KATEGORİLER

22 Ağustos 2016 Pazartesi

INTERNETT


01/08/2016 Pazartesi, Tire

Yaylada canımı sıkan tek sorun internet. Bazı yolunda gitmeyen hususlar oluyor olmasına ama sabırla işimizi takip ederek sonuç almayı öğrendik sanırım. Saat dokuz olunca Telekom müdürünü aradım. Sözde bugün keşfe gelecekti. Hafta sonu gelmiş, keşfini yapmış meğerse. Samimiyetsizliği bundan belli zaten. Eğer yapıcı olsaydı keşif sırasında geleceğini haber verirdi. Efendim, internet bağlantısı için kablo çekemiyorlarmış, sadece telefon hizmetinden yararlanmak için bir yansıtıcı koyabilirlermiş.
Telekom müdürünün teklifini elbette kabul etmedim. “Genel müdürlüğünüze şikâyet edeceğim.” dedim. Hiç oralı olmadı, “Şikâyet edebilirsiniz.” dedi.
Yolu yapacak yüklenici yine sözünü yerine getirmemiş, makineyi göndermemişti. Tam Burak Beyi arayacaktım ki telefonum çalmaya başladı. Arayan kayıtlı bir numara değildi. Telefonu açtım. Karşımdaki genç erkek sesi beni yine şaşırttı. Superonline yetkilisi olan genç, modem bağlantısı için gelmek istediğini söyledi. Kablo bağlantısı bulunmadığını ve son bir hafta içinde olanları anlattım. O da geçen hafta gelen arkadaşı gibi Telekom Genel Müdürlüğüne şikâyet etmemi tavsiye etti.
Makine gelmemişti ama gelmesini de çok istemiyordum. Bütün işler birbirinin üzerine binmişti. Aşağı yaylaya gelen su kesilmiş, Salih Ustayı bekliyordum. Belki de en acil olan konu buydu. Yola başlasalar makinenin başından ayrılamayacaktım. Diğer önemli bir konu da belediyeye uğramam gerektiğiydi. Salih Ustayı aradım. Dün pazar olmasına rağmen çalıştıklarını söyledi. Doğrusu sözünü tutsaydı dün de gelebilirdi. Ama yine de aradığımda telefonu açan nadir adamlardandır Salih. Sabah arabasının vizesi varmış, daha sonra bana geleceklerini söyledi. Bu iş de öğleden sonraya kalınca eşimle birlikte şehir merkezine inmeye karar verdik.
Zeytin iyice alıştı yeni yerine. Gece kaçmasın diye bağlıyor, sabah erkenden çözüyoruz. Çarşıdan ona güzel bir tasma ve zincir aldık. Uzun bir zamandır ne eşim ne ben ekmek yiyoruz. Zeytin ekmeği sevdiğinden onun ekmeğini ihmal etmedik. Niyetimiz eve de uğramaktı ancak Salih’in dükkânının önünden geçerken az sonra yola çıkacaklarını söylemesi eve gitme işini yatırdı. Belediyeye uğrayıp oradan yaylaya çıkacağımızı söyledik Salih Ustaya.
Belediyede çok güzel karşılayıp ilgilendiler. Bundan sonraki aşamada yapılacakları anlattılar. İtfaiye ve emniyet ile yapılan yazışmalar fazla zaman alıyormuş. İmar durumu söz konusu oldu. İmar müdürlüğünden arkadaşların tespit için geleceklerini söylediler. Teşekkür edip ayrıldık. Yaylaya gelir gelmez Salih’e telefon ettim. Benden önce ekip gelmiş ve suyun kaynağına ulaşmak üzere yukarı yaylaya çıkmışlar. “Ben de geliyorum.” dedim. Büyük adımlarla yeni yoldan çıktım yukarı yaylaya. Henüz boruların nerede tıkandığını bulamamışlardı. Şansımız yaver gitti. Kısa bir süre sonra büyük havuzun yakınlarında bir kayrak taşını kaldırınca altında büyükçe bir toprak küp ortaya çıktı. Kaynaktan boruya alınan su küpe giriyor ancak çıkmıyordu. Küpün alt tarafından boruyu bulmaya çalıştılar. Uzun bir uğraşıdan sonra boru derinlerden çıktı. O noktada boruyu bıçakla kestiler. Hiç su gelmiyordu. Belli ki küpün çıkışı tıkanmıştı. Borunun içine budakları sıyrılmış uzunca bir ağaç dalı soktular. Dalı çıkartırken kocaman bir tomar ağaç kökü çıktı. Su önünü tıkayan ağaç kökünün alınmasıyla beraber gür bir şekilde akmaya başladı. Neyse ki kolay sayılabilecek bir şekilde bu önemli sorun çözümlenmiş oldu.
Aşağı yaylaya inip cep telefonundan Telekom Genel Müdürlüğüne on-line şikâyet yazısını yazıyorum. Konunun içine öyle dalmışım ki ne kapıdan ne de Taş Ev’in yanına kadar gelmiş belediye pikabının kornasını duyabiliyorum. Gelenler İmar Müdürlüğünden arkadaşlar. Müdür eski Taş Ev yıkılmadan önce gelmişti. Yenisi ile eskisi gözünün önünde canlandırınca gözlerine inanamadı elbette. Onlar da Taş Ev’i beğenerek ayrıldılar.
Artık kimse gelmez deyip demir kapıyı kilitliyorum. Eşime yardım etmek için biraz elma toplamasına yardımcı oldum. Sabah aradığında Burak Bey telefonuma cevap vermemişti. Yeniden aradım, yine cevap yok. Bana onu tavsiye eden genç bir arkadaşı aradım. “Bu adamın niyeti yok mu bu işi yapmaya.” diye sordum. “Ben konuşurum.” dedi. Beş dakika sonra Burak Bey aradı. Defalarca özür diledi, telefonumu açmadığı için. Operatör gelmemiş, telefonuna da cevap vermiyormuş. “Aynı senin yaptığın gibi değil mi?” desem cuk otururdu. Onun yerine “Burada herkes aynı senin operatör gibi değil mi?” dedim çekinerek.
Hava kararmaya yakın taş fırını yaktım. Patlıcanları közledim. Eşim de elmaları ayıklama işini yeni bitirmişti. Verandada oturduk Televizyonlar hala “milli irade” diyor başka bir şey demiyor. Gına geldi artık. Halkımız meğer ne kadar severmiş demokrasiyi (!)

