-I-
Limni Adası, 1922
Heyecandan uyku girmemişti gözüne, gece boyunca yatağında döndü durdu. Sabahın solgun ışıklarında kendini dışarı atıp büyük babasının yıllar önce araziden topladığı yassı kayrak taşlarını üst üste itinayla istifleyerek oluşturduğu yaklaşık bir metre genişliğindeki alçak bahçe duvarına yüzükoyun bıraktı kendini. İçi geçmişti, yorgun göz kapakları uykusuzluğun yüküne daha fazla dayanamadı. Ciğerinde yanan ateşi söndürebilmek için içine çektiği taş kokulu sıcak nefes dile gelip kardeşinin adını sayıklarken dudaklarının kuruduğunu hissetti. Karamsar sessizliği dolduran huzursuz bekleyişte kendi sesiyle kendine gelirken göz kapakları aralandı yavaşça. Saatlerce uyumuştu sanki, oysa hepi topu aradan birkaç saniye geçmişti. Yüzünü gölgelemek için büyük mücadele veren bulut kümelerine rağmen güneş, tüm yakıcılığıyla varlığını hissettiriyor, havanın nemiyle birlikte tahammül sınırlarını zorluyordu.
"Eleni mou, benim küçük meleğim, hadi gel artık!"
Kutsal topraklara Afrodit'in korkunç laneti çökmüştü yine. Fakat, efsanede anlatıldığı gibi eli iş tutan erkekler zevkleri uğruna terk etmemişlerdi adayı bu kez, savaşta ölmeye gitmişlerdi. Niki'yi, Eleni ile birlikte diğer kardeşlerini, köyün bütün çaresiz kadınlarını, gelinlik genç kızları bırakmışlardı arkalarında. Bir de işe yaramayan, yoksul yaşlılar ve küçük masum çocuklar vardı geride kalan...
Beyaz tenli, uzun boylu, zayıf, masum görünüşlü genç bir kızdı Niki, uzun siyah saçlarını geriye toplamış, her an bir muziplik yapacakmış hissi uyandıran parlak siyah gözlerini yüzüne yansıyan tedirginliğin ve hüznün ardına saklamıştı sanki. Adanın diğer kadınları gibi, aynı terzinin elinden çıkma siyah, uzun, fırfırlı ve dökümlü bir elbise vardı üzerinde. Yüzükoyun uzandığı duvara dirseklerini dayayıp başını kaldırdı usulca. Egenin mavi suları iç karartıcı boz renge boyanmıştı. Göğe yükseltti bakışını, aynı gri tonu orada yakaladı. İnsanın ruhunu daraltan kaypak bir renkti bu. Bütün dikkatini toplayıp yerle göğü birleştiren çizgiyi boşuna aradı gözleri. Geleceğin görünmezliği ufuk çizgisinde vücut bulmuştu sanki. Havanın bunaltıcı sıcağında en ufak bir hareket sezilmiyordu. Ne rüzgârın hışırtısı, ne bir kuş cıvıltısı ne de uzaktaki dalgaların sesi bozuyordu sessizliği. Zaman durmuştu sanki. Derken uzaktan bir ses duyar gibi oldu. İrkilip kulak kabarttı. Evet, beklediği sandalın motor sesi olmalıydı. Kara gözleri heyecanla parladı birden, ellerini göğsünde kavuşturdu, "Şükürler olsun" dedi. Taş duvarın üzerinde aşağı doğru sekerek iskeleyi kuşbakışı gören ufak bir düzlüğe geldiğinde soluklandı. Sis örtüsünün altında adaya eşya ve gıda ürünleri taşıyan sandalı gördü. Dalgaları yara yara iskeleye doğru yol alıyordu. Bir düzine kadar yolcu arasından kardeşi Eleni'nin siluetini görmeye çalıştı ama nafile bir çabaydı bu. O köhne sandalın içindekilerden biri de kardeşi olmalıydı, bunun dışında bir ihtimale hazır değildi. Kıyıya yaklaşan motorun yükselen pat pat sesleri kalp atışlarını hızlandırdı. Boynuna doladığı siyah fuları eline alıp çorak arazideki kuru çalıların arasından sıyrıldı, keçilerin ancak geçebildiği, aşağı doğru kıvrılarak inen dar patikayı takip ederek koşmaya başladı.
