü; LGBT'nin küresel şer odakları tarafından fonlanan bir sapıklar topluluğu olduğu ve bunların sosyal medya üzerinden Türk toplumunun ahlâk yapısını yerle bir ettikleri yönünde.
Yapılan bilimsel çalışmalar LBGT davranışlarının hastalık sınıfına sokulamayacağını göstermiş olmakla birlikte bu konuya tarafsız yaklaşan bilim insanları bu tür davranışların kaynağı hususunun hâlâ bilinmezliğini koruduğunu vurguluyor. Homofobi, Yunanca "homos phobos" yani eşcinsel ilişki olayına karşı gelişen toplumsal, dini, ideolojik ya da psikolojik korkuları içeren bir kavram. Zaman zaman homofobik bir yanım olup olmadığını düşünmüşümdür. Ancak bunun irrasyonel bir düşüncenin ürünü olduğunu hiçbir zaman göz ardı etmedim. LGBT bireylere karşı nefret duymadım fakat onların içinde bulundukları sosyal ve psikolojik durumlara acıdığımı söyleyebilirim. Bu tür bireylere karşı uygulanan şiddet ve ötekileştirmenin bir insanlık suçu olduğunu düşünüyorum.
LGBT ailelerinin kurmuş olduğu derneklerde evlâtlarına sahip çıkmaları, onları kabullenme aşamasında yaşadıkları süreç beni çok etkiledi, bu konuda izlediğim belgesel ve söyleşilerde göz yaşlarımı tutamadım. Herhangi birimizin çocuğu da LGBT olabilirdi. Düşünmek bile korkutuyor insanı. Hem bireysel olarak bunu kabul etmek hem de topluma karşı evladımıza kol kanat germek! Bugün ben dahil pek çok insan buna hazır değil. Çocuğu LGBT yerine kanser gibi felâket bir hastalığı olmasını tercih edecek ailelerin sayısının az olmadığını düşünüyorum.
Bazen LGBT, bireylerin cinsel tercihi olarak tanımlanıyor. Ben buna kesinlikle karşıyım. Kimse ailesinden ve toplumdan tecrit edilmesi sonucunu getirecek bir tercihte bulunamaz. LGBT, doğuştan ya da henüz bilinemeyen bir nedenden ötürü normal dışı cinsel bir yönelimdir bana göre.
LGBT insanları tanımak, onlarla sohbet etmek, dertlerini paylaşmak isterim. Bu insanlar ötekileştirilip toplumdan dışlanıyorlar. Bir kısmı yüksek eğitim görmüş, kültürlü kişiler. Ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar kendilerine iş verilmiyor. Bu yüzden fuhuş batağına itiliyorlar. Savunmaları son derece haklı. Yaşamak için başka bir iş kolum yok ki diyorlar. Bize alışın diyorlar, evet zor da olsa alışmamız lâzım onlara. Gördükleri işkence ve ötekileştirmeleri lânetliyorum. LGBT bireylerin aileleri arasında annesi ve babası profesör olanlar var. Hem kendileri, hem de evlâtları için psikolojik tedavi görüyorlar ve sonunda başlarına gelen bu durumu kabulleniyorlar. Bu insanların sayısı hiç az değil. Toplumun yüzde onu LGBT olduğunu söylüyor bazı kaynaklar. Elbette gerçek sayının tespiti mümkün değil. Pek çoğu yaşadığı bunalımı içine akıtıyor toplumdan dışlanmamak için. Söylenecek daha çok şey var ama kelimeler kifayet etmiyor.
Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 100. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesiniburadabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi.
"Ağaç Ev Sohbetleri keyifli mi?"
Keyifli olmaz mı? Bloglar arası bir münazara havası estirdi bu etkinlik. İlk haftadan itibaren her hafta ara vermeksizin yazdım, çok güzel yorumlar aldım, yorumlarda yapıcı tartışmalarımız oldu, yeni yeni şeyler öğrendim. Format gereği herhangi bir kısıtlama olmadığı için son derece seviyeli bir ortamda ve istediğimiz her konuda,fikirlerimizi özgürce paylaştık.
