KATEGORİLER

13 Eylül 2021 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 108

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm canlılığıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi. Yaz mevsiminin sona ermesiyle birlikte umutların seneye ertelendiği tatil plânlarına ilişkin eğlenceli bir konu seçmiş arkadaşımız. Haftanın konusu şöyle:

"Bazı insanlar tatili, yolculuğu önceden plânlarlar, detaylı olarak, diğer bazı insanlar ise birçok detayı esnek bırakır veya şansa bırakır. Hangisini tercih ediyorsunuz?"

Eskiden günübirlik ya da bir tatil turuna katılarak yaptığımız gezilerde ön hazırlık yapmazdık pek. Hatta bazen hafta sonları öğlene doğru aniden karar verir hemen yollara düşerdik. Kdz. Ereğli'deyken Abant, Akçakoca, Karasu, Safranbolu, Amasra, Ankara'dayken; Konya, Erciyes, İzmir'deyken; Çeşme, Seferihisar, Didim, Marmaris, Bodrum gibi sayfiye yerlerini bu tür gezilerimize örnek olarak verebilirim. Elbette bu çılgınlığımızın tek avantajı yolun son derece sakin oluşuydu. Millet uzun kuyruklar halinde evlerine dönerken biz iyice tenhalaşmış gidiş yolunda olurduk. Eğer şansımız varsa hava kararmadan bir iki saat denize girme fırsatını ancak yakalayabilir, gittiğimiz yerde güzel bir akşam yemeği yedikten sonra gecenin bir vaktinde evimize dönerdik.

Yurt içi ve yurt dışı turlarına da katıldığımız oldu. Bu tam bir tembel işi bence. Hazırlığa hiç gerek yok. Otobüs, uçak, tren her ne ise bütün biletlerimiz alınmış, nerede kaç gün kalacağımız, nereleri gezip göreceğimiz belli, rehber hap gibi her türlü bilgiyi veriyor, bizler de ağzımızı açmış, onu dinliyoruz. Ben Tayland, Singapur hariç turlu gezileri pek sevemedim. Bu Uzakdoğu gezimiz de oldukça özel bir geziydi zaten. Zaman içinde eşimin ayak ağrıları nedeniyle rehberin peşinden at gibi ha babam de babam koşmamız işkence halini almaya başlamıştı. Tura katılarak yaptığımız son gezinin durağı eşimin şikayetlerinin doruğa çıktığı Paris ve Benelüx ülkeleriydi.   

Plânlı ilk gezimizi yurt dışına, Moskova'ya yapmıştık. Eşimle birlikte kızım da bizimle beraberdi. Üstelik bütün plân ve organizasyon işlerini kızım üstlenmişti. Mükemmel bir geziydi. Eşim yorulduğunda onu otelde bırakıp kızımla gönlümüzce gezip dolaşmıştık. Kış mevsimi olmasına rağmen harikaydı. 

Kızımdan aldığım ilhamla bir sonraki tatil güzergâhımız olan İtalya seyahatimizin plânlamasını kendim yaptım. İnceden inceye o kadar detaylı bir program hazırladım ki, henüz yola çıkmadan gezip göreceğimiz yerleri avucumun içi kadar bilecek hale gelmiştim. Her ne kadar Roma'ya daha önce iş icabı dört beş kez gitmiş olsam da eşimle birlikte Napoli'den Venedik'e kadar en meşhur yedi şehri on gün boyunca gezecektik. Kalacağımız yerler, bineceğimiz trenler, gideceğimiz restaurantlar ve yemekler hepsi belliydi. Napoli'de bardaktan boşanırcasına yağmura karşı şemsiyelerimiz altında mücadele ederken telefonumu çaldırmamın dışında herhangi bir tatsızlık yaşamadık. İyi ki tedbiri elden bırakmamış, telefondaki uçuş, ulaşım ve konaklama bilgilerini hard copy olarak çantama koymuştum. Aksi takdirde ertesi günü nereye gideceğimizi, nerede kalacağımızı ve hatta memlekete dönüş tarihini bile bilemezdik. Nefis bir geziydi. İstediğimiz yere istediğimiz zaman gittik, yorulduğumuzda dinlendik. Gün içinde istediğimiz değişiklikleri yapabildik. 

Bütün bu tecrübelerden sonra gezilerimizi önceden plânlayarak yapmanın bizim için en iyi çözüm olduğuna karar vermiş bulunuyorum. Ulaşım olsun konaklama olsun önceden alınan biletlerde büyük indirim olması ayrı bir avantaj. Bir de gezeceğim, göreceğim yerler hakkında önbilgim olması ve bu amaçla yaptığım hazırlık bana büyük zevk veriyor. Ayrıca yabancı ülkelerde amatör rehber bulmak da mümkün. Rehbere verilecek küçük bir bahşiş karşılığında şehri dilediğince gezebiliyor, görülecek yerleri görebiliyorsunuz. Tabii biz hiçbir zaman rehberin peşine yetişemediğimiz için yarı yolda rehberden ve diğer katılımcılardan müsaade isteyip bağımsızlığımızı ilân ediyorduk.

Pandemi sonrası yurt içinde ilk önce gezmeyi düşündüğümüz iller Hatay, Gaziantep, Mardin ve Urfa. Muhtemelen bir hafta sürecek bir program olacak. Urfa'da sıra gecesine katılmak istiyoruz. Ben bu illerin hepsini gördüm ama gezdim diyemem. Bu nedenle detaylı bir ön hazırlık yapmam gerekiyor. Yurt dışında öncelikle görmek istediğim yer Yunanistan.  Seyahati arabamızla mı yaparız yoksa araç mı kiralarız konusunda net bir karar vermedim henüz. Gezi plânları herkesin ilgi alanına göre yapılabilir. Biz gezeceğimiz yerin sosyo-kültürel yapısını, doğal güzelliklerini, tarihini ve elbette mutfağını tanımak, görmek isteriz. Hazırlık aşamasında gezi bloglarından ve muhtelif internet kaynaklarından yararlanırım. Müzeler çok fazla ilgimizi çekmedi şimdiye kadar ama hazırlık yapıp heykeller, taşlar, eşyalar ve bölgenin tarihi hakkında bilgi sahibi olabilirsek onların da ilgimizi çekeceğini düşünüyorum.  

