KATEGORİLER

10 Haziran 2022 Cuma

SATRANÇ - STEFAN ZWEIG


Kitabın Adı: SATRANÇ

Yazar: Stefan ZWEIG

Çeviren: Ahmet Cemal

Sayfa Sayısı: 83

Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları 

Türü: Roman (Psikolojik)

Stefan Zweig'ın bu kitabını ilk kez Umman'a yaptığım uçak yolculuğu esnasında okumuştum. En keyifli yolculuklarımdan biriydi, kitap bittiğinde zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım. Şimdiye kadar yaptığım kitap değerlendirmelerinde kapak dizaynından hiç bahsetmedim. Önce biraz buna değineyim. Romanda bütün olaylar bir yolcu gemisinin güvertesinde kurulan satranç masasının etrafında geçiyor. Kapakta aralanan kırmızı perde oyuncuların iç dünyasını, kara bulutlar, yüzünü kapatan insan figürü gerilimi yansıtıyor olmalı. En azından bende bıraktığı izlenim böyle, daha detaylı yorumlar da yapılabilir elbette. Bu yüzden kapağı başarılı bulduğumu söylemeliyim.

Karakter sayısının azlığı nedeniyle kitabın türüne uzun öykü demek mümkün. Oldukça üretken bir yazar olan Stefan Zweig (1881-1942) Viyana'da doğdu. Yaşamı boyunca pek çok ülke gezen yazar iki dünya savaşını da gördü. Satranç birçok yönden muhteşem bir eser. Yahudi, zengin bir aileye mensup Zweig, Hitler'in zulmünden kaçarak geldiği Brezilya'nın Petropolis kentinde düştüğü bunalım neticesinde karısıyla birlikte intihar ederek yaşamına son verdi. Veda mektubunun son cümlesi şöyle:

"Bütün dostlarımı selâmlarım! Hepsine uzun geceden sonra gelen tanın kızıllığını görmek nasip olsun! Ben, her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum."

Yazar, ölümünden sadece birkaç ay önce tamamladığı bu son kitabında, II. Dünya Savaşı'nın yol açtığı insan kıyımı nedeniyle ruhsal baskılara maruz kalan bir insanın yaşam mücadelesini satranç oyununa benzetiyor.

New York'tan çıkıp Buenos Aires'e doğru yol alan bir yolcu gemisinde dünya satranç şampiyonunun bulunduğu haberi üzerine yaşanan gelişmeler ve anlatılan birkaç satranç karşılaşması heyecanlı bir aksiyon ve gerilim ortamının içine çekiyor okuru. Satranç tahtasının başında oturan kişilerin karakter tahlilleri ve psikolojileri büyük ustalıkla ele alınmış. Babasını kaybettikten sonra bir papaz tarafından yetiştirilen dünya satranç şampiyonu Mirko Czentoviç romanın ana karakterlerinden biri. Öğrenim hayatı boyunca anlamak, konuşmak ve iletişim kurmakta zorlanan şampiyonun tesadüf eseri satranca olan kabiliyeti keşfedilir ve kısa sürede çevrede nam salar. Ne var ki, elde ettiği başarılar onu insanlara yukarıdan bakan, bir insana dönüştürür, Mirko Czentoviç'in egosu ve kibri yükselmiştir. Yan karakterlerden anlatıcı rolündeki şahıs satranca ilgi duyan biridir. Diğer yan karakter ise yine satranç tutkunu, bahis oynamayı seven varlıklı bir kişi. Romanın esas kahramanı ise, aynı gemide yolculuk yapmakta olan, Naziler tarafından hapsedildiği odada yalnız bırakılarak işkenceye uğramış Dr. B.'den başkası değildir. Hiçlikle mücadele eden bu adamın sorgulandığı sırada askıda gözüne takılan bir paltonun cebinden şans eseri aşırdığı kitap onu yeniden hayata bağlamıştır. Satranç ustalarına ait 150 gösteride yapılan hamleleri anlatan bu kitabı defalarca okuyan Dr. B, bütün oyunları ezberler, yapılan hamleleri adeta hafızasına kaydeder. 

"Oysa kendime karşı oynamayı denediğim andan itibaren bilincinde olmaksızın kendime meydan okumaya başlamıştım. İki ben'imden her biri, yani siyah ben ve beyaz ben, birbiriyle rekabet etmek zorundaydılar ve her biri kendi adına galip gelmek, kazanmak için kendini bir tutkuya, bir sabırsızlığa kaptırıyordu; siyah ben olarak yaptığım her hamlenin ardından hararetle beyaz ben'in ne yapacağını bekliyordum. İki ben'den her biri, öteki bir yanlış yaptığında bir zafer sevinci yaşıyor ama bununla eş zamanlı olarak da diğeri, kendi beceriksizliğinden ötürü öfkeye kapılıyordu." 

Bu işe kendini öylesine kaptırmıştır ki sonunda adamın ruhsal dengesi bozulur ve doktor tarafından kendisine beyin humması teşhisi konur. Bir süre sonra özgürlüğüne kavuşan Dr. B'nin yeniden nöbet geçirmemesi için satrançla ilgilenmemesi gerekmektedir.

Dünya satranç şampiyonu Czentoviç'in para karşılığında yolcularla yaptığı simultane bir gösteri esnasında tesadüfen yanlarından geçmekte olan Dr. B, yolcuların yanlış bir hamle yapmak üzere olduğunu fark edince kendini tutamaz, onları sert bir şekilde uyarıp hatalı hareketi önler. Artık bundan sonraki mücadele şampiyonla Dr. B arasında geçecektir.

Şampiyon Dr. B'ye yeni bir maç önerir. Ancak, Dr. B önce bu teklifi geri çevirir. Yolculardan anlatıcı rolündeki adam Dr. B'yi ikna etmeye çalışır. Dr. B, ona yaşadıklarını ve teklifi kabul etmemesine neden olan Nazi'ler tarafından hapsedildiği tecrit odasında yaşadığı trajediyi tüm detayıyla anlatmaya başlar.   

"Bir aşağı bir yukarı yürürdü insan, düşünceleri de onunla birlikte bir aşağı bir yukarı, bir aşağı bir yukarı yürüyüp dururdu. Ama ne kadar soyut görünürlerse görünsünler, düşünceler de bir dayanak noktasına gereksinim duyarlar, yoksa kendi çevrelerinde anlamsızca dönmeye başlarlar; onlar da hiçliğe katlanamaz. İnsan sabahtan akşama kadar bir şey olmasını bekler ve hiçbir şey olmaz. Bekleyip durur insan, hiçbir şey olmaz. İnsan bekler, bekler, bekler, şakakları zonklayana dek düşünür, düşünür, düşünür. Hiçbir şey olmaz. İnsan yalnız kalır, yalnız, yalnız..." 

