Alt güvertede denizden esen tatlı rüzgârın keyfini çıkaran üçüncü sınıf yolcuları arasında kendine güzel bir yer bulan Haro, güneşi sırtına almış, arkasına geçtiği genç kızın saçına çift örgü yapıyordu. Ona özenen birkaç kadın, yanlarına çektikleri kızlarının saçlarını taramaya başladılar. Kimileri hünerli parmaklarıyla çocukların saç diplerini karıştırıyor, bitlenip bitlenmediklerini kontrol ediyorlardı. Biraz ötede yere bağdaş kuran Niki, arada bir Haro'ya gülümseyerek can sıkıntısını bastırmaya çalışıyordu.
"Ne arıyorsun?" Haro, çantasının içinde sürekli bir şeyler arayan arkadaşına seslendi. Niki, ona cevap vermeye fırsat bulamadan Norman'ın sesi duyuldu. Genç kız, hemen toparlandı.
"Kalimera!" Merdivenlerden aşağı indikten sonra güverteyi dolduran denkler arasında güçlükle ilerleyen Norman, Haro'nun yanına ulaşmıştı nihayet. "Kalimera." deyip gülümsedi Haro. Genç adam, doğruca Niki'nin olduğu yere yöneldi. Uzun kollu gri gömleğin üstüne koyu renkli kolsuz bir ceket giymişti. Niki, ayağa kalktı, heyecanın gizlemeye çalışarak gülümsüyordu. O da Haro'nun ardından belli belirsiz "Kalimera" diyerek gazeteciyi selâmladı.
Genç adam, ceketine gizlediği mavi kapaklı ince bir kitap uzattı Niki'ye. "Yunanistan'ı ziyaret etmeyi plânladığım sırada satın almıştım bunu..." dedi. "Hem İngilizce hem de Yunanca yazılmış." Niki gözlerini dikmiş Norman'a bakıyordu. Norman, devam etti anlatmaya. "Canın sıkıldığında okursun. Bunu sana vermek istiyorum." Niki, tepki vermeksizin, adeta büyülenmiş gibi Norman'dan alamıyordu gözlerini.
"Güneş gözlerinde ışıldıyor." dedi Norman, hayranlıkla Niki'ye bakarken.
Haro, "Ne diyor?" diye seslendi uzaktan. Gazetecinin Niki'yle ne konuştuğunu merak ediyordu.
"Şey,... " dedi. Niki, gözlerini Norman'dan ayırmadan Haro'ya vereceği cevabı düşünüyordu. "Acıktığını söyledi. Yemek vakti gelmiş!" Norman'ı gülümsetti bu sözler.
Haro, telaşla ayaklandı ve arkadaşını kolundan çekip kaldırdı. "Hadi Antigone, gidelim." Niki'nin yanından geçerlerken hayranlıkla gülümsedi. "İngilizceyi ne kadar güzel konuşuyorsunuz..." İki genç kız yemek salonuna doğru koşmaya başlayınca Niki seslendi arkalarından. "Durun, beni bekleyin."
"Teşekkür ederim," dedi, Niki nihayet. Norman'ın uzattığı kitabı eline aldı. Eğilip çantasından üzerinde siyah taneleri olan bir zeytin dalı çıkarıp genç adama uzattı. "Bu benim adamdan." Norman memnuniyetle hediyeyi kabul etti. "Siyah zeytin."
"Limni adasından mı?"
"Evet," dedi Niki, başını salladı. "Biz Yunanca Lemnos diyoruz. "Siz nerede yaşıyorsunuz?"
"Detroit" dedi Norman, daldaki zeytinlerden birini koparıp ağzına atarken keyfi yerine gelmişti. "Ama babam İrlanda'da dünyaya gelmiş."
"O zaman gerçek bir Amerikalı değilsiniz." dedi heyecanlanarak. Gözleri parlamıştı Niki'nin. "Sizin anneniz de sipariş gelin miydi yoksa?"
"Hayır," dedi Norman, başını sağa sola salladı, gülümsedi. "Babam onunla ilk kez bir balıkhanede karşılaşmış. Orada çalışan kadınlardan biriymiş annem. Tezgâhın üzerinde, hep birlikte halibut temizliyorlarmış. Büyük, yassı bir balık çeşidi yani. Onun dalgalı kızıl saçlarını görür görmez aşık olmuş. Benim fotoğrafçı olmamın bir nedeni de bu zaten. Çiğ balık kokusuna dayanamadım." Norman, ağzına bir zeytin daha atıp kendisini ilgiyle dinleyen Niki'ye gülümsedi.