10 Eylül 2021 Cuma

BENİ ASIL HAYAT ALDATTI - CEZMİ ERSÖZ

 

Kitabın Adı: Beni Asıl Hayat Aldattı

Yazar: Cezmi ERSÖZ

Sayfa Sayısı: 199

Yayınevi: Tekin Yayınevi

Türü: Deneme

"Beni Asıl Hayat Aldattı", Cezmi Ersöz'ün okuduğum ilk kitabı.  Doğrusunu söylemek gerekirse bir hafta kadar önce bitirdiğim bu kitap hakkında nasıl bir değerlendirme yapacağıma karar veremiyordum. Bana değişik geldi. Bir şeyler yazmadan önce okuduğum kitapla birlikte yazarın otuza yakın diğer kitapları hakkında başkaları tarafından yapılan yorumlara göz attım. Yazarı çok seven ve ona övgüler düzen geniş bir kitlenin yanı sıra yazar hakkında olumsuz, sert eleştiriler yapan pek çok kişiye ait yorumlar okudum.    

Aslen Urfalı bir aileye mensup yazarın kendine özgü bir yazım şekli var. 1990'lı yıllarda ergen genç kızların kitaplarına hayran olduğu, özellikle Leman dergisinde yazdığı yazılarla kendini tanıtan yazar, "Beni Asıl Hayat Aldattı" kitabını yazarken içinde bulunduğu ruh halini verdiği bir röportajda şöyle anlatıyor:

"Özellikle son yıllarda gerçeklere çok hızlı çarptığımı düşünüyorum. Sevdiğim kimi insanların aslında başkaları olduğunu yeni yeni anlamış durumdayım. Artık paramparçayım... Ancak ben parçalarımı toplamasını bilirim. Hayat da aslında başka bir yermiş. Sandığım gibi değilmiş birçok şey. Bunu geç de olsa anladım. Artık bir başka yolun yolcusuyum. Daha yalnız ve daha sahici. Ve kendi hikayemin peşinden gidiyorum... Kendimi bulmam için kaybolmam gerekiyormuş. Aslında kimseyi suçlamaya da gerek yok. Asıl suçlu benmişim."

Kitabı okurken yazarın yukarıdaki ruh hali açık bir şekilde göze çarpıyor. Birinci tekil şahıs tarafından anlatılan öyküde somut üç beş olayın dışında hastalıklı bir aşk konusu yer yer iç çözümleme tekniği kullanılarak işlenmiş. Bazen aşırıya kaçan şiirsel bir dil kullanarak yalnızlık, özlem, ölüm, aşk konularının sürekli olarak tekrarladığı eserin bölüm sonlarına da birer şiir eklemiş yazar. Uzakken birbirine deliler gibi özlem duyan, bir araya gelince boşlukta boğulan sorunlu bir çiftin garip aşk hikayesi...  

"Küçüktü, kesikti, avuçlarımızdı,

sonsuzluğa bakardı

o kırık penceremizdi.

Gövdemiz tutsak

evimiz uçurumda

hayallerimiz kendine çarpardı

Sadece parmaklarımız hazırdı hayata,

onlar da kalplerimizdeki

yaraya bakıyorlardı durmadan...

Duru bir sesi özlüyordu

yarım kalmış rüyalarımız.

Aslında birbirimize çoktan hazırdık,

ama aramızdan hayat akıyordu..."

Cezmi Ersöz'e başlamak için iyi bir kitap seçimi değildi belki. Kitabı ve şiirleri beğendiğimi söyleyemem. Bana sıkıcı ve anlamsız geldi tümüyle. Tek kazancım yazarı tanımak oldu. Muhtemelen iki hafta sonra hafızamda hiçbir iz bırakmadan kaybolacak kitabı maalesef önermiyorum.      

8 Eylül 2021 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 107

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm canlılığıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Makbule Abalı / Uçun Kuşlar belirledi. Okulların pandemi nedeniyle uzun bir aradan sonra yeniden yüz yüze eğitime açılması münasebetiyle harika bir konu seçmiş değerli öğretmenimiz. Haftanın konusu şöyle:

"Hayal bu ya, bugünlerde "ÖĞRETMEN" olsaydınız öğrencilerinize öncelikle hangi değerleri kazandırmak isterdiniz? Hangi öğretim kademesinde, hangi sınıflarda, hangi branşlarda öğretmenlik yapacağınıza lütfen siz karar verin."

Konuyu öneren ve ne kadar donanımlı olduğu yazısına döktüğü fikirlerinden kolaylıkla anlaşılan arkadaşımız sevgili Makbule Abalı, Rehberlik ve Araştırma Merkezlerinde her kademede çocuk ve gençlerle ilgilenmiş, sınıf öğretmenlerine seminerler vermiş, liselerde Rehber Öğretmenlik, Psikoloji ve Felsefe Öğretmenliği yapmış, üniversitede Rehberlik Dersleri vermiş. Ülkesini seven ve güzel ahlak sahibi bireylerin yetişmesinde onun gibi eğitimcilere o kadar çok ihtiyacımız var ki... 

Her insanın ilgi ve kabiliyetleri bakımından kendilerini gösterebilecek farklı iş ve meslek grupları vardır. Yaptığımız işin hakkını vererek üstesinden gelmek ve bunun haklı gururunu yaşamak hepimizin arzuladığı bir şey. Bu hususta öğretmenlik mesleğinin müstesna bir yeri olduğunu düşünüyorum. Zira ülkenin geleceği, öğretmenlerinin yetiştirdiği, düşünmesini, sorgulamasını, doğruyu ve yanlışı ayırt etmesini bilen genç nesillere bağlıdır. 

Öğretmenlik meslek seçiminde hiç düşünmediğim bir iş koluydu. Konuya ne kadar hakim olursanız olun, mesleği ne kadar severseniz sevin, birilerine bir şeyler öğretebilmenin aynı zamanda bir yetenek işi olduğunu düşünüyorum.  Ne var ki, pek çok insan öğretmenliği sıradan bir devlet memurluğu olarak görmekte. Diğer taraftan mesleklerini aşkla yapan elleri öpülesi bazı öğretmenlerimiz memleketin en ücra köşelerinde, en zor koşullarda ve az bir maaşla yaşamlarını idame etmeye çalışırken bilgiye ve ilgiye susamış birçok çocuğa bilimin ışığında doğru yolu göstermek suretiyle hayatlarını kolaylaştırmakta.    

Öğretmenlik benim gözümde en saygın meslek. Eşimin öğretmen olması bana büyük gurur veriyor. Ama ben yine de öğretmen olmazdım/olamazdım sanırım. Sadece kabiliyetim olmadığı için değil. Ülkemizin mevcut koşullarında hiçbir meslek gerektiği gibi yapılmıyor. Öğretmenlik bunların başında geliyor elbette. Bu durum insanı bunalıma sokuyor. Siyasi iktidarın belirlediği ve sık sık değişen katı kurallara göre düzenlenmiş müfredatın dışına çıkamayan bir eğitim sistemi ya da sistemsizliği, araştırmayı, sorgulamayı önemsemeyen ezberci bir zihniyet, gerici ve ezberci eğitimi kökleştirmeye çalışırken tazecik beyinleri işlemez hale getiren,  sistemi denetleyen iktidar yanlısı, kafası boş müfettiş bozuntularına peki efendim demek zorunda kalan biçare öğretmenlerimiz... Ne kadar iyi niyetli olsalar da ailelerini geçindirebilmek için yüreklerine taş basıp köle üreten sistemin neferleri haline gelen öğretmenlerimiz...

Sevgili Makbule öğretmenimiz de farkında  bu durumun ve bu yüzden hayalini kurun demiş. O zaman, eğer yeteneğim olduğunu da var sayarsam ilkokul öğretmeni olmak isterdim. Madem hayal kuruyoruz, maaşlarının da tatminkâr düzeye çıkartılmasını isterdim öğretmenlerin. Zira öğretmenlik genel olarak hanımların tercih ettiği, eve ekonomik ufak bir destek sağlayan, erkekler için ekonomik yönden pek de tercih edilmeyen bir meslek. Vatandaşlık Bilgisi diye bir ders vardı bizim zamanımızda. Şimdi hâlâ bu ders var mı bilmiyorum. Vatandaşlığın ne anlama geldiğini, erdemli insanın hangi vasıflara sahip olması gerektiğini öğretmeye önem verirdim meselâ. Vatandaşlık görev ve sorumluluklarını gerçek manada öğretmeye çalışırdım. Demokrasinin sadece yöneticilerimizi seçmeyle yönetici olarak seçilme hakkından ibaret olmadığını ve gerçek demokrasinin ülkemizde hiçbir zaman var olmadığını anlatırdım. Atatürk'ün ilke ve devrimlerinden söz eder, onun bilime verdiği önemi vurgular, savaşta elde ettiği başarılarının yanı sıra devlet adamlığında da dünyanın hayran olduğu ender insanlardan biri olduğundan bahsederdim. Ulusun vatandaşlık bilinci etrafında birleşmesi gerektiğini, laikliğin vaz geçilmez bir husus olduğunu, din, dil ve ırk bakımından toplumun ayrıştırılmasının ülkenin başına felaketler getireceğini dilim döndüğünce anlatmaya çalışırdım. Vatandaşın sadece vergi vermekle yükümlü olmadığının, aynı zamanda verdiği vergilerin nerelerde harcandığını öğrenip hesap sorma hakkı olduğunun, fikir özgürlüğünün, adalet ve fırsat eşitliğinin toplumun tüm kesimlerinin hakkı olduğunun altını çizerdim. 

Madem hayal kuruyoruz, her ne kadar branşım fen olsa da lisede felsefe öğretmeni olmak isterdim. Genç beyinlerin sadece anlatılanlara inanmalarının doğru olmadığını, her söyleneni, her okuduklarını akıl süzgecinden geçirmelerini önerirdim. Binlerce yıl önce yaşayan filozofların sahip olduğu fikirlerin, düşüncelerin günümüz profesörlerinden fersah fersah ileride olduğunu anlatırdım. Her şeyin değişim içerisinde olduğunu, değişime ayak uyduramayanların sömürülmeyi hak ettiklerini izah etmeye çalışırdım. 

Eğitim, öğretmenlik deyince Köy Enstitülerini anmadan olmaz. Eğer bu güzide kurumlarımız lağvedilmemiş olsaydı yukarıda anlatmaya çalıştığım hayallerimin önemli bir kısmı gerçek olurdu ve ülkemiz daha özgür, daha bağımsız ve refah düzeyi yüksek bir konuma kavuşurdu.

1 Eylül 2021 Çarşamba

KIRK YAMA - BİGE GÜVEN KIZILAY


Kitabın Adı: KIRK YAMA

Yazar: Bige Güven Kızılay

Sayfa Sayısı: 358

Yayınevi: Hayykitap

Türü: Roman

Kırk Yama ile tanışmam tavsiye üzerine değil tamamen tesadüf eseri. Oldukça nadir rastlanan Bige ismini görünce "Yazar, benim öğrencim olabilir." düşüncesiyle satın almıştı kitabı eşim. Birkaç sayfa okuduktan sonra okumaya değer bulmayıp bir kenara bıraktığı kitabı okumaya başladığımda eşime sonuna kadar hak verdim. Bir yandan bu kadar bozuk bir dille nasıl kitap yazılır diye söylenirken sırf gençliğimin geçtiği yılların Ankara'sını anlattığı için okumaya devam ettim. Kitabı bitirdikten sonra karışık duygular içinde buldum kendimi. Edebiyat emek, gözlem ve beceri isteyen bir sanat dalı. Şimdiye kadar okuduğum en kötü yazılmış romanlardan biri diye eleştireceğimi düşünürken ilerleyen sayfalarda ters köşe oldum. Kitabın eksileri, konunun içine girdikçe artılarıyla yer değiştirdi. Emeğe saygısızlık etmek istemem ama eleştirilecek yerlerini görmezden gelip susmanın doğru olmadığını düşünüyorum.