Stefan Zweig'ın Satranç kitabı çok katmanlı. Dünya satranç şampiyonu Mirko Czentoviç, yaşadığı bunalımlı çocukluk yılları ve satranca olan yeteneğinin anlaşılmasından sonra çevresine karşı takındığı kibirli tutumu ve acımasızlığı nedeniyle Hitler'i çağrıştırırken, Dr. B karakterine yazar kimliğini verip kendi psikolojik durumunu yansıtıyor. Sonunda intihar yolunu seçen yazarın veda mektubunda itiraf ettiği üzere sabırsızlığının kurbanı olduğuna inanıyorum Zira iki yıl daha sabretseydi, Hitler'in mağlubiyetini görüp bu fikrinden vazgeçebilirdi. Kitabın sonlarına doğru Dr. B'nin hırsına mağlup olup şampiyonla son kez masaya oturmayı kabul ettiğini görüyoruz. Ne var ki, müsabaka esnasında nöbet geçiren Dr. B, rakibi dünya şampiyonuna karşı yenilgiyi kabul etmek zorunda kalır. Yani bir bakıma Hitler'in zulmüne boyun eğip kaderine razı oluyor. Oysa iki yıl daha sabredebilseydi eğer, kitabın sonu bu şekilde bitmezdi muhtemelen.

Şu kısacık kitapta insanın hayata bakış açısını değiştirebilecek çok sayıda düşünce var. Satranç oyunu yaşamın ta kendisi bence, alanı sınırlı, bileşimleri sınırsız... Alıntı yapmaya doyamayacağım. 

"İnsanoğlunun düşünüp bulduğu oyunlar arasında, rastlantının her türlü despotluğuna karşı koyan ve zafer kupalarını yalnızca akla ya da daha çok tinsel yeteneğin belirli biçimine veren tek oyun. Ama satranca oyun demekle haksız bir kısıtlama yapmış olmuyor mu insan? Satranç aynı zamanda bir bilim, bir sanat değil mi, yerle gök arasında süzülen Muhammed'in tabutu gibi bu iki kategori arasında gidip gelmiyor mu, bütün karşıt çiftlerin bir kerelik bileşimi değil mi? Hem çok eski hem de yepyeni, düzeneği hem mekanik hem de düş gücüne bağlı, hem sabit geometrik bir alanda sınırlı hem de bileşimleri sınırsız, hem sürekli gelişen hem de kısır, hiçbir şeye görünmeyen bir düşünme, hiçbir şeyi hesaplamayan bir matematik, yapıtları olmayan bir sanat, maddesi olmayan bir mimari, bununla birlikte varlığıyla bütün kitap ve yapıtlardan daha dayanıklı olduğu su götürmez, bütün halklara ve bütün zamanlara ait olan tek oyun; can sıkıntısını öldürmesi, zihni açması, ruhu canlandırması için hangi Tanrı'nın onu yeryüzüne gönderdiğini kimse bilmez. Başlangıcı ve sonu nerededir? Her çocuk onun temel kurallarını öğrenebilir, her acemi onda şansını dener, ama yine de bu değişmez dar karenin içinde özel ustalar yaratır satranç, öteki insanların hiçbiriyle karşılaştırılamaz bunlar, yalnızca satranca yönelik bir yeteneği olan insanlar; görüş, sabır ve tekniğin tıpkı matematikçiler, şairler ve müzisyenlerdeki gibi belirli oranda, ama farklı katman ve bağlamlarda etkin olduğu, özgül dâhiler."  

Yaşam, satranç oyununda olduğu gibi rastlantının her türlü despotluğuna karşı koyabilir mi gerçekten? Sadece aklımızla ve tinsel yeteneğimizin belirli biçimi sayesinde bizleri arzu ettiğimiz başarıya, mutluluğa ve huzura kavuşturabilir mi? Bundan çok emin değilim. Ayrıca yazar tinsel yeteneğimizin belirli biçimi derken neyi kastediyor? Her şeye rağmen, içinde yaşadığımız dünyanın satranç tahtasında olduğu gibi sınırlarının belli olduğu ve satrançta mevcut taşlarla belli kurallar dahilinde nasıl sınırsız hamle yapma imkânımız varsa, çevremizi kuşatan yasalar, adet, gelenek ve göreneklerle sınırlı olmak kaydıyla alacağımız pek çok kararın önümüze iyi ya da kötü sınırsız sayıda farklı kapılar açacağı tartışma götürmez bir gerçek.

"Satrancın çekiciliği tek bir şeyden kaynaklanır; stratejinin farklı beyinlerde farklı biçimlerde gelişmesinden."

Yukarıdaki cümlede satrancın yerine hayatı koymak mümkün. 

"Hayatın çekiciliği tek bir şeyden kaynaklanır; stratejinin farklı beyinlerde farklı biçimlerde gelişmesinden." 

Gerçekten hayat budur işte!

9 Haziran 2022 Perşembe

HUZURSUZLUK - ZÜLFÜ LİVANELİ

Kitabın Adı: HUZURSUZLUK

Yazar: Ömer Zülfü LİVANELİ

Sayfa Sayısı: 154

Yayınevi: Doğan Kitap 

Türü: Roman

Son sözümü baştan söyleyeyim, Livaneli yazdığı bu kitabı değil, adını satışa çıkarmış. Kapakta büyük puntolarla göze çarpan "Livaneli" sözcüğü bunu adeta kanıtlıyor. Doğal olarak Livaneli adını görünce beklentiler yüksek oluyor. Huzursuzluk, sanırım bu yüzden beni hayli sukutuhayale uğrattı.