ARTIK ZEYTİN'İMİZ VAR

30/07/2016 Cumartesi, Tire

Menemeni nasıl seversiniz? Domatesleri iyice pişmiş ya da diri? Yumurtanın beyazı pişmiş ama sarısı katılaşmadan? Eşim her zaman iki konuda beni eleştirirdi. Birincisi yemek pişerken tuz koymayı unutmam. İkincisi sebzeleri çok fazla pişirmemem. Bu kez tam onun istediği gibi bir menemen pişirmek istediğimi söyledim.
Soğan ve biberleri yeni öldürmüştüm ki telefonum çaldı. Arayan mobilyacıydı. Dün aldığımız dolabı getirmek istiyorlarmış. “Peki, gelin bakalım.” dedim. Ocağın altını söndürdükten sonra gidip demir kapının kilidini açtım.
Domatesler ağır ateşte pişerken dolapçılar geldi. Dolabı içerideki odaya taşıyıp gittiler. Onlar gittikten sonra unutmadan tuz ilave ettim yemeğe. Domatesler iyice eridikten sonra yumurtaları kırdım. Kahvaltıya başladığımızda eşime menemen konusunda fikrini sordum. “Tam istediğim gibi, bu sefer çok güzel olmuş, eline sağlık.” dedi.
Kahvaltıdan sonra yukarı yaylaya çıkıp kızılcık toplamayı düşündüm. Havuza hala az su geliyor ve bu durum canımı sıkıyordu. Orta yaylanın demir kapısını açtım. Boruların içi su dolsun diye buradaki vanayı kapattım. On beş dakika kadar bekledikten sonra boru ek yerini ve vanayı açtım. Biriken su tazyikle fışkırmaya başladı. Ne var ki su boşaldıktan sonra yine eskisi gibi iyice azaldı. Salih Ustayı aradım, mutlaka yarın sabah gelmesini ve sorunu çözmesini istedim.
Yukarı yaylada kızılcık toplamakla bitmiyor gibi. Küçücük şeyler zaten. Saat nasıl dört oldu anlamadım. Eşim aradı, aşağı ne zaman ineceğimi sordu. Dündarlı köyüne gidecek, hem oradaki mandıra ile konuşacak hem de geçen sene kestane toplarken bize yardımcı olan aileyi ziyaret edecektik. Tam çıkacakken, misafire yakalandık. Bir saat kadar geç çıkmak zorunda kaldık.
Sabahtan Burak Beyi aradım. Telefona cevap vermediği gibi geri dönüş de yapmadı. Eskisi gibi bu tür hareketler kızdırmıyor artık beni. Yola çıktık. Dündarlı köyü Güme ’nin ötesinde uzak bir köy. Yolları dar ve virajlı. Yükseklik derseniz Kaplan’dan çok daha yüksek. Güme ’yi geçtikten sonra Dündarlı sapağının az ötesinde mandıraya girdik. Sahibi yokmuş orada. Muhasebecisi ile konuştuk. Ayrıca patronun annesi bizi misafir etti karadut şerbeti ikram etti. Çok tatlı bir teyze. Eşi Hacı Dayıyı anlattı. Çok titiz biriymiş. Çalışanları titizliğinden bıkmış Hacı Dayının. Patronun telefonunu aldık. Biraz daha oturup yola çıktık. Dündarlı köyüne girerken eşim telefon etti tanıdıklara. İki aile de büyük bir misafirperverlikle karşıladılar bizi.
Gerçek bir dağ köyü hayatı yaşanıyor bu köyde. Buradaki süt bölgenin en iyi sütü. Zaten biz hazırlıklı gitmiş, süt bidonumuzu yanımıza almıştık. Köy kahvesine vardığımızda Yaşar karşıladı bizi. Sütün parasını bile almadılar. Köy yumurtası hazırlamışlar bizim için. Böyle dostlukları Kaplan köyünde göremiyoruz maalesef. İnsan garibanlaştıkça daha bir sevgi dolu oluyor demek ki…
Dündarlı’da benim telefon çekmiyor. Eşimin telefonundan Burak Beyi aradım. İzmir’de olduğunu söyleyerek, sabahki telefonuma dönmediği için özür diledi. Pazartesi sabahı makineyi ve filler için kamyonları yönlendireceğini söyledi. “İnşallah” dedim içimden.
Yaşar’ın evinin önündeki bahçede oturduk. Bize ikramlarda bulundu. Üç tane yavru köpek önümüzde maskaralık yapıyor. Eşim birine talip oldu hemen. Bizi kırmadılar sağ olsunlar. Yolda adını da koyduk. “ZEYTİN” . Bizim aileye bir kişi daha katıldı.

