KATEGORİLER

1 Mayıs 2022 Pazar

MAKALOA HASIRI ÜZERİNDE - JACK LONDON


Kitabın Adı: Makaloa Hasırı Üzerinde 

Yazar: Jack LONDON

Çeviren: Mehmet Moralı

Sayfa Sayısı: 208

Yayınevi: Alfa Yayınları 

Türü: Öykü

Jack London (1876-1916), en sevdiğim yazarlardan biri. Yazarın Polinezya adalar topluluğuna bağlı Hawaii adasındaki yaşamı konu eden, Alfa Yayınları Pasifik Öyküleri serisinin dördüncü ve son kitabı. Kitap yedi öyküden oluşuyor. Doğrusunu söylemek gerekirse daha önce okuduğum Jack London romanlarından aldığım zevki bu kitapta bulamadım. Öyküde anlatılan olayların geçtiği yerlere, kültür, adet, gelenek ve göreneklere dair sözcüklerin yerel dilde sıkça kullanımından ötürü özellikle ilk üç öyküyü sıkıcı buldum. Çevirmen, yabancısı olduğumuz kelimelerden bir kısmının anlamını bazen dipnot, bazen parantez içinde vermiş olsa da, her seferinde bu ne anlama geliyordu deyip geriye dönmek hiç hoş değildi. Biraz abartacak olursam, "takaisine bakarken tokaisini alıp tukaiye bıraktı" cümlesinin ne kadar sinir bozucu olduğu hususunda size bir fikir vermiş olabilirim. Öykülerde kullanılan Hawaii dilindeki sözcükler için kitabın arkasına bir sözlük eklenmesi muhtemelen işi biraz daha kolaylaştırabilirdi.

Jack London, bu öykü kitabında, 20. yüzyılın başlarında, Hawaii'nin yerli halkıyla oraya sonradan göçen farklı ırklara mensup insanların yaşantılarını anlatıyor. Doğanın, denizin ve mercan adalarının, toplumun kadına bakışının, sosyal sınıf farklılıklarının, aşkın, hareketli yaşamların, yöresel kültür ve inançların ve yazarın her zamanki emekten yana tavrının gözler önüne serildiği öykülerden en çok beğendiğim ve etkilendiğim "Ah Kim'in Gözyaşları" oldu. Bu duygusal öyküde yazar, Hawaii'ye göçmüş Çinli bir gencin sevdiği kadın ve annesi arasında çaresiz kalması konusu işleniyor.

Kara kuru yaşlı adam başıyla onayladı ve piposunu doldurmaya koyuldu.

"Mutfaktaki kow-kow iyiydi," diye toparladı, dudaklarını yalayan İliiopoi, "Poi tek parmaktı, domuz şişmandı, somon karnı kokmuyordu, balık çok taze ve boldu ama opihi'ler (minik, kayalara yapışan kabuklular) tuzlanmış ve bu yüzden de sertleşmişti. Opihi'ler hiçbir zaman tuzlanmamalı. Sık sık sana söylüyorum, Kanaka Oolea, opihi'ler hiçbir zaman tuzlanmamalı. İyi kow-kow'la doluyum. Karnım ağırlığını hissediyor. Ama kalbim bu yüzden hafiflemiş değil, çünkü benim kendi evimde kow-kow yok, orada dördüncü oğlunuzun ikinci karısının teyzesi olan karım, bebek kızım, karımın yaşlı anası, karımın yaşlı anasının sakat olan beslemesi, babaları kötü bir ödem yüzünden öldüğü için üç çocuğuyla bizde yaşayan karımın kız kardeşi..."  

Öykülerde kullanılan yerel dilden dolayı kitabın dilimize çevrilmesinin ve konuların kolaylıkla anlaşılır hale getirilmesinin zorluğunu kabul ediyorum, bu bakımdan çeviriyi yapan Mehmet Moralı'nın emeğine saygısızlık etmek istemem ancak en sevdiğim yazarın okuduğum bu kitabında yer alan birkaç öyküsü dışında, beklentilerimin karşılanmamasında çevirinin payı olduğunu düşünüyorum. Her şeye rağmen, günümüzde Pasifik okyanusunda, turistler için gözde bir cennet köşesi haline gelen Hawaii adasının bir asır önceki yaşantısı hakkında yeni şeyler öğrenmek benim için güzel bir deneyimdi.         

26 Nisan 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 140

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Kayıp Fısıltı belirledi:

"Hayatınızda karşılaştığınız en garip şey(ler) ne?"

İddia ediyorum, dünyanın en garip ülkesinde yaşıyoruz. Hergün karşılaştığımız, gâvur memleketlerinde yaşayan insanların, gözleriyle görseler dahi asla inanamayacakları garip haberler, bize son derece sıradan geliyor. Az önce izlediğim haber videosu, onlardan sadece biri. Konuşmacı, onca iç karartıcı haberi verdikten sonra yayını eğlenceli bir haberle tamamlamak arzusuyla sürüsünü otlatırken cep telefonundan canlı yayın yapan bir çobandan bahsetmeye başlamıştı. Canlı yayını devam ederken bizim çoban yorgunluktan uyuyakalıyor. Sürüdeki koyunlardan biri durumu fark edince, çobanın yanına usulca yanaşıyor, kameranın karşısına geçip geviş getirmeye başlıyor. Bu ilginç olayı ekrana taşıyan haber sunucusu, geviş getiren koyunu büyük bir heyecanla canlı olarak izleyenlerin sayısının anında 12.000'ü geçtiğini söylüyor! Haberi veren arkadaş, ibretlik olay karşısında bir yandan gülerken diğer yandan kendini sorguluyor ve aklından geçenleri tüm samimiyetiyle izleyicileriyle paylaşıyor. Programın kapanış cümlesi şöyle oluyor: Bu ülkede iyi bir haber programcısı, canlı yayında 1.000 izleyici toplayabilmek için göbeğini çatlatırken bu koyundan öğreneceğimiz çok şey var!