Romanın konusu şöyle; İbrahim, İstanbul'daki bir medya kurumunda çalışmaktadır. Kısa bir süre önce Amerika'da yaşamaya karar veren çocukluk arkadaşı Hüseyin'in ölüm haberini alınca, cenazeye katılmak ve konuyu araştırmak üzere memleketi Mardin'e gider. Mardin'de bir üniversitenin sağlık bilimleri bölümünü bitiren Hüseyin, nişanlı olmasına rağmen gönüllü olarak görev yaptığı göçmen kamplarından birinde yaşayan Ezidi kızı Meleknaz'a görür görmez aşık olur. Türlü işkencelere maruz kalan genç kadının uğradığı tecavüz sonucunda gözleri görmeyen bir bebeği olmuştur. Genç kadını, bebeğiyle birlikte evine getirir. Hüseyin'in ailesi, Meleknaz'ın Ezidi mezhebinden olduğunu öğrenince onları yanlarında barındırmak istemez. Bunun üzerine genç kadın çocuğunu alıp evden kaçar. Hüseyin kızın peşine düşer ancak gerek çevresi gerekse örgüt tarafından tehdit edilir. Zorlukla Meleknaz ve bebeğini bulan Hüseyin ve onları İstanbul'a göndermeyi başarır. Bunun üzerine Işid'çiler tarafından saldırıya uğrar. Canını zor kurtaran Hüseyin, ailesinin baskısıyla Amerika'ya yerleşir. Gel gelelim kader orada peşini bırakmaz. Çıkan bir gösteride Müslüman karşıtları tarafından bıçaklanarak öldürülür. Yaşanan bu olayları adeta bir dedektif gibi iz sürüp ortaya çıkaran gazeteci İbrahim'in aslında merak ettiği çocukluk arkadaşı Hüseyin değil Meleknaz'dır. Romanın son bölümünde İstanbul'da onun izini bulsa da devamı gelmez.

Romanda "harese" öyküsünü ilginç buldum. Ortadoğu'nun kana doymayan coğrafyasını güzel yansıtıyor. 

"Harese nedir, bilir misin? Develerin çölde çok sevdiği bir diken var. Deve, dikeni yedikçe ağzı kanar. Tuzlu kanın tadı dikeninkiyle karışınca bu, devenin daha çok hoşuna gider. Kanadıkça yer, bir türlü kanına doyamaz... Ortadoğu'nun adeti budur, tarih boyunca birbirlerini öldürür ama aslında kendini öldürdüğünü anlamaz. Kendi kanının tadından sarhoş olur." 

İkinci olarak yazarın Suriye'de kendi halinde hayata tutunmaya çalışırken Işid zulmüne uğrayan Ezidi topluluğunun bilinmeyen ya da yanlış bilinen yönlerini anlatması bende merak uyandırdı. Oldukça garip adetleri olan bu insanların yasak listesi hayli kabarıkmış. Romanda onlardan bahsederken maruldan korktukları bana biraz abartılı gelmişti. Gerçekten de marul ve bazı sebzelere karşı alerjileri! varmış bu kardeşlerimizin. Araştırıp öğrendim; Ezidiler, bir din aliminin adını çağrıştırdığı için marul yemiyor, marul yetiştirilen yerlere yaklaşmıyor, mavi renkten uzak duruyorlarmış!

Bunlar dışında olumsuz olarak eleştireceğim hususlar var. Kurgu zorlama, ifadeleri yüzeysel ve basit geldi bana. En dramatik olayları okurken dahi heyecan vermedi. Eksik bir şeyler olduğu kesin. Betimlemelerden yoksun, edebi bakımdan yetersiz bulduğumu söylemeliyim. Kitabın yazıldığı yıllarda gündem olan Işid terör örgütünün medyaya düşmüş, herkesçe bilinen vahşi eylemlerinden yola çıkılarak yazılmış, ısmarlama bir kitap hissi uyandırdı bende. Bütün bunların üstüne tüy dikercesine Angelina Jolie'nin Mardin'e yaptığı mülteci ziyaretini hikayeye dahil etmesi ve onun memelerinden bahsetmesi bu kadar da olmaz dedirtti. Romanı seven ve hatta okurken her sayfasında gözyaşı dökenler var, fakat...

Yukarıda bahsettiğim iki konu hariç haberlerden öğrendiklerimizin dışında yeni bir şey yok romanda. Evet, Işid kafalar kesen, kadınlara tecavüz eden kirli bir İslâmi terör örgütü. Tanınmış bir yazarın kitabını okurken karakterleri, kişileri, mekânları ve olayları yeterince tasvir ederek zihinlerde canlandıran, kelime oyunları ve edebi sanatlarla zevk veren bir üslûp beklerim.  

"Ertesi gün hiçbir şey rüyamdaki gibi olmuyor. Angelina Jolie'yi getiren özel jet akşam saat 20.00'de ıssız tarlaların arasındaki Mardin Havaalanı'na iniyor. Vali yardımcısı ve resmi bir heyet karşılıyor onu ve yanındaki Birleşmiş Milletler temsilcilerini. Gazetecilerin yaklaşmasına izin verilmiyor, bir polis kordonunun arkasında herkes birbirinin sırtına çıkarak bir kare fotoğraf alabilmek için çırpınıyor." 

Issız tarlaları çıkar, devrik cümleleri düzelt, olsun sana gazete haberi. Evet, terörün acımasız yüzüne ışık tutuluyor, dini ve kültürel baskılara dikkat çekiliyor ama okura verilen bu mesajlar doğallıktan uzak, ısmarlama duruyor. Yani oturup bir roman yazayım da, biraz Işid'e giydireyim, farklı mezheplere mensup insanların arasındaki çelişkiden bahsedeyim denmiş adeta. Romanda aşk var ama aşktan hiç söz edilmiyor. Hüseyin canını tehlikeye atıp Ezidi kızı Meleknaz'a nasıl tutuldu birden, neyini beğendi, aralarında ne geçti bilen yok. Damdan düşmüş, aşık olmuş, üstelik gül gibi nişanlısını bir kalemde silerek. Yok, bu kitapta pek çok şey eksik. Üzgünüm Livaneli, biraz aceleye gelmiş, bence olmamış...

8 Haziran 2022 Çarşamba

NASIL ÖLÜNÜR - EMILE ZOLA

Kitabın Adı: NASIL ÖLÜNÜR

Yazar: Emile ZOLA

Çeviren: Aysel Bora

Sayfa Sayısı: 47

Yayınevi: Can Yayınları 

Türü: Öykü

Nobel ödüllü İtalyan göçmeni İtalyan mühendis bir baba ve Fransız bir annenin tek çocuğu olan Emile Zola (1840-1902), natüralizm akımının kurucusu, Paris doğumlu bir yazar. Özellikle romanlarıyla tanınan yazarın Can Yayınları tarafından yayımlanan Nasıl Ölünür adlı kitabında beş kısa öykü yer almakta. Öykülerin ortak teması, ölüm gerçeğinin, farklı toplumsal ve ekonomik koşullara sahip beş aile üzerinde algılanma şekli. 

