KATEGORİLER

12 Mart 2019 Salı

Hiç bir insanı öldürdünüz mü?

Uzun bir ara verdim yine. Nihayet kırdım zincirimi. Uzun zamandır "Quora" yı takip ediyorum. İlginç sorulara daha ilginç cevaplar veriliyor bu platformda. Sadece İngilizce dilinin kullanıldığı bu web sitesi oldukça ciddi çalışıyor ve sorulara verilen cevaplar referans gösterilerek ya da fotoğraflarla destekleniyor. Bozuk dil ve gramer kullanımına, laf olsun diye gayr-ı ciddi cevaplara veya kötü amaçlı kullanımlara izin vermiyor yönetim. Aklınızdan geçen ve merak ettiğiniz bir soruya dünyanın değişik milletlerinden tarafsız ve sağlam cevaplar gelebiliyor. Özellikle Türkiye ile ilgili bir soruya yabancı bakışıyla verilen cevaplar ilgimi çekiyor ama bu sefer ultra ilginç bir soru ve ona verilen cevaplar beni çekti kendine. Soruyu başlığa koydum. Verilen cevaplardan bir tanesinin ilk cümlesi oldukça şaşırtıcıydı. Uzun bir hikaye fakat sonuna kadar okumaktan kendimi alamadım. Sonra da Türkçeye çevirip burada paylaşmak istedim. Bir Amerikan vatandaşı son derece duygusal ve destansı bir şekilde içini döküyor. Soruyu tekrar hatırlatarak başlayalım.

HİÇ BİR İNSANI ÖLDÜRDÜNÜZ MÜ?

Evet, annemi...
Ortaokula giderken anneannemin felç geçirdiğini anımsıyorum. O yaşımda inmenin kötü bir şey olduğunu biliyordum ancak tam olarak ne manaya geldiğini asla anlamamıştım. Yine hatırladığım kadarıyla annem bir bakım evinde onu sık sık  ziyaret etmek zorundaydı. Ziyarete giden tek kişi annemdi ve teyzemle amcam onu yalnız bıraktıkları için sık sık söylenirdi. Bu sefer ilk kez yanında götürmüştü beni. Hatırlamaya çalışıyorum ama aklımda kalanlar net değil: cansız yatan anneannem, beyin ölmüş ve onunla konuşmaya çalışan annem, aşırı derecede bitkin, yenilmiş. Ortamda dışkı ve ölüm kokusu var sanki. Annem sık sık sonunun bu şekilde olmasını arzu etmediğini, benzer bir durumun başına gelmesi halinde onu öldürmem için kesin söz vermemi isterdi. Bu konular için çok küçüktüm ve henüz bunları düşünecek durumda değildim.

Üniversiteyi bitirdikten sonra annemden uzakta yaşamayı düşünmüyordum, babamı kaybedeli çok zaman olmuştu. İlk torunu gibi sevdiği Akita cinsi köpeğimle birlikte anneme uğrardım sık sık. 20'li yaşlarımın sonuna doğru hayalimin ötesinde birbirimize yakınlaştık ve birlikte çok daha fazla zaman geçirmeye başladık. Müthiş bir kadındı. İş hayatına atılıp yaşamın gerçekleriyle boğuşmaya başladığım ana kadar fark edememiştim bunu. Gençlik yıllarımda hayat hakkında düşündüğümden daha fazla bilgi sahibi, çok yer gezip görmüş, dünya gerçeklerini özümsemiş biriydi o.

2004'te test yaptırmak için kendisini hastaneye götürmemi istedi. Çıkan sonuçlar, kalın bağırsağında iyi huylu bir tümörün tespit edildiğini gösteriyor ve ameliyat öneriliyordu. Geriye dönüp baktığımda yanlış doktorla yanlış yönlendirildiğini düşünüyorum. O her zaman bir şeyin korkusuyla yaşamaktan ziyade onunla yüzleşmeyi tercih ederdi. Bu yüzden hemen ameliyat için gün aldı. Başka bir yerden görüş almaya gerek duymadı, sadece pembe dizilerindeki iyi görünümlü doktora inanmıştı o.

Ameliyattan sonra bağırsak hareketini görmek için dışarı çıkması gerekiyordu ki eve dönebilelim. Fakat beklediğimiz olmadı. Sadece o da değil, sık sık spazmlar girip ağrılar içinde kıvranmaya başladı, sürekli olarak ağrı kesiciler istiyordu (hiç yapmadığı bir şeydi bu, asla kendi isteğiyle ilaç kullanmamıştı o ana kadar). Beklenmeyen bu davranışını çektiği ağrılara bağlamıştım.

Hastanede geçirdiğimiz üçüncü günde annemin yanında ona refakat eden agresif kız kardeşi, annemin niye bu durumda olduğunu sordu cerraha, olan biteni öğrenmek için doktoru iyice sıkıştırdı. İstediği açıklamaları alamayınca sorularına açıkça cevap verilmesini istedi. Şaşırıp kalmıştım öyle, bu konularla ilgili hiçbir bilgim yoktu, annemin körü körüne inandığı sağlık sistemine ben de aynı derecede bağlanmıştım. Teyzem ertesi gün annem iyileşmezse onu başka bir hastaneye nakletmemiz gerektiğini söylediğinde ben hala olan bitenin farkında değildim.

Sabahın 4'ünde her zaman yaptığım gibi annemin yanına geldim. Gözlerini kapatmış, yatağında uzanıyordu. Sağ elinin parmakları hareket ediyordu. Aşağı salona indim ve çığlık atarak yardım istedim. Korkunç bir şeyler olduğunu biliyordum. İki dakika sonra hemşirenin biri beni sakinleştirip olan biteni nihayet anladı ve hemen harekete geçtiler. Ama artık çok geçti...

O gece bütün aile toplandı, komaya giren annem yoğun bakım ünitesine alındı. Felç geçirmişti. Bizim için büyük bir yıkımdı bu. Ameliyattan önce kullandığı ve kanında daha çok pıhtılaşmaya neden olduğunu söyledikleri Plavix adlı ilacı kesmesi gerekiyordu. Ben bu ilacı kullandığını dahi bilmiyordum. Bundan başka felç geçiren hastalara verilebilecek kan inceltici "pıhtı avcıları" olduğunu söylediler ama yeni ameliyat olduğu için annemde bu iç kanamaya neden olabilecekti. Hastalığını seyri iyi değildi ve gittikçe daha da kötüleşiyordu.

Yaşım ilerledikçe onun iradesi ve yaşama bağlılığı gibi konularda sohbet etmiştim annemle. Eğer günün birinde felç geçirmesi halinde onu öldürmemi her istediğinde vasiyetine yazdığı takdirde bunu yapabileceğimi söylemiştim. Hastanede geçirdiğimiz süre boyunca her yerde Terry Schiavo'nun öyküsü canlanıyordu gözümde. Ona inme geldikten bir gün sonra isteği üzerine eve dönüp kasasına baktım. Kasayı buldum. Vasiyeti aradım. Yerinde yoktu. Avukatı ile irtibata geçtiğimde, vasiyetin bir kopyasını anneme gönderdiğini ama ondan geri alamadığını söyledi. Kahretsin (!)

Önceleri aile desteğini benden esirgemedi ama esas yük benim omuzlarımdaydı. 33 yaşındaydım ve ortağı bulunduğum bir şirkette başkan yardımcısı olarak görev yapıyordum. Bundan başka herhangi bir sorumluluğum olmamıştı o ana kadar. Aşırı dindar bazıları ona dua ettiklerini ve iyileşeceğinden emin olduklarını bilmemi istediler. Ben ise bundan pek emin değildim. Doktorlarından onu yaşam desteklerinden çıkarmalarını istedim. Onlar bunu yasal bir vasiyet olmaksızın yapamayacaklarını söylediler. Bazı avukatlara danıştım, bu kez şansım yaver gitmiş görünüyordu.

Yoğun bakımda 30 gün geçirdik. Ameliyat ve felç olmasının üstüne bir de mikrop kaparak MRSA ile sarsıldı. Hayatımın en kötü anlarını yaşıyordum, komada yatan şişmiş bir vücut, her taraftan sarkan tüpler... İnmenin son derece ciddi olduğu ama bir "mucize" gerçekleşerek sonradan aldığı enfeksiyondan değil ama inmeden kurtulduğu söylendi. Yaşamı sona erdiğinde annesi gibi sebze olacağını söylerdi bana. Ancak daha da kötüsü oldu, onu bakım evine yatırmak zorunda kaldım. Onun gibi akut hastalara yer verebilen tek yer annesinin öldüğü bakım eviydi.