Yüzüncü haftaya girdiğimiz bu güzel etkinliğe konu önerileri ve yazılarıyla katılan arkadaşlarımıza çok teşekkür ediyorum. Ağaç Ev Sohbetleri fikir olarak Taha Akkurt ve Edischar'a ait olmakla beraber işin lokomotifi elbette sevgili Deeptone'du. Her hafta az ya da çok sayıda katılımcımız oldu ama yazılarımızın pek çok blogger arkadaşımız tarafından ilgiyle takip edildiğini biliyorum. Bazen güncel bazen felsefi bazen de fantastik konuları tartışıp düşüncelerimizi dile getirdik. Sohbet konularıyla ilgili fikirlerini paylaşan arkadaşları sevgili DeepTone sayfasında duyuruyordu. Bildiğim kadarıyla yazılan her yazıya er ya de geç yorum bıraktım. Yazdığım yazılara da çok kıymetli yorumlar aldım. Bazı haftalar yazıma yapılan yorum sayısı yüzü zorladı. Bu benim için oldukça keyif vericiydi.
Pazartesi günlerini iple çekiyor ve heyecanla haftanın konusunu öğreniyordum. Bazen öyle sorular soruldu ki, çaresizlik içinde "ya ben bu konuda ne yazabilirim" diye telâşlandım. Ancak yazmaya başlayınca su gibi aktı satırlar. Zaman geldi konu hakkında araştırma yapma gereği hissettim. Doğal olarak bu benim yeni şeyler öğrenmemi sağladı. Örneğin 46. haftada sevgili İrem Can, "K-Pop hakkında ne düşünüyorsunuz?" diye sormuştu. K-Pop nedir ya, ne kadar cahil kalmışım? diye söylendim kendi kendime. Ondan önce 17. haftada sevgili Barış Doğan, lisede sevgili yapmak! hakkında ne düşündüğümüzü sordu. Bu sayede z-kuşağına giriş yaptım. 99. haftanın konusu sevgili DeepTone'dan gelen dondurma tercihimiz hakkındaydı. 24. haftada sevgili Tante Rosa bizleri uçan balon yaptı. Bu eğlenceli konular dışında oldukça ağır konuları da gayet güzel tartışıp fikirlerimizi yazıya döktük. Örneğin 19. haftada sevgili Denize Bakan Ev, "Kadın ve erkek arasında cinsel bir yakınlık olmaksızın gerçek bir dostluğun olabileceğine inanıyor musunuz?" diyerek fikrimizi sorarken, sevgili Mavi Lale 20. haftada "ölüm" kavramının biz insanlar için ne ifade ettiği konusunda düşüncelerimizi paylaşmamızı istedi. Sevgili Makbule Abalı, 69. haftada "evlilikte boşanma ve ayrılıklar" hususunu masaya yatırdı. 88. haftada sevgili Kuyruksuz Kedi, "ötekileştirme" konusunu ele aldı.
Bu güzel etkinliğin benim açımdan en güzel tarafı neydi biliyor musunuz? Blogta her hafta en az bir kez yazmamı sağlamış olması! Kimi zaman yazmak gelmiyordu içimden, bazen aksilikler, işler, hastalıklar ya da miskinliğim yazmama engel oluyordu. Ama şartlar ne olursa olsun, hani derler ya, iki elim kanda olsa Ağaç Ev Sohbetlerini kaçırmayacağıma dair söz vermiştim kendime ve şimdiye kadar sözümü tuttuğum için çok mutluyum. Umarım bu etkinlik sonsuza dek devam eder.
Selmin yola çıkmadan önce Esther'in normal kıyafetlerini yanına almakla ne kadar isabetli karar verdiğini düşünüp kendisiyle gurur duydu. Zira hanımı Esther'in eski haline döneceğine dair umutlar iyice azalmıştı artık, yavaş yavaş Prenses Nora'ya kendini alıştırmaya başlamıştı herkes. Önceki gece hanımının Kemal'le dans ederken bayılıp dünyaya yeniden geldiği o mutlu anda, üzerindeki prenses kıyafetiyle Szentendre caddelerinde boy göstermesi kuşkusuz bütün meraklı gözlerin hedefi olacaktı. Hiç kimsenin beklemediği bir zamanda normal yaşamına kavuşan Esther, artık o süslü kıyafetlerle dışarı çıkmayı asla kabul etmezdi zaten. Herkesin huzura kavuştuğu gecenin sabahında Selmin erkenden kalkmış, Esther'in oda kapısını hafifçe tıklatmıştı. Birden karşısında Kemal'i görünce çok utanmıştı genç kadın. Oysa -o vakte kadar hiç uyumamasına rağmen- neşesi gayet yerindeydi Kemal'in. Selmin'in uzattığı Esther'e ait kıyafetleri içeri almış ve içtenlikle gülümseyerek kendisine teşekkür etmişti.
