SevgiliDeepTonetarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Evet, Ağaç Ev Sohbetleri beşinci yılında ve bu haftanın konusu oldukça ilginç ve yine sevgili DeepTone'dan.
"Hayatta başarılı olmak için bir insanda olması gereken en önemli özellik nedir?"
Öncelikle başarının ne anlama geldiğine bir bakalım. Kelime anlamı olarak başarı; belirli bir hedefe ulaşma veya istenen sonucu elde etme halidir. Nedense başarılı bir insan denildiğinde hep olumlu algılarız. Oysa bu tanıma göre, bankayı soyup kasaları boşaltan bir gangster ile kadın voleybol milli takımımızın saygıdeğer sporcuları kendi alanlarında başarılı olarak değerlendirilebilir. Gangster'in iyi bir ahlâka sahip olması beklenmez ama sporcunun iyi ahlâka sahip olması aranan bir niteliktir. Ahlâk da toplumdan topluma, kültürden kültüre ve hatta zamana göre değişebilen bir kavram ama ben evrensel ahlâktan yani, kültür, ırk, din, milliyet, cinsel yönelim ve diğer herhangi bir ayırt edici özellikten etkilenmeksizin tüm bireyler için geçerli, evrensel etik diyebileceğimiz bir kavramdan söz ediyorum. Bu bakımdan başarıyı iki farklı açıdan ele almak gerektiğine inanıyorum: etik başarı ve etik olmayan başarı. Böyle bir ayrımın dilimizde yer almamasını yadırgadığımı söylemek isterim. Bu yüzden hileli yollardan zenginleşmiş insanlara "başarılı" iş insanı diyoruz ve bunlar emekleri, yetenekleri ve zekâlarıyla bir yere gelmiş iş insanlarıyla aynı saygıyı görebiliyorlar.
Ülkemizde ahlâk, etik değerlerden o kadar uzaklaştı ki, etik yönden başarıyı sağlamak pek çok dalda neredeyse imkânsız hale gelmiş durumda. Gençlerimiz, iyi üniversiteleri bitirdikleri halde başarılı olamayacaklarına inanarak yurt dışında şanslarını denemeyi tercih ediyorlar haklı olarak. Çünkü ülkemizde zekâ, yetenek, bilgi, çalışkanlık, ekip çalışmasına yatkınlık gibi özellikler başarılı olmak için yeterli değil artık. Bu tür özelliklerin hiçbirine sahip olmayan kişiler bir bakıyorsunuz, büyük makamlara atanmış, başarılı diye anılıyor. O zaman nedir başarının ilk anahtarı? Şans!
Bakın şimdi, Kılıçdaroğlu'nu ele alalım. Bu adamda liderlik vasfı var mı? Zekâsıyla mı geldi muhalefet partisi genel başkanlığına? Ondan daha zeki, bilgili, tecrübeli adam yok mu partide? Eğer derin devleti, komplo teorilerini bir yana bırakırsak Deniz Baykal'ın uçkuruna sahip olamaması sayesinde şans yüzüne güldü adamın. Şimdi yeni bir şans kapısının açılmasını bekleyeceğiz kendisinden kurtulmak için. Binali Yıldırım'ın oğlu olsaydınız, sizin de gemicikleriniz olur ve başarılı bir iş adamı olarak bütün makamlarda saygı görürdünüz.
Şimdi diyeceksiniz ki başarının tek ölçütü para mı? Değil elbette. Başarı sanatta, spor dallarında da olabilir. Ben yine şans faktörünün belirleyici olduğuna inanıyorum. Yıllar önce bir tünel işçisi bize sazlı sözlü konser vermişti şantiyede. Adamda bir ses vardı, İbrahim Tatlıses yanında halt etsin. İbrahim Tatlıses de soğuk demirciydi bir zamanlar. Daha sonra hangi şans onu meşhur konuma getirdi bilmiyorum ama bizim tünel işçisinin yüzüne gülmemiş o şans. Yerin metrelerce altında tünel kazmaya devam etti. Yetenek çok önemli. İnanıyorum ki pek çok yazar kabiliyetinin farkında olsun ya da olmasın tanınmadan, başarısını kimselere duyurmadan göçüp gidiyor bu dünyadan. Oysa onların kadar yeteneğe sahip olmayan diğer yazarlar tanıdıkları bir yayınevi sayesinde başarılı olup ödüller alabiliyorlar. Ölümünden sonra ünlenen, değeri sonradan anlaşılıp başarılı bulunan nice sanatçı, nice bilim insanını tarih sayfalarında okuyoruz.
