KATEGORİLER

23 Ocak 2016 Cumartesi

23/01/2016 Cumartesi, Tire

Düne göre soğuk bir hava. Çalışma var diye erkenden kalktım. Yaylaya vardığımda benden önce gelen Yakup Usta ve Kadir bahçe kapısını açmışlardı. Her ikisi de ağır bir gripten yeni çıkmışlar. Bu yüzden hiç birimizin beklemediği bu soğuk hiç iyi gelmeyecekti onlara.  Yakup Usta, soğuktan dolayı eşik betonunu tamamlar tamamlamaz işi paydos ederiz dedi. Keşke dedim, keşke onu bitirsek en azından.

Kadir biraz ısınırız diye hemen ateş yakmaya koyuldu bahçe girişine. Yakup Usta ile birlikte binaya doğru yürüdük. Havuzdan su aktaracağımız kalın hortumu kullanabilecek miyiz? Eğer içinde su kaldıysa donmuştur kesin. Traktörcü Mehmet'i arasam mı ki? Nereden bakarsan bak yine bir saati bulur çakıl getirmesi. Yakup Ustayı çalışmaya niyetli görüp çevirdim Mehmet'in numarasını daha fazla gecikmeden. Telefon uzun uzun çaldı ama cevap veren olmadı. Bana geri döneceğini bildiğimden ikinci kez aramadım.

Aşağıdan kalasları söküp kapıya götürmesinde kendisine yardımcı olması için Kadir'e seslenen Yakup Usta, ona sesini duyuramadı. Neden sonra ustasının sesini duyan Kadir, kalasları taşımadan önce, kapısını açtığım taş evden aldığı malzemeleri bahçe girişine taşıdı.

Malzemeler taşınırken çalan telefonuma baktığımda Traktörcü Mehmet'in aradığını gördüm. Ona beton için acilen çakıl ve çimento getirmesini söyledim.

Bugün bahçenin girişindeki çelik kapının eşik betonu dökülecekti. Ekip kalasları getirdikten sonra kalıp kurmaya başladılar, soğuk havaya rağmen. İş başında dikilirken komşularımızdan Tahsin, yanında tanımadığım başka biriyle çıktı ortaya aniden, Tire'den geliyorlarmış, geçerken uğramışlar. İçeri buyur ederek taş binayı gezdirdim. İnşaatın çatısı kapatmış,  doğramaları ve camları takılmış halde ilk kez görüyorlardı. Çok beğendiler. Onlar ayrılmadan önce traktörün sesi duyuldu.

Traktör kapının önüne yanaştı. İşçiler çimento torbalarını indirdikten sonra çakılı uygun bir yere boşalttılar. Yakup Usta, yukarı çıkardığı kalın hortumun içinin buz tuttuğunu ve onun bu şekilde kullanamayacaklarını, ancak bir müddet sonra buzun eriyebileceğini söyledi. 

Azalara imzalatacağım kağıtları yanıma almıştım.İşçilerin başında beklememe gerek yok bu soğukta. Nihat dayıyı aramış, yukarı geleceğini öğrenmiştim. Az sonra pikabıyla bahçesinin önüne geldi. Köpek ve tavukları bakmak ve onları beslemek için her gün gelmek zorunda olduğunu söylemişti bana.. Hemen yanına gidip köy meclisinin bir azası olması münasebetiyle ona belgeleri imzalattım. Yanından ayrılmadan diğer azalardan biri olan Bekçi Ahmet'i aradım. Evdeymiş. "Sana işim düştü, hemen köye iniyorum." dedim.
Köye vardığımda beni bekliyordu. Onun da imzasını alınca çiftçi belgelerim eksiksiz tamamlanmış oldu. Kısa zaman sonra vesikalı çiftçi olacağım, yaşasın. Bir bu eksik kalmıştı zaten.

Size sorarım ne yapılır bu soğukta? Ben doğruca eve varıp eşimle güzel bir film seyrettik. Ünlü Rus yazar Dostoyevski'nin aynı adlı romanından uyarlanan eski bir film,  "Karamazov Kardeşler". Filmin başrolünde Yul Brynner'ın oynaması hoş bir sürpriz oldu. "Kral ve Ben" dizisini hatırlattı bize.

Az önce Umman'dan Mustafa Bey aradı. Fırat'tan çok memnunmuş herkes. Güzel şeyler söyledi onun için, gururlandım doğrusu. Dört ay sonra Kalite Kontrol bölümüne transfer olacakmış. 