Sandal iskeleye yanaşmış, yükünü boşaltmaya başlamıştı. Eşya ve gıda sandıklarını taşıyan yaşlı hamallar, yük almaya gelen hayvanlar, yolcular ve yolcuları karşılamaya gelen insanlar rıhtıma inen geniş taş basamakları hıncahınç doldurmuştu. Kalabalığa karışıp kendine yol açmaya çalışıyordu Niki, bir an önce kardeşini görebilmek için çırpınıyordu adeta. Rıhtımın yanında dikilen orta yaşlı şık bir kadın, onca hengâmenin arasında son derece sakin görünüyordu. Elinde kenarları fırfırlı, pembe güneş şemsiyesi ve başında yapma çiçekli şapkasıyla tüm dikkatleri üzerinde toplayan bu kadın, terzi Alexsandros'un kız kardeşi Sofia'dan başkası değildi. Freni boşalmış kamyon gibi üzerine gelen genç kızı görür görmez elini kaldırdı.
"Yavaş ol biraz Niki, bak şimdi takılıp düşeceksin, gördüğün gibi, buradayız işte!"
Nefes nefese kardeşini sordu Sofia'ya. Heyecandan kalbi duracaktı neredeyse.
"Eleni... Eleni, iyi mi?"
Amerika'da meşhur bir giyim mağazasının sahibi ve aynı zamanda Niki'nin uzak akrabalarından biri olan terzi Alexsandros, emanete hıyanetlik etmemiş Eleni'yi ailesine teslim etmek üzere kız kardeşi Sofia'yı görevlendirmişti. Son derece bitkin görünen Eleni, yarı baygın halde, sandalın bir köşesine kıvrılmış yatıyordu. Sesleri duyunca güçlükle başına çektiği kirli örtüyü araladı. Niki, kardeşinin içler acısı halini görünce bir an ne diyeceğini şaşırdı.
"Eleni, Eleni mou! Buradayım, benim, Niki. Canım kardeşim, neler yaşadın sen küçük bebeğim?" Sandalın içine atlayıp genç kızın yanına diz çöktü, sevgiyle başını okşadı. Zavallı kızın solgun yüzüne endişeyle bakarken yüreğinden kopan acıma duygusu gözlerini nemlendirdi. Eğilip usulca öptü yanağından. Sesi titriyordu. Kısacık kesilmiş saçlarına baktı. "Aman Tanrım! Ne hale getirmiş seni bu adam?"
Eleni'yi bir eşeğe bindirdikten sonra eşyalarla birlikte evin yolunu tuttular. Üç ay önce büyük umutlarla Amerika'ya uğurladığı kızını yeniden karşısında gören Nana, karışık duygular içindeydi. Kızını gördüğüne sevindi sevinmesine ama bu kadar erken dönüşü hayal kırıklığı yaratmıştı. Adadan ayrıldıktan sonra dünyanın öbür ucunda kendine yeni bir hayat kuran Sofia'nın yüzüne bakacak cesareti bulamıyordu kendinde. Diğer kız kardeşleri Eleni'yi hasretle kucakladılar. Yürümeye takati kalmayan genç kızı yıkayıp pakladıktan sonra dinlenmesi için sedirlerden birine yatırdılar. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Uzun bir aradan sonra Sofia, fazla kalamayacağını iki üç gün dinlendikten sonra dönüş için yola çıkması gerektiğini söyledi. Nana, derin derin içini çekerken kendinden üç yaş küçük Sofia'ya mahcup bir ifadeyle baktı.
"Anlat bana Sofia, bilmek istiyorum, neden böyle oldu? Kabalık mı etti kızıma Alex, yoksa onu dövdü mü?
"Sen ne diyorsun Nana, Alexsandros nazik bir adam, bunu sen de biliyorsun benim kadar. O asla böyle şeyler yapmaz. Neden böyle oldu, tam olarak bilmiyorum, bunu bence kızına sormalısın. Geldiği günden beri somurtup durdu. Alex'in durumu çok iyi, Eleni orada istediği her şeyi yapabilirdi oysa. Önüne konan her şeyi elinin tersiyle itti, ayağına kadar gelen büyük fırsatı kaçırdı."
"Peki ne yapacağız şimdi?"