İster etik ister etik olmayan yönden başarı gösteren her insanın hayat hikâyelerine baktığımızda şans faktörünün rol aldığı en az bir olay görürüz. Şans insanın doğumuyla başlar ölümüne kadar etkisini kaybetmez. Şansın yanı sıra yetenek, çalışkanlık, hırs gibi faktörler başarılı olmak için katkı sağlasa da şans olmaksızın tek başlarına etkili olamayacakları kanaatindeyim.
Zamanın hızla aktığını, günlerin peşi sıra birbiri ardına dizilip geçmiş hanesinde yerini aldığını düşündüğümde mutlu olduğuma inanırdım eskiden. Çünkü güzel şeylerin kısa, can sıkıcı şeylerin uzun süreceğine dair bir saplantım vardı. Yaşantımdaki bu sürat karşısında geriye kalan zamanımın azaldığını dert etmeden mutlu hissederdim kendimi. Beklemek her zaman canımı sıkmıştır. Zamanın eskisinden de hızlı geçtiğini düşündüğüm bu aralar, yeniden yazamaya başlayabilmek için Godot'u beklercesine ilham perilerinin gelmesini bekledim uzun bir süre. Yazacak pek çok konu olmasına rağmen, diğer bir deyişle periler görevlerini tam olarak yapmış oldukları halde, görünmez bir el beni bilgisayar tuşlarına yanaştırmamak hususunda ısrarcı oluyordu. Her gün, yarın yazacağım diye niyetlenip aylarca yarının sürekli ötelenmesi canımı sıkarken, zaman geçtikçe kronikleşen bu durum yazma becerimi olumsuz yönde etkiledi, ne yazacağımı kafamda tasarladığım halde nasıl yazacağıma, nereden başlayacağıma bir türlü karar veremiyordum.
Bu süre içinde tek avuntum kitap okumaya devam edişim oldu. Bir sürü kitap okumama rağmen son derece önem verdiğim kitap hakkında değerlendirme yazılarını yazamadım. Öyle bir an geldi ki, adeta fişim çekilmişti. 3 Temmuz Pazartesi günü sevgili DeepTone'un bloguna girdim ve Ağaç Ev Sohbetlerinin konusuna bakmak istedim. 202. haftayı görünce şaşırıp kaldım. Son olarak 200. haftanın konusunu yazmıştım oysa. 201. hafta nereye gitmişti? Anladım ki koca bir haftayı kaçırmışım. O hafta benim için tamamen bir kayıptı. O moral bozukluğu ile asla bırakmam dediğim Ağaç Ev Sohbetlerinden de uzaklaşmış oldum. Blog arkadaşlarımdan da uzaklaştım uzunca bir süre, onların bana her daim yeni şeyler katan yazılarından mahrum kaldım. Merak edip, ses ver diyen gerçek dostlardan gelen mesajlar beni ziyadesiyle mutlu etti. Elbette bu uzun süre içinde acı ve tatlı günlerimiz oldu. Kısaca biraz bunlardan bahsedeyim.
Oğlum, ilk eşinden ayrıldıktan sonra bunalıma girdi. Eşinden sonra işinden de ayrıldı, bir süre onunla ilgilendik. Neyse ki daha sonra yeni işine ve arkasından yeni eşine kavuştu. İstanbul'da yapılan nişan töreninden sonra yılın ilk ayında Ankara'da evlendiler. Mutlu bir evlilikleri var.
Bizi en çok mutlu eden haber Mart ayının ilk günü geldi. Kızım hamileliğinin son günlerini yaşarken doktor en az bir hafta daha var doğuma demiş. Biz de kendimizi ona göre ayarlamışken ertesi sabah sancılandı ve şakacı, sabırsız torunumuz Atahan aramıza katıldı. Kolay bir doğum olmamıştı, annesinin dikişleri fazlaydı. İki ay kadar eşimle birlikte kızımızın yanında kaldık. İnanılmaz, ancak yaşanabilecek bir duygu torun sahibi olmak. Ben ve eşim için hayatın yeni bir başlangıcı. İlk doğduğunda elime almaya korktuğum küçücük bir şey. Ailede hemen herkes kız çocuk beklerken erkek olacağını öğrenince ister istemez biraz bozulmuştuk. Fakat bebek yüzünü gösterir göstermez kendine aşık etti bizleri. Ondan uzak kaldığımız her anı aklımızdan atamıyoruz.Geçenlerde komik bir şey oldu. Sabahın erken saatlerinde eşimin sesini duydum, "kapı çalınıyor" diye bağırıyordu. Uykumdan fırladığım gibi kapıya koştum. Eyvah, diyordum içimden, bizim kız torunu kapıya getirdi, her zaman karşıladığım gibi aşağı inip alacaktım, uyuyup kalmışım! Ben kapıya koşarken eşime sesleniyorum bir yandan. "Dur ben açıyorum kapıyı" diyerekten. Muhtemelen kızım beni apartmanın önünde göremeyince asansörle yukarı çıkmış! Baktım ki eşim arkamdan sesleniyor. "Dur sakin ol, kapının falan çalındığı yok, rüya görmüş olmalısın!" İnanmayıp gidip daire kapısını açtım, baktım, kimse yok tabii. Böyle işte artık rüyalarımıza da giriyor velet. Günler günleri, aylar ayları kovaladı. İlk yamuk gülüşleri mest etti hepimizi. Kucağımızdan indirmiyorduk. O boncuk gözlerinin içi gülüyordu. Hiç bir bebekte görmediğim kadar güleç yüzlü bir bebek oldu çıktı. Onu "hoppidi" diye çağırmaya başladık. Güldürmek için her türlü hokkabazlığı yapıp şekilden şekile sokuyorduk kendimizi.