TAŞ EV KAYMAKAM BEYİ AĞIRLADI

21/08/2016 Pazar, Tire

Ticareti cazip kılan onun sürprizlere açık özelliği mi acaba? Belki. En iyisi rezervasyonlu çalışmak. "Adam gelmiş kapıya, geri mi çevireceksin?" diye soruyor eşim. Haklılık payı yok değil. Özellikle ilk günlerimizde insanlardan bunu isteyemeyiz. İnsanlar arabalarına atlayıp dere tepe geziyorlar. Biz de eskiden Tesadüfen tabelanız ilgilerini gezerdik hiç görmediğimiz yerleri. "Rezervasyonsuz kabul etmiyoruz kardeşim." demek ne kadar uygun.  Hiç beklenmeyen bir anda sekiz on kişilik grupların geldiğini düşünün. Zamana karşı yarış içinde küçük küçük kaplarda yirmi çeşit kahvaltılık hazırlamak ne de zormuş. Önceden hazırlamaya kalksan bu sefer gelen olmaz onca malzemeyi çöpe atmak zorunda kalırsın. Bunun üzerine bir de eleman eksikliğini koyduğunuzda durumun vahameti daha da iyi anlaşılacaktır.

Bugün günlerden pazar. Yoğun bir gün olmasını bekliyoruz. Dün Necla Ablalar üç kişilik rezervasyon yaptırdılar. Yanlış anlaşılmasın, Taş Ev'in misafirleri sadece tanıdıklar, akrabalar değil. Ancak Tire ile bağı olan herkes eşimle yaptığı bir iki sohbetten sonra akraba çıkmasalar bile komşu ya da ahbap çıkıyorlar. Yazımın ileriki kısmında böyle bir durumdan bahsedeceğim.

Sabahleyin gecenin yorgunluğunu atamamış bir halde sürünerek kalkıyorum yataktan. Alelacele yaptığımız kahvaltıdan sonra gidip taze ekmek almaya hazırlanıyorum. Telefonum çalıyor. Arayan saygı duyduğum bir dost. Kaymakam bey ve eşleri ile birlikte kahvaltı etmeye geleceklermiş. Eşime yetiştiriyorum hemen haberi. Tatlı bir heyecan başlıyor. Taş Ev kaymakam ağırlayacak. Ne şeref ne şeref. Daha önce tanışmamıştım Kaymakam Bey ile ama herkesin onun hakkında olumlu konuştuğunu biliyorum.  

Hemen ekmek almak için fırlıyorum. Ekmeği aldığım market sahibi kartımı istiyor. Herkes Taş Ev'i soruyormuş. Birkaç tane kartvizit bırakıyorum. Ekmekleri alıp aynı hızla yaylaya çıkıyorum. Henüz gelen giden olmadığına seviniyorum. Veranda sabah güneşini alıyor. Bu saatlerde avlu Taş Ev'in gölgesinde kaldığı için havuzun çevresi daha serin. Kaymakam Bey ve onunla birlikte gelecekler için iki masayı birleştiriyor ve masalara serpme kahvaltı çeşitlerini diziyoruz. İlk gelen onlar oluyor. Arkasından Necla Ablalar ama üç kişi yerine dört kişi.

Ondan sonrası rüya gibi. Rezervasyonsuz gelen kalabalık aileler için yapılan hazırlıklar, çaylar, kahveleri Taş Ev'i gezmek görmek isteyenleri gezdirmeler... Üst kattaki salon ve oradaki manzara bir başka güzel. Taş Ev, Kaymakam Bey ve diğer misafirlerin beğenisini kazanıyor.