İkisi de gözlerini birbirinden alamıyordu. Norman içini çekti. "Keşke yaşadığım yerleri sana da gösterebilseydim."
***
İkinci el gelinliklerin prova, onarım ve düzeltme işlerinden sonra (Karabulat'ın acentesi marifetiyle gemiye alınan Rus kızlarının dışında) bütün gelin adaylarının fotoğrafları çekilmişti. Dikiş makinesi, yeniden yukarı taşındığı için ihtiyaç oldukça Niki üst güverte salonuna çıkıyor, birinci sınıfta seyahat eden yolcuların gösterişli elbiselerini elden geçirip istenilen değişiklikleri yapıyordu. Yine öyle bir gün makinesinin başında, makası almak için dikiş kutusunu açtığında üzerinde "Niki" yazılı bir zarf buldu. Zarfın içinden antik çağlardan kalma Efesli tanrıça Artemis'e ait bir heykel başı fotoğrafı çıktı. Fotoğrafın dikiş kutusuna kimin tarafından konulduğunu tahmin etmek Niki için hiç de zor olmamıştı. Norman, uzun zaman önce Efes'i gezerken çekmişti bu fotoğrafı. Niki, elini fotoğrafın üzerinde gezdirirken tanrıçanın gözlerinden saçlarına varıncaya kadar sanatsal detaylara hayran kaldı. Yaşamı boyunca hiçbir heykele bu kadar incelikle bakmadığını fark etmişti. Ne tür fotoğraflar çekiyorsunuz diye sorduğunda, Norman'ın verdiği cevabı hatırladı. "Başkalarının gözden kaçırdığı, önemsiz küçük şeyler..." demişti. Dediğinden bir şey anlamamıştı o zaman. Genç adamın sanata karşı duyarlılığını ve önemsiz, küçük şeyler derken nelerden bahsettiğini daha yeni kavramaya başlıyordu Niki.
Fotoğrafı zarfa koyarken derinlerden gelen müzik sesine kulak verdi. Alt güvertede, udunu kucağına almış yanık sesiyle şarkı söylüyordu, Haro. Gözlerini açık denizin en uzak noktasına dikmiş, saçları rüzgârla savrulurken kendinden geçmişti genç kız.
"Acı benim yolculuğum, bilmem bu yolun sonu nereye varacak.
Bana yaşamaktan bahsediyordun, ona elveda dedim çoktan.
Duygularımı asla bilemeyeceksin, sana sevgimden başka verecek bir şeyim yok.
Acılarınla suladın beni hayat, kalmadı hiç umudum."
O sırada salona giren Emine Bacı Niki'nin yanına geldi. Pencerenin perdesini aralayıp alt güvertede şarkı söyleyen Haro'yu seyretmeye koyuldu. Genç kızın dokunaklı sesinden etkilenmişti. "Bu şarkı bana hiç yabancı gelmiyor." dedi.
Bol dökümlü rengârenk elbisesiyle son derece rüküş görünüyordu, Emine. Bu yetmezmiş gibi ne kadar kolyesi varsa hepsini boynuna asmış, başına da saçlarının yarısını örten tuhaf, taca benzeyen bir şapka geçirmişti. Derinden bir iç geçirdikten sonra Niki'ye döndü. "16 yaşına gelinceye kadar devamlı dans edip şarkı söyledim." dedi. Elindeki yelpazeyi kapattı ve canı sıkkın bir ifadeyle kollarını açtı. "Sonra..." Başını salladı, sıradan bir şey söylercesine "Her şey bitti bir anda..." Niki, sessizce falcı kadını dinliyordu. Emine, genç kıza gülümseyip dikiş makinesinin önündeki koltuğa oturdu.