30 günün sonunda mikrobu atmıştı ve artık onu hareket ettirmenin zamanı gelmişti. Sabah onu yürütmeye çalışırlarken oradaydım. Sonunda biraz daha iyi görünüyordu. Biraz... Hastaneden taburcu edileceğini ve hep onunla birlikte olacağımızı ve onu sevdiğimi söyledim. Bir süre sonra otuz günden beri ilk kez gözlerini açtı ve bana "Seni seviyorum" diye mırıldandı. Yüreğim adeta kanatlandı. Belki bir ümit ışığı belirmişti (!) Onunla yeniden iletişim kurmaya çalıştım ama o yine 30 gün boyunca yaşadığı belirsizlik sürecine geri döndü.

Dışarı çıktım ve ailemden yakınlarımı aradım, mutlu oldular. Geri döndüğümde asansörün önünde nöroloğu beni rahatlamış bir şekilde gördü. Neden bu kadar mutlu olduğumu sordu ve ben de söyledim. Bana inanmadı ve beyninde oluşan hasar göz önüne alındığında böyle bir şeyin neredeyse imkansız olduğunu söyledi. Hastayı gelip görmek istedi. Odasına yaklaştığımızda küçük el fenerini çıkardı ve yüksek sesle şunları söyledi: "Bayan Wiley, Bayan Wiley beni duyabiliyor musunuz?" Beni duyabiliyorsan başını salla. Cevap yok. Bana dönerek bazen istediğimiz şeyleri gördüğümüzü ancak en doğrusunun gerçekleri kabullenmek olduğunu söyledi. Onu geri iterek anneme yumuşakça seslendim. "Anne beni duyabiliyor musun?" Başını salladı ve gözlerini açtı. "O kim?" dedi belli belirsiz. Hiç kimsenin önemi olmadığını zaten az sonra onun da ayrılacağını söyledim. Doktordan bizi yalnız bırakmasını istedim. Doktor el fenerini indirdi ve yaşamı boyunca gördüğü en büyük mucizeye tanıklık ettiğini söyledi. Benim beklentim ise çok daha fazlasıydı.

Bakımevi kabus gibiydi. Bana hastanedeki bakım standardının ne kadar kötü olduğu söylendi ve yapmam gerekenler anlatıldı. Başhekim gerçekçi bir adamdı, umut vadeden haberler vermesi için pohpohladım onu ama cevabı "Göreceğiz." oldu. Sol tarafı tutmuyor, ağzında ve burnunda respiratör takılı, tüple besleniyordu. Hastalık hakkında her şeyi okudum ve her gün kendisini ziyaret ettim. Bakımevinde ona yeterince itina gösterilmediğini ve acilen yanına yardımcı getirmek gerektiğinin fark etmiştim. İdarecilerle mücadele etmeye başladım. Bana savaş açtılar. Avukatlarımı getirip ihlal ettikleri yasaları hatırlatıp tehdit ettikten sonra geri adım attılar. Sadece birkaç ay sonraki doğum gününde onu eve götürmeye karar verdim.

Bu arada şunu da belirtmeliyim ki annemin dar günler için kenara koyduğu bir parası olduğu için şanslıydım. Bu bana farklı yerlerden görüş almama ve onu eve getirme konusunda gerçekçi bir yol izleme esnekliğini sağladı. Önce respiratörünü çıkardım. Ondan daha kötü bir şey yoktur. Asla bu kadar kötü hiç bir şey olamaz. O zaman güç bela yazı yazabiliyordu, ancak sadece sayfanın sağ alt kısmına kısa bir şeyler karalamıştı. Adını yazıp imzalamıştı. Böylece onun vekaletnamesini ve sağlık konusunda vekilliğini aldım. Buradaki terapinin berbat halini göstermek için kendi yakınlarımızı çağırdım ve zaman içinde cihaz olmaksızın nefes almaya ve konuşmayı başardı (!)

Ekseriyetle saçma sapan konuşuyordu ama bazen konuştukları bir anlam ifade ediyordu. Apansızın benden onu öldürmemi istedi. Bunun mümkün olmadığını söyledim ancak o bunu hemen unuttu. Beynindeki hasar büyük olduğu için mantıklı konuşma yeteneği gidip geliyordu. Bazen çok komik şeyler yapıyordu, buna çok üzülüyordum ama kendimi gülmekten alıkoyamıyordum. Sık sık yastıkla onu boğmamı isterdi, ben bu konuyu yarın konuşalım diyerek geçiştirirdim. Bu zorlu yolculukta ona ihtiyacım vardı. Olanı biteni bütün aile ve doktorlar izliyordu. Merak ediyorsanız, evet onu bu duruma sokanları dava etmeye çalıştım, ancak inmelerde doktor ihmalinin kanıtlanması zor görünüyordu. Zengin bir bölgede yaşıyoruz, bu tür yerlerde şüphesiz jüriler doktorların tarafında yer alacaktır. Yani bu tür bir davayı kabul edecek bir avukatlık bürosu bulmak hayli zor. İşime bakmaya karar verdim, yapılacak daha önemli işlerim vardı.

Doğum gününden tam iki gün önce onu eve getirdim. İnme başlayalı tam altı ay olmuştu. Bakımevinde bakımın nasıl yapıldığını iyice öğrenmiştim. Aslında o kadar karmaşık değildi zaten. Bunu yapabileceğimiz konusuna kanaat getirdim. Yaş gününü evde aile fertleriyle birlikte kutladık, aslında kutladığımız onun bizden ayrılışıydı, ama o bunun farkında değildi.

İşin en zor kısmı iyi bir destek alabilmekti. Evde verilen sağlık hizmetleri yetenek ve iş ahlakına göre değişiklik göstermekte. Bunun için çok para harcadık ama gerçekten oldukça zorlu bir işti bu. Devamlı altı temizlendi. Acı ama gerçek... Annem geçirdiği felci sanki ayağı uykuya dalmış gibi tanımlardı. Ona dokunmazsan sorun yok ama hareket ettirdiğin takdirde fena halde can yakar. Onu usulünce hareket ettirebilen, canını yakmayıp öfkelendirmeyen yardımcılara ihtiyacım vardı. Fena halde sinirlenir yardımcıyı suçlardı. Sonunda ona biraz ilaç verdim, bu büyük fark yaratmıştı. Yine de yetmişten fazla yardımcı kadın işe aldım, işine son verdim, bunların bazıları hakkında sayfalar dolusu yazabilirim. Neler, neler...

Neredeyse dört yıl boyunca bu böyle devam etti. Bütün bu işlerin arasında nişanlandım ve daima yanımda bana destek olan mükemmel biriyle evlendim. Ona birkaç kez genç ve güzel olduğunu istediği gibi bir hayat sürmesi gerektiğini oysa benim yetmişinde felç geçirip yatağa düşen annemle ilgilenmek zorunda olduğumu söylemiştim. O da bana annesinin bir erkeği değerlendirmek için her zaman kendi annesine olan davranışına bakılması gerektiğini hatırlatır ve benim kadar iyi bir evlat görmediğini söylerdi. Böylece yanımda kalmayı tercih etti.

Ayrıca işimde kariyerimi de kaybetmek zorunda kaldığımı eklemeliyim. Her sabah ve geceleri anneme gittim, olabildiğince yanında geçirdim vaktimi. Arkadaşlarım benim de hayatımı yaşamaya ihtiyacım olduğunu söylediler. Kaldı ki annem de böyle yapmamı istemezdi. Ailem aynı şeyleri söyledi. Ben onlara dönüp dedim ki, eğer o yatakta yatan ben olsaydım annem benim yaptıklarımın aynısını hatta çok daha fazlasını yapardı. Ve bu durum böylece devam etti gitti...

Yine bir gece ziyarete gittiğimde yatağında oturur pozisyonda gözlerini bir noktaya odaklamış halde buldum onu.
"İşte geldin, bekliyordum seni" dedi.
"Üzgünüm anne, elimden geldiğince acele ettim." dedim.
"Beni üç aydır nasıl böyle yalnız bırakabildin?" diye sordu. (Neredeyse dört yıl olmuştu.)
"Affedersin anne." dedim.
"Senden beni öldürmeni istemiştim. Şimdi al şu yastığı ve boğ beni. Seni ancak öyle affederim." dedi.
"Üzgünüm anne. Bunu şimdi yapmam mümkün değil ama sen bana yarın hatırlat, ne yapılabilir bakarım." diye cevap verdim.

Saatler, saatler boyunca konuştuk. Ne bir karışıklık ne de saçmalama. İşte % 100 bu benim annemdi. Bu bir hayaldi. Eve geç döndüğümde eşim bu vakte kadar ne yaptığımı sordu. "Annemle sohbet ediyorduk, hem de eskiden olduğu gibi. Sanki bir şeyler hafızasına geri gelmiş gibi... İlla kendini bana öldürtecek."  

Ertesi gün aklı hala aynı yerdeydi ve açıkça istediğinin hemen yapılmasını istiyordu. Bu yüzden birkaç yıl önce değiştirdiğim işgüzar doktoru aradım ve bana yapılacak tek şeyin beslenme tüpünü çıkarmak olduğunu bunun için eğer akıl sağlığı yerinde ise onun rızası gerektiğini söyledi. Ancak ilk olarak onu görmek istedi. (Artık biz bile onu nadiren görüyoruz, benim gayem annemi mikropların cirit attığı hastanelerden ve doktor muayenehanelerinden uzak tutmaktı)

Doktoru ziyaret ettik, annemin zihinsel faaliyetlerinin yerinde olup olmadığını belirlemek için bir uzman psikiyatrı aradı. Otuz soru sordular. Bütün cevapları doğru bildi. Teyzem hayrete düşmüştü, çünkü o dahi birkaç soruyu yanlış cevaplamıştı. Daha sonra avukatımı çağırıp üzerime aldığım sağlık vekaletini iptal ettirdim, vicdanım rahat, bu sadece onun kararı olacaktı şimdi. Ne yazık ki ona gerektiği gibi bakamadığımı ve bir bakım evine yatırıp parasını kilitli bir kasaya koymam gerektiğini söyleyen bazı aile üyelerinden özellikle uzak durdum. Bu da uzun hikaye ama biz yine devam edelim.

Sonunda tüpü çıkartmak için birkaç hafta sonrası için bir gün belirledik. Onu tanıyan herkesi durumdan haberdar ederek gelip vedalaşmalarına izin verdim. Bu süre zarfında akıl sağlığı inanılmaz derecede yerindeydi. O güne kadar son iki haftayı tamamen birlikte geçirdim. Tuvalet ihtiyacı ve duş almak dışında onun yanından hiç ayrılmadım. Sohbet ettik, eskiden birlikte hoşlandığımız filmleri seyrettik, güldük, eğlendik. Yatağının yanındaki şezlongda uyudum ve neredeyse 7 gün 24 saat ellerimiz birbirinden ayrılmadı. Sonra beslenme tüplerinin çıkartılma anı geldi çattı.

Bana susuzluk ve açlıktan ölmenin haftalar sürebileceği söylenmişti. Yine dirençliydi(!) O kadar ki dudaklarını nemlendirmek için buz parçalarını bile kabul etmedi. Bu kadar kötü bir şekilde hayatına son vermek istedi, böylesine inatçı ve kararlı birini daha görmemiştim.

Sağlık Bakanlığından gelip yüklü miktarda morfin bıraktılar. Elimizde fazlasıyla sıvı Vicodin vardı ama aşırı derecede gaz yaptığı ve dışarı çıkmakta sorun yarattığı için onu hiç kullanmamıştım. Fakat bunun bir önemi yoktu artık. Bu yüzden ilk üç gün ona Vicodin verdim. Dördüncü gün Cumartesiydi ve bütün aile onunla son olarak vedalaşmaya geldi. Zayıflamaya başlamıştı. Birçoğu onunla yalnız kalıp vedalaşmak istedi ve ölmeden önce yakınlarını son kez görmesinden mutluydum.

O akşam saat 17.00'de soluk alıp vermeyi hala sürdürüyordu. Onun gibi fiziğe sahip bir kadının dört gün boyunca bir şey yiyip içmeden yaşamaya devam etmesi etkileyiciydi. Sonra uyudu. Umduğum destansı bir vedalaşma şansına sahip olamadım ve artık içimden bir ses onun yeniden uyanamayacağını söylüyordu. Saat 19.00 sularında battaniyesini düzeltiyordum, yatağında doğrulup  beni yakaladı, gözlerimin içine bakarak kalan enerjisinin ötesinde bir tutkuyla "SENİ SEVİYORUM." dedi.

Hemen sonra geriye düştü. Size ruhunun hemen orada vücudunu terk ettiğini söyleyebilirim. Bunu gördüm diyemem ama böyle olduğunu biliyordum. Bana anlatılanlara göre bilincini kaybettikten sonra nihai ölüm gerçekleşene kadar muhtemelen bir haftası daha vardı. "Ölüm hırıltısı" hakkında ikaz edilmiştim, ölüm yaklaşırken soluk alma esnasında çıkan korkunç bir sesmiş bu.

Artık o haftasını da doldurmuş başka haftası kalmamıştı ancak ölüm hırıltısından da eser yoktu. Yardımcılarına gitmelerini, onları yarın sabah arayacağımı söyledim. Sonra, bir taraftan katıla katıla ağlarken ona morfin verdim. Sonra yanındaki şezlonguma oturdum ve elini tuttum. Sanırım biraz kendimden geçmiştim, haftalarca bir şezlongda uyumak, yıllar süren ıstırap ve stres beni yıpratmıştı. Uyandığımda eli soğuktu, O gitmişti. Perde kapanmıştı.

İşte böyle... Evet, ben birini öldürdüm, sevgili annemi, yaşadığım 47 yıl boyunca gururunu taşıdığım başka bir şey daha var fakat bu başka bir günün başka bir hikayesi.

Bu destanı okuduğunuz için teşekkür ederim.

Böyle bitiriyor sözlerini. Bu yazı Quora' da yayınlandıktan hemen sonra çok sayıda soru ve destek mesajları alıyor kahramanımız. Belki ilerideki yazılarımdan birinde bunlardan bahsetmeye devam ederim.
Ülkemizde yasal olmayan bu uygulama hakkında ne düşünüyorsunuz?






12 Şubat 2019 Salı

HANGİSİNİ TERCİH EDERSİN MİMİ

Recep Hilmi Tufan arkadaşımız "Hangisini tercih edersin?" sorusuyla bir mim başlatmış, bir çok kişi tarafından cevaplandırılmıştı. İşin doğrusu bloggerlar tarafından verilen cevaplar maksadından biraz farklı şekilde ilerlemiş. Değerli arkadaşımızın tasarlamış olduğu formata göre soruların nedenleriyle birlikte cevapları verildikten sonra cevapları veren kişi kendi sorularını farklı arkadaşlarına soracakmış (!) Bu sorulara cevap vermeyen bir ben kaldım sanırım. Ne var ki bazı soruların beni benden aldığını da zikretmeden geçmeyeyim. Cevaplarımı ben de merak ediyorum. Hadi o zaman başlayalım:

Hangisini tercih edersin? Uçabilme yeteneğinin olmasını mı yoksa su altında da nefes alabilmeyi mi? Neden?
İkisinden birini tercih etmek zorunda mıyım? Ayrıca havada ve su altında yaşam mücadelesinin daha zor olduğunu tahmin ediyorum. Sürekli olarak değil de canım istediğinde, hava şartları da uygunsa eğer, kanatlanarak uçmak daha cazip gelebilir belki. Suyun altı birçok güzelliğe sahip olmasına karşın daha ürkütücü gelir bana.
Hangisini tercih edersin? Sonsuza dek etrafının kitaplarla çevrili olmasını mı yoksa evcil hayvanlarla mı? Neden?
Kitaplarla elbette. Evcil hayvanları bakmak büyük sorunluluk ister, altından kalkamam. Şartlar müsait olsaydı sadece bir köpeğim olsun isterdim.
Hangisini tercih edersin? Büyük ellere sahip olmayı mı yoksa büyük ayaklar mı? Neden?
Büyük eller, ayaklar derken ne kadar büyük? Beni en çok benden alan soru bu işte. Yok, kalsın ikisinin de orantısı güzel.
Hangisini tercih edersin? Geriye kalan hayatının tamamında çay içmeyi mi yoksa kahve içmeyi mi? Neden?
Bu soru, bana göre cevabı en kolay olanı. Zira nadiren görülen çaydan hoşlanmama hastalığına sahibim. Kahveyi severim ama.
Hangisini tercih edersin? Pilav üstü kuru mu yoksa köfte patates mi? Neden?
İkisi de sevdiğim yemekler. Pilav üstü kuruyu güzel bir pilavın hatırına köfte patatese tercih ederim.
Hangisini tercih edersin? Sınırsız döner mi yoksa sınırsız kokoreç mi? Neden?
Bana sorulabilecek kolay sorulardan biri daha. Elbette kokoreç, ama İzmir usulü olacak. Hergün yesem bıkmayacağım bir lezzet, tabii ustasının elinden. 
Hangisini tercih edersin? Ölüm saatini bilmeyi mi yoksa nasıl öleceğini bilmeyi mi? (Ölüm tarihini ve ölüm şeklini değiştiremiyorsun.) Neden?
Cevabı zor olan aynı zamanda beni benden alan bir soru da bu. Ölüm saatimi bilsem (yukarıdan vahiy yoluyla gelmiş olmalı) sanırım onu öne almaya çalışırdım. Ne demek şimdi ya iki yıl kaldı, altı ay kaldı, bir haftam kaldı, 12 saatim... Böyle bir yaşam düşünemiyorum. Evet, hepimiz zamanı gelince öleceğiz ama bunun bilinmez olması bence iyi tasarlanmış. Nasıl öleceğini bilmek de huzursuz eder insanı. Mesela trafik kazasında öleceğim bildirilmiş olsa evden çıkmaz sonsuza dek yaşayacağımı zannederdim. En sonunda torunlarımın torunları iple dışarı çeker arabanın önüne atarlardı beni herhalde... Bu sorunun net cevabı yok sanki.
Hangisini tercih edersin? 500 yıl gelecekte yaşamayı mı yoksa 500 yıl geçmişte yaşamayı mı? Neden?
Bu hususta tercihim net. 500 yıl geçmişte yaşamayı tercih ederdim. Her şeyden önce geçmiş bilinendir ama 500 yıl sonrasını kim bilebilir. 500 yıl öncesinin doğal meyve ve sebzelerinin tadına varmayı, küçük şeylerle mutlu olmayı isterdim. Bu gidişle 500 yıl sonrasının nereye varacağı bilinmez ama yaşamak için daha çok çalışmanın gerekeceği, sömürmek, sömürülmek, mutsuz insanlar geliyor ilk aklıma.
Hangisini tercih edersin? Her yıl yenilenen tek seferlik uluslar arası bir uçuş bileti mi yoksa yurt içinde geçerli sınırsız uçak bileti mi? Neden?
Uluslar arası bileti tercih ederim tek seferlik de olsa. Bir kez yurt dışına çıksam yeter. Daha fazlasını cebimden öderim artık. Gezmek ise söz konusu olan, yurt içinde arabamla yolculuk yapmayı tercih ederdim.
Hangisini tercih edersin? daha çok dinlemeyi mi daha çok konuşmayı mı? Neden?
Sanırım bunun yaşla ilgisi var. İnsan yaş aldıkça tecrübesi ve anlatacağı daha fazla oluyor. E, ben de artık gençler kategorisinden çıktım sayılır. 

Evet, böylece soruların sonuna gelmiş bulunuyoruz. Hayat yolunda şansınızın tercihleriniz doğrultusunda olmasını diliyorum.  

7 Şubat 2019 Perşembe

İNSANLAR, İNSANCIKLAR...

Taş Ev insanları tanımaya devam ediyor... Genç bir hanım, otuzlu yaşlarda. Alışverişini yaptıktan sonra sohbete başlıyoruz. Ticarette siyaset olmaz ama bizim buralar neredeyse silme Atatürkçü olduğu için nispeten rengimizi belli etmekte mahzur görmüyoruz. Doğal gıdalara geliyor konu. Oradan tohum yasasına, yerli üretime. GDO'lu ürünlerden girip ülkesindeki baskı rejiminden kaçan İranlılardan çıkıyoruz. Zaman zaman gerilimli geçen ayaküstü tartışma en az bir saat devam ediyor. İyi ki iki kişiyiz, birimiz gelen müşterilerle ilgilenme imkanı buluyor.  

Hanımefendi "Bakın, ben siyaset yapmıyorum." derken dik âlâsını yaptığının elbette farkında. Eşimle ağzımız açık, sabırla dinliyoruz söylediklerini. Birkaç kelimelik itiraz cümleleri, hanımefendiyi daha çok ateşliyor. Sanki bu ülkede yaşamıyormuşuz hissine kapılıyorum.

31/10/2006 tarihinde TBMM'de kabul edilen "Tohumculuk Yasası" nı meğerse ABD çıkarmış (!) Hükümetimiz buna karşılık değişik birlik ve kurumları aracılığıyla yerli tohumculuğa büyük destek veriyormuş(!) Eşim, yasaya göre yerli tohumun satışının yasaklandığını söyleyecek oluyor, dinleyen kim? Türkiye, kendi kendine yeten ender ülkelerden biri deyince ben dayanamıyorum bu kez. "O eskiden öyleydi, şimdi samanı bile ithal ediyoruz." diyerek müdahil oluyorum. Yavaş yavaş saygı ve sabır sınırlarını zorlayan atmosfer oluşmaya başlıyor, hele "Siz hiç kitap okuyor musunuz?" diye sorunca. Yok anacım, biz yaylada kaval çalıyoruz dememek için zor tutuyorum kendimi.

Hoop atlıyor başka bir konuya. "Ülkemizde birlik beraberlik var, biz Türkler en zor anımızda küllerimizden yeniden doğarız. Yunanistan bizi vurmak için gizli planlar yapıyor." Dur hele dur, Yunanistan bizi mi vuracak? "Yurdumuzun kalkınmasını çekemiyorlar, ülkemizde özgürlük var, herkes mutlu. Siz biliyor musunuz, İranlılar akın akın Türkiye'ye göçüyor. Suriyelilerin arkasından birkaç yıl sonra dört milyon İranlı göçmenimiz olacak. Bu ülke onlara da kucak açacak ama biz kendi yurdumuzda azınlığa düşeceğiz bu gidişle. İran yönetimi Sünnilere, Azerilere, Şiilere, değişik etnik ve dini kökene sahip insanlara ayrı ayrı baskı uyguluyor. İzmir'e binlerce İranlı gelip kalıcı olarak yerleşti. Zulümden kaçıp huzura geldiler."

İranlıların İzmir'e akın ettiğini bilmiyordum. Araştırdım. Evet doğru geçen yıl İran uyruklulara İzmir'de 8.000 daire satılmış. Bunun asıl nedeni yasalarda yapılan değişiklikmiş tabii. Yabancıların mülk sahibi olmalarına sağlanan kolaylıktan dolayı böyle bir durum çıkmış ortaya. Hükümetimiz kaynak yaratmada uzman, hiçbir fırsatı göz ardı etmiyor. Yoksa, İzmir limanına demir atmak üzere kimsenin İran rejiminden kaçtığı falan yok. Kaldı ki bu konuları araştırırken bir haber dikkatimi çekiyor. Dini bir sıfatı da bulunan İran İçişleri Bakanı, kadın özgürlüğünü kısıtlama faaliyetlerinde başarısızlığa uğradıklarını kabul etmiş. Bu İran kadınının ne kadar mücadeleci bir karaktere sahip olduğunu gösteriyor açıkça.

Giderayak bir soru daha soruyor bize. "Sizce bizim bu denli güçlü olmamızın sebebi ne?" Eşim bam teline basıyor. "Biraz gücümüz kaldıysa o da Atatürk sayesinde." "Evet," diyor hanımefendi, "O da var tabi ama biz zor anlarımızda birleşiriz, birleşince kuvvetleniriz." Dükkandan ayrılır ayrılmaz alışveriş yaptığı kredi kartının işyeri nüshası slipi üzerindeki isme bakıp google amcadan parti bağlarını araştırıyoruz. Bakış açılarımızın bu kadar zıt, üstelik kendinden yaşça büyük insanlara ders anlatır gibi akıl veren saygısız ve ukala bir insanla ilk kez bu kadar uzun bir süre tartıştığımızı düşünüyorum. 

29 Ocak 2019 Salı

GÖZ GÖZ

Hastalığa karşı artık daha mı tevekkül sahibi ve sabırlı oldum? Çok fazla hasta olmazdım eskiden, ama grip mikrobunu aldıysam eğer çekilmez biri olur çıkardım. Hayat gözüme çekilmez görünür, hiç iyileşmeyecekmişim gibi "Allah'ım al canımı." diyerek isyan ederdim. Bu kez daha sabırlı bir tutum sergiliyorum. On günü geçmesine rağmen, nezle, öksürük, boğaz yanması, baş ağrısı, halsizlik nöbetleri hiç ara vermeden birbiri ardına sıralanarak akıp gidiyor günler... Bugün hepsi birden izin kullandıkları için sanki biraz daha iyiceyim.  

Göztepe semtine gittikçe daha çok ısınıyorum. Yaşamlarının son baharlarını yaşayan insanlar şehrin en eski caddelerinden biri olan Mithatpaşa Caddesini mesken tutmuşlar. Eski yalıların neredeyse tamamı, yerlerini çok katlı apartmanlara terk edeli epey zaman geçmiş... Deniz tarafındaki yüksek bitişik nizam bloklar martılara bir set oluşturmuş sanki. Sahil çevre yoluna açılan kısa ara sokaklardan küçük deniz manzaraları, bazen seyir halindeki yük gemileri göze takılıyor.

Bu semtte yaşamaya karar verdikten sonra bana en ürkütücü gelen araçlar için park yeri sorunuydu. Zira trafiği son derece yoğun daracık cadde boyunca koca arabayı sokacak bir yer bulabilmek deveye hendek atlatmaktan çok daha zor görünüyordu gözüme. Semtin güzel insanları bu sorunu da çözmüşler. Herkes birbirine o kadar anlayışlı ki anlatamam. Örneğin kargodan bir paket mi geldi, yolun her iki tarafı, yaya kaldırımı kenarlarında yola paralel, ceplerde yola dik konumdaki park etmiş araçlarla her daim dolu bulunduğu için, kargo aracı şeridin ortasında park edip dörtlüleri yakar, paketi teslim ettikten sonra yoluna devam eder. Bu esnada yolun bir şeridini tamamen kapattığı için ne bir bağrış ne korna sesi duyamazsınız. Gelen araçlar sabırla karşı şeridin boşalmasını bekler, daha sonra park eden kargo aracını sollayıp yoluna devam ederler. Çok nadirdir korna sesi duymak cadde trafiğinde.

Günün değişik saatlerinde, özellikle de insanların artık yavaş yavaş evlerine döndüğü sıralar, park etmiş araçların önündeki müsait yerlerde ikinci bir park alanı imkanı doğar. Ancak bu imkanı kullanmanın yolu telefon numaranızı arabanın ön camına not etmektir. Yabancı biri bu kuralı bilmezse yine de hır gür çıkmaz sadece cam sileceklerinin kaldırılmış olduğunu görür ve hatasını anlar. Çoğu zaman park etmeye engel olan tekerlekli yeşil atık konteynerleri bir sağa bir sola çekilerek yer değiştirir. Hiç bir zaman iki gün üst üste aynı yerde değildir. Garip ama bundan da kimse rahatsız değildir. Çünkü herkesçe bilinir ki burada araç park yeri bulmak hakikaten zor iş. Yalı tarafı dairelerin hemen hepsinin kendi özel park yerleri var. Caddeden bariyerle kapatılmış park yeri girişlerine asla kimse park etmez. Sanki adı olmayan bir cumhuriyettir burası. Trafik polisinin şikayet olmadıkça yanlış park yüzünden araç çektirmesi, ceza yazması sıra dışıdır. Şikayet de olmaz kolay kolay. Dedim ya, hoşgörü bu semtin temel karakteri. 

Vitrinleri seyrede seyrede geçer insan yığınları. Herkes her şeyi satabilir burada. Hemen her gıda dükkanında meze çeşitleri bulabilirsiniz. Geçen gün komşumuz unlu mamuller satan dükkana uğradım, kahvaltılık bir şeyler alayım diye. Tezgahın üzerinde yaprak, lahana sarmalar ne ararsan var. Manavlar zeytin, peynir çeşitleri satar dükkan önlerinde. Ne belediyesi karışır, ne de zabıtası, kardeşim senin işin bu değil demezler. Alan da razıdır bu durumdan, satan da. 

Cadde boyunca kara tarafı yaya trafiğinin daha yoğun olduğu bölüm. Yaya kaldırımları bazen geniş bazen dar. Geniş olan kesimlere esnaf ve lokanta sahipleri tezgah ve masalarını dükkanlarının önüne çıkarırlar. Teşhir edilen ürünler asla rahatsız edici değil, bilakis görsel bir şölene dönüşür. Hele manavların dükkan önü tezgahlarındaki düzen, renk cümbüşü ve davetkar görüntü... Evet, diğer semt manavlarına göre biraz yüksektir fiyatlar ama buna değer. Sebze ve meyvenin en tazesinin bulunabileceği dükkanlarda, çerinden çöpünden arındırılmış sebzelerin ayıklanıp doğranarak köpük düz kapların içine yerleştirilmesinden sonra özenle streç filmle kapatılıp satışa arz edilir. Ev hanımlarına eti kavurduktan sonra bu şekilde hazırlanmış türlü sebze karışımlarını doğrudan tencereye boşaltıp pişirmesinden başka bir iş kalmıyor geriye. Egenin türlü otları, tazecik enginarlar, şevketi bostanlar, arapsaçları ve daha niceleri... Meşhur Tire pazarında göremediğimiz tür ve tazelikte sebze ve meyveler...

Bir hanım giriyor dükkandan içeri, yüzü güleç. Kapıda gördüğü kestaneler dikkatini çekmiş. Bir sohbet başlarken aramızda, neyimiz var neyimiz yok ürünlerimizi tanıtıyoruz. Fabrikasyon ürüne karşıyız, gördüğünüz her şey ya bahçemizin ya da doğrudan üreticiden temin ettiğimiz ürünler. "Ben bu yaşıma kadar hep doğal beslendim ve bu konuya önem veriyorum." derken raflarda gördüğü ürünlerden ilgisini çekenleri alıyor. "Yıllarca ağır ceza hakimliği yaptım." diyor lafın arasında. Hanımlara yaş sorulmaz ama bu yaştan sonra bir mahzuru olmasa gerek. Bakışları, olgunluğu ileri yaşlarda olduğunu ele veriyor ama görüntüsü altmışı en fazla beş yıl geçmiş gibi. "Doksana girdim." diyor gülümseyerek.

Bir başkası elinde baston olmasına rağmen şıklığından taviz vermemiş. Başında siyah bir şapka, üzerine yakışan bir kıyafet. Basamağı çıkmaya gözü kesmiyor. Kesin doksanın üzerinde yine. Kapıdan sesleniyor "Yarım kilo kestane alayım, daha fazla taşıyamam." "Almanız şart değil ama harika bir lorumuz geldi, tadına bakmanızı şiddetle öneririm." diyorum. Kapının önüne kadar tadımlık kasesini ve plastik kullan at kaşığını getiriyorum. Verilen tepkiye alışkınız artık. "Bu harika bir şey." Evet, aynen öyle. "Ama evladım ikisini birden taşıyamam şimdi ben. O zaman loru alayım, kestaneyi yarın yürüyüşe çıktığımda gelir alırım." Yarım kilo yükün o yaşlardaki bir hanımefendi için ne denli ağır gelebileceğini öğreniyorum. Ağır ağır uzaklaşırken saygı ve acıma duyguları birbirine karışıyor.

Dükkan açılalı beri üç haftaya girmiş bulunuyoruz. Acemiliğimi de büyük ölçüde attım üzerimden. Bu süre zarfında çok üzücü olmasa da şaşırtan üç olay yaşadık. Bu yüzden prensiplerimi yerli yerine koydum yeniden. Kimse artık alayım dönüşte parasını vereyim ya da iki onluk ver yarın sana bırakırım diye gelmesin (!)

İlk haftamızın ilk günleri, otuz beş yaşlarında uzun saçlı yakışıklı denebilecek genç bir çocuk. Biz ürünlerimizi tanıtırken zeytinyağımız ilgisini çekiyor. "Mmm çok güzel aroması var, bayıldım ben buna." Peynir tadımı vs. derken. Yanımda nakidim yok, İş Bankasından para çekip dönüşte uğrar alırım diye dükkandan ayrılıyor. O arada bir başka kişi dükkana giriyor. Aynı yaşlarda ve eşimle birlikte Tire'den ortak tanıdıkları var. Sohbet koyulaşıyor... O gittikten sonra kendi aramızda konuşuyoruz. "O uzun saçlı çocuk dönmez bir daha diyor." eşim. Bir başka müşteri ile eşim ilgilenirken bizim yakışıklı geliyor. Ben çocuğu eşimle daha önce Tire sohbeti yapan kişi sanıyorum bu arada. "Ben yağı alacaktım ama çok uzun kuyruk vardı bankamatikte. Nasıl yapsak?" diye bir kart açıyor. Ben de görüyorum salak gibi. Müşteri nasıl kazanacağız biraz cömert olmalı değil mi? Hem eşimin de tanıdığı bir çok ortak isim var arada. "Peki, alın o zaman, sonra verirsiniz, yabancı sayılmazsınız değil mi?" Peki ben o zaman 500ml natürel sızmayı alayım. Kapıya kadar uğurlamalar... Buharlaşan 20 TL. İyi ki adam litrelik istemedi, verir miydim? Verirdim.

İkinci haftanın başı; Kestane satışı tam gaz ama pos cihazımız hala yok. Genç bir bayan iki kilo kestane istiyor. Tartıp verirken kredi kartını uzatıyor. Maalesef pos cihazımız henüz gelmedi diyoruz. Aman canım iki kilo kestaneden ne olacak deyip "Sonra verirsiniz." deme gafletinde bulunuyorum. Müşteri kazanacağız ya, daha yolun başındayız ya... Kestane bizde tanıtım fiyatına, sudan ucuz. Buharlaşan iki kilo kestane parası 32 TL.

Varan üç, birkaç gün önce; Adamın biri, kelli felli. Geçerken dükkanın içine kafasını uzatıp selam veriyor, dönüşte uğrayacağım deyip bir gülücük atıyor. Yarım saat sonra dükkandan giriyor içeri. Yan binada oturduklarını, oğlunun geldiğini, ona hazırlık yapmak için bir şeyler almaya çıktığını ancak kredi kartını bankamatiğe kaptırdığını söylüyor. "Hay aksi şeytan." diyorum adama. "Şimdi bankadan kartı almak bu yoğun saatlerde çok zaman alacak, bıraktım geldim." İyi halt ettin. "Oradan bana iki onluk veriver ben sana pazartesi öğleden sonra geri vereyim. "A, efendim yirmi liranın lafı mı olur?" Kelli felli devam ediyor, "Bak sabahtan değil ama ancak öğleden sonra getirebilirim." Tamam, canım komşuyuz şunun şurasında, lafı mı olur?" diye cevap veriyorum. İki haftada bütün mahalle sakinlerini tanıyacak değilim ya." Ama, Allah sizi inandırsın adam çıkar çıkmaz bir kez daha yedin zokayı ama bu son olacak diyorum kendi kendime. Buharlaşan 20 TL ile birlikte görev zararı, tecrübe kazancı ve prensip kararı toplamı böylelikle 72 TL oluyor. Neyse ki önemli bir para değil diyerek avutuyorum kendimi, ama enayiliğime de kızmıyor değilim laf aramızda.   
    

24 Ocak 2019 Perşembe

EŞLEŞTİRME MİMİ

İki gün önce felaket bir baş ağrısı, sırt ağrısı ve kırgınlıktan sonra eşimin hazırladığı ilaçlar sayesinde ertesi sabaha bir şeyciğim kalmamıştı. Gel gelelim, bu iyileşmenin ne kadar yalancı olduğunu anlamış bulunuyorum. Şimdi eşimle birlikte aynı anda yoğun bir soğuk algınlığına karşı mücadele veriyoruz. 

Bu aralar yağmurun ardı arkası kesilmiyor. Eşim sen de hastasın gitme bugün açmayıverelim n'olcak? derken benim içim rahat etmiyor, ayaklarımı sürüyerek dükkanın yolunu tutuyorum. Caddenin akan kalabalığından eser olmuyor böylesi günlerde. Ellerinde şemsiyelerle insanlar başlarını kaldırmaksızın ya işlerine, ya evlerine ya da oturabilecekleri kapalı kafelere atıyorlar kendilerini... Bu yetmezmiş gibi bir saate yakın elektriklerin kesilmesi de cabası.

Deep sayesinde yeni blogdaşlar tanıyorum. Mim konusunda seçici davranmaya çalışıyorum. Bahse konu Mimi, beni düşünmeye ve hatta kendime ayna tutmaya çalışan bir takım sorular içermesi nedeniyle ilginç buldum. Bu sorular ilk kez Sevde'nin Şiirleri bloğunda ortaya konulduktan sonra bloggerlar arasında yayılmış, ben de son olarak Bonheur'un samimi cevaplarını okumuştum. Şimdi gelelim soru ve cevaplarıma.

1-Hayat sizce nedir?

Bilinmezler bütünüdür bence hayat. Nereden geldik, nereye gidiyoruz, hangi boşluğu dolduruyoruz? Şanslar, talihsizlikler, acılar, sevinçler, başarılar, başarısızlıklar ve daha niceleri. İşin en ilginç yönü bunlardan çoğunun ne zaman nasıl olacağının bilinmezliği. Cehennem, cennet ve huri efsanelerine inanmıyorum bu çağda. Bu sebeple "Yaşam bir imtihan yeridir" dememi beklemeyin benden.

Madem geldik bu dünyaya, insanı yücelten değerlere sahip olmayı önemli buluyorum. Şans ve yetenek bir araya gelince kalıcı olabiliyor insan. Mozart, Beethoven gibi ne bileyim Fazıl Say gibi. Ya da Einstein gibi, Newton gibi, Aristo, Platon gibi... Pek çok insan gibi ufak tefek başarıların dışında öyle geride yad edilecek bir şey bırakamayacağım. En fazla iki nesil sonra kimse adımı bile hatırlayamayacak. Çok da önemli değil bu benim için aslında. Ama ismini asırlarca zikrettiğimiz değerlere gıpta ettiğimi gizlemek istemiyorum.

Bu bakış açısına göre hayat bir hiçtir. "Bir varmış, bir yokmuş" masal tekerlemesindeki gibidir. Eğer kendine yetecek bir düzen kurabiliyorsan senden iyisi yoktur. Sağlık, mutluluk dilemek laftır. Çünkü insan hayatı boyunca hasta da olacaktır mutlu da. Bir de şans önemli elbette. Bir  nedenle sakat kalmış ya da doğuştan özürlü insanların yaşadığı hayat sağlıklı insanlarla aynı olmasa gerek. İnsanlığın gereklerinden bence en önemlilerinden biridir onlara yardımcı olmak. 

2- Sen nasıl bir insansın?

OLUMLU

Şimdi aynayı alıp kendime tutuyorum. Benim düşüncelerime göre olumlu olan şeylerin başkalarına göre olumsuz olarak algılanmasına aldırmadan. Evet, hümanistim. Milliyetçilik, bölgecilik bana uzak olan özellikler. Benim canı yanan komşumun çocuğuna nasıl içim cız ediyorsa aynı duyguyu Etiyopyalı bir çocuk için de hissederim. Bu sebeple Myanmar Arakan'da Müslüman halka yapılan şiddet bir başka ülkede başka bir topluma uygulanan şiddetten farklı değildir gözümde. Hayvanları seviyorum.  

Sözümün eriyim. Eskiden "Söz Namustur" derlerdi. Şimdi namus başka taraflarda aranıyor. Benim için verilen sözlerin tutulması çok önemli. Sakin sayılırım, uzun bir planlama süresine ihtiyacım olur. Verdiğim kararlardan bu sebeple kolay kolay dönmem. Maceracı bir ruh haline sahibim. Karşılaştığım sorunlar ne kadar büyük olursa olsun zamanla işlerin düzene gireceğine inanırım. Bu bakımdan hemen paniklemem. Engelleme imkanım olmadığı olayların sonucunu kabul eder, bir sonraki adımı düşünmeye başlarım.
Sabırlıyım aynı zamanda.

Sıradan bir insanım işte...

OLUMSUZ

Görsel hafızamdan hep sıkıntı duydum. Bir anda kalabalık bir kitle ile muhatap olduğumda tanıştığım kişilerin siması hafızamda kalmaz. Bunun için en az birkaç sefer karşılaşmamız lazım. Sadece görsel değil insanların isimleri de kolay kolay aklımda kalmıyor, eğer tanıdığım bir kişi ile eşleştirmezsem. En olumsuz tarafım bu olmalı ve bana yaşantım boyunca çok şey kaybettirdiğini düşünüyorum.

Şüpheciyim. Buna rağmen yediğim goller az değil.

Arkadaşlarla maç değerlendirmesi yapacağıma kitap okumayı tercih ederim.

Biraz kendimi hantal buluyorum, pratik değilim. Yalap şap iş yapmayı sevmem, bu nedenle her yaptığım iş zaman alıcı olur. Kitap okurken bile hızlı değilim. 

3- İnsanlar sizi hiç üzüp kırdı mı?

Evet, ne yazık ki bazı dost bildiklerim beni hayal kırıklığına uğrattı. Bir de sayısı çok olmasa da iyilik yaptığım insanlardan gördüğüm nankörlükleri sayabilirim. Çözümüm son derece basit oluyor böyle durumlarda: İlişkini hemen kes(!)  

4- Sizce dost nedir?

Deep'in bu soruya vermiş olduğu yanıt aklımda. Ben sadece Ankara'daki Dost Kitabevini bilirim demişti. Haksız da sayılmaz hani. Dost sadece keyifli zamanlarında değil, sıkıntılarında da sana kucak açacak biri. Hiçbir çıkarı olmadan senin iyiliğini düşünen, başarılarınla gururlanan, canın yandığında üzülen, her zaman kapısını çalabileceğin, normal annelerin evlatlarına duymuş olduğu karşılıksız hisleri taşıyan bir kişidir.  

Gerçekten var mı böyle biri?

22 Ocak 2019 Salı

YARIM ASIRLIK BİR AŞK HİKAYESİ

Geçen sene ikaz etmişlerdi aslında; kestaneleri gömüye koymadan altına bir yaygı ser diye. Ben yine unuttum, toprağın üzerine kozalakları boşalttırdım. E, gömü açılınca kozalakları kürekle makinaya atarlarken toprakla karıştı tabii. Bu sene bitmeyen işim, kestanelerin ayıklanması, silinip parlatılması. Eğil kalk yaptıkça sırtıma ağrılar giriyor ama yapacak başka bir yolu da yok. Başkasına yaptırmayı da göze alamıyorum, çürüğünü çarığını karıştırırlar, baştan savma olur diye. Dün akşam yoğun bir sırt ağrısı ve soğuk algınlığıyla döndüm eve. Eşim bir Tylolhot hazırladı sağ olsun, üstüne de bir Apranax içip yattım. Sabaha bir şeyim kalmamıştı.

Albay emeklisi amcanın aşk hikayesini dinledim bugün. Hergün eşiyle birlikte Güzelyalı Parkına yürüyor, oralarda ev yemekleri yapan bir lokantada karınlarını doyurup parkta üç dört saat vakit geçirdikten sonra evlerine dönüyorlar. Bizden aldığı peynirin etiketini kesip getirmiş, dönüşte bu peynirden alacağım diyor. 

Seksen beş, doksan yaşlarındaki bu güzel çiftin ayaklarıyla ilgili bir sorunları yok, uzun yürüyüşlere çıkabiliyorlar ama ağızlarında diş kalmamış. Daha önce bahsetmiştim, dört yıl önce tek oğullarını trafik kazasında kaybetmişler. Hanımefendi sağ elinin işaret parmağını kaldırıp "Ben neden bir çocuk yaptım, neden, neden?" diye sorup artık kuruyan gözlerle ağlıyor. Eşi ise lafı başka konulara getirip onun çektiği ıstırabı kendince azaltmaya çalışıyor. "Bana bir de o kabak tatlısından ver." diyor ve anlatmaya başlıyor. Merak içinde gözlerinin içine bakan eşi hanımefendiyi tam elli beş yıl öncesine sürüklüyor.

"Cemil adında bir arkadaşım vardı. Eşimi ilk görüşüm onun sayesinde oldu. Dört beş arkadaş birlikte Gençlik Parkına oradan da Hayvanat Bahçesini gezmeye gideceklermiş. Beni de çağırdı, gittik. Ben o zaman Ankara'da görevli genç bir subayım. Gelenler arasında bir kız dikkatimi çekiyor, Dil Tarh ve Coğrafya Fakültesi dördüncü sınıf öğrencisi Güner, Ödemiş'li bir ailenin kızı. Güzel vakit geçiriyoruz. Bir hafta sonra yeniden randevulaşıyoruz. Bu sefer gittiğimiz yer Çubuk Barajı. Ağaçların arasında koşturuyoruz, saklambaç oynuyoruz. (Bunları söylerken hınzır bir gülümseme çehresini kaplıyor) O da bana karşı boş değil...."

"Birkaç gün geçtikten sonra yine arkadaş ortamından Güner'i tanıyan Emel adında bir kız geliyor yanıma. Benimle özel bir konuda konuşmak istediğini söylüyor. Bir pastaneye oturuyoruz. Çayımızı yudumlarken Güner'le arkadaşlığınız ciddi mi? diye soruyor. Kısa süren bir cevap arayışımdan sonra, evet diyorum, neden olmasın? Ama diyor, onun çıktığı başka bir arkadaşı var (!) Sonradan öğreniyorum ki, bunu söyleyen kızın gönlü bendeymiş. İşi bozmak ve onunla ilgilenmek için beni ondan, onu benden uzaklaştırmaya çalışmış hep. Hatta eşimin Ödemiş'teki ailesine kadar haber uçurup, güya benim yaramaz biri olduğuma dair söylentiler çıkararak karalamaya çalışmış. Gel zaman, git zaman ara bozan kızın foyası ortaya çıkınca biz kızı istemeye gittik. O gün bugündür hiç ayrılmadık, birbirimize hep destek olduk."

Güner Hanım, Mustafa Necati Bey'in gözlerinin içine bakarak maziye dalıyor, mutlu bir tebessümle. Onu bir an olsun evlat acısından uzaklaştırmayı başaran eşi ve bizler de mutlu oluyoruz...

Gençlik Parkı deyince beni de maziye götürdü bu park. Şimdiki durumu nedir o güzelim parkın bilmiyorum ama eskiden güzel bir yerdi. Üniversite için babamla birlikte Ankara'ya gitmiştik. Parkın karşısında Sıhhiye'de bir otelde kalıyoruz. Ankara'ya ikinci gelişim, hatta daha önce kayıt için geldiğim sayılmazsa İzmir'den dışarı ilk çıkışım. Daha on yedi yaşında bir çocuk, heyecanlı... Babam gururlu ama benden daha heyecanlı. Beni mutlu edecek bir şeyler arıyor, Gençlik Parkı'nın havuzu kenarındaki beton yolda yürürken. Öğrenci boykotları sebebiyle eğitime başlama 20 Aralık tarihine sarkmış. O zamanlar Ankara soğuğuna alışkın değilim. Cebimin içinde olmasına rağmen ellerim donuyor. "Karnın aç mı?" diye soruyor babam. Sen bilirsin dercesine başımı eğiyorum. "Yarım tavuk yermişin? Hani şu şişe dizilenlerden?" Bilmem ki, daha önce hiç yememişim, yarısını bitirebilir miyim tek başıma? Salaş bir yer, nar gibi kızarmış tavuklar geliyor önümüze. İçerisi sıcak üstelik. Evet, yarım tavuk yiyebilirmişim. Babamı kaybettikten sonra az da olsa ufak tefek ayrıntılar geliyor aklıma zaman zaman. Gençlik Parkı da bunlardan biriydi işte...

18 Ocak 2019 Cuma

ACETO BALSAMICO DI MODENA

Seviyorum bu işi. Rutin bir yaşamdan çıkıp hergün yeni bir şeyler öğrenmek, insanlarla sohbet edip onların hayat hikayelerini dinlemekten büyük haz alıyorum. Bir de gelir geçer zevklerim var. Mesela bazen yabancı dil kullanmak kulağıma hoş geliyor. Eşim Türkçe kullanmadığım zaman kızsa da ben bundan vazgeçmiyorum. Zaten uydurma Türkçe sözcüklere tepkiliyim. Şimdi ne yani şu "Balzamik Sirke"? TDK sözlüğünde arıyorum. Doğrusu orijinaline daha yakın (!) "Balsamik: İçinde balsam bulunan." Konuyu derinleştiriyorum: "Balsam: Bazı ağaçlardan elde edilen, parfüm ve ilaç yapımında kullanılan reçine." Ne alaka? Aceto Balsamico di Modena'nın yerini tutuyor mu? Bu konuya ileride döneceğim. Ayrıca yazıma vesile olan Ege Üniversitesi iç hastalıkları uzmanı doktor hanımı (belki de profesör)  saygıyla selamlıyorum.

Kafam karma karışık. Nasıl olsa eşim sabahın kör karanlığında uyanıyor diye saati kurmadım. Yedi- yedi buçuk gibi kalkacağımı düşünüp plan yapmışken yaklaşık ondan bir saat kadar önce benim çalar saat çalmaya başlıyor. "Hadi geç kalıyorsun, bak birazdan hava aydınlanacak." Yataktan kalkıyorum. Her taraf zifiri karanlık. E, kalkmışım bir kez, yeniden yatamam ki bir saat için.

Sabah yediyi on geçe Tire yolundayım. Sıcaklık -1 dereceyi gösteriyor. Çevre yolunda on kilometre gittikten sonra bende jeton düşüyor. Dükkandan yanıma almam gereken pos cihazını niye unuttum şimdi? Gerçi zayi ilanının yayınlandığı gazete ve vergi levhası yeter demişti servis ancak mühürleme, devir işlemlerini cihaz olmadan nasıl yapacaklar. İlk kaynar su başıma böyle dökülmüş oluyor, yüzüm hafiften kızarırken artık üşümüyorum. Eski ruhsatı Taş Ev'in pencere yuvasında bulabilirsem onun tesellisi bu hatamı telafi edecek. 

Yolu yarılamışken gün ağarıyor yavaş yavaş. Radyo'da güzel bir müzik çalıyor ama kimin çalıp söylediği umurumda değil. Çok yağmur yağdı bu hafta. Yaylaya iyi de kar düşmüştür şimdi. Yollar buz tutmuş mudur? Kızım dün akşam ısrarla "Baba, çıkma yukarı, haftaya gidersin." dediğini geçiriyorum aklımdan. Trafik yok henüz. Bu saatlerde hangi işkolik polis radar kurup ceza kesecek? Derken olmadık bir yerde burnunu bana çevirmiş bir trafik polisi aracıyla burun buruna geliyorum. Benden başka hiçbir araç yok. Rahat rahat keserler aşırı hızdan cezamı. Cezalar arttırılmıştı zaten. Artık dört yüz mü çıkar cepten beş yüz mü bilmiyorum. Az paramı şimdi bu? İkinci kaynar suyu yiyorum başımdan aşağı. Ne yapalım, şanssız bir günüm. İlerledikçe önümü kesecek polis aracını arıyor gözlerim. Hayret bir şey karşılığı yok. Yırttık mı ne?

Tire'ye vardığımda muhasebecinin iş başı yapma saatine henüz on beş dakika kalmış. Taş Ev'de pos'un ruhsatını bulmak, biraz olsun kendime gelmek arzusu ağır basıyor. Direksiyonu Kaplan'a kırıyorum. Yol üstünde bir köylü elini kaldırıyor. Tanıdık bir köylü bu, ismini hatırlayamadığım. Sabah sabah bahçelerini kontrole gidiyormuş. Ne var ki kontrol edilecek, diye soruyorum. Bir kadın varmış, bahçe evlerine girip ateş yakıyor, yiyecek bir şeyler bulabilirse karnını doyuruyormuş diyor. Bu soğukta aklını yitirmiş olmalı... Köylüyü Nihat'ın bahçesinin önünde bırakıyorum. Sel suları yolun üzerinden geçmiş, şimdi kalın bir buz tabakası kaplı yolun virajı. Taş Ev'e varıncaya kadar son üç yüz metre kar buz üzerinde gittikten sonra kapıdan içeri girmeyi gözüm kesmiyor. Ya rampadan çıkamazsam? Diğer bir husus yol boyunca aklımı kurcalıyordu zaten. Ya ray üzerinde hareket eden demir kapı sürülmezse. O kadar yağış bir sürü çer çöpü, toprağı yığmıştır şimdi kapının önüne. Arabayı yol kenarına park edip kar üzerinde dikkatlice yürüyor, asma kilidi açıyorum. Korktuğum şey yine başımda. Koca demir kapı milim oynamıyor yerinden. İtiyorum, çekiyorum, kıpırdamıyor bile. Rayın üzerini temizlemeyi düşünsem de kazma kürek içeride. Duvarın üzerinden atlamak bu yaşta sakat bırakabilir beni. Vücudumu taş duvara dayayıp olanca gücümle yükleniyorum, değişen bir şey yok. Üçüncü kaynar su dökülüyor başımdan aşağı. Zira yol ıssız, ne gelen var, ne giden bu saatte.

Gözüm yardım alabileceğim yoldan geçecek bir tanrı kulunu ararken derin derin nefes alıp çözüm yolları arıyorum. Zamanımın kısıtlı oluşu çaresiz bırakıyor beni. Azmin elinden bir şey kurtulmaz derler. Seyit Onbaşının Çanakkale Savaşında tek başına 215 kg'lık top mermisini yüklenip İngiliz Zırhlısını vurması geçiyor aklımdan. Kapıya yanaşıyor "Ya Allah" deyip bir kez daha şansımı deniyorum. Olmuyor. En küçük bir oynama yok. Bu kapı açılacak bir şekilde. Açılması lazım. Bir kez daha ileri geri itiyorum. Küçücük bir aralanma oluyor. Artık bunu böyle bırakacak değilim. Canhıraş bir şekilde araya kendimi sokacak bir boşluk yaratıyorum. Demir kapının tekeri raydan düşüyor. Bir bu eksikti. Şimdi kapının kaldırılıp rayın üzerine oturtulması lazım. Umduğumdan kolay oluyor bu kez. Biraz daha, biraz daha derken arabanın içeri girebilecek kadar bir açıklığa kavuşuyorum. Şansım dönmeye mi başladı ne?

Arabama binip bahçe içine giriyorum. Bana bu kapıyı açabilme gücü veren, karlı, buzlu bahçe yolundan arabamı dışarı çıkarma gücü de verir artık herhalde. Hemen Taş Ev'in kapısını açıp ruhsatı elimle koymuş gibi buluyorum. Gazeteye boş yere zayi ilanı vermişim. Üst üste gelen terslikler şişinden kurtulan bir örgü misali teker teker çözülüyor. Yetkili servis, devir için gider makbuzu lazım diyor. Ne keder, İzmir'de daha önce görüştüğüm servis bu işi yapabilir zaten. Diğer işleri halledip dükkana dönüyorum. 

Eşimi eve uğurladıktan sonra zarif bir hanımefendi "Hayırlı Olsun" diyerek giriyor içeri. "Peynirlerinize bakacaktım." Küçücük dükkana bu kadar peyniri nasıl sığdırdığımıza ben de şaşırmış haldeyim. Buyrun efendim ne isterseniz, koyun, inek, keçi, yumuşak, orta sert, sert, eski kaşar, beyaz peynir, tulum... "Şunlar ne peyniri?" diye soruyor. "Onlar mı? Manyas peyniri, isterseniz tuzsuz, az tuzlu veya tuzlu verebilirim size." "Az tuzlu olsun, hiç tuz olmayınca da tadı olmaz, şimdi." Hanımefendinin diğer peynirlere takılıyor gözü. "Onlar dil peyniri, yanındaki sepet peyniri, arzu ederseniz islisi de var." "Tamam o zaman, şu Manyas kalsın bu sefer isliyi deneyeyim." 

Zeytinler nerenin? diye soruyor. "Akhisar, Gemlik efendim, tadına bakabilirsiniz." derken bir diyalog başlıyor aramızda.
"Zeytinim var evde biraz daha, sonra uğrar bakarım ama size bir şey söylemek istiyorum."
"Buyrun efendim, sizi dinliyorum". diyorum merakla.
"Bu zeytinlerin üstünü kapatmalısınız. Bakın ben doktorum. Burada sizinle konuşurken bunların üzeri açık tutulmaz."
"Üzerini streçle kapatıyoruz ama."
"Hani, şimdi açık ama bak."
"Hanımefendi, siz daha iyisini bilirsiniz ama üzerini streçle kapattığımız gün bir adet zeytin bile satamadık. İnsanlar üzeri kapalı olan zeytine yaklaşmıyorlar bile."
"Olsun, siz hijyene dikkat eden müşterileriniz olsun istersiniz değil mi?"
"Haklısınız, zaten hepsinin üzerine cam kestirmeyi düşünüyorduk biz de, streç pek pratik değil."
Karşı rafa yöneliyor.
"Elma sirkesi var mı?"   
"Var efendim hem de en iyi marka."
"Peki Balzamik Sirke bulunur mu sizde?
"Maalesef henüz yok ama madem gurmeyiz, onu da bulundurmamız lazım değil mi?"
"Siz daha iyi bilirsiniz belki, balzamik sirkeyle diğerleri arasında ne fark var."
 Bu bir imtihan mı yoksa gerçekten öğrenmek mi istiyor?

Balzamik sirke yurdumuza İtalya'dan girmiş bir gurme lezzetmiş. Gece boyunca inceden inceye araştırıp öğreniyorum. Kökeni İtalya'nın Modena ve Reggio Emilia bölgesine dayanan bu sirke, aynı bölgelerde yetişen üzümlerin bakır kazanlarda kaynatıldıktan sonra fermantasyon tanklarına oradan alınıp meşe, kestane, ardıç, dut ağacından mamul ahşap fıçılara alınması, bir yıl boyunca fermente olurken buharlaşan hacmini tamamlamak üzere belli bir kural dahilinde fıçıdan fıçıya aktarılmasıyla ortaya çıkan meşakkatli bir işin sonucu olup aromanın kazandırılması ve arzu edilen seçkin karaktere bürünebilmesi için en az on iki yıl ahşap fıçılarda bekletilmesi gerekmekteymiş. İtalya'da 150 yıllık Balzamik sirke bulunabilirken yılına bağlı olarak küçük bir şişe 300 TL den 1.500 TL'ye kadar satılabiliyor. Yurdumuzda piyasada bol miktarda var olan çakmaları ise konsantre üzüm suyunun kuvvetli bir sirke, karamel renklendirici ve aromalarla karıştırılması yoluyla elde edilen fabrikasyon ürünler. Yani gerçek olan Aceto Balsamico, Modena'nın sirkeleri. Bunu daha önceden bilseydim, hazır Bologna'ya gitmişken Modena'ya da bir uğrayıverirdik ama bir bardak sirkeye yaklaşık bin TL vermezdik herhalde yine de. Parası olup harcayacak yer arayanlar için güzel bir alternatif bence.