SESSİZ ÇIĞLIKLAR

Ülkenin gariplikleri herkesin malûmu, ben şimdi size şimdiye kadar kimseyle paylaşmadığım kendi garipliklerimden bahsedeyim. Hatırladığım ilk olay çocukluk yıllarıma ait. Tam olarak kaç yaşındaydım, hatırlamıyorum ama sanırım henüz okula başlamamıştım.  İki odalı evimizin biri annemle babama aitti, diğerini ise çok maksatlı kullanırdık. Gündüzleri misafir ve oturma odası, geceleri yatakhane görevini gören üç sedirden müteşekkil odamızda anneannem ve üç kardeşlerimle birlikte yatardık. Küçüklere yer yatağı yapılırdı. Benim yattığım yer, sevgili dedemin ölümünden sonra bana kalan anneannemin başucundaki sedirdi. O zamanlar, gecenin bir yarısında uyanırdım. Gözlerimi açar etrafıma bakınır, fakat karanlıkta bir şey göremezdim. Korktuğumdan olsa gerek, sesimden cesaret almak için bir şeyler söylemeye çalışırdım. Önce kısa kısa heceler, sonra kelimeler... Ancak sesim çıkmazdı hiç. Sesimi duyamazdım. Odadan gelen horlama seslerini duyduğuma göre kulaklarım işitiyordu, ama ne kadar çabalasam kendi sesim çıkmazdı. İyice panikleyip avazım çıktığı kadar bağırmaya başlardım. Yok, hiçbir ses yok. Gırtlağımı yırtıyorum ama fısıltı dahi çıkmıyor ağzımdan. Yorganın içine girer sabahı beklerdim çaresiz. Sabah olunca sesim geri gelirdi. Ertesi akşam adeta saati kurmuşçasına uyanır, üzerimden yorganı sıyırır, yattığım yerde doğrulur ve sesimin çıkıp çıkmadığını tecrübe ederdim. Ne yapsam nafile! Benim ses, geceleri çalışmıyor. İşin ilginç yanı nedense bu durumu ne anneme ne anneanneme söylüyordum. Belki bana rüya görmüş olmalısın, hayırlar olur inşallah deyip geçerler diye düşünmüşümdür. Ama kesinlikle yaşadıklarım rüya değildi. Bundan adım gibi eminim. Yavaş yavaş alışmaya ve korkumu yenmeye başlamıştım. Geceleri yine uyanıyor, artık sesimin çıkmayacağından son derece emin bir şekilde bas bas bağırıyor, çığlıklar atıyor, sesimi duymayınca yorganı başımdan aşağı çekip düşüncelere dalıyor ve bir süre sonra uyuyordum. Bu ne kadar sürdü tam olarak bilmiyorum ama uzun bir süre devam etmişti, belki bir ay belki daha fazla. Daha sonra geceleri uyanmaz oldum. Bu anlattığım, yıllarca aklımın bir köşesinde gizli kalmış bir olaydı.

KÂBUS

Şimdi anlatacağım olay, öncekinin bir benzeri ama çok daha sonra ortaya çıktı. Üniversitede son dönemimde iki dersim kalmış, bir yandan da tanınmış bir proje firmasında profesyonel hayata atılmıştım. İki işi aynı anda yapamayan biri olarak hem okul hem iş hayatını sürdürmekte zorlanıyordum. İşe epey adapte olmuştum ama o iki ders bana hayli külfetli geliyordu. Sınavlar için istediğim zamanı vermek konusunda amirlerim fazlasıyla cömertti. Üstelik güzel bir maaşım vardı ve işimi seviyordum. Nasıl olduğunu anlamadan sömestre bitmiş sınavlarımı vermiş ve mezun olmuştum. Fakat her gece gördüğüm bir rüya beni perişan etmeye başlamış, gündüzleri dahi rüyanın etkisiyle huzurum kaçmıştı. Güya ben o iki dersten çakmışım da yanlışlıkla bana diplomayı vermişler! Bir gün bu işin kokusu çıkacak ve diplomamı elimden alacaklar diye korkuyorum. Her gece gördüğüm bu rüya bir süre sonra şekil değiştirdi. Bu kez lisedeyim ve yine bir iki dersten kalmışım. İdare bunu fark etmemiş, üniversite sınavını kazanmışım. Geceleri kâbus çöküyor üzerime, birileri bunu ortaya çıkaracak ve benim üniversite hayalim yalan olacak! İnsan her gece aynı rüyayı görebilir ve bu yüzden huzursuz eder mi kendini? Nedenini bilemediğim ve kimseyle paylaşmadığım garip olaylardan biri de buydu. Belki de etkisinden kurtulamadığım bu kötü rüyalardan dolayı yetişkinliğimden beri çok ender rüya görürüm.