"Biliyorsun..." dedi. Sonra heyecanlı bir şekilde yeşil gözlerini açarak bir sır verir gibi Niki'ye doğru uzattı başını. "El falına bakıyorum. Şimdiye kadar en az 50.000 kişinin elini inceledim. Ellerine bakarak insanları iyi tanıdığımı düşünüyorum. Aldatan kimselerin eli kuru olur. Meselâ, bakanların eli soğuktur. Diplomatların elini soracak olursan onlarınki..." Kısa bir süre düşündükten sonra kaybettiği bir şeyi yeniden bulmuş gibi dikiş makinesinin üzerindeki kumaşı işaret etti. "İşte evet, aynı keten gibidir." Ciddi bir ifadeyle Niki'nin yüzüne baktı.
"Hadi uzat bana avucunu, senin de falına bakayım." Niki, tepki vermeksizin hafifçe gülümsüyordu yine. Emine, genç kızın umursamaz haline hayli şaşırmıştı. Hayatında ilk kez biri tarafından geri çevriliyordu. "Geleceğini öğrenmek istemez misin?" diye sordu. Niki kadının ısrarından sıkılmaya başlamıştı ama Emine Bacı da teslim olacağa hiç benzemiyordu. "Elin senin kısmetini söyleyecek, merak etmiyor musun?" Genç kızdan ses çıkmayınca yerinden kalkıp kırıtarak kulağına eğildi, "Bedava bakacağım, merak etme." dedi, falcıdan çok büyücüyü andıran iri yeşil gözlerini açarak gülümsedi.
"Fala ihtiyacım yok." dedi Niki. "Kısmetimi biliyorum ben."
***
Gelin fotoğraflarını çeken Amerikalı gazeteciye büyük yardımı dokunmuştu Nikolas'ın. Bu süre içinde yakışıklı denizci boş kaldıkça Olga'yla sürekli göz temasında bulunuyor, genç kıza ilgi duyduğunu önüne çıkan her fırsatta hissettiriyordu. Aralarındaki tek sorun aynı dili konuşmamalarıydı. Fakat bu eksikliği sorun etmiyor, içlerinden geçeni bakışlarıyla birbirlerine kolaylıkla aktarabiliyorlardı. Nikolas arada bir mutfaktan aşırdığı bir meyve getirip heyecanla genç kıza uzatırdı bazen. Teşekkür etmesini beceremese de çocuksu gülümsemesiyle delikanlıyı mutlu ettiğinin farkındaydı Olga. Yanlarında kimse yoksa göz göze gelip uzun süre ellerini birbirinden ayırmıyorlardı. Fotoğraf çekimleri tamamlandıktan sonra işleri biraz zora girmişti. Bir gün, alt güverteye inen Nikolas, genç kızı kolundan tuttuğu gibi geminin ambar bölümüne götürdü. İlk kez genç kızın yüzünü okşamıştı orada. Büyük çuvallar, ahşap kasalar ve eşyaların arasında baş başa kalmak ikisinin de hoşuna gidiyordu. Ambarın deniz tarafı demir korkuluklarla kapatılmıştı. Başını korkuluklardan dışarı uzatıyordu bazen Olga, rüzgârla dalgalanan kızıl saçları ve devamlı gülümseyen masum yüzüyle Nikolas'ın yüreğini hoplatıyordu. Bu mekân, sonraki günlerde Olga'yla Nikolas'ın buluşma yeri haline geldi.
Yine başka bir gün, kırmızı bir elmayla çıkmıştı genç kızın karşısına, Nikolas. Elindeki elmayı genç kıza uzatırken başıyla buluşma yerini işaret etmiş, daha sonra içi su dolu kovayla süpürgesini alıp merdivenlerden yukarı çıkmıştı. Olga neşeyle elmayı dişlerken ambara doğru ilerlemeye başladı. Etrafı kontrol ettikten sonra ambar kapısından içeri sokuldu. Ürkek adımlarla eşyaların arasında ilerlerken gözü denizciyi arıyordu. Sessizliği yırtan azgın bir köpek havlamasıyla sıçradı yerinden. Hemen koşup deniz tarafındaki çuvallardan birinin arkasına gizlendi. Siyah bir köpek merdivenden inmiş kuyruğunu sallıyordu. Denizci kıyafetli biri gelmişti köpeğin peşinden. Olga'nın beklediği denizci değildi bu. Adam elindeki kovadan bir tabağa boşalttığı mamayı köpeğin önüne koyup işine geri döndü. Köpeğin korkusundan yerinden ayrılamıyordu genç kız. Yaklaşık yarım saat sonra merdivenlerden gelen ayak seslerini işitti. Neyse ki gelen Nikolas'tı bu kez. Olga diye seslendi denizci, kısık sesle. Genç kız hemen saklandığı yerden fırlayıp denizciye sarıldı. Birlikte deniz tarafındaki korkuluğun dibinde yere çöktüler. Sessizce bakışmaya başladılar. Nikolas kolunu genç kızın boynuna attı, ilk kez bu kadar yakınlaşmıştı ona, onun kızıl, dalgalı saçlarını okşarken nefesleri birbirine karışıyordu. Olga, mutluluğuna diyecek yoktu.
***
Özel olarak dizayn edilmiş kaptan kamarası, işlemeli kadife perdeleri, ve maun mobilyalarıyla göz kamaştıran bir görünüme sahipti. Kaptanın pek de hoşlanmadığı ağır bir misafiri vardı yanında. Norman'a karşı ilk raundu galip bitirmesine karşılık Karabulat, hayli gergin görünüyordu. Masanın kenarına oturmuş, kaptanı yanına çekmek için şekilden şekile giriyordu.
"Peki, Yelena konusunda ne düşünüyorsun dostum? Şu bizim Rus kızından bahsediyorum." Karabulat, gözlerini kır sakalını okşayan kaptana dikmiş ondan gelecek cevabı bekliyordu.
"Şu an bu konuları konuşacak durumda değilim!" deyip kestirip attı, kaptan. Sıkıntıyla gözlerini yere indirirken ayağa kalktı. Elindeki usturayla aynanın karşısına geçip sakalını düzeltmeye başladı. Bir müddet sessiz kaldıktan sonra dönüp Karabulat'a umursamaz bir şekilde gülümsedi. "Türk mühendise hediye olarak gönderebilirsin onu."
"Kaptan Marinos, biliyorsun... Onların inançları farklı, bu yüzden ikisini bir araya getirmek doğru olmaz dostum."
Kaptan cevap vermeden arkasını döndü. Karabulat, düşünceli görünüyordu, derin bir nefes alarak iç geçirdi.
"Tanrıya şükür, elime birinci kalite parçalar düştü yine..." Sallanarak ayağa kalktı ve kaptana yaklaştı. "Sanırım 1917 yılıydı... 11 kişilik bir grup... iri göğüsleri vardı hepsinin..." Elini cebine atıp lakayt bir şekilde anlatmaya devam etti. "1919 yılındakilerin hepsi de mavi gözlüydü, onları daha da çekici hale getiren küçük benleri vardı yüzlerinde..."1920 yılında ise insanı azdıran kocaman kalçalarıyla çıkmışlardı karşıma..." El hareketleriyle konuşmasını desteklerken geçmiş maceralarını hatırlayıp heyecanlanıyor, zaman zaman nefesi kesiliyordu Karabulat'ın. Kaptan'ı güldürüyordu onun bu hali.
"Şimdi,..." dedi Karabulat, bir nefes aldı. "Bakirelerim var..." Gözlerini şehvetle açıp sözcüklerin üzerine basa basa konuşurken ağzından sular saçıyordu. Sinsice kaptana eğilip gülümsedi, "Garanti belgeli hem de..." Gevrek gevrek güldü. Bir yandan aynanın karşısında saçını taramaya çalışan Kaptan, Karabulat'ın yüzüne bakmaksızın sessizce gülümsüyordu.
"Olga Kratingova, 16 yaşında..." Ceketinin cebinden çıkardığı mühürlü bir kâğıdı okumaya başladı, Karabulat. "Taganrok'ta yaşıyor, anatomik olarak bakire... Nisan 1922..." Kaptanın yüzü asıldı bir anda. Karabulut ona aldırmadan zevkten kendini kaybetmiş bir halde soluk soluğa anlatmaya devam ediyordu. "Düşünebiliyor musun dostum, küçücük... Altından bir kâse..."
"Benim yetmiş kadınım var gemide... Hepsini toplayıp Oklahoma'ya atacaklar... Fakat onların içinde altı tanesi var ki, gerçekten özel ilgiyi hak ediyor..." Karabulat, ipin ucunu kaçırmıştı, hiç niyeti yoktu susmaya. Kaptan ise iyice sıkılmıştı bu sohbetten, suratını asarak susmasını bekliyordu kart horozun.