"Stavros'a haber salalım, yarın çocukları alıp gelsin, toplanıp birlikte bir karar veririz. Şansımızı bir kez daha denemekte fayda var. Kardeşimin yabancı biriyle evlenmesini ben de istemem."
"Çok zor durumdayız Sofia, kocam öldükten sonra dört kızımla beraber ortada kaldık. Eleni, bizim sigortamızdı ama olmadı. Durum gittikçe daha da kötüleşiyor. Yapılacak başka işimiz yok, yaptığımız sepetleri alan da yok."
***
Ertesi gün, Stavros, karısı, gelinlik çağına gelmiş üç kızı ve eşeğiyle birlikte geldiklerinde ikindi vaktini çoktan geçmişti. Sofia, elindeki yelpazeyle serinlemeye çalışırken, Nana, kızlarıyla birlikte, evlerinin kuru soğan ve sarımsak demetleriyle süslenmiş cephe duvarına bitişik tahta sıra boyunca Menemen bardakları gibi dizilmiş, ince kargı çubuklarını büyük bir el alışkanlığıyla birbirinin arasından geçirerek hasır sepet örüyorlardı. Stavros'un kadınları ise karşı tarafta, büyük taşların üzerinde kendilerine yer buldular. Eleni, on iki saat deliksiz uykudan sonra kendini biraz olsun toparlayabilmişti ama hâlâ boş gözlerle etrafı süzüyordu. Saçı başı dağınık, kır sakalı birbirine karışmış Stavros, eşeğinin ipini yerdeki kazığa bağladıktan sonra taş evin girişindeki hasır sepetli cam damacanayı dizine dayayıp çinko maşrapasını şarapla doldurdu. Kadınlara sırtını verecek şekilde irice bir kütüğe çöktü. Şarabını yudumlarken yapmacık bir öfkeyle söylenmeye başladı.
"Nasıl kaçırılır bu fırsat anlamıyorum! Böylesine varlıklı bir terziyi bırakıp gelmek! Olur şey değil. Hem de Şikago gibi bir yerden!"
Eleni, kendisinden beklenmeyen bir cesaretle lâfını esirgemedi.
"Dayanamadım amca, yoktu başka çarem!"
Stavros, başka hesaplar peşine düştüğü için pek üzülmüşe benzemiyordu doğrusu. Nana ve Sofia'yla göz göze gelmemek için yüzünü denizden tarafa çevirirken konuşmasına devam etti.
"Tanrı ailemize sadece kız evlât verdi..." Başını döndürüp yanında oturan kızlarından birine kaydı gözleri. Sofia onun sözünü kesti.
"Evet ya, çekirge sürüsü mübarek! Kendine koca bulamayanların yaşamaya hakkı yok." İsyan edercesine yerinden kalkan Sofia, kadersizliklerinden yakınmaya başladı, sert bir hareketle şemsiyesini açtı. "Keşke şu savaş hiç olmasaydı. Yavrucaklar bekâr kalacak..." Bu kez Stavros devam etti.
"Hem de yedisi birden! Hepsi gelinlik çağında yedi tane kuzen..." Elinde maşrapası olduğu halde aklına yeni bir fikir gelmiş gibi yerinden kalkıp karısı ve kızlarının bulunduğu yere doğru yürüdü. "Madem Eleni olmadı, o zaman başka birini yollayalım Alexsandros'a, ne dersiniz?" Nana'ya baktı, kısa bir süre kadının tepkisini ölçtükten sonra eliyle göğsüne iki kez vurup devam etti. "Ancak bu kez sıra benim ailemde!" Kızlarından birini kolundan tuttu, oturduğu yerden kaldırıp başıyla işaret etti. "İşte kızım Maria, dünyanın diğer ucuna gitmeye hazır." Kızının sırtına hafifçe pat pat diye vurarak yüreklendirdi. "Maria," dedi, "Ne kadar istekli olduğunu hadi söyle onlara!" Sofia'ya döndü. "Henüz 27 yaşında!" Maria, kısık sesle babasının yanlışını düzeltti. "29" Bunun üzerine Stavros, kızın kolunu sıktı, kaş göz işaretiyle susmasını istedi.
Eleni'nin annesi Nana, tutamadı kendini.
"Ağabey," dedi. "Dört tane bekâr kızım var benim. Ayrıca ben de dul bir kadınım. Bize bir şans daha verilmesini istiyorum. Eleni'nin vaftiz annesi Sofia da benim gibi düşünüyor."
Sofia, Nana'nın konuşmasının ardından Niki'nin yanına gitti. "Niki," diye seslendi. Niki, başını kaldırıp dehşet içinde Sofia'ya dikti gözlerini. Sofia, duygusuz ama yumuşak bir ses tonuyla son noktayı koydu. "Sıra sende" Niki, kardeşi Eleni'nin halini gördükten bu teklifi beklemiyordu. Sofia onu rahatlatmaya çalıştı. "Alexsandros, son derece dürüst, onurundan asla taviz vermeyen asil biri. Senin İngilizcen gayet iyi. Ben de sana her konuda yardımcı olurum, ne dersin?"
Stavros bu gelişme karşısında küplere bindi. Öfkeyle bağırmaya başladı.
"Görünen o ki, siz kararınızı çoktan vermişsiniz. O zaman bizi buraya, ne yapmaya çağırdınız?" Eliyle karısıyla kızlarına kalkmalarını işaret etti. "Hadi yürüyün, gidiyoruz." Eşeğini çözüp sessizce uzaklaşan ailesinin peşine takıldı. Biraz ilerledikten sonra başını çevirip Sofia'ya sitem dolu sözlerle seslendi. "Bu yaptığınız hiç hoş değil. Bunu unutmayın, Tanrı her şeyi görüyor."
-II-
Gümülcine, Kardere Köyü
Güneşin solgun ışıklarıyla birlikte yükselen horoz sesleri yeni bir günü müjdeliyordu. Genç kız ürkek adımlarla geceden hazırlayıp heybelerine yerleştirdiği eşyaları kapının önüne bıraktı. Sıvaları dökük iki katlı kerpiç evle vedalaşırcasına dalgın gözlerle etrafa bakınırken ön bahçede sıra sıra dizilmiş çiçek saksılarını, duvara dayalı kamışları hafızasına işliyor gibiydi. Çift kanatlı ahşap bahçe kapısını gözüne kestirdi, soluğunu tutup kulak kabarttı. Babası, yaşlı Andreas'ın henüz uyanmadığından emin olduktan sonra bir çırpıda heybelerini sırtladı ve büyük ahşap kapının kanadını kendine doğru çekip sessizce sokağa attı kendini. Böyle bir çılgınlığa cesaret edebildiğine şaşırıyor, yakalanma korkusuyla heyecandan kalbi küt küt atıyordu. Kapıdan dışarı çıkar çıkmaz az eğimli yoldan aşağı doğru koşmaya başladı. Arada dönüp arkasına bakarken biraz ileride çıngırak sesleriyle yolu kapatan koyun sürüsünün arasında buldu kendini. Sürünün arasından sıyrıldı, panik halinde başını geri çevirdiği sırada babasının yükselen Davudi sesi duyuldu. Bir an ne yapacağını bilemedi, olduğu yerde çakılıp kaldı. Babası avazı çıktığı kadar bağırıyordu.
"Haroooo!"
Genç kız etrafındaki yıkık dökük tuğla evlere bakıp saklanacak bir yer arıyordu. Nefes nefese kalmış, dizlerinin bağı çözülmüştü. Günlerdir kafasına koyduğu kaçış plânının bu kadar erken sonlanacağını hesaba katmamıştı. Son bir gayretle koşmaya başladı, arkasından gelen ses bir kez daha gürledi.
"Haroooo! Kızıııım..." Adam koyun sürüsünün arasından geçtikten sonra sesine karşılık gelmeyince endişeye kapıldı. Göğsünü yırtarcasına bağrışlar terk edilmişliğin acı gerçeğiyle yumuşamış, çaresizce yalvaran bir haykırışa dönüşmüştü. "Haro!!" Gittikçe umudunu yitiren yakarışların ardı kesilmek bilmiyordu. "Haro?"
Son anda kendini yol kenarındaki boş bir ahıra atan genç kızın yüzünde boncuk boncuk ter damlaları birikmişti, gözlerinden süzülen yaşların tuzlu tadını duyumsuyor, güçlükle nefes alıyordu. Sevdiği adamın gönderdiği son mektubu defalarca okumuş, yazdığı her kelimeyi zihnine nakşetmişti.