MUCİZE KURTULUŞ

İnsanın başına türlü kazalar gelebilir, bazen kıl payı canını kurtarabilir. Bunda olağanüstü bir durum yok. Ancak başımdan geçen öyle kurtuluşlar var ki, bunları normal karşılamak bana pek pek olası gelmiyor. Liseye giderken yaz tatilinde çalıştığım büfenin önünde üzerime hızla gelen Arçelik triportör'ün (üç tekerlekli motorlu yük aracı) önünden kaçışım (araç bana çarpmamak için az kalsın devriliyordu), dağcılığa heves edip tek başına çıktığım Karakaya dağlarında uçurumun kenarından aşağı sarkıp göremediğim ama var olmasını ümit ettiğim daracık bir çıkıntıya kendimi bıraktığım (o çıkıntı olmasaydı bu yazı yazılmazdı), arabamla Ankara Alaçam sokağından aşağı doğru hızla inerken (ilkokula bırakmak üzere yanıma aldığım kızım olduğu halde, bunu yapmam affedilmeyecek bir gençlik hatası) yan sokaktan gelen aracı son anda fark edip hız kesmeden yılan gibi önünden kıvrılıp yoluma devam ettiğim, yine Ankara'da Kocatepe Camisi önündeki meydandan hızla geçerken dikkatsiz bir kadın sürücünün sırasını bekleyen bir sürü araç kalabalığı arasından fırlayıp aniden üzerime geldiğini fark ettiğim anda gaz pedalını kökleyip önünden kıl payı geçmem (bu kez hata bende değil ama kızım yine yanımda), bugünleri görebilmek adına evrenin bana epey şans verdiğini düşündürür ve onun bu bonkörlüğünü neye borçlu olduğumu her zaman merak ederim. Ve son olarak Ankara'dan eşyalarımızı toplamak, İzmir'e kesin dönüş yapmak üzere yola çıktığımız gün... Manisa il hudutları içinde son sürat yol alıyoruz, yanımda sadece eşim var. Yol çifter şeritten duble, hızımız saatte en az 180 km. Epey önümüzde eski bir Renault, sağ şeritten sola doğru kayıyor hafiften. Sinyal falan yok, uyuyor olmalı. Aramızdaki mesafe gittikçe daralıyor. Sola dönülecek bir kavşak, sapak falan da görünmüyor, yol refüjle ikiye ayrılmış. Korna çalıyor, selektör yapıyorum uyansın diye. Siz siz olun Manisalı sürücülerden uzak durun. Bense uzak durma şansımı kaybetmişim çoktan. Renault orta şeridi geçip refüje yaklaşmaya devam ediyor. Artık fren yapıp durma ihtimalim de yok, kesin bindireceğim. Tek şansım hiç tereddüt etmeden hızımı daha da arttırıp arabayla refüj arasından sıvışmak. Fakat bu artık hiç olası değil, filmin sonu göründü. Evet, refüjle arabanın arasında gittikçe daralan o iki metrelik aradan belki saatte 200 km hızla geçtim rüzgâr gibi, hem de en ufak bir sıyrık almadan. Bunu başarmam mümkün değildi, sanki görünmez bir el bizi alıp iğne deliğinden geçirmişti. Dönüp aynadan baktım arkama. Renault refüjün kenarında bıraktığım gibi duruyor, sürücüsü korkudan dilini yutmuş olmalı. Meğerse refüj bordürleri sökülmüş oradan kendilerine bir yol açmışlar. Ne ben, ne eşim, ne de Renault'takiler bu anı unutabilir. Ben ki, sakin bir insanım, ilk akaryakıt istasyonunda durup su içtim. Kararım kesindi, bir daha bu arabaya binmeyecektim. Ankara'ya vardığımda ilk işim, kullanmadığım izinlerin karşılığı bana teklif edilen arabayı şirkete iade etmek oldu. 

FALCI

Doğa üstü güçlere, fala, büyüye inanmam. Ama benim bu inancımı kökünden sarsan bir iki olaydan bahsetmezsem olmaz. Bunlardan biri Kdz. Ereğli'de başıma gelmişti. Bilirsiniz hanımlar falcıya meraklıdır. Eşime de arkadaşlarından biri oradaki falcılardan birini önermiş, ne söylerse çıkıyor, bildiğin gibi değil demiş. Kayınvalidem ile beraber varıp yanına gitmişler. Kayınvalidem boşanmanın eşiğinde. Falcı kadın demiş ki, üç güne kalmaz kocanı kaybedeceksin. Yok, bu imkânsız demiş, turp gibidir, hayatta bir şey olmaz ona. Eşime anlatmış olayı. Ben işimde gücümdeyim, onların bu falcı muhabbetinden haberim yok tabii. Kayınpeder o zaman 59 yaşında, herhangi bir rahatsızlığı yok. Aynı günün akşamı televizyonda maç izlemiş, annesinin yaptığı kahveyi içmiş, ertesi gün arkadaşlarıyla birlikte çıkacakları yaylada alem yapacaklar. Yanlarında götürecek eşya ve yiyecekleri kontrol ettikten sonra yatağına gitmiş. Ertesi gün şantiyeye bir telefon geliyor. Arayan taşeronlardan biri. Başın sağ olsun diyor, kayınpederin vefat etmiş. Ya nasıl olur, nereden aldın haberi? Hem karıştırmayasın, bu babam olmasın, bypass ameliyatı geçirmişti. Yok, yok kayınpederin diye ısrar ediyor. O zamanlar cep telefonu yok ki hemen teyit edesin. Neyse, sabit bir telefon bırakmışlar. Arıyorum, Seha Amca kötü haberi veriyor, aman eşine söyleme hemen diye sıkı sıkı tembih ediyor. Hemen hazırlanıp şehre dönüyor ve eşimi evde buluyorum. Hadi hazırlan, babanı hastaneye kaldırmışlar, gidiyoruz diyorum. Eşim aynen "Ah ne falcıymışsın sen! Üç gün dedi, ikinci gün aldım haberi!" diyerek feryadı basıyor. Ne kadar ikna etmeye çalışsam da yol boyunca onu kandırdığımın farkında. Böyle bir olay işte. Tesadüf diyorum ama garip bir durum, tesadüf olma ihtimalini bile aşan bir tesadüf. 

ANNE EVDE MİSİN?

Bir gün sonra kayınpederin evindeyiz. Evde matem havası, kalabalık... Babaanne için dayanılmaz bir acı, evlâdını kaybetmiş. Akşam üzeri beklemediğimiz ölüm karşısında şaşkına dönmüş bir vaziyette taziyeye gelenleri kabul ediyoruz. Büyük üzüntü içinde herkes. Beklenen bir ölüm değil bu. Derken aşağıdan bir ses! "Anne Evde misin?" İkinci kattayız, merdivenden aşağıda bir dış kapı var. Babaanne, eşim ve ben şaşırmış bir vaziyette birbirimizin yüzüne bakıyoruz, kim bu diyerek. Hemen kalkıp merdivenlerden aşağı koşuyor, kapıyı açıyorum, kimse yok görünürde. Alt katta kapının önünde dikilen tüpçüye soruyorum: Biri mi seslendi? Adam yok anlamında sağa sola sallıyor başını. Yukarı dönüyorum. Birbirimize soruyoruz. Sen de duydun mu? Herkes birbirini teyit ediyor. Evet, duydum diyoruz birbirimize. Aynı şeyi söylüyoruz, "Anne evde misin?" dedi. Garip ama gerçek! Alacakaranlık kuşağı...    