Kısa, okunması kolay olmasına karşın derinliği olan öykülerin toplandığı kitabın arka sayfasında şu soru soruluyor: Peki, ölüm herkesi eşitler mi? Yazar, aristokrat, burjuva, esnaf, köylü ve işçi ailelerinin bu süreci nasıl yaşadıklarını sade bir dille anlatırken, geride kalanlar için hayatın bir şekilde devam ettiğini vurguluyor öykülerinde.  

İlk öyküde zengin aristokrat bir kontun hastalanıp ölümüne kadar geçen süreç, aile ve yakın çevresiyle ilişkisi ve nihayet ölümünden sonra tantanalı cenaze merasiminden bahsediliyor. Gerçekçi ve biraz da mizahi bir üslûp kullanılmış. İkinci öyküde, burjuva sınıfına mensup varlıklı ve üç erkek çocuğu bulunan bir annenin ölümü anlatılıyor. Burada çocukların henüz cenaze kalkmadan mal paylaşımını düşünmeleri ilginç. Üçüncü öyküde ise eşiyle birlikte uzun yıllar dükkan işleten bir kadının ölümü konu ediliyor. Eşini çok sevmesine rağmen cenaze merasimi nedeniyle dükkanın kapalı kalması onun en büyük üzüntüsü! 

Dördüncü öykünün konusu yine ölüm. Köyde yaşayan yoksul bir ailenin on yaşındaki erkek çocuklarının hastalanarak ölümü ve ailenin çaresizliği ve yaşananları şaşılacak şekilde doğal karşılaması. Şüphesiz içlerinde en etkileyici bulduğum öyküydü bu. Son öyküde yaşamı boyunca işçilik yapan ve bütün malını çocuklarına devreden yaşlı bir adamın ölümü anlatılıyor. Bu öykünün de oldukça ürkütücü ve etkileyici bir dili var.

Genel olarak bütün öykülerde hikâye kahramanlarının kendilerini ölüme hazırladıklarını ve yalnızlıklarını görüyoruz. Ve sonuçta cenaze töreni nasıl olursa olsun, beden toprağa girdiğinde herkes eşitlenmiş oluyor. Bir süre sonra da, sanki hiç var olmamışlar gibi hayat akmaya devam ediyor.

Çeviri güzeldi, severek okuduğum söyleyebilirim.

6 Haziran 2022 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 146

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın  isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri'nde bu haftanın konusu benden:

"Özveri ve fedakârlık, TDK sözlüğüne göre eş anlamlı sözcükler olmasına rağmen bazıları bu iki sözcük arasında önemli bir farkın olduğunu iddia etmekteler. Bu insanlara göre fedakârlık, çıkar ve karşılık beklemenin, özveri ise sevginin ürünüdür. Peki bu iki sözcük sizde hangi duyguları çağrıştırıyor? Kendinizi ne kadar fedakâr ve/veya özverili buluyorsunuz?"

İnsan, yaratılışından gelen ya da sonradan kazandığı bazı kötü özelliklere sahip bir varlık. Nedir bunlar? Başta egoizm, yani bencillik, sonra devam edelim, kibir, kıskançlık, güvensizlik, cehalet, samimiyetsizlik, riyakârlık vs. Bu yüzden özveri ve fedakârlığın sadece sözde ya da kağıt üzerinde kendini gösteren, gerçekte birkaç istisnai durum dışında hiç var olmayan iki kavram olduğuna inanıyorum. TDK'da özveri ya da fedakârlığın; bir amaç uğruna veya gerçekleştirilmesi istenen herhangi bir şey için kendi çıkarlarından vazgeçme olarak anlamlandırıldığını görüyoruz.

Sözgelimi anne çocuğuna kızmıştır: "Senin için saçlarımı süpürge ettim, bunca yıl yemedim, yedirdim" Bugüne kadar annemden ve eşimden asla duymadığım ve hiçbir koşulda ağızlarından çıkabileceğine ihtimal vermediğim sözler bunlar. Ama böyle anneler yok mu? Elbette var. Eskiden, geleneksel olarak, ailelerin çocuk sahibi olma nedeni, yaşlılık döneminde kendilerine baktıracak birilerinin bulunmasıydı. Bu düşünceye sahip insanlar, ne yazık ki, çocuklarını bir nevi yatırım aracı olarak görmektedirler. Evet, fedakârlık yaptıkları doğru. Ancak yapılan onca fedakârlık boşuna değilmiş demek! Eğer fedakârlık buysa benim gözümde tüm kıymetini yitirmiştir zaten. Fedakârlık, yapılan bir iyiliğin yüze vurulmama halidir fedakârlık, şartlar ne olursa olsun yaptığın iyilikten pişmanlık duymamaktır. Bazılarının dediğinin aksine hiçbir çıkar ve karşılık beklemeksizin kendinden bir şeyler eksilten ve karşındaki insanın hayrına aşkla yapılan icraatlardır fedakârlık. Ben çocuklarıma çok fedakârlık yaptım diyen bir anne ya herhangi bir nedenle yaptıklarından pişmanlık duymaktadır, ya da beklediği karşılığı alamamıştır. Böyle bir anne fedakâr değildir. Çocuğunun dünyaya gelme sebebi kendisi olduğuna göre onu en iyi şekilde hayata hazırlamak asli görevidir. Fedakâr anne çocuğuna yaptığı iyilikleri söz konusu etmez, onun fedakârlığını çocukları ve çevresindekiler bilir. Yani bir nevi aşktır annenin çocuğuna olan karşılıksız sevgisi. Fedakârlık aşkın en olmazsa olmazıdır. Çocukların ebeveynleriyle olan ilişkisi tamamen çıkara dayandığı için onlardan fedakârlık beklemek genel olarak nafile bir çabadır.

Peki dostlarla, arkadaşlarla ya da tanıdığımız herhangi biriyle fedakârlık temelinde sağlıklı bir ilişki kurmak mümkün mü? Eğer onlarla fedakâr bir annenin çocuğuna olan karşılıksız sevgisine benzer bir bağ kurmayı başarabilirsek olabilir elbette. Böyle bir ilişkinin adıdır aşk. Kısa sürelidir. Parıltılı günler çabuk geçer. Sonra ikiye bölünür. Bir aşık olan kalır geriye bir de olunan. Aşık olan fedakârdır, olunan keyfini sürer. Böyle bir ilişkide alan da memnundur satan da. Kimse kimseye saçımı süpürge ettim demez. Ta ki aşık olanın aklı başına gelinceye dek. Sonra biter...Yani anlayacağınız dost, arkadaş, komşu, akraba vs. üçüncü şahıslarla kurulan ilişkilerin tamamı çıkara dayanır. Al gülüm, ver gülüm. Eğer yoksa verecek gülün, o zaman başka kapıya.