22 Ocak 2016 Cuma

İtalya Seyahati - Goethe


Kitabın Adı: İTALYA SEYAHATİ
Yazar: Johann Wolfgang Von GOETHE (1749-1832)

Çeviren: Gürsel AYTAÇ
Sayfa Sayısı: 369
Yayınevi: İletişim Yayınları
Basım Yılı: I. Baskı, 2014, İstanbul
Türü: Gezi
Kitap Hakkında: Varlıklı bir ailenin çocuğu olan yazar, küçük yaşta ailesi ile birlikte yaptıkları gördüğü İtalya'ya hayran kalmış, daha sonra 3 Eylül 1786 - 6 Haziran 1787 tarihleri arasında bu sefer yanında ailesi olmadan gezme fırsatını yakalamış. Uzun süren yolculuğu boyunca, üç ay kaldığı Roma ve dört ay kaldığı Napoli'deki izlenimlerini arkadaşlarına yazdığı mektuplarda paylaşmış. Son durağı olan Sicilya'da belli bir süre geçirdikten sonra dönüş yolunda Napoli'de bir süre daha kalmış.

Sanatçı kişiliği, jeolojiye ve botaniğe ilgisi yazılarına yansımış. Çoğunlukla ilgi duyduğu alanlar resim, heykel ve edebiyat üzerinde yoğunlaşmış. Her gittiği yerde tarihi eserler, kalıntılar, müzeler, kiliseler, özel koleksiyonlar hakkında not düşmüş, bölgedeki din adamları, prensler ve sanatçılarla sohbet etmiş masalarına konuk olmuş. Kitapta zamanın sanatçıları ve sanat eserleri, coğrafi ve jeolojik özelliklerinden sıkça bahsetmesi okuyucuyu biraz sıksa da bulunduğu yerlerin sosyo-ekonomik durumunu başarılı bir şekilde tasvir etmiş. Bunun yanı sıra, Kuzey insanının disiplinli ve planlı hareket etmesini iklim şartlarına bağlayarak Güneye inildikçe insanların daha sıcak ve eğlencelerine düşkün olduğunu, yiyecek ve içeceğin yılın her mevsiminde ihtiyacı fazlasıyla karşıladığını vurgulamıştır. Napoli'de faal durumdaki Vezüv Yanardağı, yıllar önce Vezüv'ün küllerine gömülen antik Pompei şehri kalıntıları,   Sicilya'nın Etna Yanardağı özel ilgi sahaları olmuştur. Kara yolculuğunun yanı sıra Sicilya'ya gidiş ve dönüşlerinde maceralı deniz yolculukları da yapmıştır.

Çeviri: Çok zor bir iş olduğunu biliyorum ama kitabın bazı bölümlerini anlamakta zorlandım. Kitabı tamamlamak için sabırlı bir okuyucu olmak lazım. Sıkıcı olan yerler bir de çeviriden kaynaklanan anlam kayıplarıyla çekilmez hale geliyor. Kitabın sonuna doğru ifadeler biraz daha güzelleşiyor. Bu değişim kitabın orijinaliyle ilgili sanırım. Yoğun olarak sanattan bahsedilen bölümlerde ya metin tam karşılığını bulmuyor ya da yazılanı anlamak için o sanatı tanımak gerek. Belki de sanatla ilgili olan kişiler çeviriden çok daha fazla şikayet edeceklerdir. Bu da ihtimal dahilinde tabi.  

22/01/2016 Cuma, Tire

Uzun zamandır elime yapışan kitabı nihayet bitirdim. Bloğumda okuduğum kitaplardan bahseden bir sayfa daha açacağım. Üzerinden birkaç kitap geçtiğinde son okuduğum kitapla ilgili olarak aklımda çok az şeyin kalacağını biliyorum artık. İşte bu yüzden sıcağı sıcağına küçük notlar düşmek iyi olacak.

Bilenler bilir. Tire'de iki pazar kuruluyor. Biri meşhur Salı pazarı, diğeri Cuma günü kurulan pazar. Ben, birinciye büyük pazar ikincisine küçük pazar diyorum. Bugün küçük pazara çıkıp biraz alışveriş yaptım. Muhtarlıktan ikametgah aldım, çiftçilik belgelerini hazırlamakla meşgul oldum. Sadece Kaplan köyünden iki azanın imzası kaldı yarına. Kaplan muhtarı bile şehre indiğinden köye çıkmama gerek kalmadı şansıma.

Belediye çarşısının altında yeni açılan Carrefour alışveriş merkezinden ihtiyacımız olan bazı şeyler aldım. Eşimin dediğine göre balık reyonunu çok methediyorlarmış. Hakikaten methettikleri kadar olduğunu gördüm. Çalışanlar müşteri ile ilgileniyorlar. Hem çeşit hem de tazelik bakımından gayet başarılı buldum. Jumbo karides, kalamar ve bir sürü balık çeşidi var. Buna bayıldım.