24 Nisan 2022 Pazar

ESKİ ZAMAN BEYLERİ - GOGOL

Kitabın Adı: Eski Zaman Beyleri 

Yazar: Nikolay  Vasilyeviç GOGOL

Çeviren: Nur Nirven

Sayfa Sayısı: 180

Yayınevi: Bordo Siyah Klasik Yayınlar 

Türü: Öykü

Eski Zaman Beyleri, Ukrayna asıllı, ünlü öykü ve oyun yazarı Nikolay Vasilyeviç Gogol'un (1809-1852) üç öyküsünün yer aldığı bir kitap. Uzun bir aradan sonra Rus klasiklerinden biriyle yeniden buluşmam beni hayli mutlu etti. 

Kitabın adını veren ilk öykü çocukları olmayan, varlıklı, yaşlı bir çiftin hayatını konu alıyor. Afanasiy Ivanoviç karısı Pulheriya Ivanovna, Ukrayna topraklarının şehre uzak bir köyünde, yanlarında çalışan uşak ve hizmetçileriyle birlikte mutlu bir yaşam sürmektedir. Gerek detaylı mekân ve abartılı karakter tasvirleri gerekse mizahi üslûbundan dolayı eser keyifle okunuyor. Öyküde yer alan çift birbirlerine karşı son derece anlayışlı ve sevgi dolu. Afanasiy, Puleheriya'ya (şaka yapmayı) takılmayı seviyor. Afanasiy'in bu tavrını, karısıyla alay etmekten hoşlanması şeklinde yapılan çevirinin hatalı olduğunu düşünüyorum. Zira birbirlerine karşı sevgi dolu, anlayışlı bir çiftten birinin diğeriyle alay etmesi beklenen bir davranış olmamalı. 

İkinci öykünün adı, Cinler Padişahı. Yazar bu öyküsünde fantastik konulara giriyor. Konu ilgimi çekmese de esprili ifade tarzı yine muhteşem.

Gogol, kitabın en uzun öyküsünde Ukrayna'nın Mirgorod şehrinde, birbirine komşu çiftliklerde yaşayan iki ihtiyar asilzadenin ilişkisini anlatıyor. Yedi bölümden oluşan öyküde, Ivan Ivanoviç ile Ivan Nikiforoviç başta aralarından su sızmayan iki yakın dost iken, olmadık bir nedenden ötürü araları açılır. Olaylar büyür ve mahkemeye kadar taşınır. Şehrin Sulh Mahkemesi yargıcı, belediye başkanı iki eski dostun aralarını düzeltmek için büyük çaba sarf etseler de başarılı olamazlar. Yazar kendine has üslûbu, akıcı ve mizahi diliyle gönülleri fethediyor. 

Çeviri fena sayılmaz. Yazarın sıra dışı yazım şeklini dilimize doğruya yakın aktardığını düşünüyorum. Rus edebiyatı sevenler için önerebileceğim, benim de severek okuduğum güzel bir kitap. 

21 Nisan 2022 Perşembe

FERRARİ'SİNİ SATAN BİLGE - ROBIN S. SHARMA

Kitabın Adı: Ferrari'sini Satan Bilge

Yazar: Robin S. SHARMA

Çeviren: Osman Özkan

Sayfa Sayısı: 199

Yayınevi: GOA Yayınevi 

Türü: Öykü- Kişisel Gelişim

Bu kez sayfa sayısı fazla olmayan bir kitap okumak istedim. Gözüm kitaplık raflarının birinde sırtı bana dönük Robin S.Sharma'nın Ferrari'sini Satan Bilge kitabına takıldı. Bir dönem adından çok söz ettiren bu kitap, popülerliğinin yanı sıra türünden dolayı hiç de ilgimi çekmemişti. 

Son derece basit ve akıl dışı kurgusu ve Uzak Doğu'nun mistik inanç yöntemleriyle ebedi huzura kavuşmanın yol haritasını çizmeye kalkışan yazar, ülkenin en seçkin ve varlıklı avukatlarından biri olan Julian Mantle'ın üç yıl süren Hindistan yolculuğu sırasında karşısına çıkan Himalayalı Yogi Raman'dan aldığı öğretiler sayesinde bilgelik mertebesine ulaştığını anlatıyor kitabında. Julian, söz verdiği üzere kendisinde meydana gelen olumlu değişimin yollarını ve yöntemlerini insanlarla aktaracaktır. Ülkesine döndüğünde kapısını çaldığı ilk kişi, öğrenciyken yanına aldığı bir avukat olan John. John, mahkeme salonunda kalp krizi geçirdikten sonra malını mülkünü satıp yaşamında tamamen farklı bir yol çizen Julian'ı karşısında görür görmez şok oluyor. Yorgun, yaşlı ve yoğun iş ortamı nedeniyle yaşama sevincini yitirmiş Julian gitmiş, onun yerinde genç, enerjik ve gözleri ışıl ışıl parlayan bir adam gelmiştir. Öykünün geri kalanı, Julian'ın yaşadığı bu değişimi sohbet havasında John'a anlatması şeklinde geçiyor. Evet, bütün kitap bundan ibaret.

