KATEGORİLER

21 Ocak 2016 Perşembe

TEFTİŞ


Uykusuzluğunun sebebi nöbetçi olması değildi. İstese nöbetçi subay odasına çekilir, sabaha kadar rahat rahat dinlenirdi. Ama o, tümen komutanının ertesi gün tabura yapacağı teftişe takmıştı kafayı. Hiçbir olumsuzluk yaşanmaması için askerleri gün boyunca ikaz etmiş, koğuşların önünde, koridor boyunca dizili çelik dolapları teker teker açtırmış, şahsi eşyaların düzeni ile bizzat kendi ilgilenmişti.

Askerde disiplinin ne olduğunu anlamak için kışlada yaşamak lazım. Koğuşlardaki soyunma dolaplarında nelerin olup nelerin olmayacağı, eşyaların dolabın hangi bölümünde ve hangi şartlarda muhafaza edilmesi gerektiği el kitaplarında açıkça yazılıydı. Sabunun, plastik özel kabının içinde alttan üçüncü rafın sol köşesinde olması, naylon poşete konulmuş diş fırçasının, dolap kapağının üst kısmına yerleştirilmesi gerektiği de. Postallarını çelik dolabın altına, valizlerini ise üstteki kapaklı bölüme itinayla yerleştirmeliydi asker. Dolapların içinde dergi, gazete, yiyecek ve içecek asla olmamalıydı.

Çevresine topladığı askerlere defalarca sormuştu sormasına ama hiçbiri, şuyum eksik, buyum eksik dememişti. Üşenmeden defalarca açtırdı çelik dolapları. Her seferinde ya bir eksik ya da yasak olan bir şey buldu. Kimilerinin pantolonu sökük, bazılarının ayakkabısının boyasız olduğunu gördü. Yatma saati çoktan geçmiş olmasına rağmen herkes ayaktaydı. Bütün koğuş harıl harıl onun tespit ettiği eksiklikleri gidermeye çalışıyordu.

Kışlaya yeni gelen her acemi subaya yapılanlardan o da nasibini almıştı. Arkasını döner dönmez her adımında ona da "cik", "cik" diye ses çıkarttılar. Sesin geldiği yere döndüğünde, onca asker kalabalığı içinde, sesi çıkaran kişiyi bulmak neredeyse imkansızdı. Hatta sesin sahibini bulurum ümidiyle askerin arasında bakınmaya gör, hep birlikte kıkır kıkır gülmeye başlar, iyice madara ederlerdi adamı. İşte böyleydi oyunun kuralları kışlada.

Genç bir subayın kışladaki ilk  günlerinin çok sıkıntılı geçeceğini biliyordu. Kendini askere saydırmanın şart olduğu bir yerdi burası. Hele ki biraz yumuşak davransın, bunu hemen kullanmaya yeltenirlerdi. Böyle durumlarda astsubayların bıyık altından gülmesi de onu çileden çıkarırdı. 

Kışlaya geleli fazla bir zaman geçmemişti. O da ilk dersini bir kıdemli başçavuştan almıştı. İçtima alanına toplanmış askerlerin önünde, çocuğu yaşındaki subaya "Komutanım!" diye hitap etmek ona ağır gelse de,  bir sefere mahsus zevkle yapmıştı bunu başçavuş. Avazı çıktığı kadar bağırmıştı askerlerin önünde. "Komutanım, dedim ben size, bunlar iyilikten anlamaz, şimdi neden anladıklarını göstereceğim size!" der demez askerlerin gözlerine çöken korku izleri canını acıtmıştı.Bir yandan nutuk çekerken tek sıra dizilmiş kocaman adamların önünde volta atmaya başlamıştı. Kimsenin beklemediği bir anda sıranın en başındaki askere sille tokat girişmişti. Sonra sırayla diğerlerine de. Bu manzaradan çok rahatsız olmuştu ama ne yapmak gerektiğini bilememişti o tecrübesizliğiyle.  Bir ara kaşarlanmış astsubaya "Hop ne yapıyorsun?" diyecek olmuştu ama o cesareti kendinde bulamamıştı yine. Sonra, utanmıştı kendinden askerini koruyamadığı için.

Askerler şiddet gördükleri astsubaylardan çok çekinirlerdi. Hele onlara saygıda bir kusur etmeye görsünler, analarından emdikleri süt burunlarından gelirdi.  

Bütün kontrolleri tamamlamış olmanın huzuru içinde, uykusuzluğun izleri gözlerine çökmeye başlamıştı sabahın ilk ışıklarında. Birden kendisinin de bu teftişin bir parçası olduğu geldi aklına. Hemen üst başına çeki düzen verdi. Lavaboya koşup dişlerini fırçaladı, sinekkaydı tıraşını oldu. Yüzüne sürdüğü limon kolonyası da onu biraz kendine getirmiş oldu. Sonra ayakkabılarını parlattı, yırtık söküğüne baktı, teçhizatını kontrol etti.