Çocuklar bugün karne aldı. Ortalık cıvıl cıvıl. Bazı öğrencilere maziyi anarak baktım. Hatta onları kucaklayıp tebrik etmek ellerine küçük birer harçlık vermek bile geldi içimden. Yaşadığımız ortam malum. Sapık sanmasınlar diye vaz geçtim hemen.

Gün geçmiyor ki toplum tarafından iyi bilinen biri hayatını kaybetmesin. Dün Mustafa Koç, bugün Kamer Genç. 56 yaşında vefat eden Mustafa Koç, çok genç yaşta ölümü tattı. Kamer Genç ondan 20 yaş daha büyük olmasına karşın soyadı gibi genç kalanlardandı. Her ikisi de Atatürkçü, laikliği benimsemiş, cumhuriyet aşığı insanlardı. Devletimiz için iki günde iki önemli kayıp.

İşlerin yoğun olmadığı günler, buraya bazı konu başlıklarını taşımak adet haline geldi benim için. Yine fırsat bulduğumda kısa öykülerden çeviri yapmak planlarım arasında. Çeviri üzerine birkaç noktaya değinmek istiyorum. Son okuduğum kitap  bir çeviriydi. Yapılan çeviriler çoğu zaman dilimize tam oturmuyor. Önemli olan metni kelime bazında  dilimize çevirmekten ziyade, anlatılmak istenen duygu ve düşünceleri doğru bir şekilde aktarmak olmalı. Gerektiğinde farklı kelimeler kullanalım, gerekirse vurguları değiştirelim, yeter ki okuduklarımız kulağımızı tırmalamasın. "Hey dostum nasılsın?" denmiyor bu ülkenin hiç bir yerinde değil mi?

Son okuduğum kitaptan örnek vermek istiyorum yine. Kitabın pek çok yerinde inançlı Hristiyanlar, "mümin" diye dilimize çevrilmiş olması dindar bir kişiliğe sahip olmadığım halde beni bile rahatsız etti. Mümin, Müslümanlara özel bir tanım olarak yerleşmiş bence. Eskiden devrim şehitleri derlerdi. Şehitlik kavramı da benzer şekilde hoyratça kullanılıyor. Şimdi bakıyorum ölen kişilerin tabutları üzerine bir bayrak örtüp şehitlik payesi veriliyor. Bana göre doğuda hayatını kaybedenlerin içine bir nebze su serpmek için verilen gaz bu şehitlik. Madem o kadar büyük bir makam neden hep gariban çocukları şehit oluyor da ensesi kalınların çocukları değil. İyi bir şey olsaydı, bizi yönetenlerin ve iktidar sahiplerinin çocuklarından kalmazdı kimseye şehadet makamı.      

Akşam üzeri Yakup Usta aradı. Yarın sabah gelebilirmiş. Yayla çalışmaları başlıyor. Epey paslanmıştık, yeniden başlamamız iyi olacak.  

21/01/2016 Perşembe, Tire

Bugün serbest günüm. Beklediğim yağış yine yoktu. Biri sabahleyin diğeri akşam saatlerinde olmak üzere iki kez evden dışarı çıktım.

Benim sonum nereye varacak şimdiden kestirmek zor. Şu okur yazarlık meselesi beni içine çektikçe çekiyor. Sabah bir şeyler üretmeye kararlıydım. Ne yapıp yapıp ilk öykümü bloğuma koyacağım. Bir kaç konu arasından beni en çok etkileyenini seçip kaleme aldım. Bütün günümü aldı bu iş. Sadece alış veriş için bir ara dışarı çıktım. Muhtara çiftçilik belgelerini imzalatacaktım güya ama ona da zaman kalmadı. Sadece formları doldurdum.

Yazı yazmak zor zanaat. Düşündüklerin başka, yazıya aktardığın başka, okuyucunun yazından anladığı daha bir başka. Fikirler üç kademede erozyona uğruyor. Okudukça insan ne kadar cahil olduğunu anlıyor. Her hangi bir konuyu bilirim diyen, aslında cehaletini kanıtlamış oluyor. Bense kendimi ana sınıfı öğrencisi gibi görüyorum. Okuyup yazdıkça sınıf atlayacağım. İlk aşamada, okurken mümkün olduğunca yazarın düşüncelerini  algılamayı, yazarken ise bana ait fikirleri doğruya yakın olarak kağıda dökebilmeyi hedef seçtim kendime. İlk öykü denememde, fikrimi kelimelere dönüştürdükten sonra onu tekrar tekrar okudum. Her seferinde yazdıklarımı düzelterek kafamda oluşturduğum fikirlere yaklaştırdım. İmla hatalarını, ifade bozukluklarını saymıyorum bile. Bu konularda eşim de bana zaman ayırdı sağ olsun. Çoğu zaman kendi hatasını göremiyor insan. Bu yüzden farklı bir göz her zaman faydalı elbette. Hele bu gözün sahibi bir dil uzmanıysa daha bir keyifli oluyor.