Doğrusunu söylemek gerekirse, kurgusunu beğenmesem de kitabın ilk yarısında aktarılan düşünce tarzını kendime yakın buldum. Ancak ilerleyen sayfalarda kişisel gelişim odaklı anlatılar benim açımdan hayli sıkıcı ve saçmaydı. Hint asıllı Kanadalı yazar Sharma, öykünün baş karakteri Julian'ın ağzından varoluşun amacını ve yaşam boyu ebedi mutluluğun sırrını açıklamasına rağmen kendi yaşamında okurlarına önerdiği öğretilerden hiç de feyz almadığını görüyoruz. Zira kitabının milyonlarca adet satmasından sonra yazar, önerdiği münzevi hayatın yerine eleştirdiği dünya zevklerinden daha çok yararlanır olmuş!

Sonradan görme bilge Julian'ın sahip olduğu büyük mal varlığıyla birlikte kendisine büyük prestij kazandıran Ferrari'sini sattıktan sonra elde ettiği paralarla neler yaptığını çok merak ettim doğrusu. Kitapta bundan hiç bahsedilmemesi hayli ilginç! Ama ben yine de, tüm iyi niyetimle bütün parasını hayır kurumlarına bağışladığını, reklâm olmasın diye bu konuya değinmediğine inanmak istiyorum!

Beni güldüren diğer bir husus, yazarın seçtiği bazı sembollerin saçmalığıydı. Bahçe, fener kulesi neyse de, 350 kiloluk sumo güreşçisinin edep yerlerini örten pembe kordon aydınlanmış yaşamın yedi erdeminden birinin sembolü nasıl olur?  

Evet, iş hayatında başarılı olmak için yoğun bir mücadele içine giriyor ve zamanımızın çoğunu başkalarının mutluluğu için tüketiyoruz. Bu doğru bir saptama. Ancak varlık nedenimizi anlayabilmek, huzur ve mutlu bir yaşama kavuşmak için kitabın önerdiği kuralların ruhsal problemi olanları kısa bir süre avutmaktan başka hiçbir yararı olacağını sanmıyorum.

Çeviri fena değildi, ancak kitabı asla önermiyorum. Her şeye rağmen huzura ve ebedi mutluluğa erişmek için getirilen önerilerin ve ileri sürülen tezlerin saçmalığını görmemi sağladığı için kitabı okuduğuma pişman değilim.  

18 Nisan 2022 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 139

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Kuyruksuz Kedi / Manxcat belirledi:

"Eğer dışarıdan biri gibi kendine bakıp kendini övecek olsan ne derdin? (Belki de "İnsanları, senin en çok hangi niteliğinin değerini bilmesini istersin?" diye düşünebiliriz soruyu.)"

Herkesin ortasında yapmaktan kaçınacağın bir fiil nedir diye soracak olsanız, ilk aklıma gelen kendimi övmek derdim. İnsanın kendini övmesinin doğru bir davranış şekli olduğunu sanmıyorum. Ama burası farklı bir ortam, üstelik durup durduk yerde kendimizi övmeye kalkışmayacağız. Ağaç Ev Sohbetlerinde haftanın konusu da olunca ister istemez aynayı karşımıza koyacağız, önyargılarımızı, ananevi ve kültürel değerlerimizi askıya alıp doya doya öveceğiz kendimizi. Belki de içimizden yapmak geldiği halde kendimize set vurup dilimizi tuttuğumuz bir eylem, kendini övmek. Bu satırları okuma zahmetine giren tüm saygıdeğer insanların aşağıda yazacağım meziyetlerimi gördüklerinde şaşırıp kalmalarını, şaşkınlıkları geçtikten sonra da aslında ne kadar mütevazı bir insan olduğumu takdir etmelerini bekliyorum.

Peşinen söyleyeyim, uzun bir yazı olacak. Sıkıldığınız anda okuduğunuz kadarıyla yetinip bırakırsanız gönül koymayacağımdan emin olabilirsiniz. Zira en büyük özelliğim olan dürüstlüğüm, sadece övülecek yanlarımı değil az da olsa yerilmesi muhtemel davranışlarımı da anlatmam gerektiğini kulağıma fısıldarken durum böyle olunca ben kimim sorusuna cevap vermem hiç de öyle birkaç satıra sığacak gibi görünmüyor.

Dediğim üzere dürüst bir insan olarak bilirim kendimi. Yani doğru bildiğinden ayrılmayan, yaptığı işlerde, sözünde ve davranışlarında her zaman doğru yolu seçmeye çalışan, samimi, kapalı kapılar ardında dolap çevirmeyen biriyim. Her zaman böyle miyim? E, madem dürüst olduğumu iddia ediyorum, itiraf etmeliyim ki, zaman zaman şeytana uyduğum, bilerek ya da bilmeden hayatın akışına kapılıp bu en övündüğüm kişilik özelliğime halel getirdiğim bazı istisnai durumlar karşıma çıkmış olabilir. Yok, yok olabilir değil, karşıma çıkmıştır kesin. Bu durumları dikkate alarak dürüstlük abidesi görmesem de kendimi, elimden geldiğince dürüst olmaya gayret gösteren biri olduğuma inanıyorum. 

Bakın, güven benim için çok önemli. Güvenilir biri olduğumu düşünüyorum. Bana güvenebilirsiniz. Bu en övünülecek özelliklerimin başında gelir. Emanete hıyanetlik etmem. Sözüm sözdür. Bu konuda şeytan bile kandıramaz beni. Yapabileceğim şeylere söz verir, yapamayacaklarıma olmaz demesini bilirim. Bugüne kadar bana olan güvenlerinden dolayı zarar görmüş, sıkıntı çekmiş bir Allah'ın kulunu hatırlamıyorum. Bazen yanıldığım olmuştur. Yaparım dediğim şey elimde olmayan nedenlerle ya da beceriksizliğimden ötürü istediğim şekilde sonuçlanmamıştır. Fakat şunu bilmenizi isterim ki, o şey, her ne şey ise, başta kesinlikle göze aldığım ve başaracağımdan emin olduğum bir şeydir. Yani olmayacağına dair yüzde bir oranında bir kuşku duysam o işi yaparım diye iddia etmem. Elbette burada anlattıklarım kendime olan güvenimden kaynaklanmıyor, söz konusu ettiğim, başkalarının bana olan güveni. Herkes gibi bazı konularda kendime güvenir, bazılarında güvenmem. Kendime güvendiğim konularda başkalarının da bana güvenmesi beni ziyadesiyle mutlu eder. 