Zamanın nasıl geçtiğini  anlayamamıştı. Pencereden dışarı baktığında, I. Bölük askerlerinin tam teçhizat kuşanmış vaziyette, meydanda toplanmaya başladıklarını gördü. Tabur nöbetçi subay defterini vukuat yok yazıp imzaladıktan sonra o da kuşanıp dışarı çıktı.

Akşam defalarca denetlediği askerlere hala sormaya devam ediyordu. "Eksik bir şeyiniz yok, değil mi?" Hani var deseler, o vakitten sonra yapacak bir şey de kalmamıştı aslında. Yine de askerlerin "Eksik bir şeyimiz yok, hazırız komutanım" demeleri ona moral veriyordu. Epey ilerde, bölük komutanının binanın önüne çıkıp bulundukları tarafa doğru geldiğini gördü. İlk tekmilin ona verilmesi gerekiyordu.

Düzen almaları için tam emir verecekti ki, sağ tarafta askerlerden birinin elinde iğne iplik, bir şeyler yaptığını fark etti. Deliye döndü. Dehşetle o tarafa doğru yürüdü.
- Sabaha kadar yırtığınızı söküğünüzü dikin, her şeyi eksiksiz istiyorum demedim mi lan ben size, diye bağırmaya başladı.
Gözleri dönmüştü, bunun için mi sabaha kadar uyumamıştı. Şimdi rezilin biri kalkmış, teftiş günü söküğünü dikmek için son dakikaya kadar beklemişti. Üstelik bölük komutanı da ha geldi ha gelecekti. "Kim bu densiz" diye bağırarak askerin bulunduğu ağacın yanına vardı.

Asker, korku ve panik içinde oturduğu yerden doğruldu. Şaşkın gözlerle baktı komutanına. "Komutanım, komutanım" sözcüklerinden başka bir şey çıkmıyordu ağzından. O kızgınlıkla askerin yalvaran bakışlarını  fark etmedi komutan. Hâlbuki hırsla karşısına aldığı kişi onun en  sevdiği, güvendiği kişiydi.

Ok yaydan çıkmıştı bir kere. Kendisini bu kadar zor durumda bırakan her kim olursa olsun cezasız kalmamalıydı. Onca çabası boşa gitmişti. Askerlik mesleğinde dediğini yaptırmanın, disiplinin tek yolu astsubayın gösterdiğiymiş demek. Bir yandan da adil olmak zorunda hissetti kendini, bu terbiyesizliği yapan en sevdiği asker bile olsa. Aynısını başka biri  yaptığında nasıl bir ceza verecekse, ona da aynı cezayı uygulamalıydı. Kendini savunmasına hiç fırsat vermedi, sadece "Hemen ayağa kalk!" dedi. Asker ürkek bir şekilde doğrulurken "Komutanım, komutanım" demeyi sürdürdü.
- Bırak, dedi, Bırak komutanım demeyi. Ne laftan anlamaz adammışsın sen. Sabaha kadar bundan önemli ne işin vardı.

Ayağa kalkar kalkmaz olanca gücüyle geçirdi askerin yüzüne sıkılmış yumruğunu.
- Siz bundan anlarsınız.
Yetmedi bir daha vurdu. Bir daha… Sendeleyince bir kez daha vurdu. Biraz olsun hırsını aldığında, elinin kan içinde kaldığını gördü. Sonra başını kaldırıp askerin yüzüne baktı. Akan kanın ağzından mı burnundan mı geldiğini anlayamadı. "Hadi bakalım, şimdi söyle" dedi. "Neden bu işi son dakikaya bıraktın?"

"Komutanım" dedi asker, dudakları titreyerek "Elimde… dikmeye çalıştığım… sizin miğfer kılıfınızdı. Benimkini dün gece onarmıştım zaten." Gözleri yaşlıydı, yüzündeki kanları eliyle gizledi.

Askerin verdiği cevap şok etti onu. Ne yapacağını bilemedi birden. "Ben ne yaptım" dedi şaşkın bir pişmanlıkla. Onun da gözleri doldu birden. Daha fazla bakamadı askerin yüzüne. "Git" dedi, "hadi git, yüzünü yıka."

Çok sevdiği komutanının miğfer kılıfındaki söküğü fark eden asker, onu sessizce dikmeye kalkmıştı. Oysa kimse istememişti bunu ondan. O da kimseye bahsetmemişti zaten. Sonrasının hiç önemi yoktu artık. Sadece üç günü kalmış tezkereye. Memlekete yolcu etmeden, pastahaneden bir kutu kuru pasta aldı ona, yolluk niyetine. Hiç komutan özür diler mi erden? Diledi. Yaşadığı bu olay ona yaşam boyu unutamadığı bir ders oldu. "Kabahat ne olursa olsun, karar vermeden önce dinlemek lazım." 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder