Zamanın hızla aktığını, günlerin peşi sıra birbiri ardına dizilip geçmiş hanesinde yerini aldığını düşündüğümde mutlu olduğuma inanırdım eskiden. Çünkü güzel şeylerin kısa, can sıkıcı şeylerin uzun süreceğine dair bir saplantım vardı. Yaşantımdaki bu sürat karşısında geriye kalan zamanımın azaldığını dert etmeden mutlu hissederdim kendimi. Beklemek her zaman canımı sıkmıştır. Zamanın eskisinden de hızlı geçtiğini düşündüğüm bu aralar, yeniden yazamaya başlayabilmek için Godot'u beklercesine ilham perilerinin gelmesini bekledim uzun bir süre. Yazacak pek çok konu olmasına rağmen, diğer bir deyişle periler görevlerini tam olarak yapmış oldukları halde, görünmez bir el beni bilgisayar tuşlarına yanaştırmamak hususunda ısrarcı oluyordu. Her gün, yarın yazacağım diye niyetlenip aylarca yarının sürekli ötelenmesi canımı sıkarken, zaman geçtikçe kronikleşen bu durum yazma becerimi olumsuz yönde etkiledi, ne yazacağımı kafamda tasarladığım halde nasıl yazacağıma, nereden başlayacağıma bir türlü karar veremiyordum.
Bu süre içinde tek avuntum kitap okumaya devam edişim oldu. Bir sürü kitap okumama rağmen son derece önem verdiğim kitap hakkında değerlendirme yazılarını yazamadım. Öyle bir an geldi ki, adeta fişim çekilmişti. 3 Temmuz Pazartesi günü sevgili DeepTone'un bloguna girdim ve Ağaç Ev Sohbetlerinin konusuna bakmak istedim. 202. haftayı görünce şaşırıp kaldım. Son olarak 200. haftanın konusunu yazmıştım oysa. 201. hafta nereye gitmişti? Anladım ki koca bir haftayı kaçırmışım. O hafta benim için tamamen bir kayıptı. O moral bozukluğu ile asla bırakmam dediğim Ağaç Ev Sohbetlerinden de uzaklaşmış oldum. Blog arkadaşlarımdan da uzaklaştım uzunca bir süre, onların bana her daim yeni şeyler katan yazılarından mahrum kaldım. Merak edip, ses ver diyen gerçek dostlardan gelen mesajlar beni ziyadesiyle mutlu etti. Elbette bu uzun süre içinde acı ve tatlı günlerimiz oldu. Kısaca biraz bunlardan bahsedeyim.
Oğlum, ilk eşinden ayrıldıktan sonra bunalıma girdi. Eşinden sonra işinden de ayrıldı, bir süre onunla ilgilendik. Neyse ki daha sonra yeni işine ve arkasından yeni eşine kavuştu. İstanbul'da yapılan nişan töreninden sonra yılın ilk ayında Ankara'da evlendiler. Mutlu bir evlilikleri var.
Bizi en çok mutlu eden haber Mart ayının ilk günü geldi. Kızım hamileliğinin son günlerini yaşarken doktor en az bir hafta daha var doğuma demiş. Biz de kendimizi ona göre ayarlamışken ertesi sabah sancılandı ve şakacı, sabırsız torunumuz Atahan aramıza katıldı. Kolay bir doğum olmamıştı, annesinin dikişleri fazlaydı. İki ay kadar eşimle birlikte kızımızın yanında kaldık. İnanılmaz, ancak yaşanabilecek bir duygu torun sahibi olmak. Ben ve eşim için hayatın yeni bir başlangıcı. İlk doğduğunda elime almaya korktuğum küçücük bir şey. Ailede hemen herkes kız çocuk beklerken erkek olacağını öğrenince ister istemez biraz bozulmuştuk. Fakat bebek yüzünü gösterir göstermez kendine aşık etti bizleri. Ondan uzak kaldığımız her anı aklımızdan atamıyoruz.Geçenlerde komik bir şey oldu. Sabahın erken saatlerinde eşimin sesini duydum, "kapı çalınıyor" diye bağırıyordu. Uykumdan fırladığım gibi kapıya koştum. Eyvah, diyordum içimden, bizim kız torunu kapıya getirdi, her zaman karşıladığım gibi aşağı inip alacaktım, uyuyup kalmışım! Ben kapıya koşarken eşime sesleniyorum bir yandan. "Dur ben açıyorum kapıyı" diyerekten. Muhtemelen kızım beni apartmanın önünde göremeyince asansörle yukarı çıkmış! Baktım ki eşim arkamdan sesleniyor. "Dur sakin ol, kapının falan çalındığı yok, rüya görmüş olmalısın!" İnanmayıp gidip daire kapısını açtım, baktım, kimse yok tabii. Böyle işte artık rüyalarımıza da giriyor velet. Günler günleri, aylar ayları kovaladı. İlk yamuk gülüşleri mest etti hepimizi. Kucağımızdan indirmiyorduk. O boncuk gözlerinin içi gülüyordu. Hiç bir bebekte görmediğim kadar güleç yüzlü bir bebek oldu çıktı. Onu "hoppidi" diye çağırmaya başladık. Güldürmek için her türlü hokkabazlığı yapıp şekilden şekile sokuyorduk kendimizi.