Dediğim gibi özellikle kitabın ilk sayfalarından başlayan anlatım bozuklukları ileriki sayfalarda bana azalmış gibi geldi. Eğer gerçekten böyle bir durum yoksa bunu iki nedene bağlıyorum. Ya yazarın bozuk ifade tarzına alıştım ya da ele aldığı konular, olayların geçtiği mekânlar, roman karakterleri, diyaloglar beni öylesine içine çekti ki, ifade bozuklukları bir zaman sonra gözüme çarpmamaya başladı. Kimdi bu yazar, bu kadar güzel bir kitabı okunmaz hale getiren? Editör elinden hiç mi geçmedi? Araştırdım tabii. Kitapta editörün ismi yok ama başka bir kaynaktan editörün İsmail Güven adında biri olduğunu öğrendim. Emin olmamakla birlikte bu kişinin yazarın eşi olabileceğini düşündüm. Kitabevi'nin de bir zamanlar bir tarikatın elinde olduğu yine keşfettiğim bilgiler arasında. 

Kitap hakkında çok güzel şeyler anlatacağım ama önce birkaç olumsuz eleştirimi daha paylaşayım. Romanın ana karakterleri Efser ve Sedef adlarında iki kız çocuğu. Kitap, 1970-1990 yılları arasında yaşanan siyasal olayları, toplumun sosyokültürel ve sosyoekonomik durumlarını, arkadaşlığı ve aile yapılarını ele alırken on on bir yaşlarında iki kız çocuğunun yaz kampı sırasında başlayan aşk ilişkileri bana oldukça abartılı geldi. Oysa o yaşlarda oluşan arkadaşlıklar en azından lise dönemine kadar dostluk seviyesinde devam ettikten sonra aşka dönüşseydi daha inandırıcı olabilirdi. Küçük kahramanlarımızın ilişkiler konusunda yazarın ağzından dile getirdiği düşünceleri ve yaptıkları sohbetlerin seviyesi yaşlarının çok üzerinde. Diğer bir konu, sağ sol çatışmalarının zirve yaptığı bir dönemde birbirleriyle zıt görüşe sahip ve kültürel düzeyi tamamen farklı iki aile arasında gelişen sıcak dostluk bana pek inandırıcı gelmedi. Böyle bir durum ancak Türk filmlerinde karşımıza çıkabilir. Yazar Bige Güven Kızılay bir röportajında bu konuya değinmiş. Her zaman mutlu sonla biten Türk filmleri gibi imkânsız görünen bazı olayları hayal dünyasında hep oldurmaya çalıştığını vurgulayarak ve kitaplarını hep mutlu sonla bitirdiğini söylüyor.

Romanda ele alınan dostluk kavramına rastlamak şimdilerde neredeyse imkânsız. Efser ve Sedef'in tesadüfen başlayan arkadaşlık ilişkisi, zaman içinde bunun dostluğa dönüşmesi, ailelerinin de onları kucaklamasıyla birlikte müthiş bir duygu selinin içinde buluyor kendini okur. Çocukluk yıllarımda unutulmaya yüz tutmuş oyunları, siyah beyaz televizyonlarda bütün aileyi hipnotize olmuşçasına ekran başına bağlayan Kaçak gibi dizi filmleri, Evin erkeklerinin damlara çıkıp metal çubuklu TV antenlerini bir sağa bir sola döndürerek en iyi görüntüyü elde etme çabaları,  gençliğimde gezdiğim mekânları, Kıtır Piliç'i, Flamingo Pastanesini, Kuğulu Parkı, Cambo'yu, Merkez Lokantasını, Atatürk Orman Çiftliğinin üzeri bir parmak kaymak bağlayan kırmızı kapaklı sütlerini, Atatürk Bulvarından Kızılay'a karlı yollardan yürüyüşleri, Soysal Pasajı'nı, ODTÜ'yü, kanlı 1 Mayıs'ı, 1980 darbesini yeniden hatırlamak beni derinden etkiledi. Yazar sıcak insan ilişkilerini vefayı, sabrı, fedakârlığı nakış gibi işliyor satırlarında. Böyle bir alt planda Efser ve Sedef'in aşk hikâyeleri, meslek hayalleri... Yazar olay ve karakterleri o kadar idealize etmiş ki, insan ister istemez kâh hüzünleniyor, kâh gülümsüyor. Bazen de gözleri dolup hıçkıra hıçkıra ağlamak geliyor içinden. Uzun zamandan beri beni bu denli etkileyen kitap okumamıştım.

Özellikle o dönemi yaşayanlar kitapta kendilerinden çok fazla şey bulacaklar. Cümle kuruluşlarında, gereksiz sözcük kullanımları, ifade bozukluklarına rağmen okunmaya değer bir kitap. Hele bir de o yılları Ankara'da geçirmişseniz eğer, okumanızı şiddetle öneririm. Son olarak yazarın  Ankara insanlarını etkileyici bir dille anlatan "Ankara Diye İnsanlar Vardır" adlı yazısını Emre Yurttakalın'ın başarılı seslendirmesiyle buradan izleyebilir, roman karakterlerine de giren Ankara insanları hakkındaki düşüncelerini öğrenebilirsiniz.