Kahvaltıdan sonra güneş almaya başlıyor avlu. Misafirler güneşin tamamen terk ettiği verandayı dolduruyorlar. Kahveler içiliyor. Selçuk'tan genç bir çift geliyor arabalarıyla. Verandada yer yok. Avluda ağaç altında bir yer hazırlamak istiyoruz ama yine de bir miktar güneş alıyor. "Yukarı çıkabilir miyiz?" diye soruyorlar. Biz gezmek istediklerini düşünüyoruz. Ama onların düşünceleri farklı (!) Cam kenarındaki masalardan birine oturuyorlar. Böylece biz de yukarı salona ilk kez misafir kabul etmiş oluyoruz.

Masalarla özel olarak ilgileniyorum bu arada. Bir otomobil daha yanaşıyor. İlginçtir, onlar da yukarıyı görmek istiyor ve köşedeki masaya oturuyorlar. Arabalarının plakası ilgimi çekiyor. Yukarı çıkıp soruyorum. "Edineli misiniz?" "Hayır," diyorlar. "Arabayı Edirne'den aldık." Bozuntuya vermeden devam ediyorum. "Ben de sizi göçmen falan sanmıştım." diyorum. Evet, ben Selanik göçmeniyim." diyor, yanındaki genç hanım. Daha sonra Söke'de göz doktorluğu yaptığını öğrendiğim genç adam "Biz de Dimetokalıyız." diyor. Birden kanımız ısınıyor. Masalarına davet ediyorlar ve koyu bir sohbet başlıyor. Doktorun babası eski Halk Bankası müdürüymüş burada yıllar önce. Eşime haber veriyor, tanıştırıyorum. Bir anda hayret nidaları, bağrışmalar kahkahalar birbirine karışıyor. Doktorun yine kendisi gibi doktor olan ablası eşimin çocukluk arkadaşıymış meğerse. Hemen telefon ediyor İstanbul'da oturan ablasına. Eşimle konuşturuyor. Kırk yıldan fazla bir zaman geçmiş. Doktor duygulanıyor. Sen Söke'den kalk gel öylesine. Aşağıda birileri yolun en sonunda bir Taş Ev var. "Oraya gidin mutlaka" desin. Ve kırk yıldan fazla dostluklar canlansın. İşte budur. Seviyorum bu işi bu yüzden.

Kızım arıyor bir ara. Amcası ve Ece ile birlikte Çeşme'delermiş. Blog yazımı okumuşlar. "Elveda Güzel Vatanım" ın yazarı kim? diye soruyor. "Ahmet Ümit" diyorum saf bir şekilde. "Peki bloğunda niye Orhan Pamuk yazdın o zaman?" diye soruyor. O zaman anlıyorum yaptığım hatayı. Aklım başka düşünürken elim başka yazmış. Niyazi facebook'ta yorum bırakmış. "Sanırım Ahmet Ümit olacak yazarı Elveda Canım Vatanım'ın." demesine rağmen ayılmıyorum. Biliyoruz herhalde diye geçiyor aklımdan. Meğerse ben "Orhan Pamuk" yazmışım da adam beni düzeltmeye çalışıyor. Neden oluyor bu hatalar biliyor musunuz? Uykusuzluktan, yorgunluktan...Umarım okurlarım kusuruma bakmazlar bu dönem. Zira yayımlayamadığım bir sürü günlüğüm var daha.

Zeytin'den bahsetmeden olmaz. Misafirler rahatsız olmasın diye hep bağlı kaldı akşam vaktine kadar. Ortalık biraz sakinleyince çözüyorum bağını. Bir garip hareketlerle saldırıyor üzerime. Seviniyor mu, yoksa onu gün boyu bağlı tuttuğumdan dolayı bana kızıyor mu anlayamıyorum. Bir de o hengamede atladığım en önemli husus kaymakam dahil gelen misafirlerden en az bir kare fotoğraf almayışım...

21 Ağustos 2016 Pazar

RUHSAT İŞLERİ

29/07/2016 Cuma, Tire

Yaylada yaşamaya alışıyoruz. Sadece arada bir ihtiyaçlarımızı karşılamak üzere şehre iniyoruz. Bugün Cuma Pazarı, ben ona Küçük Pazar diyorum. Yola çıkmadan önce bir ihtiyaç listesi hazırladık. Belediyeye uğramak istiyorum. Şimdiye kadar belediyeden hiç kimse gelmedi.  Aybaşında gelin, Fen İşleri Raporu elimizde olur o zamana kadar demişlerdi. Gidip bir hatırlatmamız mı lazım?