"Her neyse,.." dedi kaptan bu uygunsuz konuşmayı sonlandırmak niyetiyle. Karabulat'a gözlerini dikti. "Fotoğrafçının üzerine fazla gitme! Ona bulaşma!"
***
Norman içeri girdiğinde, güvertenin geniş salonu sıradan günlerden birini yaşıyordu. Bardan içkilerini alan yolcular birbirinden güzel şapkaları ve gösterişli kıyafetleriyle masaları doldurmuş, sohbet ediyorlardı. Amerikalı gazeteci, gelin fotoğraflarını çektikten sonra ödünç aldığı fotoğraf makinesini kaptana geri vermeyi geciktirmişti. Eski alışkanlığıyla ilginç bulduğu anları yakalayıp büyük bir hazla deklanşöre basıyordu. Yardımcısı yakışıklı Nikolas da peşini bırakmıyordu gazetecinin.
"Al bunları Nikolas, hemen laboratuvara götür." dedi, Norman. Sırtındaki çantaları omuzunun üstünden indirip denizciye uzattı. Salonun bir köşesinde makinesinin başında dikiş diken Niki'yi görünce heyecanlandı.
"Niki," diye seslendi yakışıklı denizci Nikolas, uzaktan. "Kaptanın ceketini unutma!"
Norman doğruca Niki'nin yanına geldi. Karşısına geçip fotoğraf makinesini ayarlamaya çalışırken, genç kız kendisine tuhaf bir şekilde bakıyordu. "Sakin ol," dedi. "Makinede film falan yok. Sadece buradan yüzünü görmek istiyorum." Niki, mahcup bir şekilde elini yüzüne kapatıp gülümsedi.
Gazeteci devamlı yer değiştirerek uygun bir enstantane yakalamak için gözünü objektiften ayırmazken Niki, dikiş makinesinin pedalını çevirip işine devam etti.
Niki'nin yanına iyice yaklaşmıştı, Norman. "Üzerimdeki bütün düğmeleri kopartacağım," dedi. "Sırf onları ellerinle yerlerine dikerken seni izlemek için..."
"O zaman iki katı ücret ödersin." dedi Niki, ciddiliğini bozmadan. Norman, gülümsedi.
"Niki Douka," dedi. "Hadi bana biraz kendinden bahset."
"Anlatmaya değecek bir şeyim yok Mr. Norman Harris." Konuşma tarzlarından dolayı gülmemek için kendilerini zor tutuyorlardı.
"Hayallerin yok mu hiç senin?" diye sordu Norman.
"Var," dedi Niki. "Bir tane,... Sınger dikiş makinesi"
"Başka?"
"Kumaş..."
"Daha başka?"
"Başka..." Bir süre düşündü, Niki. "Sürüyle müşteri..."
"Hepsi bu kadar mı?"
"Evet, hepsi bu kadar." Niki, son derece ciddi ve kendinden emin görünüyordu.
"Buna inanamıyorum." dedi, Norman.
"Niki onu yap, Niki bunu yap, Niki git, Niki gel deyip durur bana herkes. Niki, ailemizin reisi sensin derdi ailem."
"Öyle misin gerçekten?"
"Evet, öyleyim."
"Senin gibi insanlar bizim gibileri hayata bağlıyor."
"Hayır, hiç de değil. En azından benim için geçerli değil bu." Gözleri daldı Niki'nin. "Babamdı o, beni hayata bağlayan."
"Babasına bak kızını al." dedi Norman.
"Babam çok gırgır bir adamdı." Niki, gururla gülümsedi.
"Benimki de hayat doluydu." Norman da dalıp gitmişti eskilere. "Kasırga gibi eserdi."
"Babasına bak oğlunu al." dedi Niki, Norman'dan esinlenerek. İkisi birden gülüştüler.
"Şaka yapmaktan hoşlanıyorsun." dedi Norman,
"Sayfa 27, İngiliz atasözü. Şaka yapmadım." Niki dikiş makinesinden başını kaldırıp Norman'a baktı. "Bizde şakayı çoğunlukla erkekler yapar."
"Şu anda memleketinde değil, gemidesin, rahat ol. İstediğin şakayı yapabilirsin."