31 Ağustos 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 106

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm canlılığıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Sade ve Derin / DeepTone belirledi. Gelecek hafta, konuyu sevgili Makbule Abalı belirleyecek. Bütün arkadaşların farklı tartışma konuları önererek etkinliğe katılmasını, birbirimizi tanımak, dünyaya başka gözlerden bakabilmek, yaşama dair bilgi, görgü ve tecrübelerimizi artırmak açısından önemsiyorum. Geçtiğimiz hafta sonu kızımın düğün telâşı vardı. Bu yüzden birkaç gün blog dünyasından uzak kaldım. Geçen hafta Ağaç Ev Sohbetlerine yazılarıyla katkı veren bazı arkadaşların yazdıklarını okumak, geç de olsa yorum yapmak için sevgili Deeptone'un sayfasına gittim ancak ne yazık ki sayfanın silinmiş olduğunu gördüm! Bu nedenle sadece yazıma yorum yapan ve benim henüz okuyup yorum yapmadığım son birkaç arkadaşın yazılarına ulaşabildim. Geçen haftadan okuyup yorum yazmadığım Ağaç Ev Sohbetleri yazısı kalmadığını umuyorum. Bu haftanın konusu ise şöyle:

"Yaşamadığınız bir duygu veya bir an için nostaljik hisseder misiniz?"

Nostalji, geçmişte "mutlu" bir ana duyulan özlem olarak tanımlanıyor! Soru biraz kafa karıştırıcı. Bu sebeple sevgili Deeptone konu dışına çıkmamak için sınırları iyice belirgin hale getirmiş yazısında. Öncelikle yaşamadığım bir duyguya nasıl özlem duyabilirim diye sordum kendime. Yazısını okuduktan sonra konuyu sadece mutlu anlarla sınırlamadığını gördüm. Derinlemesine düşünmeden sevgili Deeptone'nun yazısına yaptığım yorumda hem mutlu hem de acı anlara dair örnekler vermiş olsam da bu yazımda "nostalji" tanımına uygun olarak yaşamadığım mutlu anlardan bahsetmeye çalışacağım.

Çocukluğum beni dinozorların (bu sözcüğü dinazor şeklinde yanlış kullanıyormuşum meğer) üzerine göktaşı düşüp yok olmalarından hemen sonraki çağa getiriyor. İlkokula gidiyorum. Sabit telefonlar bile lüks. Televizyonun ne olduğunu bilmiyoruz. İnternet hak getire. Lambalı radyomuzun düğmesini çeviriyoruz, birkaç dakika ısınıp ondan sonra çalışmaya başlıyor. Mahallemize henüz apartman girmemiş, sağımız solumuz tek katlı, arka tarafında küçük birer avlusu olan, iki oda ve adına hayat dediğimiz dar bir koridordan oluşan evlerle dolu. Sokağın köşesine beyaz renkli kıçı kırık bir Peugeot 504 yanaşıyor. Arabadan beyaz takım elbise ve siyah dar kravatlı genç bir adam iniyor ve James Bond çantasından proje paftalarını çıkartıyor. Yanındaki adamlarla bir şeyler konuşuyor ama ne dediklerini anlamıyorum. Sonra diyorlar ki, herkesin hayranlıkla izlediği beyaz elbiseli genç, yakışıklı adam inşaat mühendisi. Adamı dikkatle izliyorum. Keşke diyorum keşke, büyüyünce onun gibi olabilsem ben de. Bir elinde kalem, projelere  bakıp sakin sakin bir şeyler söylüyor arkadaşlarına. Belli ki kat karşılığı ilk apartmanı dikecek mahallemize. Ama o zamanlar bu işlere aklım ermiyor. Üniversite sınavı için tercih listesini dolduruyorum. İlk tercihim, annemin hatırına Ege Tıp, diğerlerinin tamamı inşaat mühendisliği ve mimarlık. Tercih sayısı kadar mühendislik fakültesi yok o yıllarda. Boş kalan yerleri boşta kalmayayım diye hukuk fakülteleri ile dolduruyorum. Evet, hayalini kurduğu mesleğe kavuşan nadir insanlardan biri oluyorum. Ancak iş hayatının çocukluk hayalimdeki kadar masum, sadece elinde kalem, önünde projeden ibaret olmadığını, ideallerimin aksine sadece paranın egemen olduğu bir çalışma ortamı içine düştüğümü anlıyorum zaman içinde.  

Ne sıcak su, ne çamaşır makinesi... Haftanın belli günü annemiz tarafından büyük tencerelere su doldurulup kaynatılıyor, sıcak su kovaya boşaltılıp soğuk su ilavesiyle yıkanma suyu hazırlanıyor. Banyoya girdiğimizde o bir kova suyu sabunlu kalmadan idare etmek zorundayız! Seneler sonra üniversite yurtlarına yerleştiğimde musluğu çevirince akan sıcak su pek konforlu geliyor bana. Dilediğim zaman, ister gündüz, istersem gece yarısı duşa girer tadını çıkarıyorum. Evde annemin teneke, daha sonraları plastik leğenler içinde bin bir güçlükle yıkadığı kirli çamaşırları, merdaneli makinelerde yıkıyorum. Sınıf atladığımı düşünmeye başlamıştım o zamanlar ilk kez.

Ortaokula gidiyorum. Yakın arkadaşlarımdan biri bana pergelini gösterdiğinde vay be pergelin güzelliğine bak! demiştim. Onun ailesinin gelir düzeyi bize göre daha iyiydi. Bana alınan pergel adi tenekeden yapılma, ucunu merkeze dayadığımda, kısa kurşun kalem takılan diğer ucu asla çemberi tamamlayamayan basit, eften püften bir aletti. Bir ucunda iğne, diğer ucunda kalem ucu bulunan ve milim şaşmadan çemberi tamamlayan arkadaşımın pergeline hayran kalmıştım. Bir kereliğine kullanayım diye yalvarmama rağmen arkadaşım bozarsın diye vermemişti. Aynı pergele ancak lise yıllarında kavuşmuş, geometri en sevdiğim derslerden biri olmuştu.    