Ne kadar okusam da hala eksik bir şeyler kalıyor sanki.  Yüz defa okusam, her seferinde yine düzelteceğim. Bu düzeltmeler yeni imla hatalarına ve anlam bozuklukların yol açacak. Onları tekrar okuyup düzelteceğim. Bir kısır döngü içinde kendime bir çıkış yolu arayacağım.

Geçenlerde kaleme almış olduğum yazının birinde, yazar ve bestecinin benzer yönlerinden bahsetmiş ve bu benzerliğin temelinde, iki meslek grubunun da sanatın farklı dallarına hizmet etmelerinin yattığını ifade etmiştim. Yazar olsun, besteci olsun ortaya koydukları eserlerde kendi fikirlerini, duygu ve düşüncelerini kısmen aktarabildiklerini anlatmaya çalışmıştım. Goethe'nin İtalya Seyahati isimli kitabında yazdıklarıma bir benzer dokunuş dikkatimi çekti. Goethe benzer bir ilişkiyi ressam ve resim sanatı üzerine kurmuş.

Napoli'de bir dostunun tavsiyesi üzerine Goethe, Kniep ismindeki bir ressamı Sicilya seyahati boyunca kendine eşlik etmek üzere yanına alıyor. Nerede güzel bir manzara ya da bir eser varsa bunları hemen kağıda geçiriyor Kniep. Napoli'ye dönüş yolculuğunda muhteşem bir deniz manzarası eşliğinde, uzaktan Capri şehrini gördüklerinde şunlar dökülmüş Goethe'nin kaleminden;

"Bu manzaraya hayran olduk, Kniep bu ahengi yansıtmaya bütün bir renk sanatının yetmeyeceğine, en hassas İngiliz kalemini tutan en usta elin bile bunu çizmeyi başaramayacağına hayıflandı."

Yani bazen kelimeler, notalar, bazen de renkler kifayetsiz kalır insanın meramını anlatabilmek için. Tam olarak anlatsa bile bunları anlayacak birileri olmalı ki karşılığını bulsun onca emek.

Akşam sevgili eşimle birlikte babasını kaybeden eski bir dostumun evine başsağlığı ziyaretinde bulunduk.

Yaylada yarım kalan işlere devam etmek için Yakup ustayı aradım. Ailecek gripten kırılıyormuş. İyileştiği zaman beni arayacak. Yine de bir iki gün gelemeyecek gibi.      

21 Ocak 2016 Perşembe

TEFTİŞ


Uykusuzluğunun sebebi nöbetçi olması değildi. İstese nöbetçi subay odasına çekilir, sabaha kadar rahat rahat dinlenirdi. Ama o, tümen komutanının ertesi gün tabura yapacağı teftişe takmıştı kafayı. Hiçbir olumsuzluk yaşanmaması için askerleri gün boyunca ikaz etmiş, koğuşların önünde, koridor boyunca dizili çelik dolapları teker teker açtırmış, şahsi eşyaların düzeni ile bizzat kendi ilgilenmişti.

Askerde disiplinin ne olduğunu anlamak için kışlada yaşamak lazım. Koğuşlardaki soyunma dolaplarında nelerin olup nelerin olmayacağı, eşyaların dolabın hangi bölümünde ve hangi şartlarda muhafaza edilmesi gerektiği el kitaplarında açıkça yazılıydı. Sabunun, plastik özel kabının içinde alttan üçüncü rafın sol köşesinde olması, naylon poşete konulmuş diş fırçasının, dolap kapağının üst kısmına yerleştirilmesi gerektiği de. Postallarını çelik dolabın altına, valizlerini ise üstteki kapaklı bölüme itinayla yerleştirmeliydi asker. Dolapların içinde dergi, gazete, yiyecek ve içecek asla olmamalıydı.

Çevresine topladığı askerlere defalarca sormuştu sormasına ama hiçbiri, şuyum eksik, buyum eksik dememişti. Üşenmeden defalarca açtırdı çelik dolapları. Her seferinde ya bir eksik ya da yasak olan bir şey buldu. Kimilerinin pantolonu sökük, bazılarının ayakkabısının boyasız olduğunu gördü. Yatma saati çoktan geçmiş olmasına rağmen herkes ayaktaydı. Bütün koğuş harıl harıl onun tespit ettiği eksiklikleri gidermeye çalışıyordu.

Kışlaya yeni gelen her acemi subaya yapılanlardan o da nasibini almıştı. Arkasını döner dönmez her adımında ona da "cik", "cik" diye ses çıkarttılar. Sesin geldiği yere döndüğünde, onca asker kalabalığı içinde, sesi çıkaran kişiyi bulmak neredeyse imkansızdı. Hatta sesin sahibini bulurum ümidiyle askerin arasında bakınmaya gör, hep birlikte kıkır kıkır gülmeye başlar, iyice madara ederlerdi adamı. İşte böyleydi oyunun kuralları kışlada.