Dürüstlük ve güven konularını birer övünç nedeni olarak görmek ne kadar tuhaf. Amma velâkin yaşadığımız çağda, insanların gözünde olağanüstü birer davranış biçimi olarak görünüyor bu kavramlar.  Bu sebepten dolayı asla yalan söylemem, bu benim övüneceğim bir meziyettir demekten esef duyuyorum. 

Övüneceğim diğer bir husus akla verdiğim önem. Aklın kabul etmediği hiçbir şeye değer vermiyorum. Rasyonel ve realist bir bakış açısına sahibim. Yani olayları ve durumları somut verilere göre objektif olarak değerlendirmeye çalışırım. Fikri sabit değilim, bana her zaman akıl yoluyla gelinmesini isterim ve bu özelliğimle övünürüm. Boş inançlara, mitlere körü körüne bağlanıp, akla mantığa sığmayan ritüellere kendini tutsak etmiş eğitimli kişileri anlamakta oldum olası zorluk çekerim. Öyle biri olmadığım, her zaman bana doğru yolu gösteren aklı ve bilimi kendime kılavuz ettiğim için gururluyum.

Bendenizi en iyi tanıyan insanlardan biri olup bugün hayatta olmayan amirim, her ne kadar benim kindar olduğumu ileri sürmüş olsa da hayatım boyunca tek kindarlığım kendisine olmuştur. Haklı olduğum bir nedenden ötürü onunla asla konuşmama kararı almıştım bir zamanlar. Bununla birlikte, hacca gitmezden evvel benden helâllik isteyerek günâhlarından arınacağına inanan amirime, biraz da eşimin zoruyla, istediği helâlliği vermiş olmama rağmen, kendisi birkaç ay sonra ebedi istirahatgâhına çekilmeyi tercih etti. Amirimin dışında bana kindar olduğumu söyleyen başka biri girmedi hayatıma. Aslına bakarsanız kin tutma gibi bir huya sahip olmam beklenemez. Çünkü sevmediğim, hoşlanmadığım insanları defterimden tamamen siler, onları yaşantımdan çıkartırım. Bu sebeple, hali hazırda, çevremde kin güdeceğim bir kimsenin bulunmaması gayet doğal karşılanmalıdır. 

Çocukluğumdan beri arkadaş ve dostlarımı özenle seçerim. Seçtiğim insanlar beni bir adım ileri taşıyacak, güvenimi kazanmış, dürüst niteliklere sahiptir. Sanırım bu sayede aldanıp 1000 dolar kaptırdığım Kayserili Abdullah Bey dışında dost kazığı yemedim. Tahmin ettiğiniz gibi onu da diğerleri gibi defterimden silmiş bulunuyorum. Geriye kalan ve sayıları çok fazla olmayan dost çevremle her zaman gurur duyarken hepsi benim birer övünç kaynağım olmuşlardır.

Genel olarak sakin ve sabırlı bir insanım. Her zaman pozitif düşünürüm. Kolay kolay paniklemem. Bunlar benim övündüğüm diğer özelliklerim. Bununla birlikte herhangi bir sorunla karşılaştığım zaman bana aptalca yol gösteren, işi yokuşa süren insanlar karşısında kendimi tutamam. Kendimi başkasına kullandırtmam. Kimse sırtımdan yükselmeye kalkmasın. Bu yüzden devlet memurluğunda hiç gözüm olmadı. Çalıştığım muhtelif işlerde sorumluluk alanıma müdahale ettirmedim. Buna kalkışan kişilerle kozumu paylaştım. Yalakalık, herhangi bir işi yapar görünmek, verilen görevi suiistimal etmek yapıma ters tutumlar. Aklıma uymayan, kendimi ya da çalıştığım kurumu tehlikeye sokacak işlere girmedim. Çalıştığım her işten ayrılmadan önce son noktayı daima kendim koydum. Sadece devlet sektöründe değil, özel sektörde de yalakalığın ve siyasetin prim yaptığını fark ettim. Buna karşın kendi doğrularımdan asla vazgeçmedim. Şansım sayesinde gelebileceğim yere kadar geldim, daha fazlası bende var olmayan bazı özellikler gerektiriyordu, zamanında durmasını bildim. Bu bakımdan huzurluyum. 

İyi eğitim görmüş, geç de olsa kitap okumanın keyfini keşfetmiş, ailevi ve toplumsal görevlerini yerine getiren, kendisine yetmeyi başarmış, sıradan bir vatandaş olarak görüyorum kendimi. Sanatımla övünüyorum demek isterdim ama buna imkânım olmadı. Sözgelimi bir müzik aleti çalmak isterdim ama artık çok geç. Her şeye rağmen aileme karşı sorumluluklarımı yerine getirdiğimi düşünüyorum. Elbette bu sorumluluğum bu dünyada var olduğum sürece devam edecek. 

Eğer dünyaya kadın olarak gelseydin eş olarak kimi seçerdin diye kendime bir soru sormak geldi içimden. Ben, hiç düşünmeden kendimi seçerdim. Her şeyden önce beni benden fazla tanıyan çok fazla kişinin olduğunu sanmıyorum. Bu büyük bir avantaj elbette. Benim taşıdığım bu özelliklere sahip kaç kişi var, sorarım size. Madem her şeyi açıkça konuşuyoruz, bunu sizden gizlememin hiçbir manası yok. Bunları yazdıktan sonra düşündüm, ne güzel insanmışım ben. Belirlediği haftanın konusu nedeniyle beni böyle havalara sokup ayağımın yerden kesilmesine sebep olan Mrs. Kedi'ye teşekkürler. Hay Allah, bu kadar yükseldikten sonra şimdi nasıl ineceğim yeryüzüne.... Hadi bakalım sizlerde katılın bu uçuşa, biletler bedava nasıl olsa!