Liseyi bitirene kadar ailemle birlikte yaşıyordum. Deep'e yazdığım yorumda konudan bahsettim biraz. Arkadaşlarımın babaları çocuklarına iyi davranıyor, onları arkadaşlarıymış gibi görüyor ve sıcak bir aile görüntüsü veriyorlardı. Oysa benim babam sertti, her an maraza çıkaracak bir neden bulurdu. O günleri hatırlıyorum, akşamları azarlanmadan ya da şiddet görmeden geçirmek için kardeşlerimle ne yapacağımızı bilmez haldeydik. En basitinden şu örneği vereyim. Babam akşam eve geldiğinde eğer elimizde ders kitabı yoksa niye dersimize çalışmıyoruz diye azar işitirdik. Oysa çoğu zaman dersimizi gündüzden bitirmiş olurduk. Ertesi gün babamı yine kızdırmayalım diye bir köşeye çekilir elimize birer ders kitabı alır, ona okur gözükürdük. Fakat bu kez yine söylenir, dersimizi bu vakte kadar niye bırakmışız diye kızardı. Baba deyince benim aklıma ilk gelen şey korkuydu o zamanlar. Kararımı vermiştim, ben babamın tam aksi bir baba olacak, çocuklarımla arkadaş olacaktım. Evet, kararımı uyguladım ama kantarın topuzunu biraz fazla kaçırdım sanırım. Arkadaşlarımın babaları, çocuklarını bir masa etrafında toplayıp neşeyle sohbet ettiklerini gördüğümde bir burukluk çökerdi üstüme.

24 Ağustos 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 105

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin ikinci yılını doldurarak 105. Haftaya girmiş bulunuyoruz. Önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Sade ve Derin / DeepTone belirledi. Haftanın konusu şöyle:

"Neden kitap okuyorsunuz?"

Kısa ve öz bir soru. Çoğu kez alışkanlık edindiğimiz benzeri basit soruları kendimize sormak aklımıza gelmez. Sözgelimi bir  yazara "Neden yazıyorsunuz?" diye sorulduğunda bir an duraksar ve ne diyeceğini bilemez. Bir süre sonra "Yazmak benim için bir ihtiyaç, kendimi en iyi bu şekilde ifade ediyorum." gibi bazı açıklamalar yapar. Beklemediği bir anda böyle bir soruyla karşılaşmak onun da aklına gelmemiştir. Neden kitap okuyorum sorusu benim için daha önce aklıma gelmeyen  o sorulardan biri değil. Hatta bu soruyu zaman zaman kendime sormaya devam eder, yeni nedenler keşfederim. Maddeler halinde aşağıda sıralayacağım cevaplarda mümkün olduğunca somut gerekçelerimi ortaya koymaya çalışacağım. Yani, kitap en iyi dosttur, arkadaştır gibi derin düşünmenin yollarını tıkayan tekdüze cevaplardan kaçınmaya çalışacağım. Kitap okumamın nedenleri elbette bunlarla sınırlı değil ama ilk aklıma gelenler şöyle:

1. Yaşamı tanımak, öğrenerek cehaletten kurtulmak için okurum

İnsanının yaşam mücadelesinde ayakta kalabilmesi, güçlü olabilmesi için kendisini ve çevresini tanımak zorunda olduğuna inanıyorum. Kitaplar ve genel anlamda her türlü yazılı metin, yaşanmış sayısız olayın, hayallerin, düşüncelerin kapısını açar okurlarına. Bu sayede insanları ve yaşadığımız dünyayı tanıyabilir, bilgimizi arttırabiliriz. Çevremiz ne kadar geniş olursa olsun onlardan öğrenebileceğiniz bilgi ve tecrübe kitaplardan elde edebileceklerimizle kıyaslanamaz. Okumamış olana cahil diyoruz. Burada okumaktan kastın okulda eğitim görmek, üniversite bitirmek olduğu şeklinde halkımızın zihnine yerleşmiş yanlış bir inanç var. Profesör unvanı taşımasına rağmen mesleki ihtisası dışında bir kitap dahi okumamış bir sürü cahil insan var çevremizde.  Tam aksine ilkokul mezunu ancak her konuda kitapla haşır neşir olmuş ve bu sayede kendini yetiştirmiş saygı duyulası "okumuş" insanlara da rastlayabiliyoruz. Sadece küçük bir örnek vereyim: Rusya'nın 1917 Ekim devriminden sonra Bolşeviklerin Çarı devirerek iktidarı ele geçirdiklerini düşünürdüm. Okuduğum en güzel romanlardan biri olan Mihail Şolohov'un dört cilt halinde basılmış kitabı "Ve Durgun Akardı Don", ülkede yıllarca süren iç savaş sırasında neler yaşandığını mükemmel betimlemelerle anlatırken bu iktidar değişikliğinin o kadar basit bir iş olmadığını  öğrendim. Peki bu bana ne kazandırdı, Rusya'daki devrimi anlatan bir kitaptan öğrendiklerim ne işime yaradı demeyin. Dünyada yeni güç dengelerinin oluştuğu günümüzde, demokrasiyi içine sindirememiş bizim gibi ülkelerde her an çıkartılması olası bir iç savaşın getireceği acıları, yoksulluk ve diğer olumsuzlukları henüz yaşamasam da okuduğum kitaplar sayesinde tahmin edebiliyorum. Ne yazık ki, ülkemizde okullarda verilen eğitim insanlarımızı bilinçlendirmeye değil, düzene uygun adam yetiştirmek üzere kurgulanmış. Halkımızın gerçekleri öğrenmesi ve gelişmiş ülkelerin vatandaşları gibi sömürülmeksizin insanca yaşam hakkına erişmesi için bol bol kitap okuması şart. Okuyan toplum doğruyu yanlışı öğrenir, bilinçlenir, düşünür ona göre karar verir. Cahil toplum ne söylense inanır, söylenenin doğru olup olmadığını tartacak bilgi ve düşünce seviyesine ulaşamayacağından sömürülür, acı ve sefalet içinde boğulur.