Kurban bayramı tatili güzel başlamıştı. Bizim hoppidi tam dört aylık koca bir adamdı artık. Eşimin bir hayalinin gerçekleşmesine az kalmıştı. Oğlum ve kızım eşleriyle ve tabii ki hoppidi ile Kuşadası'ndaki yazlığımızda bir arada olacaktık. Düşünüyorum da, gençlik yıllarımızda çok odalı geniş evlerde otururken eşim sürekli bir odayı oğlumuzla gelinimize, bir odayı kızımızla damadımıza veririz geldiklerinde derdi. Ben de yahu her ikisinin de aynı zamanda izinleri olmaz diyerek muhalefet ederdim. Tabii o zamanlar çocuklar henüz ortaokul lise çağındaydılar. Senelerce o geniş evlerin temizliğiyle, eşyalarıyla uğraşıldı. Şimdi emekli olunca küçücük eve tıkıldık. Bu bakımdan yazlık iyi bir imkân veriyordu. İki odayı çocuklara verip biz de salonun rahat, geniş koltuklarında idare edecektik. Eşim sabırsızlanıyordu. Bir sürü yemek hazırlığı yapmıştı, buzluktan önceden hazırladıklarını çıkardı, çocuklar gelmeden bir gün önce arabaya yükleyip çıktık yola.
Sanırım Cuma günü akşama doğru havanın kararmaya başlamadığı saatlerdi. Çevre yoluna henüz girmiştik. Selway Outlet'e varmak üzereyken araba çekişten düşmeye başladı, emniyet şeridine yanaştığım sırada ön kaputtan dumanlar çıkıyordu. Hararet göstergesi son noktaya dayanmıştı. Bir çeyrek saat kadar bekledikten sonra yaklaşık 300 m ilerdeki alışveriş merkezine geldiğimizde yine hararet yaptı motor. Direksiyon sürücüsü olduğum için nedenini bilmem imkânsız. Servisten Necdet Usta'yı aradım. Neyse ki korktuğumuz olmadı. Önce bekle motor soğusun dedi, sonra sarı kapağı çevir tanka su doldur. Yanlış bir yere su koymayayım diye görüntülü aradım. Ne kadar gideceksin diye sordu. En fazla üç yüz km dedim. Peki, dedi. Her durduğunda, motor soğukken tankı suyla dolduracak ve gözünü hararet ibresinden ayırmayacaksın. Teşekkür edip, arada su ilavesi yaparak Kuşadasına vardık. Böylece eşimin buzluktan indirdiği börekler, çörekler çözülmeden işi halletmiştik. Dönüşte ilk işimiz arabayı servise bırakmaktı.