Bir de kutsallar uğruna yapılan fedakârlıklar vardır ki onu da görmezden gelemeyiz. "Vatan sana canım feda" diye bağırırlar sokakta, sonra bir torpilini bulup askerlikten yırtmak için çürüğe çıkartırlar kendilerini. "Kanını yerde bırakmayacağız" derler, on yıllarca o kan yerlerde kalır. Vatanın gerçek fedakârları, Kurtuluş Savaşında memleket topraklarını emperyalizmin uşaklarına karşı savunan ve bu uğurda canlarını veren Mehmetçikler. Diğerleri, Kore'de, Afganistan, Somali, Libya, Irak, Suriye vs. yabancı ülkelerde ve tabii 15 Temmuz yerli ve milli senaryosunda kirli siyasi hesaplar sonucunda can verenler ise, bana göre, sadece kader kurbanları. Başkaca hamasete hiç gerek yok.

Özveri, güzel bir Türkçe sözcük. Tam olarak fedakârlığın yerini tutar mı, emin değilim ama yukarıda belirttiğim üzere bazılarının dediği gibi "özveri sevginin ürünüdür." cümlesine de katıldığımı söyleyemem. Zira, beni bilen bilir, aşk ne kadar tek taraflıysa sevgi çift taraflıdır, derim her zaman. Aşk ne kadar karşılık beklemezse, sevgi karşılık ister derim. O zaman buradan çıkan sonuç, eğer özveri sevginin ürünü, sevgi de karşılık beklerse, özveri ile fedakârlık arasındaki fark otomatik olarak ortadan kalkmış olur. Oysa ben özveriyi ayrı bir yere oturtmak isterim. Ama istediğim her şey olmaz. Çünkü yazımın başında sözünü ettiğim, insanın fıtratından gelen bazı kötü özellikler, onu çıkarcı bir kılığa sokar. "Yazdığım bu yazı büyük bir özverinin sonucu" dediğimde ne düşünürsünüz sözgelimi? Evet, emek harcadım, zamanımı harcadım, okunması ve eleştirilmesi hoşuma gidecektir. Bütün bu emeği, zamanı kendime daha yararlı olabilecek başka şeyleri yapmaktan vazgeçip de mi harcadım? Şüphesiz Hayır. En azından kendimi tatmin ettim, yazmaktan keyif aldım. Yani yaptığım bu gönüllü eylem sadece okurun yararına mı? Değil. O halde geldiğim noktada fedakârlık eşittir özveri.

Bu ahval ve şerait dahilinde fedakâr olduğumu iddia etmek, fedakâr olmadığımı kanıtlayan bir duruma yol açmakta. Evet, evet, ben ne özveriliyim, ne de fedakâr...

31 Mayıs 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 145

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın  isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri'nde bu haftanın konusunu sevgili  Yazarix / Blog Beyi belirledi:

"Dijital yaşamın artısı neler? Sizce dijital gerekli mi?"

Dijitalleşme hayatımızı pek çok yönden etkileyen, değiştiren bir olgu. İlk bakışta dijital yaşamın hayatı kolaylaştırdığını söylemek mümkün. İletişimde zaman kavramı ortadan kalktı neredeyse. Dijitalleşme sanayide üretim hızını arttırırken bilgilerin saklanması ve bilgiye ulaşım konusunda büyük kolaylıklar getirmiş, sağlık alanındaki gelişmelerle yaşam süresini uzatmıştır.

21. Yüzyıla adını veren dijital dönüşüm çağının öncesi ve sonrasındaki dönemi bizzat yaşayarak tanıklık eden bir kuşağın mensubu olarak, dijitalleşmenin yaşam düzeyini bu boyutta arttırıp onca icat ve yeniliğe imkân vereceğini hayal dahi edemezdim. Ne yazık ki ülke olarak böyle bir çağın gerisinde kaldığımızı söylemeden geçemeyeceğim. Dijital çağın mimarlarından biri olmak varken kötü eğitim sistemimizden dolayı ve araştırmalara yeterli destek vermediğimiz için gelişmiş ülkeler tarafından sömürülmeye devam ediyoruz.

Dijital yaşamın artı ve eksilerini anlatmadan önce dijital gerekli mi sorusundan başlayayım. Bu soruya verilecek cevabım son derece net, elbette gerekli. Artık onsuz bir yaşam düşünülebilir mi? Bugün hayatımıza yön veren pek çok uygulama, her türlü araç gereç, cihaz dijitalleşmenin ürünü. Dijitalleşmenin gereksizliğini savunan bir insan, kendini çağın getirdiği her türlü imkân ve kolaylıklardan soyutlayarak doğal yaşam sürmenin keyifli bir şey olduğu yanılgısına düşebilir. Bence binlerce yıl önce yerleşik hayata geçmiş günümüz toplumunda böyle bir yaşam sürmek olanaksız. Giydiğimiz don bile dijital makinalarda imal ediliyor. Ha ben koyun yetiştirip yününü kırkar, fengerede eğirdiğim ipliğinden tezgahımda kumaşını dokur ve o kumaştan kendime don yaparım, yahut dona da ne gerek var, incir yaprağı ne güne duruyor diyecek biri çıkarsa ona karşı boynum kıldan ince...

Bugün elektrikli ev aletlerinin tamamı dijital teknolojinin ürünü. Çocukluğumda annelerimiz çamaşırı leğende yıkar, ocakta su kaynatıp sırayla çocukları banyoya sokardı. Çalı süpürgelerle ev temizlenir, lambalı radyomuzu açınca dakikalarca ısınmasını beklerdik. Tel dolaplarda en fazla ertesi güne kalırdı yemeklerimiz. Tepsi tepsi börekler, yemekler, fırına pişmeye gönderilirdi. Bulaşıklar teker teker elde yıkanırdı saatlerce. Şimdi çamaşır makinası, elektrikli termosifon, robot süpürgeler, tv, internet, fırın ve buzdolabı hepsi dijital, evlerimizde bunların hepsi var. Hepsi dijital artılar. Her biri rahat etmemizi ve zaman kazanmamızı sağlıyor. Bu sayede kadınlarımız rahat rahat tv'den yemekteyiz, Müge Anlı, Zuhal Topal'ın programlarını izleyebiliyor artık! 