2. Duygu ve düşünceleri ifade etmenin en iyi yolu olduğunu düşündüğüm için okurum.

Okuduğum her kitap aynı tadı vermese de, bazı kitapları okumaktan büyük haz alırım. Herhangi bir duygu ya da düşünceyi ifade etmenin ilk akla gelen iki şekli konuşmak ve yazmaktır. Konuşma yoluyla duygu ve düşüncelerini iyi bir şekilde ifade ederek kitleleri etkileyen kişi iyi bir hatip, yazarak yaşamı okurun gözünde canlandıran, yazdıklarıyla onu duygulandıran ve düşünmeye sevk eden iyi bir yazardır. İyi bir yazarın kitabını okumak beni içine öyle bir çeker ki, kahramanlarını eski bir dost ya da düşmanmış gibi tanır, olayları ve olayların geçtiği mekânları tüm canlılığıyla yaşarım. Bu olağanüstü bir şey. Yazarın üslûbu, yaptığı tasvir ve betimlemeler, olayları nakış gibi işleyerek edebi bir metin ortaya çıkarması benim gözümde, bestecinin müziği notalara dökmesi, ressamın türlü renklerle tuvale can vermesi, yönetmenin oyuncuları rollerine hazırlaması gibidir. Bu bakımdan iyi bir kitap okuduğumda güzel bir müzik dinliyor, nefis bir tabloyu inceliyor, harika bir tiyatro ya da film izliyormuş hissine kapılırım. Ne kadar yakınım olursa olsun birini dinlemek yazdıklarını okumanın yanında cılız kalır.

3. Güzel yazmak için okurum.

Her yazarın kendine has bir kalemi vardır. İyi yazabilmek için biraz ilgi, biraz yetenek ama bol bol kitap okumak gerekir. Bazı kitapları okurken en ince detayı, en çetrefilli duyguları zorlanmadan  alır, yazarına büyük saygı ve hayranlık duyarım. İşte derim, falanca kişi, mekân, duygu ya da düşünce ancak böylesine güzel anlatılır. İster ifade tarzı, ister üslûp diyelim, bu beni etkiler ve kendime örnek alırım. Çoğu zaman okuduğum kitap izlediğim film ilham verir bana. Okurken öğrendiğim yeni şeyleri araştırır, konudan konuya atlarken yazacağım yeni konulara yelken açarım. Bilmediğim bir coğrafya, sosyal yaşam, kültür, adet, inanç ve buna benzer her konu hatta bir sözcük dünyaya bakış açımı genişletir, yazılarımda bunlara yer verme imkânına kavuşurum. Yıllarca resmi yazışmalar yaptım ama devrik cümlelerin letâfetini,  duygulara hitap eden şiirselliğini kitaplardan öğrendim ve yeri geldiğinde yazarken bunlardan yararlanmaya çalışıyorum.

Bazı kitaplar vardır, çok yorar beni, okurken gerilirim. Kelimeler yerli yerinde değildir, mantık hataları, gereksiz sözcükler ve sözcük tekrarları vardır. Konu, kurgu ne kadar sağlam olursa olsun, yazar kendini iyi ifade edememişse, ben olsam şöyle derdim, bu kadar da olmaz deyip cümleleri yeniden kurar yazıyı ıslah etmeye çalışırım. Can sıkıcı ve insanı yıpratıcı olması yanında bu türde bir kitap okurken çok zaman harcarım. Kötü yazılmış kitapları kendi yazdıklarımla mukayese ederken, kendime güvenim gelir. Yazmak kalemi eline alan herkesin yapacağı bir şey değil. Kötü bir kitabı okurken yazarına kızar, onun yaptığı hataları yapmamaya çalışırım. Şu anda okuduğum kitap onlardan biri. Yazar, benim de çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği yıllarda bir yaşam kesiti sunmaya çalışıyor. Kurgu güzel ama yazarın ifade tarzı berbat. ODTÜ Sosyoloji mezunu olduğunu öğrenmesem ilkokul mezunu diyeceğim. Okuduğum yazarın ikinci kitabı! Bu kadar bozuk ifade tarzıyla yazmaya cesaret etmesi ve aşırı özgüveni nedeniyle tebrik etmek lâzım yine de. Eşim hevesle aldığı bu kitabı birkaç sayfa okuduktan sonra kenara bıraktı. Benim başladığım işi bitirmek gibi bir huyum var. Diğer taraftan romanının bir kurgu olduğunu belirten yazarın yavaş yavaş hafızamdan silinmeye başlayan çocukluk yıllarımda oynadığımız oyunlardan bahsetmesi, anne ve babalarımızın bizlere yaklaşımından, dönemin arkadaşlık ilişkilerinden söz etmesi ilgimi çekti. Şeytan diyor ki al bu kitabı, adam gibi okunur hale getir.  

4. Kelime hazinemi geliştirmek için okurum.

Kelime hazinesi insanın kendini en kolay ve en iyi şekilde ifade etmenin yolu. Kitap okumamın verdiği bu imkânı hem konuşurken hem yazarken kullanırım. Anlamını bilmediğim ya da yanlış bildiğim bir sözcük beni heyecanlandırır. Toplumun birbirini anlamada yaşadığı en büyük sıkıntılardan biri de iletişimin az sayıda sözcükle yapılması. Dolayısıyla aynı şekilde düşünmemize rağmen birbirimizi yanlış anlayıp kavga ediyoruz. Kelimeleri gerçek anlamlarıyla doğru yerde kullanmak bu bakımdan son derece önemli.   

5. Kitap benim uyku ilacımdır.

Bakın burası çok önemli! Uyku problemim yok aslında. Gecelerimi oldukça geç vakitlere kadar değerlendirir, günün finalini kitap okuyarak yaparım. Uykum gelmediği takdirde elimdeki kitabı sayfalarca okurken bazı durumlarda daha ilk sayfada kitap elimden düşmeye başlar. Yani anlayacağınız, uyku vaktim geldi, hadi yatmaya gideyim deyip koyun saymadım hiç.