Genç bir subayın kışladaki ilk  günlerinin çok sıkıntılı geçeceğini biliyordu. Kendini askere saydırmanın şart olduğu bir yerdi burası. Hele ki biraz yumuşak davransın, bunu hemen kullanmaya yeltenirlerdi. Böyle durumlarda astsubayların bıyık altından gülmesi de onu çileden çıkarırdı. 

Kışlaya geleli fazla bir zaman geçmemişti. O da ilk dersini bir kıdemli başçavuştan almıştı. İçtima alanına toplanmış askerlerin önünde, çocuğu yaşındaki subaya "Komutanım!" diye hitap etmek ona ağır gelse de,  bir sefere mahsus zevkle yapmıştı bunu başçavuş. Avazı çıktığı kadar bağırmıştı askerlerin önünde. "Komutanım, dedim ben size, bunlar iyilikten anlamaz, şimdi neden anladıklarını göstereceğim size!" der demez askerlerin gözlerine çöken korku izleri canını acıtmıştı.Bir yandan nutuk çekerken tek sıra dizilmiş kocaman adamların önünde volta atmaya başlamıştı. Kimsenin beklemediği bir anda sıranın en başındaki askere sille tokat girişmişti. Sonra sırayla diğerlerine de. Bu manzaradan çok rahatsız olmuştu ama ne yapmak gerektiğini bilememişti o tecrübesizliğiyle.  Bir ara kaşarlanmış astsubaya "Hop ne yapıyorsun?" diyecek olmuştu ama o cesareti kendinde bulamamıştı yine. Sonra, utanmıştı kendinden askerini koruyamadığı için.

Askerler şiddet gördükleri astsubaylardan çok çekinirlerdi. Hele onlara saygıda bir kusur etmeye görsünler, analarından emdikleri süt burunlarından gelirdi.  

Bütün kontrolleri tamamlamış olmanın huzuru içinde, uykusuzluğun izleri gözlerine çökmeye başlamıştı sabahın ilk ışıklarında. Birden kendisinin de bu teftişin bir parçası olduğu geldi aklına. Hemen üst başına çeki düzen verdi. Lavaboya koşup dişlerini fırçaladı, sinekkaydı tıraşını oldu. Yüzüne sürdüğü limon kolonyası da onu biraz kendine getirmiş oldu. Sonra ayakkabılarını parlattı, yırtık söküğüne baktı, teçhizatını kontrol etti.

Zamanın nasıl geçtiğini  anlayamamıştı. Pencereden dışarı baktığında, I. Bölük askerlerinin tam teçhizat kuşanmış vaziyette, meydanda toplanmaya başladıklarını gördü. Tabur nöbetçi subay defterini vukuat yok yazıp imzaladıktan sonra o da kuşanıp dışarı çıktı.

Akşam defalarca denetlediği askerlere hala sormaya devam ediyordu. "Eksik bir şeyiniz yok, değil mi?" Hani var deseler, o vakitten sonra yapacak bir şey de kalmamıştı aslında. Yine de askerlerin "Eksik bir şeyimiz yok, hazırız komutanım" demeleri ona moral veriyordu. Epey ilerde, bölük komutanının binanın önüne çıkıp bulundukları tarafa doğru geldiğini gördü. İlk tekmilin ona verilmesi gerekiyordu.

Düzen almaları için tam emir verecekti ki, sağ tarafta askerlerden birinin elinde iğne iplik, bir şeyler yaptığını fark etti. Deliye döndü. Dehşetle o tarafa doğru yürüdü.
- Sabaha kadar yırtığınızı söküğünüzü dikin, her şeyi eksiksiz istiyorum demedim mi lan ben size, diye bağırmaya başladı.
Gözleri dönmüştü, bunun için mi sabaha kadar uyumamıştı. Şimdi rezilin biri kalkmış, teftiş günü söküğünü dikmek için son dakikaya kadar beklemişti. Üstelik bölük komutanı da ha geldi ha gelecekti. "Kim bu densiz" diye bağırarak askerin bulunduğu ağacın yanına vardı.

Asker, korku ve panik içinde oturduğu yerden doğruldu. Şaşkın gözlerle baktı komutanına. "Komutanım, komutanım" sözcüklerinden başka bir şey çıkmıyordu ağzından. O kızgınlıkla askerin yalvaran bakışlarını  fark etmedi komutan. Hâlbuki hırsla karşısına aldığı kişi onun en  sevdiği, güvendiği kişiydi.