Gelelim en önemli mevzuya, dijitalleşmenin akıllı telefon ve sosyal medya boyutuna! Artı ve eksileriyle sonucu neredeyse sıfıra yaklaştıran sanal ortam... Dünyanın öncü teknoloji şirketlerinden birinin danışmanı, dijitalleşmenin sosyal medya ayağı için "Özgürleştirici ve köleleştirici. Görmezden gelmek çaba ister. İnsanlığımızın en iyi yanlarını unutup bütün gücümüzü ona verdik." diyor. Yine gelişme yıllarında internet topluluğunun yönetici direktörlüğünü yapmış bir isim, Anthony Michael Rutkowski, "Günlük hayatı ciddi oranda değiştirmiş olsa da, kuşkusuz, bu değişiklik iyi yönde değil" diyerek sosyal medyanın eksilerine dikkat çekmiş. Peki bırak bunları sen ne düşünüyorsun bakalım, diyecek olursanız, önce artılarını peşinden de olumsuz yanlarını anlatayım.

Akıllı telefon; faydalı bir alet. Dünyanın bir ucuna gitsen eşin dostunla berabersin, yeter ki kapsama alanında kal. Kalp krizi mi geçirdin, başına bir belâ mı geldi, hemen bas bir tuşa sevenlerin, ya da görevliler yanında bitsin. Artık saat taşımıyorum, sen de benim gibi bileğinde ağırlık yapmasını istemiyorsan, akıllı telefonun var ya, o yeter. Haritadan yer bulmaya, bakkala çakkala adres sormaya paydos, aç google navigasyonu amcan seni istediğin yere götürsün. Ya da diyelim kayboldun, at konumunu anında bulsunlar seni. Sabah erken mi kalkacaksın, saate ne hacet, kur alarmı akıllı telefonundan. Karnın mı acıktı, birine para mı göndereceksin, ödemelerin mi var, canın sıkıldı da, birkaç el oyun mu oynamak istiyorsun, tuşlar elinin altında. Daha sayamadığım birçok şey. Var mıydı eskiden bunlar? Eskiden gaz lambası vardı, aşklar kırk yıl sürerdi, şimdi öyle mi ya, hızlı yaşam; aşk dediğin artık elektrik alınca başlıyor, şartel atınca bitiyor! 

Sanırım şu sıralar tweeter sosyal medyanın parlayan yıldızı. Dünya liderleri bile birbirlerini bu mecradan kalaylıyor. Bakın bu iyi bir şey değil. Hep söylüyorum onlara, yarın yüz yüze bakacaksınız. Yapmayın karpuz gibi ortadan ikiye böldünüz milleti. Troller size de iki lâfım var, algı yaratmayın, dijital yaşamdan soğutmayın bizi. Şöyle bir düşünüyorum; Tweeter, Instagram, Facebook, Tiktok ve benzerleri olmasa neyimiz eksik kalır? Belki ticaret yapanlar tanıtım amacıyla faydasını görüyorlar ama sıradan bir vatandaşa ne faydası var bütün bunların. Falanca yere gittim, filan yerde yemek yedim, ay kızımın yaş günü, yeğenimin sünneti... Hayırlı cumalar, bayram tebrikleri... Bence faydadan çok zararı var bütün bunların. Bir de yaş günümde mesaj gönderenlere sinir olurum. Çok istiyorsan çıkar telefonunu ara. Gençler beni affetsin, Tiktok gibi mecralarda insanların ilgisini çekmek için akla gelmeyen bin bir türlü soytarılıklar, telefonun otomatik arkadaş önerileri, bize güya zaman kazandırıp işimizi kolaylaştıran, yazmayı külfet gören emojiler, kalpler, "like"lar bana göre, hepsi çağımızın dijital hastalıkları. Sonrası psikolojik bunalımlar. Dijital ona da çare bulmuş. Online psikolog ruhsal sorunlarınız için emrinizde. Artıları, eksileriyle bu işin sonu nereye varacak bilinmez. 

Bak Youtube için düşüncelerim farklı. Bloglar harika, zihin açıcı. Youtube yandaş medyanın karşısında partilerden daha iyi muhalefet yaparken iktidar tarafından dizginlenmeye çalışılıyor. Bu konuda tek eleştirim google amcanın yönlendirmeleri. Muhalefetten yanaysan muhalifleri çıkarıyor karşına, yok ampul yanmaya devam etsin diyorsan yandaşlar arz-ı endam ediyor ekrana. Yani şu algı yok mu şu algı, çağımızın en büyük sorunu. 

Şimdi toparlayacak olursak, dijital yaşam iyi ama kötü tarafları da var. Sosyal ilişkileri zayıflatıyormuş, çocuğun gelişimini etkiliyormuş, elbette bu tür etkileri önümüzdeki yıllarda göreceğiz. Bununla birlikte yalnızlık, sosyal ilişkilerin bozulması, çocukların ve gençlerin gelişiminin olumsuz yönde etkilenmesi gibi negatif özellikleri sadece sosyal medyaya bağlamak doğru değil. Dijital çağın getirdiği en büyük olumsuzluk, gelirde artan adaletsizlik ve insanın düşünme kapasitesini azaltması bence. Dijital teknolojinin kazananı kapitalizm. Dijital teknolojide donanım ve yazılıma uzak kalan milletler her zaman sömürülmeye devam edecek.  

24 Mayıs 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 144

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyor.

Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın  isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri'nde bu haftanın konusunu sevgili  Sevda Ünlü belirledi:

"Pandeminin en cafcaflı olduğu, yasakların hayatımızı dört duvara hapsettiği günlerde edindiğin ve hâlâ devam eden bir hobin oldu mu? Ya da neler neler denedin, anlat bakalım"

Hobi, tanımı itibarıyla, boş vakitleri değerlendirmek amacıyla kişinin esas işi ya da mesleği dışında yetenek ve becerilerini geliştirmek amacıyla yaptığı oyalayıcı faaliyetler anlamına geldiği için bu konuda anlatacak bir şeyim olmadığını düşündüm. Pandemi dolayısıyla özellikle yaşlı insanların vakit geçirmekte zorlandıklarını, evin içine hapsolarak sinir buhranı geçirdiklerini biliyorum. Ben bu dönemi pek sıkıntılı geçirdiğimi söyleyemem. Sağlık sektöründe çalışanlar başta olmak üzere, çalışmak zorunda olan ve bu süreçte işlerini ya da her zamanki kazançlarını kaybeden insanların büyük sıkıntı çektikleri hepimizin malumu. Ama esas değinmek istediğim konu, kelime dağarcığımda "boş vakit" kavramının taşıdığı anlamsızlık. Değil eve kapanmak, bir odaya tıksalar beni,  ya da hücre cezasına mahkum etseler, yine de yapacak bir şeyler bulur ve vakitsizlikten yakınırım. Yaptığım her işi hobim, her hobimi işimin ya da yaşantımın bir parçası olarak görürüm. Bu bakımdan sadece hobilerden değil, çerçeveyi biraz genişletip pandemi döneminin bana ne getirip ne götürdüğünden bahsedeyim.