Kemal ve konukları bir hafta boyunca doyasıya tatilin tadına vardılar, yeşilin ve mavinin buluştuğu bu cennet köşesinde. Gündüzleri Esther’in çocukluğunu ve gençlik yıllarını geçirdiği Szentendre sokaklarını gezdiler, kafelerinde oturup sohbet ettiler, hava kararmaya başlayınca şatonun Tuna nehrine kadar uzayan geniş bahçesinde hep birlikte mangal partisi yaptılar. Martin şakalarıyla herkesi güldürmeye devam ederken, Daniel ile Timur türlü oyunlar oynadı çimenlerin
üzerinde. Kendini bildi bileli başkalarına hizmet eden Selmin, hayatında ilk kez önüne papyon kravatlı şefler tarafından servis edilen nefis yemeklerin keyfini çıkardı. Jale ile Hasan her fırsatta reenkarnasyon konusunu tartışmaya devam ettiler. Esther'in yeniden sağlığına kavuşmasına en çok
sevinenlerden biri de en yakın arkadaşı Selmin'di. Kemal’den fırsat bulduğu sınırlı zamanlarda Esther’in yanına gidiyor, onun elini avuçları arasına alıp ne kadar büyük bir felaketten döndüklerini düşünürken gözleri doluyordu. Hasan, zamanının büyük kısmını Cevdet Bey’le golf oynayan Martin'i izlemekle geçirdi. Cevdet Bey’in karısı ve onu bir an olsun yalnız bırakmayan
Lilla arasında güzel bir dostluk kuruldu. Bazı geceler salona geçip müzik eşliğinde coştular, şarkılar söylediler, dans ettiler.
Sayılı günler çabuk geçti. Eve döndükleri günün akşamına doğru Esther, balkona çıkmış
güneşlenirken temizliği bitiren Selmin, mutfakta yemek hazırlığına başlamıştı.
Kemal, son kez iş yerine gidip arkadaşlarına veda edecek, istifa mektubunu verecekti. Telefon sesini duyan Selmin elindeki işi bırakıp doğruca salona koştu.
- Esther Hanım, telefonunuz çalıyor.
Selmin elindeki telefonu balkon kapısından Esther’e uzattıktan sonra yeniden işinin başına döndü. Cevdet
Bey’in adını görünce sevinçle açtı telefonu Esther.
- Merhaba Cevdet Bey, nasılsınız? Oturduğu yerden geriye doğru bakıp
Selmin’in mutfağa girdiğinden emin olduktan sonra rahatladı.
- Ben de şimdi sizi arayıp teşekkür edecektim. Gerçekten size çok
şey borçluyum.
Geniş balkondaki sandalyeye otururken ayaklarını önündeki tabureye uzattı. Aralık balkon kapısından sızan rüzgâr tül perdeyi nazlı nazlı havalandırıyordu. Kahvesinden bir yudum aldı. O kadar heyecanlanmıştı ki, Cevdet Bey'in konuşmasına izin vermeden devam etti.
- Muayenehanenize son geldiğim günü hatırlıyorum, "Şimdi seninle bir oyun
oynayacağız." dediğinizde neden bahsettiğinizi anlamamıştım.
Dairenin dış kapı kilidi sessizce döndü. Kemal elinde kocaman bir
gül demeti ile içeri girdikten sonra doğrudan mutfağa geçti. Bir anda onu karşısında görüp şaşıran Selmin’e
gülümseyerek işaret parmağını dudaklarına götürdü ve sus işareti yaptı. Ayaklarının ucuyla balkon kapısına doğru
yaklaştığında Esther’in telefonla konuştuğunu fark etti. Ona sürpriz yapmak
için kapının arkasına gizlendi ve konuşmalara kulak kabarttı. Esther coşkuyla birine bir şeyler anlatıyordu.
- Evet, haklısınız Cevdet Bey, ben de rolümü güzel oynadım. Nasıl
böyle bir işe kalkıştığımıza hâlâ inanamıyorum. Neyse ki Kemal oynadığımız oyunun farkına varmadı. Sadece Kemal değil, diğerleri de, hepsi inandılar. Hipoterapi merkezi, hastane,
Jovica, Sofia, Martin… Bütün bunların hepsini birden nasıl ayarladınız, hem de o kadar kısa zamanda. Neyse, şimdi Selmin evde, bir şeylerden şüphelenirse kötü olur.