Ok yaydan çıkmıştı bir kere. Kendisini bu kadar zor durumda bırakan her kim olursa olsun cezasız kalmamalıydı. Onca çabası boşa gitmişti. Askerlik mesleğinde dediğini yaptırmanın, disiplinin tek yolu astsubayın gösterdiğiymiş demek. Bir yandan da adil olmak zorunda hissetti kendini, bu terbiyesizliği yapan en sevdiği asker bile olsa. Aynısını başka biri  yaptığında nasıl bir ceza verecekse, ona da aynı cezayı uygulamalıydı. Kendini savunmasına hiç fırsat vermedi, sadece "Hemen ayağa kalk!" dedi. Asker ürkek bir şekilde doğrulurken "Komutanım, komutanım" demeyi sürdürdü.
- Bırak, dedi, Bırak komutanım demeyi. Ne laftan anlamaz adammışsın sen. Sabaha kadar bundan önemli ne işin vardı.

Ayağa kalkar kalkmaz olanca gücüyle geçirdi askerin yüzüne sıkılmış yumruğunu.
- Siz bundan anlarsınız.
Yetmedi bir daha vurdu. Bir daha… Sendeleyince bir kez daha vurdu. Biraz olsun hırsını aldığında, elinin kan içinde kaldığını gördü. Sonra başını kaldırıp askerin yüzüne baktı. Akan kanın ağzından mı burnundan mı geldiğini anlayamadı. "Hadi bakalım, şimdi söyle" dedi. "Neden bu işi son dakikaya bıraktın?"

"Komutanım" dedi asker, dudakları titreyerek "Elimde… dikmeye çalıştığım… sizin miğfer kılıfınızdı. Benimkini dün gece onarmıştım zaten." Gözleri yaşlıydı, yüzündeki kanları eliyle gizledi.

Askerin verdiği cevap şok etti onu. Ne yapacağını bilemedi birden. "Ben ne yaptım" dedi şaşkın bir pişmanlıkla. Onun da gözleri doldu birden. Daha fazla bakamadı askerin yüzüne. "Git" dedi, "hadi git, yüzünü yıka."

Çok sevdiği komutanının miğfer kılıfındaki söküğü fark eden asker, onu sessizce dikmeye kalkmıştı. Oysa kimse istememişti bunu ondan. O da kimseye bahsetmemişti zaten. Sonrasının hiç önemi yoktu artık. Sadece üç günü kalmış tezkereye. Memlekete yolcu etmeden, pastahaneden bir kutu kuru pasta aldı ona, yolluk niyetine. Hiç komutan özür diler mi erden? Diledi. Yaşadığı bu olay ona yaşam boyu unutamadığı bir ders oldu. "Kabahat ne olursa olsun, karar vermeden önce dinlemek lazım." 

20 Ocak 2016 Çarşamba

20/01/2016 Çarşamba, Tire

Hava kapalı ama henüz yağmur yok. Meteoroloji bu mevsimde bizi çoğu zaman yanıltabiliyor. Her şey onların da elinde değil  elbette. Atmosfer koşulları devamlı değişkenlik gösterdiğinden saat başı güncelleme yapmak zorunda kalıyorlar. Dünkü tahmin raporlarına göre İzmir'in yağmurlu, Aydın'ın ise parçalı bulutlu olacağı bilgisi verilmişti. Aydın'a daha yakın olduğumuz için bir ihtimal yağış yok diye düşündüm. Ancak ilçe merkezleri hava durumuna girdiğimde, Tire'nin, İzmir'deki gibi yağışlı olduğunu gördüm. 

Öncelikle yaylaya bir göz atmak istiyordum. Artık bir gün bile gitmesem aklım orada kalıyor. Eşimle müştereken yapacak işlerimiz de vardı çarşıda. Ben yukarıda yayla işlerimi halledene kadar, o da evin işlerini tamamlar, daha sonra çarşıya birlikte çıkarız diye karar verdik. 

İlk olarak çarşıdan yukarı yayla kapısı için bir asma kilit satın aldım. Kaplan yollarına tırmanırken hafiften yağmur atıştırmaya başladı. Dünkü yoğun sis yoktu bugün ama daha soğuktu. Köye vardıktan sonra yağış sulu kara döndü. Köyü geçip yayla yoluna saptım. Yükseklik arttıkça kar taneleri havada kelebek gibi uçuşmaya başlamıştı. Arabayı her zaman olduğu gibi aşağı yayla ana giriş kapısının önüne bırakıp kapıya asma kilit takmak üzere orta yaylaya girişine doğru yürüdüm. Yukarı taraflardan sesler geliyordu. Dikkatlice baktığımda, yanında birkaç kişi olduğu halde, odun yüklü römorku çeken bir traktörün,  yavaş yavaş aşağıya doğru indiğini gördüm. Tahmin ettiğim gibi traktörün üzerindeki bizim Gümeli Ali'ymiş. Kaynanası için kışlık odun almaya gelmiş. "Ali, sen dün gelmedin mi?" diye sordum. "Yok, bugün geldik" dedi, "Ben dün geleceksin diye biliyorum, eğer biraz daha geç kalsaydınız, kapıya asma kilidi vurup sizi içerde bırakacaktım" dedim. Güldü sadece. Bizim kestane işinde çalışan Yaşar ve tanımadığım bir kişi traktörün yanında yürüyerek ona eşlik ediyorlardı. Yukarı çıkmadan önce her üçünün de kapıdan dışarı çıkmalarını bekledim.