Eşim geç kaldık diye söylenirken telefon geldi. Belediye Fen İşlerinden arıyorlar. Yaylada olup olmadığımızı soruyorlar. Kendilerini beklediğimizi söylüyorum. Zaten onlar da Kaplan köyündeymiş. Telefon ettikten birkaç dakika sonra geliyorlar. Gelenler üç kişi, hepsinin de suratları asık. Sanki gülümseseler görevlerini suiistimal etmiş olacaklar. Taş Ev’i gezdiriyoruz. İçlerinden biri video çekimi yapıyor. Kısa süren bir denetlemeden sonra raporun olumlu olduğu sinyalini veriyorlar.

Belediyecilerin gelişleri iyi oldu. Geliş zamanı belli olmadığından ha şimdi gelir, ha şimdi gelir diye gün boyu bağlanıyor insan. Kapıları kapatıp çıkıyoruz. İlk adres Pazar. Kurutmak için bol miktarda biber ve domates satın alıyoruz.

Şofbenin yanına bir dolap bakacaktık. Ölçülerini almıştım. İlk girdiğimiz mobilyacıda aradığımız ölçülere çok yakın bir dolap buluyoruz. Kısa bir pazarlık sonucunda güzel bir indirim yapıyor dükkân sahibi. Oradan çıkıp birkaç yer daha dolaşıyoruz. Bir yerde hamak görüyorum. Hemen onu da alıyoruz. Eşim telefonunu soruyor. Bana vermediğini söylüyorum. Her zamanki pratik çözüm yoluna başvuruyoruz. Numarasını çevirip sesi dinliyoruz. Arabanın içinden ses gelmiyor. Birden panikliyoruz.

Ne kadar dükkân ve pazar tezgâhı varsa gün boyu uğradığımız, teker teker gezip telefonu çaldırıyoruz. Telefon çalıyor fakat cevap veren yok. Esnaf moral veriyor. “Çaldığına göre henüz çalınmamış.” Peki, niye açmıyorlar o zaman? Kendimize moral veriyoruz. “Belki de açmasını bilmiyorlardır...”

Bütün yerler gezilip tekrar arabanın yanına dönüyor, telefonun kaybolduğuna ve onu artık bulamayacağımıza kendimizi iyice inandırıyoruz. Yine de bir ümit arabanın arka bagaj kapağını kaldırıp telefonu bir kez daha çaldıralım diyoruz. Derinlerden belli belirsiz bir ses duyuyoruz. Büyük bir rahatlama duygusu içinde bagajdaki eşyaları eşeliyoruz. En sonunda bagajda, eşyaların altındaki küçük bir poşetin içinde buluyoruz aradığımız telefonu.

Eve uğrayıp birkaç parça eşya alıp yaylaya dönüyoruz. Akşam saatlerinde eşim yorgun olurken bende tam tersi olur. Bu yüzden o öğlene kadar bütün işlerini bitirsin isterken benim günüm akşam saatlerinde başlar. Altmış beş kilo domates, on kilo biber nasıl kurutmaya hazırlanır? Pazarcı kasaları da bırakmamış, domatesleri kalın naylon torbalara boşaltmış. Eşime istirahat etmesini söyleyip işe girişiyorum. Az sonra eşim geliyor yanıma. Uyuyamamış. Israrla dinlenmesini istememe rağmen bir bıçak da o alıp domatesleri kesmeye başlıyor. Gece geç vakitlere kadar işin üçte ikisi bitiyor, domatesler terastaki ızgaralara seriliyor. Biberlerin bir kısmını da o yattıktan sonra ipe diziyorum.

MASKOT

20/08/2016 Cumartesi, Tire

Sabahları doğal olarak bir yoğunluk yaşanıyor burada. Eşim sabah erkenden kalkmış ve bir sürü hazırlık yapmış. Bana sadece domates ve salatalık söğüşlerin hazırlanması kalmış. Çay ocağının altının yakılmadığını görünce hemen düğmeyi çeviriyorum. Bugün değişik bir kahvaltı yapmaya karar veriyoruz. Değişik derken bize göre değişik elbette.
Aylardır kahvaltılarımızdan ekmeği kaldırmıştık. Eşim nohut mayalı ekmeği tercih ederken ben normal ekmek yemek istiyorum. Ekmekleri tost makinesinde ısıtıyoruz. Yine aylardır her sabah menemen, omlet gibi yumurtalı yemekler yerken bu kez yumurtayı menümüzden çıkarıyoruz. Bu değişikliğin arka planında eşimin "Bir an önce kahvaltı faslını bitirelim." kaygısı mı var acaba diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Hüseyin gelir gelmez teşhir dolabını temizlemesini istiyoruz.

Kahvaltıdan kalkar kalkmaz kapıdan sesler geliyor.  Çoluk çocuk kalabalık bir grubun bize doğru yaklaştığını görüyoruz. Çay henüz demlenmemiş. Ufak çaplı bir panik yaşıyoruz ama eşimin tedbirli davranıp ön hazırlık yapması sayesinde kolayca durumu kurtarıyoruz. Çocuklar uzakta bir ağaca bağladığımız Zeytin'e büyük ilgi gösteriyor. Anlaşılan onun sayesinde epey müşteri çekeceğiz. Çocuklar gidene kadar yaptığı maskaralıklarla onları eğlendiriyor.

Öğleden sonra hiç beklenmedik bir anda yağmur atıştırmaya başlıyor. Terasta kurumakta olan biberler geliyor aklıma. Hüseyin'e seslenip biberleri içeri almaya çalışıyoruz. Neyse ki tam zamanında kurtardık diye sevinirken yağmur birden kesiliyor. Onca telaşımız boşa gitmiş oluyor. Akşama doğru Taş Ev civarında temizlik ve düzenleme işlerine girişiyoruz. Mesai bitiminde Hüseyin'i gönderiyoruz. Eşim yine mutfakta yarına hazırlık yapıyor. Ben de ona katılıyorum. Yarın çay ocağının altını yine yakmayı unutmazsak önceden hazırlanabileceklerin hemen hemen hepsi hazır.

Ne kadar yoğun olsam da günlük yazmayı ihmal etmiyorum. Bir de Ahmet Ümit'in "Elveda Güzel Vatanım" kitabından en az bir bölüm okuyorum. Kalın bir kitap. Bu okuma hızıyla uzun bir süre elimde kalacak gibi.

20 Ağustos 2016 Cumartesi

BİR ADIM DAHA

19/08/2016 Cuma, Tire

Her sabah olduğu gibi kahvaltımızı yaptıktan sonra Zeytin'le birlikte demir kapıyı açmaya gidiyoruz. Hoplaya zıplaya koşarak bana yoldaşlık ediyor. Kapıyı açıp havuza su geldiğinden emin olduktan sonra geri dönüyoruz. Erkenden gelen elektrikçiler dün bıraktıkları yerden çalışmaya devam ediyor.

Bugün yapacaklarımın listesini hazırladıktan sonra ustalık belgesi için İbrahim Usta'yı arıyorum. Saat on birde buluşmak üzere sözleşiyoruz. Az sonra Hüseyin'in motor sesi duyuluyor. Dün zeytinleri sulasın diye erken göndermiştim. Bu yıl susuz kalmışlardı. Damlama borularla su ulaşmayan yerlere kovayla su taşımış. Bütün fidanları güzelce suladığını anlatıyor. Hatta kurudu dediğimiz fidanların köklerine bıçakla çizik atmış. "Bundan sonra güzel sulanırsa hepsi tekrar canlanır bunların." diyor. Bu habere çok seviniyorum. Çavuşlar köyünden teker teker sökmüştük o fidanları. Sonra traktörün arkasında köy meydanına, oradan kiraladığım bir pikapla Kaplan köyüne getirmiştim. Teker teker açtırttığım çukurlara özenle yerleştirilen iri gövdeli fidanlara ilk can suyunu verirken de oradaydım. Geçen sene köy çeşmesine gelen suyu kullanıp iyi kötü sulatmıştım ama bu sene köyün suyu iyice azaldığından Soner'in evinden aldığımız şebeke suyunu kullanıyoruz.

Şehre iner inmez ilk olarak yeniden yayımlanan zayi ilanını almak üzere yerel gazeteye gidiyorum. İlan istediğim gibi çıkmış. İki nüsha gazete veriyorlar elime. Muhasebecinin hazırladığı dilekçeyi alıp vergi dairesine götürüyorum. İstediğim zayii belgesini veriyorlar. Belgeyi alıp hızlı adımla Ozan'ın yanına giderken İbrahim Usta telefon ediyor. Noterin önüne gelmesini söylüyorum. Noterde hemen bir yazı yazılıp istediğim belge veriliyor.

Geçen hafta tanıştığım banka müşteri temsilcisinin yanına gidiyorum. Banka gerekli işlemleri yapıyor. Bir sürü evrak imzalıyor, eve uğrayıp yine birkaç parça eşya alıyorum. Yaylaya çıkıyorum. Bilgisayarımı açmadan önce terasta  pazardan aldığım acı biberleri ızgaralara diziyorum. Ufak oldukları için zor ve zaman alıcı oluyor. Güneş yakıyor. Birkaç günde kurur bunlar.

Elektrikçiler yol boyunca diktiğimiz aydınlatma direklerine kabloyu çekmiş, direklerin tepelerine fenerleri oturtmuş. Konteynırların elektrik bağlantılarını da yaptıktan sonra gidiyorlar.

Akşama yine hijyen kursu var. Eşim biraz daha domates alalım diyor. Erken çıkıp önce pazara uğruyorum, domates için. Kursun verildiği Anadolu lisesine tam saatinde varıyorum. İki saatlik kurs tamamlandıktan sonra bir kadın yaklaşıyor yanıma. Halk Eğitim müdürü bahsetmiş bizden. Taş Ev'in mutfağında çalışmak istiyormuş. Telefonunu alıp deftere kaydediyorum. Geç vakit dönüyorum yaylaya. Ben kursta iken Yücel Usta gelmiş, çay ocağı davlumbazının bacaya bağlantı borularını yapmış. Böylelikle ruhsat için başka bir eksikliğimiz kalmamış oluyor. Pazartesi günü önce itfaiyeye istedikleri her şeyi tamamladığımızı söylemek ve onlara bunu göstermek gerekecek. 

19 Ağustos 2016 Cuma

KOŞTURMAYA DEVAM

18/08/2016 Perşembe, Tire

Sabah keyifli bir kahvaltı sırasında bugünün ajandasını kuruyorum kafamda. Ustalık belgesi tamam gibi. Gazetede zayi ilanı çıkmış olmalı. Onu alıp vergi dairesine götüreceğim. Ozan işleri bugün bitirse banka işlemleri başlayacak. 

Kahvaltı hazırlığının yanı sıra artık başka görevlerim var. Zeytin'in mamasını hazırlamak, suyunu tazelemek ve onu özgürlüğüne kavuşturmak. Saat sekiz buçuğa doğru birlikte bahçe girişindeki demir kapıyı açıyoruz. Bazen benim önümde bazen arkamda koşuyor. Zaman zaman oturup bekliyor. Ben biraz uzaklaşınca olanca hızıyla ve nefes nefese geliyor yanıma. Demir kapıyı açtıktan sonra biraz dışarı çıksa da fazla uzaklaşmadan dönüyor yanıma. Hazır gelmişken yolun kenarındaki havuza göz atıyorum. Eğer depodan su taşıp havuza geliyorsa asayiş berkemal.

Yok, havuza su akmıyorsa bunun iki nedeni olabilir. Ya depodan fazla su çekilmiştir ya da yukarıdan gelen suyun geçtiği borularda bir problem vardır. Genellikle harcanan su gelen sudan fazla olduğunda (ya avlu yıkanmıştır, ya süs havuzu doldurulmuştur) depo dolana kadar havuza su akmaz. Ama bu değilse neden canım sıkılır. Yukarı yaylaya çıkılacak, borunun neresi patladı, neresi katlandı ya da neresi tıkandı diye uğraşılacak.

Zeytin'in yoldaşlığında gittiğimiz kapının yanında havuza su aktığını görünce rahatlıyorum. Kahvaltımızı yaptıktan sonra Hüseyin gelmeden önce yanında iki çocukla Elektrikçi Ali'nin adamı Kamil giriyor içeri. Önce acil durum çıkışını gösteren ışıklı levhaların montaj yerlerini gösteriyorum. Aynı bölgeye elektrikler sönünce çıkışı aydınlatması için birer ışıldak koymasını istiyorum. Bu işleri tamamlandıktan sonra yol kenarı aydınlatma direkleri ile konteynırların elektrik, su bağlantıları yapılacak. Gerekli malzemeleri almak için dükkana gideceklerini ve yarım saat sonra döneceklerini söylüyorlar.

Şehre iner inmez gazeteye koşuyorum. Kayıp ilanı ve eleman aradığımızı gösteren ilanımızda çıkmış bugünkü baskıda. İki nüsha gazete alıp muhasebeciye gidiyorum. Vergi dairesine yazar kasa ruhsatının sahibi dilekçe verecekmiş. Oğlumun üzerine kayıtlı yazar kasa. Ruhsat da onun üzerinde. Adam nasıl gelsin şimdi Umman'dan buraya? Bazen şaşırtıyor devlet baba. Kapatılan bir yazar kasa yeniden açılacak, vergi toplayacaksın işte. Silah ruhsatından önemliymiş yazar kasa ruhsatı. Kim bilir nerede atıldı çöpe? İşyeri için yaptırdığım kaşeyi alıyorum. Oradan çıkıp berbere uğruyorum. Çok methettiği aşçıya karısı izin vermemiş. Kocasını erkenden evde görsün istermiş. Böyle karısının sözünü dinleyen erkek var mıydı burada? Belgeyi verecek amcası telefona cevap vermiyormuş. Bir kez daha ben yanındayken arıyor. Bu sefer açıyor amca telefonu. Bahçeye gidiyormuş. Akşama doğru berberin yanına uğrayıp meseleyi bir konuşalım demiş. Yok bu amcadan bize hayır gelmeyecek. Öğle tatili giriyor araya.

Öğleden önce birkaç telefon görüşmesi yapmış, oda başkanını aramıştım. İzmir'de imiş, bakan karşılıyorlarmış. Bu sefer sekreterini arıyorum, öğle tatiline girdiği için cevap veren olmuyor. 

Tam bir saat zamanım var diye seviniyorum. Evi arayacağım yeniden. Belki de ruhsatı bir taraflardan bulur çıkartırım. Olmuyor. Tam evin önüne geliyorum. Cebime elimi attığımda anlıyorum anahtarın cebimde olmadığını. Yaylada unutmuşum. Eve giremeden dönüyorum yaylaya. 

Hüseyin avluyu yıkamış. Geldiğimde onu elinde sigara çay içerken buluyorum. Bana da bir bardak getiriyor. Çay içeceğimden değil, mesele gönül almak.

Yukarı çıkınca gerisin geriye aşağı inmeyi çekmiyor canım. Eşim akşam verilecek hijyen kursunu hatırlatıyor. Yarım saat öncesine saat 18.30 a kuruyorum saatin alarmını . Bunu yapmasam kesin unuturum. Odanın sekreterini arıyor ve belgesini verecek ustanın telefon numarasını alıyorum. Berber arıyor, amcası belgesini başka bir yerde kullandırıyormuş. Benim için "Başka yerden bulsun." demiş. Berber işimi görmediği için özür üstüne özür diliyor. Olmayacağını bildiğim için bu haber moralimi bozmuyor.

Yok aşağı inmeyeyim bugün. Nasıl olsa yarın gazeteye uğrayacağım. Belge işini de yarın halletsem iyi olacak. Hüseyin dikilmiş bekliyor. Çarşıdayken telefon etmiş, "Havuza su gelmiyor, istersen yukarı yaylaya bir çıkıp bakayım." demişti. Ben de "Belki depo doluyordur. Sabah havuza su geliyordu, yukarı çıkmana gerek yok, ben gelince birlikte bakarız duruma." demiştim. Hüseyin'e tekrar soruyorum. "Havuza su geliyor mu?" Gülerek geldiğini söylüyor.

Sabah erkenden geldiklerinde malzeme alıp yarım saate kadar dönüyoruz diyen elektrikçiler hala yok ortada. Telefon üstüne telefon ediyorum. Sonunda gelip çalışmaya başlıyorlar. Yücel Usta'dan da henüz haber yok.

Bugün sakin, gelen giden pek yok. Verandadaki masalardan birine yerleşiyorum. Bilgisayarımı açıyor, geçmişte yayımlayamadığım yazılarımı gözden geçirip yayına veriyorum. Zaman hızlı akmaya başlıyor. Hüseyin "Siz buradaysanız ben gidip zeytinleri sulayayım, ihtiyaç olursa telefon edersiniz." diyor. Bugün için iyi bir öneri. "Tamam Hüseyin, sen zeytinleri sula." diyorum.

Aniden telefonumun alarmı çalıyor. Hijyen kursunun başlamasına tam yarım saat var. İyi ki kurmuşum alarmı. Kesin kaçırırdım. Apar topar hazırlanıp çıkıyorum yola. Kursun verileceği Anadolu lisesine gidiyorum. Bir sınıf dolusu katılımcı. Çoğu fabrikalarda çalışan kişiler. Lisenin biyoloji öğretmeni veriyor kursu. Yarın da aynı saatte ikinci bölümü verilecekmiş. Kursun ilk konusu mikrop türleri: bakteri, virüs, mantar, parazit. Yıllar sonra öğrenci sıralarına oturuyorum. Hoca anlatıyor: "B12 eksikliği kansızlık yapar." Kadınlardan birisi atılıyor ortaya "Hocam bende de var kansızlık". Hoca anlatırken dikkatleri toplasın diye sınıfa sık sık soru yönlendiriyor. "Mikrop nerelerde bulunur bilen var mı?" Herkes birbirine bakıp gülümsüyor. "Peki, sınıfta mikrop olduğunu düşünüyor musunuz?" Bazıları gülüyor sinsi sinsi. "Olabilir hocam." Hoca toparlıyor durumu. "Yok öyle demek istemedim, mikroplar gözle görülmez." Cevap veriyor kadının biri yine. "Biliyoruz hocam, onlar belli etmez kendilerini."

Saat akşam dokuzu geçtikten sonra çıkıyoruz okuldan. Eve uğrayacaktım. Eşim yana yakıla beni arıyor. Telefonu sessize aldığım için duymamışım. "Gel artık sıkıldım." diyor. Bir çeyrek sonra oradayım." diyorum. Elektrikçiler direklerin yarısını bitirmişler, ışıkları açıp gitmişler. Bu ışık selinin arkasında karşıdan saray gibi görünüyor Taş Ev. Bahçeye girer girmez kapatıyorum fazladan yanan ışıkları, gelecek faturayı düşünerek.  

Verandaya açılan kapının demir korkulukları kuruyan biber ve nanelere iyi fon oluşturdu. Baktıkça içim açılıyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde soruyorum kendime, yarının en önemli işi ne diye. Yazar kasa mı? yoksa ustalık belgesi mi? Galiba yazar kasa işi daha uzayacak. Jandarma da denetleme için şimdiye kadar gelmeliydi. Kaymakamı ziyaret mi etsek?

Dün üşümüş içeri kaçmıştım. Bu gece hava öyle güzel ki...