Bir hafta sonra mutlu bir şekilde çocukları evlerine uğurladık, biz de İzmir'deki evimize döndük. Gece saat 14.15'te çalan telefon sesi hayra alamet değildi. Oğlum telefonda Gömü yakınlarında trafik kazası geçirdiklerini haber veriyordu. Biz iyiyiz ama araba pert dedi. Çok heyecanlı geliyordu sesi. Biz de panik olduk. Önce gelmenize gerek yok derken on dakika sonra, ikinci telefonda bayıldığını ve hastaneye gittiklerini söyleyip, gelmemizi istedi. Gelin de çok korkmuş, boynunda arabanın arkasındaki eşyaların kayması sonucunda bir çizik oluşmuş. Bozuk arabayla nasıl gideriz onca yolu diye düşünürken, gittiğimiz yere kadar gideriz deyip hemen çıktık yola. Neyse ki gece yolculuğunda hava serindi. Gözüm hararet ibresinde olmak üzere arada su ilave ederek hastaneye vardık. Olay şöyle olmuş: bizimkiler kendi şeritlerinde normal bir şekilde giderlerken diğer otomobil son sürat arkadan gelip sollamayı tamamlamadan sol tekerin olduğu yerden bindirmişler. Bunun üzerine ters dönen araç kıvılcımlar çıkararak sürüklenmiş önlerinden. Bizimkilerin aracı da aldığı darbenin etkisiyle bir sağ korkuluğa arkasında sol korkuluğa bindirerek hurdaya çıkmış. Araç hakikaten tanımayacak haldeydi. Verilmiş sadakamız varmış, derler. Böyle bir kazadan burunları bile kanamadan çıkmaları tek tesellimiz oldu. Sonuçta jandarma ifadeleri, emniyet müdürlüğü izinleri, aracın yüklenip Ankara'ya çekilmesi işleriyle uğraştıktan sonra iki gün moral vermek için yanlarında kaldık. Çıkan bilirkişi raporuna göre oğlumun aracına çarpan şahıs % 100 oranında kusurlu çıktı. Sigortadan bir kısmı alındı paranın, kalan kısmı için hâlâ uğraşıyoruz. Bu arada diğer araçta da dört beş kişi varmış, onların da burnu bile kanamamış. Muhetemelen alkollüydü sürücüsü, zira kâğıt imzalayıp hastaneye bile gitmemişler. Dönüş yolumuz epey çileli geçti. Gündüz yolculuğu yapmamız konusunda ısrar edince çocuklar, defalarca durup su ilave etmek zorunda kaldık. Her seferinde motorun soğumasını beklediğimiz için sekiz saatlik yol iki katına çıktı.
Artık günlerimizin yarısı Hoppidi'yle geçiyor. Annesi yarım zamanlı çalışmaya başladı. Sütünü sağıp sabah bize bırakıyor, öğleden sonra gelip alıyor. Altı ayını doldurdu ve gülmeye, güldürmeye devam ediyor. Resmini koyamıyorum, zira kızım nazar değer diye muhalefet ediyor. Kime benzedi, bilmem ki? Kızım ve damadım yerlerinde duramazlar, her ikisi de gezmeyi sever. Her fırsatta bir yerlere giderler. Hoppidi'ye kimlik çıkartır çıkartmaz yeşil pasaport da çıkarttılar. İki hafta önce Samos'a gittiler ikinci kez. Biz de bu fırsatı değerlendirip uzun zamandır ziyaret etmeyi düşündüğümüz Yunanistan'a gittik. Daha sonra bu gezimizden de bahsederim. İşte bendeki haberler böyle...
SevgiliDeepTonetarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyor. Uzun bir aradan sonra sohbetlere geri döndüğüm için mutluyum. Bu arada yılmaz bir savaşçı olarak etkinliği devam ettiren sevgili Deep, kararlı tutumundan dolayı bir kez daha takdirimi kazandı. Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Listeyi bugün güncelleştireceğim. Evet, Ağaç Ev Sohbetleri beşinci yılında ve bu haftanın konusu, yine sevgili DeepTone'dan.
"Kendimize benzeyen arkadaş mı benzemeyen arkadaş mı seçmek daha keyifli?"
Öncelikle arkadaş seçimini ele almak istiyorum. Elbette arkadaş seçimi pazarda sebze meyve seçmekten farklı bir şey olmalı. Sözgelimi bir partiye gidiyorsunuz, orada bir sürü arkadaş namzedi var, ve siz kendinize uygun gelen arkadaşı seçiyorsunuz. Tipini, görünüşünü, tavırlarını beğendiniz diyelim, peki nasıl bir karaktere sahip? Hadi seçtik diyelim; peki o arkadaş sizin arkadaşlığınızı kabul edecek mi? Bence arkadaş seçilmez, tesadüfler insanları bir araya getirir ve kafası birbirine uyan kişilerle arkadaşlık tesis edilir. Oturduğunuz mahalleden, okuldan, iş yerinden, katıldığınız bir davetten ya da gittiğiniz, gezdiğiniz yerlerden kendinize bir arkadaş bulabilirsiniz. Yani tesadüfen bir araya gelmek işin ilk adımıdır.
Arkadaş seçimi ancak karşımızdaki namzetin bizi arkadaş olarak uygun görmesinden sonra başlar. O zaman o kişi ile arkadaş olma ya da olmama yönünde tercihimizi yapabiliriz. Kendimize benzeyen arkadaştan söz ederken fiziksel görünüşün kastedildiğini sanmıyorum. Buradan anlayacağımız, karakter yapısı, sahip olduğu ideoloji, hobileri, zevkleri vs. kriterler olmalı. Söz konusu kriterlerde birbirleriyle azami ölçüde uyum sağlayan kişiler daha keyifli bir arkadaşlığa yelken açabilirler. Pek çok kişi futbol maçlarını izlemeyi sever. İki arkadaştan biri futboldan hoşlanmıyorsa hiç keyifli bir manzara çıkmaz ortaya. Bilimsellikten uzak, dogmatik fikirlere dayanan inanca sahip biriyle sohbet edebilirim, yeter ki zihni açık olsun. Fakat beyni örümcek bağlamış, sabit fikirli bir insanın bana ne faydası olabilir, aramızdaki sohbet beni keyiflendireceği yerde sinirlerimi yorar. Saçının bir teli görünürse bunu ahlâk sorunu yapan ve cehennemde yanacağına inanan bir hatun ne kadar iyi özelliğe sahip olursa olsun asla arkadaşım olamaz.