Başını hafifçe geri
çevirip salona baktı. Selmin'in konuşulanları duymadığından emin olmak istiyordu. Selmin, salonun mutfağa açılan kapısının önünde ellerini bağlamış dikiliyordu. Aralarındaki mesafeye bakılırsa konuşmaları duymuş olamazdı ama hizmetçinin gözlerini kocaman açmış, adeta donmuş bir vaziyette put gibi durması tuhaf geldi. Birden heyecanlanıp eli ayağına dolaştı.
Kemal, elinde kocaman gül demeti olduğu halde kapının arkasına gizlenmiş konuşmanın
bitmesini bekliyordu.
Esther, panikleyerek elindeki telefonu masaya bıraktı. Ayağa kalkmaya çalıştığı anda kapının yanında, elindeki güllerle birlikte bekleyen Kemal'le karşılaştı. Ne yapacağını bilemedi. O an başından aşağı kaynar sular döküldüğünü hissetti. İnkâr edemezdi. Her şeyi duymuş, bütün foyası ortaya çıkmıştı işte! Bulunduğu
yerde çakılıp kalmış, büyük bir suçluluk kompleksiyle gözlerini yere indirdi yavaş yavaş. Suçüstü yakalanmıştı. Ağzını açamaz, bir söz söyleyemezdi.
Sessizce yanaklarından süzülen gözyaşlarına mani olamadı. Büyük bir pişmanlık ve tarifsiz bir hüzün
çöktü içine. Oyun esas şimdi bitmiş, gerçeklerle yüzleşme sırası gelmişti.
Zaman durmuştu adeta. Dakikalarca kararsız bir halde hareketsiz
kaldılar. Sözlerin tükendiği bir andı bu. İkisi birden büyük şok yaşıyorlardı. Biri masum bir aldatmanın diğeri aldatılmış olmanın ağırlığı altında eziliyordu. Yaşadığı bu büyük hayal
kırıklığı üzerine gözleri doldu Kemal’in. Hayatını bağladığı kocaman bir dal
kulakları sağır eden çatırtısıyla gövdesinden ayrılmış uçsuz bucaksız bir
boşluğa bırakmıştı kendini. Ama aldatılmasına, dostları, arkadaşları arasında küçük düşürülmesine rağmen tuhaf ve anlaşılmaz bir şekilde kızgınlık duymuyordu Esther'e. Üstelik bütün bu yaşananlara karşılık yine de karısını affetmeye hazır hissediyordu kendisini. Çünkü bütün bunların yaşanmasına sebep tamamen kendisiydi. Evet, sevdiği insan tarafından kandırılmıştı, deliler gibi sevdiği karısı tarafından hem de. Kulaklarıyla duymasa asla inanmazdı böyle bir şeye. Ama bu sayede
gözleri açılmış, kendini bulmuştu. Çaresizlik içinde kıvranan karısının onu
küçük düşürmek gibi bir niyeti olmadığından emindi. Neyse artık olan olmuş, ikisi de gereken dersleri almıştı.
Büyük kırmızı gül demetini yavaşça koltuğa bıraktı Kemal. Kollarını açıp gözü yaşlı Esther’i kucakladı. Birbirlerine sarılıp tek vücut oldular. Söylenecek tek bir söz bulamadılar birbirlerine. Hafiften esen rüzgârın kabarttığı tül perde çiftin aralarına girip sicim gibi akan gözyaşlarını silerken batan güneş kötü günlerin artık geride kaldığını müjdeliyordu.
Selmin mutfaktan ara sıra başını çıkarıyor, aynı tabloyu görünce gerisin geriye dönüp duruyordu. Kemal Bey'in olgunluğu onu da duygulandırmış, gözleri buğulanmıştı. Ağır havayı dağıtma görevinin kendisine düştüğünü anlamıştı Selmin. Genç çift birbirlerine yapışmış halde sonsuza kadar asla ayrılmayacaklar gibi duruyorlardı. Sesini kontrol ettikten sonra salona çıkıp gözlerini kapattı ve her zamankinden daha duyulur bir ses tonuyla seslendi.
- Yemek servisine başlamamı ister misiniz, efendim?
- SON -
* Not: Bu yazdığım ilk roman yolculuğunda beni yalnız bırakmayan, hatalarımı düzelten ve fikirleriyle katkıda bulunan tüm blog dostlarına teşekkürlerimle... Hepinizi seviyorum.