6. Tartışmak, eleştirmek, öğrendiklerimi başkalarıyla paylaşmak için okurum. 

Düzeyli tartışmaya bayılırım. Okuduğum bir kitap bana bu imkânı verir. Elbette aynı kitap hakkında yapılan olumlu, olumsuz eleştiriler kişiye göre farklılık gösterebilir. Fakat okuduğum kitap üzerinde yapacağım tartışmalar benim nazarımda en az kitap kadar değerlidir. Bu sayede gözümden kaçan bazı hususları öğrenmiş olur, yanlış değerlendirmelerimi gözden geçirir, doğrusunu öğrenirim. Kendi yazılarımın eleştirilmesini de onlara verilen bir değer olarak görürüm. Okuduğum kitaplar hakkında düşüncelerimi paylaşmayı ya da başkaları tarafından yazılan kitap incelemelerini okumayı severim.

Uzun bir yazı oldu bu kez, biliyorum. Son olarak severek izlediğim bazı blog yazarlarının yazılarını da yukarıda sıralamış olduğum aynı nedenlerden ötürü okuyorum (Dördüncü madde hariç). Ancak okumak çok zamanımı alıyor. Sevgili Deep gibi arkadaşları okuma hızı bakımından kıskandığımı söylemeliyim. Ben bir kitap okuyana kadar Deep en az on kitap bitirir, üstüne bir o kadar da film ya da dizi izler. Keşke okuma hızım onun üçte biri kadar olabilseydi. 

22 Ağustos 2021 Pazar

GÜNAHKÂR - TESS GERRITSEN

 


Kitabın Adı: Günahkâr

Yazar: Tess Gerritsen

Çeviren: Güneş Becerik Demirel

Sayfa Sayısı: 361

Yayınevi: Doğan Kitap

Türü: Roman (Polisiye-Gerilim)

ABD'li yazar Tess Gerritsen'in adli tabip Maura Isles ve dedektif Jane Rizzoli karakterlerine yer verdiği üçlü roman serisinin sonuncusu olan "Günahkâr", tıbbi polisiye türünü seven okurların hoşlanacağı, sürükleyici bir roman. Serinin önceki iki kitabı "Cerrah" ve "Çırak" ı okumadım ama kitaplar birbirinin devamı niteliğini taşımadığından ötürü sorun teşkil etmiyor. Gerritsen, dahiliye uzmanı bir doktor ancak bir süre sonra kendini tamamen yazarlığa vermiş. Almış olduğu tıp eğitimi sebebiyle özellikle tıbbi konulara oldukça hakim görünüyor. 

Kitaba ilişkin değerlendirmemi yapmadan önce romanı İngilizce aslından dilimize çeviren Güneş Becerik Demirel'i başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Özellikle tıbbi terim ve otopsi konularında yaptığı güzel çevirilerle gönülleri fethetmiş. Daha önce Martı Yayınlarından piyasaya sürülen kitap hakkında bazı olumsuz eleştiriler duydum ama benim okuduğum Doğan Kitap baskısında ciddi bir hataya rastlamadım.

Roman, Graystore Manastırında yaşayan iki rahibenin feci şekilde dövülerek birinin öldürülmesi, diğerinin de yaralanması üzerine adli tabip Maura Isles'ın olay yerine gelmesiyle başlar. Maura, yakın çalışma arkadaşı, dedektif Jane Rizzoli ile birlikte cinayetleri çözmeye çalışırken başka bir yerde iki cinayet daha meydana gelir. Ağır yaralanan rahibe Ursula'nın olaydan kısa bir süre önce doğum yaptığı ve bebeğini manastırın bahçesindeki havuza attığının anlaşılması üzerine şüpheler bir yöne doğru çekilirken sonraki cinayetlerle bağlantılı olabileceğinin ortaya çıkması, soruşturmanın seyrini değiştirir. Sürpriz bir şekilde çözülen cinayet dosyasında karakterler oldukça başarılı bir şekilde aktarılmış, kurgu güzel. Ayrıca Maura ve ve Jane'in özel yaşamlarına yer vermek suretiyle yazar, romana romantizm ve psikolojik öğeler kazandırmış.

Polisiye, genellikle hoş zaman geçirmek, özellikle tatillerde kafa dağıtmak için tercih edilen bir roman türü. Salt zaman geçirme fikrine karşı olduğum için Günahkâr romanına başlamamın tek nedeni değişik türde bir kitap okumak isteyişim. Kitabın ilerleyen sayfalarında gerilim ivme kazanınca romana kendini kaptırıyor insan ve gerçekten güzel vakit geçirebiliyorsunuz. Ancak bu kitap bana ne verdi, yeni ne öğrendim diye kendi kendime sorduğumda, pek bir cevap alamadım. Adli tıp, otopsi konularına ilgisi olanlar elbette ilginç şeyler bulabilir ama bu tür konular benim ilgi alanıma girmediği için bana biraz fazla detaylı geldi. Maura ve Jane'nin karşı cinsle ilişkilerine de yer veren roman, bu sayede yer yer salt polisiye tarzından uzaklaşmış. Bu benim açımdan olumlu bir nokta. Bütün polisiye roman yazarlarının yaptığı gibi, Gerritsen de, olaya gerilim ve sürükleyicilik kazandırmak için (şüpheler özellikle bir yöne çekilirken okurun yanıltılması ve daha sonra olayın tamamen farklı yöne sürüklenip katilin beklenmedik bir şekilde ortaya çıkması) aynı rotayı izlemiş doğal olarak. Olayın kurgusu, diyaloglar, duyguların verilmesi, şüphesiz son derece başarılı. Ancak bu tür romanlar, insanın hafızasından sabun köpüğü misali kısa zamanda uçup gidiyor. Belki birkaç ay sonra kitabın konusunu dahi hatırlayamayacağım. Okuduğum kitaplar hakkında hemen oturup bir değerlendirme yapmamı bu yüzden önemsiyorum. Yeri geldiğinde dönüp bloga bakıyor ve kitap hakkındaki düşüncelerimi tazeliyorum. Türü sevenler için kitabı öneririm fakat kendi açımdan Jane Rizzoli ve Maura' Isles'ın yer aldığı üçlü roman serisinin üçüncü kitabı, "Günahkar" dan sonra yeni bir polisiye romana başlamak için belli bir süre geçmesi gerekecek sanırım.