Hayat arkadaşı dediğimiz ve evlilikle sonuçlanan eş seçiminde durumun biraz farklı olduğunu düşünüyorum. Zira normal arkadaşlıklarda istediğin zaman arkanı dönüp gidebiliyorsun. Evliliklerde eşler biraz daha tahammül etmek zorunda birbirlerine. Güvene, saygı ve sevgiye dayalı evliliklerde, eşler birbirlerine benzemese de ilişki keyif verici olabilir. Elbette benzemezlikler bazen yıpratıcı, can sıkıcı olabilir. O zaman sabır ve hoşgörü ile sıkıntıların üstesinden gelinebilir. Zaman zaman söz konusu benzemez özellikler olumlu sonuçlar da verebilir. Eşimle ideolojik görüş ve diğer temel konularda birbirimize benzeriz fakat benzemeyen pek çok özelliğimiz de mevcut. O, olaylar karşısında ani tepki gösterirken ben daha sakinim. Tatlısından tuzlusuna, mezesinden, etine, sebzesine çok güzel yemek yapar. Genellikle sarımsak kullanmayı sever yemeklerde. Benimse kokusuna dahi tahammül edemediğim bir şey şu sarımsak. Dışarıda yiyorsun evde neden yemiyorsun deyip tartıştığımız çoktur. Bilmiyorum, gerçekten dışarıda yediğim zaman belki fark etmiyorum, haklı olabilir. Şimdi bu tür benzemeyen yönlerimizden dolayı ortaya çıkan tartışmaların keyifli olduğu söylenebilir mi? Sözgelimi eşimle oturup midye dolma ve bira içmeyi ne kadar isterdim. Ne büyük keyif olurdu! Lâkin eşim hijyen bakımından midyeyi ağzına koymadığı gibi bira içmeyi de sevmez. Yine de her türlü benzemez yönümüzle ben ondan çok memnunum, kırk yıla yaklaşan ilişkimizin benim açımdan son derece keyifli olduğunu düşünüyorum.
Zincirleri kırmak, şu atalet çemberinin içinden çıkabilmek ne zormuş! Ağaç Ev Sohbetleri dışında tam 199 gündür yazı yazmadığım gibi artık istediğim kadar blog ziyareti de yapmıyordum. Ağaç Evleri Sohbetlerine bile iki ayı aşkın bir süredir katılamadım. Aslında her an kendimi yazacakmışım gibi hazır hissediyorum ama o takati kendimde bulamıyordum şimdiye kadar. Neden bu böyle oldu, heyecanımın ateşine kimler su püskürttü, bilmiyorum. Bu süre zarfında okuduğum kaliteli kitapların değerlendirme yazılarını yazma arzusunu yitirdim. Yazmaya ve okumaya hiçbir şeyin engel olamayacağını zanneden ben, üreteceğim bahanelerin arkasına sığınmaktan kendimi alamadım. Önce deprem daha sonra seçim gerilimi yazmaktan alıkoyan gerekçeler olamazdı beni. Öyle güzel yazılmış kitaplar okudum ki, bazen aşağılık duygusuyla içime kapanıp sen kim, yazmak kim düşüncesine teslim oldum. Bazen de hayatın anlamını sorgularken güzel yazsan ne olacak ki, hepsi bir gün yok olacak diyerek teselli avuntusuyla teskin ettim kendimi. Ve gün geldi, yeniden yazıya dönmek için bahaneler aramaya başladım. Yazmanın bahanesi mi olur, aldım elime kızılcık sopasını vurdum kaba etlerime, haydi yaz artık, yazıklar olsun sana, torunun dünyaya gelmiş, ondan bile bahsetmemişsin diye üstüme yürüdüm. Torunuma, dünyanın en tatlı varlığına geleceğim ama daha önce biraz daha içimi dökmek istiyorum.