Kurban bayramı tatili güzel başlamıştı. Bizim hoppidi tam dört aylık koca bir adamdı artık. Eşimin bir hayalinin gerçekleşmesine az kalmıştı. Oğlum ve kızım eşleriyle ve tabii ki hoppidi ile Kuşadası'ndaki yazlığımızda bir arada olacaktık. Düşünüyorum da, gençlik yıllarımızda çok odalı geniş evlerde otururken eşim sürekli bir odayı oğlumuzla gelinimize, bir odayı kızımızla damadımıza veririz geldiklerinde derdi. Ben de yahu her ikisinin de aynı zamanda izinleri olmaz diyerek muhalefet ederdim. Tabii o zamanlar çocuklar henüz ortaokul lise çağındaydılar. Senelerce o geniş evlerin temizliğiyle, eşyalarıyla uğraşıldı. Şimdi emekli olunca küçücük eve tıkıldık. Bu bakımdan yazlık iyi bir imkân veriyordu. İki odayı çocuklara verip biz de salonun rahat, geniş koltuklarında idare edecektik. Eşim sabırsızlanıyordu. Bir sürü yemek hazırlığı yapmıştı, buzluktan önceden hazırladıklarını çıkardı, çocuklar gelmeden bir gün önce arabaya yükleyip çıktık yola.
Sanırım Cuma günü akşama doğru havanın kararmaya başlamadığı saatlerdi. Çevre yoluna henüz girmiştik. Selway Outlet'e varmak üzereyken araba çekişten düşmeye başladı, emniyet şeridine yanaştığım sırada ön kaputtan dumanlar çıkıyordu. Hararet göstergesi son noktaya dayanmıştı. Bir çeyrek saat kadar bekledikten sonra yaklaşık 300 m ilerdeki alışveriş merkezine geldiğimizde yine hararet yaptı motor. Direksiyon sürücüsü olduğum için nedenini bilmem imkânsız. Servisten Necdet Usta'yı aradım. Neyse ki korktuğumuz olmadı. Önce bekle motor soğusun dedi, sonra sarı kapağı çevir tanka su doldur. Yanlış bir yere su koymayayım diye görüntülü aradım. Ne kadar gideceksin diye sordu. En fazla üç yüz km dedim. Peki, dedi. Her durduğunda, motor soğukken tankı suyla dolduracak ve gözünü hararet ibresinden ayırmayacaksın. Teşekkür edip, arada su ilavesi yaparak Kuşadasına vardık. Böylece eşimin buzluktan indirdiği börekler, çörekler çözülmeden işi halletmiştik. Dönüşte ilk işimiz arabayı servise bırakmaktı.
Bir hafta sonra mutlu bir şekilde çocukları evlerine uğurladık, biz de İzmir'deki evimize döndük. Gece saat 14.15'te çalan telefon sesi hayra alamet değildi. Oğlum telefonda Gömü yakınlarında trafik kazası geçirdiklerini haber veriyordu. Biz iyiyiz ama araba pert dedi. Çok heyecanlı geliyordu sesi. Biz de panik olduk. Önce gelmenize gerek yok derken on dakika sonra, ikinci telefonda bayıldığını ve hastaneye gittiklerini söyleyip, gelmemizi istedi. Gelin de çok korkmuş, boynunda arabanın arkasındaki eşyaların kayması sonucunda bir çizik oluşmuş. Bozuk arabayla nasıl gideriz onca yolu diye düşünürken, gittiğimiz yere kadar gideriz deyip hemen çıktık yola. Neyse ki gece yolculuğunda hava serindi. Gözüm hararet ibresinde olmak üzere arada su ilave ederek hastaneye vardık. Olay şöyle olmuş: bizimkiler kendi şeritlerinde normal bir şekilde giderlerken diğer otomobil son sürat arkadan gelip sollamayı tamamlamadan sol tekerin olduğu yerden bindirmişler. Bunun üzerine ters dönen araç kıvılcımlar çıkararak sürüklenmiş önlerinden. Bizimkilerin aracı da aldığı darbenin etkisiyle bir sağ korkuluğa arkasında sol korkuluğa bindirerek hurdaya çıkmış. Araç hakikaten tanımayacak haldeydi. Verilmiş sadakamız varmış, derler. Böyle bir kazadan burunları bile kanamadan çıkmaları tek tesellimiz oldu. Sonuçta jandarma ifadeleri, emniyet müdürlüğü izinleri, aracın yüklenip Ankara'ya çekilmesi işleriyle uğraştıktan sonra iki gün moral vermek için yanlarında kaldık. Çıkan bilirkişi raporuna göre oğlumun aracına çarpan şahıs % 100 oranında kusurlu çıktı. Sigortadan bir kısmı alındı paranın, kalan kısmı için hâlâ uğraşıyoruz. Bu arada diğer araçta da dört beş kişi varmış, onların da burnu bile kanamamış. Muhetemelen alkollüydü sürücüsü, zira kâğıt imzalayıp hastaneye bile gitmemişler. Dönüş yolumuz epey çileli geçti. Gündüz yolculuğu yapmamız konusunda ısrar edince çocuklar, defalarca durup su ilave etmek zorunda kaldık. Her seferinde motorun soğumasını beklediğimiz için sekiz saatlik yol iki katına çıktı.
Artık günlerimizin yarısı Hoppidi'yle geçiyor. Annesi yarım zamanlı çalışmaya başladı. Sütünü sağıp sabah bize bırakıyor, öğleden sonra gelip alıyor. Altı ayını doldurdu ve gülmeye, güldürmeye devam ediyor. Resmini koyamıyorum, zira kızım nazar değer diye muhalefet ediyor. Kime benzedi, bilmem ki? Kızım ve damadım yerlerinde duramazlar, her ikisi de gezmeyi sever. Her fırsatta bir yerlere giderler. Hoppidi'ye kimlik çıkartır çıkartmaz yeşil pasaport da çıkarttılar. İki hafta önce Samos'a gittiler ikinci kez. Biz de bu fırsatı değerlendirip uzun zamandır ziyaret etmeyi düşündüğümüz Yunanistan'a gittik. Daha sonra bu gezimizden de bahsederim. İşte bendeki haberler böyle...