15 Nisan 2022 Cuma

SUSUZLUK - JO NESBO

Kitabın Adı: Susuzluk

Yazar: Jo NESBO

Çeviren: Can Yapalak

Sayfa Sayısı: 591

Yayınevi: Doğan Kitap 

Türü: Roman - Gerilim, polisiye

Gerilim, polisiye türüne fazla ilgim olmamasına rağmen romanı sevdiğimi söylemeliyim. Norveçli yazar Jo Nesbo, yarattığı kurgu karakter, dedektif Harry Hole'ün nefes kesen maceralarına adeta can veriyor. İlk sayfaları çevirirken bu kitap bana ne kazandıracak diye düşünmeye başlamıştım. Mesleğini bırakacağına dair eşi Rakel'e söz vermesine rağmen, üç yıl önce izini kaybettirmeyi başaran bir katilin, Tinder'den avladığı bir kadını tuhaf şekilde öldürüp kanını içmesinden sonra polisin yardım talebi üzerine görevinin başına dönen Harry Hole meslek aşkıyla, canı pahasına, çözülmesi zor bir işin üstesinden geliyor. Romanları kırktan fazla dile çevrilen yazar, polisiye gerilim türünde oldukça başarılı eserler vermiş. 

Karakter sayısının fazla olması başlangıçta olayların içine girmeyi zorlaştırsa da ilerleyen sayfalarda bu durum sorun olmaktan çıkıyor ve romanın tempolu akışına kaptırıyor kendini okur. Yazarın anlaşılması kolay ifade tarzı, olayların arasına sıkıştırdığı bilgiler, bir Kuzey Avrupa ülkesi olan Norveç'in başkentindeki yaşamın resmedilmesinin yanı sıra roman kahramanlarının karakter özellikleriyle psikolojilerinin başarılı bir şekilde sunulması dikkat çekici. Yazar bu kez muhtemelen Türk okurun ilgisini çekeceğini düşünerek kurguya Mehmet adında bir barmeni de dahil etmiş. Türk hamamı, Türk kahvesi ve Galatasaray-Fenerbahçe arasındaki amansız rekabete değinen yazar kitabın bir yerinde Türkçenin dilbilgisi bakımından dünyanın en zor üçüncü dili olduğunu söyletiyor kahramanına. Diğer taraftan kitabın adı ile romanın içeriği arasında bir bağlantı kuramadım.

"Gördüğü her insanın yüzünü hatırlayabilen bir meslektaşım vardı. Bana, gördüğümüz bir milyon farklı yüzü ayırt etme ve tanıma kabiliyetimizin beynin fosiform kıvrımı denen bir bölümünden geldiğini söylemişti. Bu kabiliyet olmasa tür olarak hayatta kalmamız epey zorlaşırmış..."

Kitabın 307. sayfasında, Harry Hole, barmen Mehmet'e yukarıdaki sözleri sarf ediyor. Buna benzer bilgiler bende merak duygusunu ateşler. Romanda yüz tanımaya ilişkin başkaca bir olay yer almadığı halde konuyla ilgili kısa bir araştırma yapmaktan kendimi alamadım. Yüz tanımama, ya da yüz körlüğü (prosopagnosia), doğuştan ya da bir travma sonrası ortaya çıkan, insanın kendi yüzü de dahil, çevresindeki kişilerin yüzlerini ayırt etmekte zorlandığı, yüz algısıyla ilgili bilişsel bir bozuklukmuş. Dünya nüfusunun yüzde ikisinde görülen ve tedavisi mümkün olmayan bu hastalıkla ilgili gerçek ve kurgusal temelli birçok film yapıldığını öğrendim. Kore dizilerini sevenler için "My Holo Love" bunlardan biri.

Roman oldukça sürükleyici. İşin başında katilin kim olduğunu öğrenmek merak duygusunu azaltmıyor. Dedektif Harry'nin amansız takibi sonunda katil yakayı ele veriyor ancak kitabın sonunu görmek için daha yüz sayfanız olduğunu fark ediyorsunuz. Emniyet Müdürü, kendisine Adalet Bakanı olma yolunu açan bu başarıyı yeterli bularak olayı kapatmak istese de Harry Hole, katili seri cinayetlere azmettiren sürpriz ismi ortaya çıkarana dek işin peşini bırakmıyor.

Romanda farklı bir kültürde, ardı arkası kesilmeyen olaylar, insan ilişkileri işlenirken okurun kafasında beliren birçok karanlık nokta sayfalar ilerledikçe açığa kavuşuyor. Yazar, kıvrak zekasıyla vampirliğin de ele alındığı türlü şiddet olaylarını kurgularken zaman zaman inandırıcılıktan uzaklaşmış olsa da kitabın türüne dair olumsuz önyargılarımı kırmayı başardı. Arada bu tür iyi yazılmış kitapları da okumanın iyi olabileceğini kanaatine vardım. Çeviri genel olarak fena değildi. Bu bakımdan eleştirebileceğim bir yönü yok. Polisiye roman serisi tarzında kaleme alınan Jo Nesbo kitaplarını sırasına göre okunması gerektiğini, bu şekilde özellikle Harry Hole karakterini daha iyi anlamanın mümkün olacağı iddiasında bulunanların görüşlerine katılmıyorum. Tam aksine belli bir süre geçmeden yazarın yeni bir kitabına başlamanın bana göre sıkıcı olacağını düşünüyorum. Yine de özellikle türü sevenler için kaçırılmayacak bir eser. 

11 Nisan 2022 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 138

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu benden:

"Sizce mutluluk nedir? Mutlu olmak için ne yapmak gerekir? Mutluluk, peşinden koşulması gereken bir hedef midir?"  