Belirli bir dünya görüşüm var fakat şimdiye kadar hiçbir siyasi faaliyetin neferi olmadığım gibi, hiçbir partiye de üye yazılmadım. Son seçim döneminde bir yol ayrımına gelmiştik. Ya mevcut siyasi iktidar yerini perçinleyip ülke olarak karanlığa sürüklenecektik ya da en azından eskiden olduğu gibi yarım yamalak bir demokrasi getireceğini, adaletin sağlanacağını vaat eden muhalefete destek verecektik. İktidar lideri ve yöneticilerinin yalan, hakaret içeren söylemleri karşısında ılımlı bir dil kullanan muhalefet bileşenleri az da olsa bir umut ışığı yakmıştı. En önemlisi, dini ve milli duyguları sömüren, halkı saçma sapan politikalarla ekonomik bunalıma sürükleyen, cehaletin temsilcisi, yirmi yıldan bu yana özgürlükleri ortadan kaldıran, ülkeyi tarikatlara teslim eden bir ideolojinin sonunu getirecektik!
Sonradan ah vah demeyelim, üzerimize düşen görevi lâyıkıyla yerine getirelim diye, her iki seçimde, eşimle birlikte sandık görevlisi olduk, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde % 92 oranında muhalefet adayına oy çıkan sandığımızı ilçe seçim kuruluna teslim edene kadar koruyup başından ayrılmadık. Sonuç hepinizin bildiği üzere büyük hayal kırıklığı, hüsran...
Seçimi kaybetmemizden daha fazla beni üzüntüye boğan, ana muhalefet partisi başkanının bu yenilgiyi insanlara bir başarı olarak gösterme çabası oldu. Özellikle emekleyen demokrasilerde halk, siyasal partilerin başında karizmatik liderler bekler. İktidarın karşısına çöp tenekesini koysan yüzde altmış çöp tenekesi kazanır atmosferi varken ana muhalefet liderinin hezimete uğradığı halde koltuğuna yapışmasının ne anlamı olabilir. Şu anki düşüncem, bu lider, ağzıyla kuş tutsa artık benim oyumu alamaz. Halen piyasada olan hiçbir muhalefet siyasetçisine de güvenmiyorum. İstedikleri kadar darbeci desinler, halkımızın demokrasiden bir şey anlamadığının bilinciyle bundan sonra seçimle iktidarın değişeceğine inanmıyorum. Bu ülkede ayrımcılık, din ve milli duyguların sömürülmesi prim yaparken muhalefet en olumsuz koşullarda bile bir varlık gösteremiyorsa tek yol devrim...
SevgiliDeepTonetarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. 200. haftanın konusu, sevgili Sade ve Derin / DeepTone tarafından belirlendi.
"Boş zamanları dışarıda, açık havada, doğada geçirmeyi mi yoksa evde veya kapalı ortamlarda geçirmeyi mi yeğlersiniz?"
Boş zaman fikrine kavramsal olarak mesafeliyim. Hiçbir fiziki aktivite yapmaksızın oturup düşünmek ya da yorgun düştüğümde koltuğa yaslanarak şekerleme yapmak dahi zamanı dolduran eylemlerdir benim nazarımda. Bırakın boş zamanı, zamanın yetersizliğine karşı büyük öfke duyuyorum. Zaman kazanmak için uykumdan bile fedakârlık etmişliğim çoktur.
Açık havada spor ya da yürüyüş yapmak da bir iş bence. Eskiden boş vakitlerinizi nasıl değerlendiriyorsunuz sorusuna sinir olurdum. Boş vakitlerimi kitap okuyarak, müzik dinleyerek değerlendiriyorum şeklinde verilen cevap da bir o kadar saçma gelirdi bana. Peki zamanı açık havada mı yoksa kapalı ortamlarda mı geçirmeyi tercih edersin diye soracak olursanız, ben evimi her türlü mekândan üstün tutarım. Tatil dönüşlerinde ya da yorucu bir günün ardından eve girdiğimde "evim, evim güzel evim" diyerek sevgilisine kavuşan bir aşık misali mutlu olurum. Evim dışında diğer kapalı mekânlarda bulunmak istemem. Sinema, tiyatro, konser gibi etkinliklerin süresi kısa olduğu için sorun değil fakat saatlerce AVM lerde vakit tüketmekten nefret ederim. Bence AVM lerde geçirilen zaman boşa harcanmıştır.
Eşimle taban tabana ters düşüyoruz bu konuda. O hep kendini evin dışına atmak ister. Doğal olarak ona eşlik etmek durumunda kalıyorum. Elbette zorunlu bir eşlik değil bu. Fakat dışarı çıktığımızda odaklandığımız noktalar tamamen farklı; eşimin gözü mağazalardayken ben çoğu zaman karnımızı nerede doyurup ne yiyeceğiz telâşına kapılırım.
Arada bir doğa yürüyüşleri yapmak isterdim ama eşimin uzun yürüyüşlerde zorluk çekmesi buna imkân vermiyor. Sahil boyunca birkaç km yi aşmayan kısa yürüyüşler yapmakla yetiniyoruz ve bu, her ikimizin de zevk aldığı bir şey.