Yağan yağmurların etkisiyle yukarı yayla yolunun bozulup bozulmadığını merak ediyordum ayrıca. Yol boyunca yer yer boyuna derin yarıklar açılmış. Benim araba yine çıkar bu yoldan ama toprak kabardığından dolayı epey zorlanır. Maceraya gerek yok diye düşünüp yola tırmanmaya başladım. Yukarı yaylaya yaklaşık elli metre kala, yağış sularının yol kenarındaki dolgu eteklerini aşındırdığını ve sol tarafta yol eksenine paralel çökme çatlaklarının oluştuğunu fark ettim. Seneye yine buraları elden geçirmek lazım. Bir kaç sene geçmeden oturmaz zemin zaten.

Merak ettiğim diğer bir konu da yukarı yaylanın girişinde, hemen sol taraftaki nar ağaçlarının üzerinde meyve kalıp kalmadığıydı. Beklediğim gibi ağacın üzerinde bir tane dahi meyve kalmamış. Yaklaşık iki haftadır çıkmıyorum yukarı. Ya birileri toplayıp gitti ya da kendiliğinden yere düştüler. Hırsızlık mı bu, ben mi günahlarını alıyorum insanların. Yerlere baktım, sadece iki üç tanesini soğuktan donmuş halde buldum. Onların da yenecek hali kalmamış zaten. Olduğu yere bıraktım yine. Yok yok, birileri gelip toplamış olmalı. Ne diyeyim ki?

Havuz başına kadar ilerledim. Yeni diktiğim fidanlar yapraklarını döküp kış uykusuna dalmışlar ama dallar taze ve canlı. Aşağı doğru baktığımda, Tire sis perdesi altında ama yine de buradaki manzara aşağı yayladakinden daha güzel.


Aynı yoldan geri dönüp kapıya asma kilidi taktım. Ayrıca zeytinliğe uğramaktı niyetim. Zaten yukarı çıkarken zeytinliğin önünde park etmiş sarı renkli bir pick-up beni hayli işkillendirmişti. Köyü geçtikten sonra zeytinliğin önünde arabayı park ettim. Gelirken gördüğüm pick-up yoktu bu sefer. Belki de komşulardan biridir diye düşündüm. Aynı giriş yolu başkalarının bahçelerine de çıkıyor çünkü. Ama ben komşuların pek çoğunu tanımıyorum hala.

Arabadan iner inmez, girişteki ilk ağaçtan iri zeytin taneleri dökülmüş yerlere yine. Geçen geldiğimde de epey döküntü vardı. Üst dallara yetişemediğim için her geldiğimde kendiliğinden dökülmüş oluyorlar. Bir naylon poşete doldurmaya başladım taneleri. Ama o da ne? Ben zeytinleri toplamakla meşgulken, ansızın yavru bir köpek belirdi yanımda. Ayaklarımın arasına girip çıkıyor, üzerime sıçrıyor. Ben yerdeki zeytine uzandığımda, sanki elimde ağzına uygun bir yiyecek varmış gibi, kapmaya çalışıyor. Belli ki aç kalmış bu soğukta hayvancık. Kar atıştırmaya devam ediyor. Bu havada korunacak bir yeri de yok. Kim bırakmış ki bu zavallıyı buraya? O pick-up'ın sahibinin işi miydi yoksa.

Ne olursa olsun bu yavru köpek zeytin toplattırmamaya kararlı görünüyordu. Nasıl yapacaksam, önce karnını doyurmak lazım. Arabada ona göre bir şey de yok. Gelen geçenden istesen, olmaz. Eşime telefon ettim. Bir arkadaş buldum kendime, oynuyoruz burada deyince, hemen "Köpek mi?"diye sordu. "Evet" dedim, "Sevimli mi sevimli, ama karnı çok aç, belli". "Git bir yerden ekmek bul" dedi bana. Köyde bakkal yok, "Çarşıya inmem lazım" dedim. "İstersen beraber gelir, yiyecek bir şeyler getiririz bu garibe". Biraz daha zeytin topladıktan sonra köpeği orada bırakıp yola çıktım. Ya bekleyecek ya da kaçıp gidecekti biz dönene kadar.