"Genç çifte bir ömür boyu mutluluk dileriz.", "Mutlu yıllar." gibi klişeleşmiş cümleler bana anlamsız gelir. Mutlu olmanın sırrını açıkladığını iddia eden düzenbazlar çaresiz insanları kandırıp onların sırtından para kazanmaya devam ediyor. Şimdiye kadar sayısız tanımı yapılan "Mutluluk", kişisine göre farklı anlamlar barındıran göreceli bir kavram. Benim burada anlatacaklarım, "mutluluk" üzerine bazı düşünceler ve bunların hakkında kişisel değerlendirmelerim. Şimdi, TDK mutluluğa nasıl bir anlam yüklemiş, dilerseniz önce ona bakalım. 

"Bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan duyulan kıvanç durumu, ongunluk, kut, saadet, bahtiyarlık, saadetlilik"  

Esasen sizi altını çizdiğim, tartışmanın odak noktasına, mutluluğun, "sürekli olarak ulaşılabilecek bir durum" olup olmadığı konusuna çekmek istiyorum. Mutluluğu bir histen çok yaşam tarzı olarak belirleyen Aristoteles, mutluluğa giden yolun akıl, erdem ve tefekkürden geçtiğini söyler. Psikolojide mutluluk bilinenin aksine bir duygu değil, oluş halidir. Çünkü duygular geçicidir, mutluluk ise her zaman var olan, bir devinim halindedir. Karşılaştırmak gerekirse insan her zaman hüzünlü, kıskanç, neşeli olamaz. Duygular belli bir duruma karşılık gelir ama mutluluk için insanın bir duruma ihtiyacı yoktur. Diğer taraftan uzun süreli mutluluğu "ideal tembellik" olarak tanımlayan Nietzsche'ye göre ise mutluluk, anlık ya da kısa süreli bir durumdur. 

Mutluluğun öğrenilebilir olduğu ya da genetik faktörlere bağlı olduğu gibi değişik konularda daha pek çok argüman mevcut ancak bütün bunlarla sizi sıkmak niyetinde değilim. Öyleyse benim için mutluluk nedir sorusuna cevap verirken yukarıdaki görüşlerin hangilerine katılıp hangilerine takıldığımı anlatamaya çalışayım dilim döndüğünce.

Bana göre mutluluk süreklilik arz etmeyen, anlık bir duygudur. Dışarıya mutlu görünüp devamlı gülümseyen kişilerin endişelerini, içinde kopan fırtınaları en yakınları bile bilmez çoğu zaman. Yaşam boyunca her insan değişik acılara ve hazlara muhatap olur. İstekleri, bazen kendilerinden kaynaklanan, bazen de elinde olmayan nedenlerden ötürü gerçekleşmez. Sürekli bir mutluluktan söz edemeyiz. Bunun yerine durağan ya da mutlu anların daha çok, acılı ve endişeli anların daha az olduğu huzurlu bir yaşam ararız. Mutluluk, birkaç dakika ile birkaç gün süren ve kontrolümüz dahilinde ya da kontrolümüz dışında karşımıza çıkan birçok olayın sonucunda yaşadığımız, büyük keyif ve haz aldığımız duygusal durumlardır. Mutluluğun genetik faktörlerle ilgisine ya da öğrenilebilir olduğuna inandığımı pek söyleyemem. Basit birkaç örnekle duruma biraz açıklık getirmeye çalışayım.

Bugün yaklaşık iki yüz kilo eşyayı üç kat aşağı ve ardından iki kat yukarıya merdivenlerden taşıdım. Eşim son bir aydır bu taşıma olayını gözünde büyütürken ısrarla dışarından yardım almamı istemişti ancak ben bu işin üstesinden gelebileceğime inandığım için aldırış etmedim. Yorucu bir işti tabii. Ancak son parçayı taşıyıp kendimi koltuğa attığımda bendeki mutluluğu görmeliydiniz. Zor bir işi başarmanın verdiği haz. Birkaç dakika sonra terim soğumaya başladığında o mutlu anım da sessiz sedasız buharlaşmıştı. Kızım, çok sevindiği bir sonuç elde ettiğinde; bir sınav sonucu, beğenip aldığı bir elbiseyi üzerinde denediğinde ya da güzel bir haber alması durumunda, ışıldayan gözleriyle "Ayy çok mutlu oldum." der Onun bu mutluluğu beni de etkiler ve mutlu kılar. Bu bana mutluluğun bulaşıcı olduğunu da öğretmiştir. Birkaç dakika sonra günlük hayatımıza döneriz.

Düşüncelerinden çok etkilendiğim Schopenhauer, "Acının yokluğu mutluluğun ölçütü ise, o zaman mutluluk ve zevkin kendi başına varlığı yoktur. Daha çok mutlu olmak için çabalamak yerine daha az acı çekmeye bakmalı insan. İşte bu yüzden çok mutsuz olmamanın en güvenli yolu çok mutlu olmayı istememektir. Yani mutlu olmak için zevk, mal, mülk peşinde koşmak isteğini en aza indirgerseniz daha az acı çekip daha çok mutlu olabilirsiniz." diyor.

O halde mutlu olmak için acılarımızın geçici ve hayatımızın ayrılmaz bir parçası olduğunu kabul ederek sabretmemiz ve ulaşabileceğimiz hedeflere yönelmemiz gerekir. Bu bir teslimiyetten ziyade bir kabullenmedir. Elimizden geleni yaparak isteklerimize ulaşmaya çalışsak bile her şey kontrolümüzde olmadığı için mutlu sona ulaşmak mümkün olmayabilir. 

Acılar ve mutluluklar hayatın içinde döngüsel kavramlar. Bu bakımdan mutluluğun peşinde koşmak bana anlamsız geliyor. Bizi sevindirip heyecanlandıran, küçük şeyler illâ ki karşımıza çıkacaktır. Önemli olan bunun farkına varıp tadını çıkarmak, acı çekmediğimiz her anın kıymetini bilmektir.