Beklentimin de ötesinde, oldukça erken sayılabilecek bir yaşta başlayan emeklilik yaşamımda hayallerimi süsleyen restaurant işletmeciliğinden hevesimi aldıktan sonra soyunduğum doğal ürünler ve şarküteri işini, pandeminin yurt genelinde yayılması üzerine kızımın ve eşimin ısrarları neticesinde bırakmak zorunda kaldım. Doğrusu, her ikisi de para kazanmanın birinci amaç olmadığı, hobi ağırlıklı işlerdi. Gelin görün ki, millet gider Mersin'e, biz gideriz tersine hesabı, herkesin pandemi münasebetiyle yeni hobiler icat ettiği bir dönemde ben elimdeki hobimi bırakmak zorunda kalmış oldum. 

Bu arada bir şey yapmak için vakitsizlikten yakınmanın ne kadar boş olduğunu düşündüm. Özellikle restaurant işinde onca yoğun çalışma ortamında, gecenin bir yarısı bilgisayarımın başına oturup blogumda günlük yazmaya zaman ayırabiliyordum. Facebook kullandığım bir dönemdi ve blogta yazmış olduğum yazıları orada paylaşıyordum. Bin beş yüze yakın meraklı takipçim blogta yazdıklarımı heyecanla beklerdi hergün. Aslında bu işi işletmenin tanıtımı için yapmayı düşünmüştüm başlangıçta. Restaurant'a kimlerin geldiğini, o günün nasıl geçtiğini, nelerin yaşandığını öğrenmek istiyordu insanlar. Merak işte. Restaurant'ı kapattıktan sonra şarküteri işine başlamamla birlikte, günlük yazmayı bırakmış olsam da, dükkânıma gelen müşterileri, komşu esnafları, araştırıp öğrendiğim farklı konuları, yaşadığım olayları anlatıyor, öyküler, romanlar yazıyor ve çeviriler yapıyordum. İş bakımından yoğun çalışma gerektirmeyen bu dönemdi, bol bol kitap  okuma imkânı da buluyordum. Ve hiç beklenmedik bir anda pandemi soğuk yüzünü gösterdi...

Yazma konusunda kısırlık çektiğim bir döneme girmiş olmam, yaşamımda pandeminin yol açtığı en olumsuz değişiklikti sanırım. Bunun en önemli sebebi daha az kişiyi görmek, daha az olay yaşamaktı belki de. Dört duvar arasına sıkıştığım pandemi sürecinde hayal gücümü kullanarak bir şeyler yazabilirdim belki fakat bu ortama bir türlü alışamadım. Bu dönemi daha fazla kitap okuyarak, internet üzerinden farklı konularda araştırmalar yaparak, siyasi gündemi yakından takip ederek, blogları gezerek ve Ağaç Ev Sohbetlerine katılarak geçirdim diyebilirim. Zamanımın önemli bir bölümünü Youtube videoları alıyordu, hâlâ bu alışkanlığım devam ediyor. 

Konser, tiyatro, festival gibi faaliyetlere katılmak pandeminin ertesinde hayatı güzelleştirecek etkinlikler. Pandemi nedeniyle yapamadığımız geziler, eğlencelerin kapısı büyük ölçüde açılmış olsa da, artık eskisi kadar zevk vermiyor. Akaryakıt zammı ve pahalılık, orta gelir düzeyine sahip insanların belini bükmeye devam ediyor. Geçen hafta değişiklik olsun diye Sığacık'a gittik. Üç kişi berbat birer gözleme ve ayrana 150 TL hesap ödedik. Anladık ki, bizim için pandemi bitmemiş henüz. 

Yeniden blog yazarlığına başlayabilmek için kendimle büyük mücadele içindeyim. Bunun pandemiyle herhangi bir ilgisi olabilir mi, pek emin değilim. Olabilir elbette, zira pandemi öncesi böyle bir sorun yaşamıyordum. O belalı döneme adım atmadan evvel yeni bir roman çalışmasının hazırlığını da yapmıştım. Şimdi siyasi ve ekonomik gündeme dair, ülkeyi kurtarma fikirlerimi paylaşma plânlarım var ancak bu ortamda düşüncelerimi özgürce yazabilecek miyim, bilemiyorum. Her neyse, görünen o ki, şeytanı bir an evvel yakalayıp bacağını kırmadan olmayacak bu iş. 

22 Mayıs 2022 Pazar

YÜZYILLIK YALNIZLIK - GABRIEL GARCIA MARQUEZ

Kitabın Adı: YÜZYILLIK YALNIZLIK

Yazar: Gabriel Garcia MARQUEZ

Çeviren: Seçkin SELVİ

Sayfa Sayısı: 464

Yayınevi: Can Yayınları 

Türü: Roman

Nobel ödüllü yazar Gabriel Garcia Marquez Yüzyıllık Yalnızlık romanına o kadar çok şey sığdırmış ki, ne kadar anlatsam yine de eksik kalacağını düşünüyorum. Büyülü gerçekçilik deyince ilk akla gelen eserde, konuyu sadece Kolombiya'nın kurmaca bir köyündeki Buendia ailesinin, yüz yılı aşkın bir süre boyunca kuşaktan kuşağa aktarılan yaşam hikayesi olarak sınırlarsak yazara büyük haksızlık etmiş oluruz. Zira birbirini takip eden olayların içinde toplumun akraba evliliğine bakış açısı, büyücülük, falcılık, sosyal yaşam, kültür, tarih, insan ilişkileri, siyaset, sömürü, dini inançlar, aşk, evlilik, felsefe, toplumsal eleştiri gibi daha pek çok konu yeri geldiğinde semboller kullanılarak, mizah yoluyla, fantastik öğelerle bazen de gerçekliğin tüm çıplaklığıyla ustalıkla işlenmiş. 