"Benim Sırma saçlı Haro'm. Doktor, pazartesi günü alçıyı alacağını söyledi. Merak etme, her şey yoluna girecek. Büyük ihtimalle Semadirek Adasına döneceğim.. Haro'm, sevgilim, henüz gözlerinin renginden bahsetmedin bana. Düşlerimde gözlerinin elâsını gördüm, yoksa bal rengi mi gözlerin. Mektupların olmasa ben ne yapardım, onca ay nasıl dayanırdım bu acıya? Sevgiyle öpüyorum seni. Asker Antonis Memas."
Babası onu bulduğunda Haro, içini çekiyor, göğsünde sakladığı fotoğrafa bakıp bakıp yaşlı gözlerle sevdiği adamın adını sayıklıyordu. "Antonis,...Ah, Antonis olmadı, yapamadım..."
***
O gün Andreas, kızını güçlükle eve dönmeye ikna etti. Haro'yu karşısına alıp onunla konuşmaya başladı: "Senin bu Antonis," dedi. "Cesur ve iyi huylu bir çocuk ama kendi karnını doyurmaktan aciz." Genç kız, sesini çıkarmadı. Yaşlı adam uzun uzadıya dil dökmeye devam ediyordu. "Bu ortamda hiçbirimizin yarın ne olacağı belli değil, bari sen kurtar kendini. Belki ileride beni de alırsın yanına, yine beraber oluruz. Bak her istediğini alabiliyormuşsun orada. Evrakların, biletin hepsi hazır. Fotoğrafını da göndermiş sana ama inat edip bir kez olsun bakmadın. Kiliseden gün aldım, ay sonunda vekalet nikâhını kıyacak Peder. Her şey usulüne uygun anlayacağın. Ben senin kötülüğünü ister miyim hiç? Güvenmesem böyle bir işe girer miydim? Hadi, topla biraz kendini, alışmaya çalış, yaşın henüz çok genç. Aşk dediğin gelir geçer, bir süre sonra unutur gidersin Antonis'i. İnan bana, eğer seni gerçekten seviyorsa, böyle bir fırsatı kaçırmanı o da istemezdi."
Aylar önce alışveriş için kasabaya indiğinde dükkânlardan birinin camında tesadüfen gördüğü ilân, baba Andreas'ın dikkatini çekmişti. Dükkân sahibinden aldığı broşürle sadece fikir edinmek amacıyla tanıdık bir hukuk bürosunda almıştı soluğu. Nereden tahmin edebilirdi ki, işlerin bu noktaya geleceğini. Doğrusunu söylemek gerekirse bütün arzusu, kızını yanına alıp yenidünyaya göçmek ve çektiği bu sefil hayata bir son vermekti. Eşini önceki yıl toprağa verdikten sonra tek güvendiği kızıydı ve ondan başka güveneceği bir kimse kalmamıştı hayatta. Yaşlı babası, akrabaları umurunda değildi. Kimsenin kimseye faydası yoktu bu devirde. Herkes kendi başının çaresine bakmak zorundaydı. Hukuk bürosunun bulunduğu binanın ikinci katında ilk kez gördüğü stajyer avukatlardan biri karşılamıştı yaşlı adamı. Derdini anlattı. Avukat broşüre şöyle bir göz attıktan sonra başını kaldırıp gülümsedi. "Dayı sen bir yere gidemezsin. Bunların gösterdiği kapı sadece evlenecek kızlara açık!" Canı sıkılmıştı, yaşlı kurdun. Ama olsun, ne fark ederdi ki. Güzel kızı Haro ne güne duruyordu. Önce onu gönderir, peşinden kendisi de giderdi. "Zengin bir damat, hem de Amerikalı..." diye düşünürken içi umutla doldu. Cebinden kızının her zaman yanında taşıdığı fotoğrafını çıkardı ve genç avukata uzattı. "Tamam o zaman," dedi. "O dediğin kapıdan önce kızım girsin, sonra beni alır nasıl olsa yanına."