Emekli olduktan sonra yayladaki Taş Ev'de açık havayı, kırsal yaşamı deneyimledik. Kestane, ceviz ve türlü meyvelerin bulunduğu geniş bir bahçede yaşadık bir süre. Çiftçiliğin sefasını da cefasını da gördük. Yaklaşık bir buçuk sene sonra yok, bu hayat bize göre değil diyerek şehir hayatına geri döndük.
Velhasıl, benim gibi ev kuşu sayısının fazla olduğunu beklemiyorum. Sanırım blog arkadaşlarının çoğu açık havaya ve doğaya olan düşkünlüklerini anlatacaklar. Bu konuda yazılacakları şimdiden merak ediyorum.
SevgiliDeepTonetarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, sevgili Sade ve Derin / DeepTone tarafından belirlendi.
"Kurgu kitaplar okumak film veya dizi izlemekten daha keyifli midir?"
Kurgu kitap okumayı film ya da dizi izlemekten daha keyifli bulanlardanım. Özellikle yazım hatası yapılmamış, düzgün bir şekilde dilimize çevrilmiş ve aşırıya kaçmadan edebi bir dilin kullanıldığı kitapları okumaktan çok hoşlanıyorum.
Ağaç Ev Sohbetlerinin 57. Haftasında benzer bir soru, "roman okumak mı daha keyifli yoksa film izlemek mi?" şeklinde yine sevgili DeepTone tarafından sorulmuştu. Aradan geçen yaklaşık üç yıllık bir zaman dilimi düşüncemi değiştirmedi. Konuya ilişkin önceden vermiş olduğum örnekleri hatırladım. Söz konusu yazımda"... bir olay anında kapının çalındığı gösterilmek istendiğinde, film izlerken kapının rengini, büyüklüğünü, ahşap mı yoksa demirden mi imal edildiğini, kapıyı çalan kişiyi, kişinin kapıyı yumrukladığına ya da parmağıyla hafifçe tıklattığına dair yüzlerce detayı birkaç saniye içinde görebiliriz. Ancak bu detayları olduğu gibi yazıya aktarmak sayfalar alır. Yine de eksik kalan okurun hayaline bırakılan bazı şeyler olacaktır mutlaka. İşte bana göre yazının sihri ve büyüklüğü burada. Usta bir yazar, mükemmel ifadelerle sizi hayal kurmaya ve düşünmeye zorlar. Edebiyatın en güzel yönüdür bu..." şeklinde kitapla film arasındaki farklılıkları anlatmaya çalışmıştım.
Bu tercihimi daha ileri boyuta taşıyarak birkaç filmi romanlaştırdım. Genellikle romanlar filme ya da dizilere uyarlanır fakat yurdumuzda fazla bilinmese de filmler de romanlaştırılabiliyor. Hatta ünlü bazı filmlerin ilk önce senaryosundan yola çıkılarak romanlaştırıldığını ve romanın çok satmasının üzerine film çekimine başlandığını yani romanın film için bir pazarlama tekniği olarak kullanıldığını okumuştum. Kurgu kitapların filmlere kıyasla çok daha detaylı tasvir ve kişisel analiz etme olanakları mevcut. Filmlerde aynı duygu ve düşünceleri yaklaşık iki saate sığdırmak hayli zor. Film veya dizi izlerken görsellik ön plânda, bir sahne ya da diyalog hızla geçtiğinde geriye dönüş kitaba göre daha güç. Kitap okurken bazı cümleleri defalarca okuyup özümseme olanağımız var. Film izlerken kendimi daha edilgen hissediyorum. Zira filmde olayların akışına teslim olma hali söz konusu. Oysa kitap okurken kontrol elimizde. Bazı insanlar hızlı okuyup verilmek istenen bilgi, duygu ve düşünceyi kolayca hazmedebilirler. Bazıları ise daha yavaş okuyarak hedefe ulaşır. Film izlerken herkesin eşit olarak konu hakkında duygu ve düşünce sahibi olması beklenemez. Çünkü kişisel algılama hızlarımız birbirinden farklıdır. Kurgu kitapları filmlere tercih etmemdeki sebeplerden biri de bu olmalı. Filmin hızlı akışı içinde aslında pek çoğumuz pek çok ayrıntıyı kaçırmış oluyoruz. Herhangi bir filmi izledikten sonra üzerinde yapılan eleştirileri okurken dehşete düşüyorum bazen.