 

Eşimi almak üzere eve uğradım. İcara verdiğimiz yerleri üzerimize geçirmek ve çiftçi kaydımızı yaptırmak üzere Ziraat Odasına gittik. Bu işler için doldurmamızı istedikleri formları aldık. Bunları bir de muhtara imzalatmak gerekiyormuş. Artık büyük teşvikler (!) alacağız devletimizden. 

Belediyede yaylaya elektrik temin prosedürlerini ve bankadaki işlerimizi hallettik. Son olarak da evin elektrik faturasını ödemek üzere dağıtım şirketine gittik. Elektrik tüketim miktarımız sınırı aştığı için artık % 5 bonus vereceklermiş. Her şey vatandaş için (!)

Elektrikçi Ali'yi aradım. Kablo kanalını açacak işçi bulacaktı bana. Ben de birilerini buldum dedim ona. Hava düzelir düzelmez yer altı kablosunun döşenmesine başlamak üzere sözleştik. Yayladan aşağı doğru hat güzergahını işçilere kendisinin tarif edebileceğini söyledi. Bu iş diğer pek çok işin önünü tıkamış durumda.
Çarşıdaki işlerimiz bittikten sonra aklımıza zeytinlikte bıraktığım yavru köpek geldi. Acaba hala bıraktığım yerde mi? Eğer oradaysa yemek götürsek iyi olacak. Aç olduğu her halinden belliydi. Bunu bildiğimiz halde ilgisiz kalamazdık. Belki dönüşte onu orada bulamayacaktık ama ya bizi bekliyorsa... Bakkaldan ekmek, bisküvi türünden bir şeyler aldık. Başka ne yer ki bu hayvan. Eğer düşündüğüm gibi açsa kuru ekmek bile yemesi lazım. Kaplan yoluna düştük yeniden. Zeytinliğe varır varmaz bizim ufaklığı görünce çok sevindim. Kuyruğunu sallayıp üzerimize doğru koştu.

Eşim ekmeği ufak parçalara ayırıp onun önüne koydu. Nasıl da saldırıyor kuru ekmeğe? Ne kadar acıkmış meğerse. Sulu kar atıştırmaya devam ediyor. Önce yanımıza koşturup bir lokma alıyor ağzına sonra dönüp uzaklaşıyor. Bitirdikten sonra yeniden gelip bir lokma daha alıyor. Bu gidip gelmeler devam ederken eşim ona sığınacak bir kovuk bulma telaşındaydı. İlk açlığı giderilince artık nazlanmaya başladı. Bunun üzerine yanımda getirdiğim bisküviyi çıkardım. Yeniden heyecanlı bir şekilde elime saldırmaya başladı. Tadını da çok sevdi galiba.


Kısa zamanda bir paket bisküviyi yaladı yuttu tatlı niyetine. Kalan ekmeği de uygun bir köşeye doğranmış olarak bıraktık. Artık ayrılma zamanı gelmişti. Hangi acımasız bıraktı acaba onu bu soğukta? Neyse ki biraz karnı doydu şimdilik. Bir sonraki sefer onunla yine karşılaşacak mıyız ki?   

19 Ocak 2016 Salı

19/01/2016 Salı, Tire

Sabah erkenden vardık Tire'ye. Gelir gelmez eve girmeden evvel merkezdeki fırından gevrek almaya gittik sırf değişiklik olsun diye. O kadar erkendi ki gevrek yoktu henüz. Onun yerine ilk olarak çıkarttıkları Ödemiş simidi aldık birer tane. Kahvaltımızı yaptıktan sonra kitap okudum. Geçen Salı pazarından epey şeyler aldığımdan bir ihtiyaç da yokmuş zaten.

Havanın yağışa dönme ihtimali, park yeri sorunu yüzünden bu hafta pazarı gezmek gelmedi içimden. Güme köyünden Ali aradı. Yukarı yayladan motoruyla biraz kışlık odun almak istediğini söyledi kaynanası için. Ganime hanım bizden daha önce rica etmiş biz de tamam demiştik zaten.

Atilla bey dostumuz aradı, yaylaya kablo çukuru açmak için Tekke köyünden işçiler bulmuş.. Sevindim buna. Bunun üzerine Elektrikçi Ali'yi aradım. O da hesapları yapmış, bir iki güne kadar enerji müsaadesini alıp daha sonra proje hazırlatacakmış. İnşallah dedim. Yarın ve yarından sonra yine yağmur görünüyor.

Yağmurdan dolayı ana giriş kapısının altının betonla doldurulması, bahçe taş duvarı ve taş döşeme işleri aksıyor.

Biraz güneş açsa aşağı yaylada dal budak temizliğine devam ettireceğim hayırlısıyla.