Birinci Dünya Savaşını takip eden yıllarda, savaşmaktan, açlık ve yoksulluktan yorulan on binlerce gencin okyanusları aşıp büyük umutlarla yollara düştüğü ülkenin adıydı Amerika. Bu fırsatlar ülkesinde iş bulmakta zorlanmayan bekar erkeklerin evlenip aile kurmaları için yeni bir imkân doğmuştu. Katalog evliliği... Otomobil fabrikalarında, çelik sanayinde ve demiryolu inşaatlarında çalışan göçmen işçiler, katalogdan beğendikleri kızlardan birini eşleri olarak seçebiliyorlardı artık. Aynı kişiye birden fazla talip çıkarsa, gelin adayı taliplilerden birini tercih etme hakkına sahipti.
Haro'nun başarısız evden kaçış macerası üzerinden neredeyse bir ay geçmişti. Aziz Yorgi Kilisesinde yapılan pazar ayininden sonra gerçekleştirilecek sıra dışı nikâh merasimi için son hazırlıklar tamamlanmak üzereydi. Az önce, Papaz Dimitri, ayine katılan çoğu kadın ve çocuklardan oluşan cemaate hitaben verdiği vaazda, Tanrı'nın yardımıyla zor günlerin geçeceğine dair inancını koruduğunu, iyi günleri kucaklamak için sabırlı olmak gerektiğini, savaşa katılan gençlerin en kısa zamanda ailelerine kavuşmaları için Hz. İsa'ya dua edeceğinden söz ederken, papazın bu sözleri salonda sessizce sırasını bekleyen Haro için hiçbir anlam ifade etmiyordu. Babası kararını çoktan vermişti...
Ayin töreninin ve okunan ilahilerin ardından kilisenin görevlendirdiği bir erkek çocuğu, omuz hizasında tuttuğu kutsal evlilik tacıyla birlikte nikâh töreninin yapılacağı yere doğru ağır adımlarla ilerledi. Peder, tacı usulca çocuğun elinden aldı, yukarı doğru kaldırarak havada bir haç işareti çizdi ve Haro'nun başına yerleştirdi.
"Tanrı'nın hizmetçisi Hareklia, seni, baba, oğul ve kutsal ruh adına Tanrı'nın hizmetçisi Constantinus'a eş olarak gönderiyorum. Amerika yolculuğunun iyi geçmesini dilerim."
Haro, içinden bir şeylerin koptuğunu hissetti. Şartlar onu sevdiğine ihanet etmek zorunda bırakmıştı. Antonis'i düşündükçe vicdanı sızlıyor ve bir daha onu göremeyeceği gerçeği karşısında yüreği parçalanıyordu. Yaşadıklarına inanamıyordu. İki dakika içinde tanımadığı birinin nikâhlı karısı oluvermişti. Hafifçe başını çevirip arkasına baktı, babası Andreas'ın af dilercesine kendisine doğru yaklaştığını gördü. Yaşlı adam kızını tebrik edecek cesareti bulamadı kendinde, gözlerini kapatıp yanağına yaklaşarak genç kızın kulağına fısıldadı.
"Beni affet!" Kızının elini tuttu ve biraz geriye çekilerek gözlerinin içine baktı. "Seni beyaz gelinlik içinde görmeyi isterdim." Haro, donuk gözlerle izlediği babasına ağzını açmadı. Baba ve kızın bakışları farklı yöne çevrilirken bu kez Haro, büyükbabasıyla göz göze geldi. Ondan yardım dilenircesine, "Büyükbaba..." diye seslendi. Saçı sakalı birbirine karışmış ihtiyarın yüzünde en ufak bir sevgi pırıltısı yoktu. Duvar gibi bir surat ve keskin bakışlar.... İhtiyar, hiçbir şey demeden avucundaki gül yapraklarını genç kızın başından aşağı serpmekle yetindi. Haro, bu ağır tablo karşısında yalnızlığını düşünüp yutkundu, gözleri dolmuştu. Hepsi bu kadardı, basit bir tören, aslında tören de sayılmazdı. Tek cümlelik idam fermanıydı bu Haro için. Nikâh töreninden mi yoksa cenaze merasiminden mi çıktıkları belirsiz bir halde kiliseden ayrıldılar, yıkık dökük evlerin arasında, en önde Haro olmak üzere tek sıra halinde dizildikleri yol boyunca kimse ağzını açıp bir söz etmedi.