Seçkin Selvi'nin çevirisinden büyük bir zevkle okuduğum romanın üslûbu muhteşem. Ancak çok sayıda karakterin yer aldığı eserde birbirine benzer şahıs isimlerinin kullanılması kafa karıştırıcı. Yazarın bunu bilinçli olarak tercih ettiğini düşünüyorum. Çünkü ailenin ilk kuşak erkek çocukları, Aureliano ve Arcadio, birbirinden farklı karakterlere sahip ve devam eden kuşaklarda doğan çocuklara verilen benzer isimler, benzer karakter özelliklerini temsil ediyor aynı zamanda. Kitabın başına eklenen Buendia ailesinin soy ağacı şeması, romanda yer alan ana karakterlerin birbirleri arasındaki ilişkiyi çözmek bakımından büyük kolaylık sağlıyor. Şüphesiz o olmasaydı, kitapta karşılaştığımız yeni karakterleri tanımak, kimin nesi olduğunu kavramak çok zorlaşacaktı.

Kitabı anlamakta zorlanıp yarım bırakanlar, devam edip anlamadan bitirenler, sıkıcı bulanlar, over-rated olduğunu düşünenlerin sayısı az değil. Bunun ilk nedeni karakter sayısının fazlalığı ve isim benzerliklerinden ötürü yaşanan zorluklar. Diğer taraftan kitabı olumsuz yönde eleştiren bazı insanların büyülü gerçekçilik tarzını yeterince anlayamadıklarını, sevmediklerini ya da benimseyemediklerini düşünüyorum. Aslında inanılmaz bir hayal gücüyle yazılmış ve bitmek tükenmek bilmeyen olayların sergilendiği, okuru içine alıp peşinde sürükleyen bir kitaptan bahsediyorum. Sıkıcı asla değil ancak karakterlerin çokluğu nedeniyle sık sık soyağacı şemasına göz atmak zorunda kalmalar, verilen örtülü mesajlarla birlikte insanı düşünmeye sevk eden kavramlar, aynı cümlelerin tekrar tekrar okunmasını zorunlu kılıyor bazen. Bu bakımdan yorucu denebilir belki. Zira iki bölüm okuduktan sonra kısa bir ara verip olayları sakin kafayla değerlendirmek, içine düştüğümüz hareketli ortamın etkisinden kendimizi  bir süreliğine kurtarıp biraz soluklanmak, okuduklarımızı sindirmek gerekiyor.

Kitapta yer alan karakterle ailemizden ya da tanıdıklarımızdan benzerlikler yakalıyor, bazen bugün hâlâ şahit olduğumuz sömürü düzenine, devletin toplum üzerinde estirdiği teröre şahitlik ediyoruz. Yazar yaşanan bu tür olayları bazen doğrudan, bazen ince bir mizah yoluyla ya da metaforlar kullanarak okurun dikkatini çekmesini biliyor. 

Yüzyıllık Yalnızlık kısa sürede okunması gereken bir kitap. Süre uzadığı takdirde bütünlüğünü kaybetme riski var. Ancak kitaplığın bir köşesinde tekrar tekrar okunmak üzere muhafaza edilmeli. Netflix ile anlaşılmış, dizi filmi yapılacakmış. Kanaatimce bu kitabın filme çekilmesi hayli zor ve aynı tadı asla veremez. Mesela aşağıdaki paragraf filme nasıl çekilebilir, bilemiyorum.   

"Jose Arcadio, yatak odasının kapısını kapar kapamaz evde bir silah sesi çınladı. Kan, kapının altından süzüldü, oturma odasına geçti, sokağa çıktı, inişli çıkışlı yoldan karşıya ulaştı, kaldırımları indi çıktı, Türkler Sokağı'nı geçti, önce sağa, sonra sola saptı. Buendiaların evinin tam karşısına geldi, kapalı kapının altından sızdı, halıları kirletmemek için duvar diplerinden dolanarak salona geçti, oturma odasına girdi, yemek masasının çevresinde geniş bir kavis çizdi, begonyalı terasa uzandı, Aureliano Jose'ye, matematik dersi veren Amaranta'nın sandalyesinin altından ona görünmeden süzüldü, kileri geçti, ekmek pişirmek için tam otuz altı yumurta kırmak üzere olan Ursula'nın bulunduğu mutfağa girdi."

Görüyor musunuz kanın yaptıklarını?

Yüzyıllık Yalnızlık bir ailenin değil, bir kıtanın, belki tüm insanlığın yalnızlığını masalsı bir dille anlatıyor. Romanın bir yerinde, Macando köyünde bir salgın baş gösterir, herkes unutkanlık hastalığına yakalanmıştır!

"Bataklığa açılan yolun başına Macondo yazılı bir levha diktiler. Ana caddeye "TANRI VARDIR" yazan bir tabela astılar. Bütün evlere, nesneleri ve duyguları hatırlatmaya yarayacak yazılar yazıldı."

Aslında kitabın adında yer alan "yalnızlık" kelimesini romanın içeriğiyle örtüştürme konusunda hayli zorlandığımı söylemek isterim. Bu konuda, insanın nasıl bir hayat sürerse sürsün, sonunda yalnız başına kalacağı ve vakti geldiğinde her şeyin anlamını yitireceği mesajı verilmek isteniyor sanırım. Kitabın işlediği o kadar konu arasında yalnızlığın öne çıkarılmasını yadırgadım. Bu nedenle İspanyolca "soledad" sözcüğünün diğer anlamlarını araştırdım. "Soledad" yalnızlık anlamının yanı sıra, bir kişinin yokluğu ve ölümü halinde üzüntü ve melankoli duygusu anlamına da geliyor. Kitabın adı Yüzyıllık Trajedi ya da Yüzyıllık Melankoli olabilirdi bence. Güzel bir alıntıyla sözlerimi bitirirken kitabı yazarı sevenlere ve türün meraklılarına şiddetle öneririm. 

"Bir gece (Albay Aureliano Buendia), Albay Gerineldo Marquez'e,

- Sana bir şey soracağım, arkadaş, dedi. Niçin savaşıyorsun?

Albay Gerineldo Marquez,

- Niçin olacak? diye karşılık verdi. Yüce Liberal Parti için tabii.

- Niçin savaştığını bildiğin için şanslısın doğrusu. Bana gelince, ancak şimdi kafama dank etti: Ben yiğitliğe kara çaldırmamak için savaşıyorum.

Albay Gerineldo Marquez,

- Bu kötü işte, dedi.

Albay Aureliano Buendia, onun bu tavrından hoşlanmamıştı. 

- Doğru, dedi. Ama yine de, niçin dövüştüğünü bilmemekten iyidir. Arkadaşının gözlerinin içine baktı ve gülümseyerek sözünü tamamladı: Ya da senin yaptığın gibi, hiç kimse için anlam taşımayan bir şey adına savaşmaktan iyidir.