Nedense kitap okumayı ciddi bir iş olarak değerlendirirken film ya da dizi izlemeyi eğlencelik olarak görüyor gibiyim. Aslında çok güzel, sarsıcı ve yaptığı işin hakkını veren filmler ve diziler de yok değil. Bu tür eserler ortak bir çalışmanın ürünü. Senaryo işin en kolay kısmı sanırım. Zaman zaman yönetmenin ve oyuncuların ustalığı devasa bir yapıt ortaya koyabiliyor. Kitaplar daha dar kadrolu ve az maliyetli. Yazarı ve bir o kadar çevirmeni önemli buluyorum. Editör de en az onlar kadar değerli elbette. Basım işini saymazsak sonuçta üç kişilik bir kadro! Ne stüdyoya, ışığa, müziğe, dekora, kostüme, ne de bir sürü oyuncuya ve bunlar için dünya kadar paraya ihtiyaç var. Buna rağmen kitabı filmlere ve dizilere tercih etmem, onu daha keyif verici bulmam ilginç. Bu durum, bir bakıma sanatın parayla bir ilişkisi olmadığının ve sanatta başarının bireysel olduğunun kanıtı.
SevgiliDeepTonetarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, sevgili Sade ve Derin / DeepTone tarafından belirlendi.
"Bazı insanlar iş yaparken veya bir yere giderken daima hızlıdırlar, diğer bazı insanlar ise her şeyi daha yavaş yaparlar. Hangisini tercih edersiniz?"
İnsanların yavaş veya hızlı hareket etmesi karakter yapılarına bağlıdır. Ben, yapım gereği daha sakin ve genellikle yavaş hareket eden biriyim. İstisnai olarak yemek yerken ve sakal tıraşında hızlı olduğum söylenebilir. Yavaş hareket ederim derken normal sınırlar içindeyim yani. Hiçbir zaman ağır aksak olarak görmem kendimi. Çok eskiden bir aile büyüğümüz vardı, adamcağız sabahın erken saatlerinde sakal tıraşına başlar, öğlen vaktine kadar tıraşı ancak bitirirdi. Bu esnada tasa koyduğu su defalarca soğur, her seferinde kalkar, ocakta yeniden su ısıtırdı. Bu tür hımbıl insanlarla bir arada yaşamak çok zor olsa gerek.
Bir de hızlı olacağım derken kendini paniğe sürükleyen insanlar vardır. Acele hareket edeceğim derken bir sürü sakarlık yaparlar. Bir işi ele aldıklarında yaptım dedikleri işten bir sürü hata ve eksiklik çıkar ortaya. Herhangi bir yere gitmeye karar verdiklerinde, acelecilikleri yüzünden ya yanlarına almaları gereken kimliklerini ya da anahtarlarını evde unutup dışarı çıkarlar. Elbette hızlı hareket etmenin bu tür olumsuz sonuçları olur.
Tercihimi sorarsanız, ne fazla hızlı ne de fazla yavaş olmaktan yanayım. Her şeyden önce panik yapmak yerine sakinliğimi korurum. İş yaparken ya da bir yere giderken erken davranıp zamanından önce hedefe varmak istemem. Her şeyin kafamda plânladığım bir süresi vardır. Kendimi bu plâna göre ayarlarım. Eğer hızlı davranıp bir işi zamanından önce bitirdiğinizde ya boş kalıp zaman öldüreceksiniz ya da daha büyük bir ihtimalle o boşluğu yeni bir işle doldurmak zorunda kalacaksınız. Diyelim ki havayoluyla bir yere seyahat edeceğim. Saatler önceden gidip uçağın hareket saatini beklemek yerine makul bir süre önceden havaalanında bulunmayı tercih ederim.
İş konusunda biraz fazla ince eler, sık dokurum. Bu nedenle başkalarının bir saatte yapacakları işi, daha uzun sürede, etraflıca araştırarak, her yönünü düşünerek ve lâyıkıyla tamamlamaya çalışırım. Doğrusunu söylemek gerekirse işe biraz daha yüzeysel bakıp hız kazanmak isterdim sanırım. Bir yere giderken etrafımda yürüyen gençlere baktığımda onlardan daha yavaş hareket ettiğimi fark ediyorum. Gençlerin bu hız performanslarına bakıp düşündüm. Bunda içlerindeki kaynayan kanın ne kadar payı olduğunu bilmiyorum ama bütün gençlerin acele işleri olduğundan mı yoksa, tam aksine, bu aralar benim acil bir işim olmamasının verdiği rahatlıktan mı kaynaklandığını henüz çözemedim. Yine de bu durumdan şikâyetçi olmadığımı belirteyim.
Bir iş yaparken ya da bir yere giderken gereğinden hızlı hareket etmek bazen sıkıntı yaratabilir. Yavaş hareket etmenin de mahsurlu tarafları vardır. Çünkü zaman da bir değer olarak düşünülmeli, ayrıca, bizleri bekleyen insanları da dikkate almamız gerekir. Sonuç olarak hızlı ya da yavaş olmak hususunda her şeyde olduğu gibi aşırılığa kaçılmamalı, orta kararda kalınmalıdır.